Eski Yargıtay Başkanı Selçuk’tan MHP lideri Bahçeli’ye
yanıt: Hukuk hakaretle çürümez
Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, gazetemizde yayımlanan yazısı nedeniyle
kendisini hedef alan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye yanıt verdi.
“Mertlikten ve namertlikten söz edenlerin önce kendilerinin mert olması
gerektiğini” belirten Selçuk, “Sövgüler eski deyişle muhayyerdir. Değişmez
huyları, sahibine geri dönüp onu vurmasıdır. Hakaretlerle düşünceleri ve
hukukun dediklerini çürütemezsiniz" dedi.
·
25 Nisan 2021 Pazar, 02:00
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli,
partisinin grup toplantısında, “Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’un, 4 Nisan
darbe çağrısının mertçe kaleme alındığını bir gazete aracılığıyla açıklaması
ise tam manasıyla namertliktir. (…) 2007 yılındaki Cumhurbaşkanı seçimini
mimarı olduğu 367 düğümüyle krize sokan Kanadoğlu’ndan sonra şimdi de devreye
beyni sulanmış Yargıtay eski Başkanı mı girmiştir?” dedi. Bu konuda ne söylemek
istersiniz?
Ben, fakülte dönemini de katarsanız, tam
altmış altı yıldır hukukun içinde yaşıyorum. Askerlik ve staj dönemlerinde de
hiç ara vermeden hukuk kitaplarını okumayı sürdürdüm. Bu dönemde örneğin beni
en çok etkileyen kitaplardan biri merhum Nurullah Kunter’in “Suçun Maddi
Unsurları Nazariyesi” yapıtıdır. Ne yazık ki, yeniden basılmamıştır. Yargı erki
içinde yirmi yılım savcılık, sekiz yılım Yargıtay üyeliği, dokuz yılım daire
başkanlığı, üç yılım birinci başkanlık olarak geçmiştir. Şimdi de on yedi
yıldan bu yana Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yerleşik deyişle ceza
ve ceza yargılama hukuku dersleri vermekteyim.
Gazetenizde yayımlanan yazımda yeni ve
fazladan bir şey söylemedim. Ceza hukuku konusunda uygulamada neler yaptımsa,
her hocanın yaptığı gibi derslerde öğrencilerime neler anlattımsa onları
özetledim. O kadar. Hukuktan anlamayan, hukuksal yaklaşımla politik yaklaşım
ayrımını yapamayan, ayırt etme gücü ve zekâsı olmayan birinin değerlendirmesi,
benim açımdan sıfıra eşittir. Kısaca bir hukukçu, eski bir savcı ve yargıç,
yaşam biçimi nesnel ve yansız biri olarak hukukun dediklerini dile getirdim.
Ömrünün çoğunu yargılama erkinde geçirmiş birinin görevi, şunun bunun dedikleri
değil, şu bu ne der kaygısına kapılmadan, nesnel olarak bu konuda “hukuk şöyle
der”den, Latince deyişle “juris dictio”dan ibarettir. Hukukçunun tek bir
efendisi vardır, buyruklarını ondan alır, şundan bundan değil. O efendinin adı
da “HUKUK”tur. Kimi bakar körler görsün diye bunu lütfen büyük harflerle
yazın.
İnsan ölümlüdür. Ama Sartre’ın ünlü
özetiyle insan eğer gerçekten insansa, hele bir de insanların özgürlüğünü dert
edinen, bilimle uğraşan bir hukukçuysa daha çok “özgür olmaya mahkûmdur”; hukuk
biliminin gereklerini ve dediklerini yerine getirmeye mahkûmdur. Bunu yerine getiremiyorsa,
insanlığını, “şeref”ini, benim Türkçemle “özsaygı”sını yitirir; bir nesneye,
eşyaya dönüşür. Bir hukuk öznesi olmaktan çıkar. Bunu yazımda da dile getirdim.
Kimse bana efendilik taslamasın. Gücü yetiyorsa bilimsel temelde kendisi ya da
kendisini bilinçsizce alkışlayanlar arasında hukukçu varsa onları da yanına
alarak benim söylediklerimi çürütsün. “Namert”, yani “alçak, korkak, erdemsiz ;
“beyni sulanmış”, yani “bunamış” diyerek insanları aşağılamasın. Hakaret,
milletvekili yapay bağışıklık kalkanının ardına sığınarak mertliğini
kanıtlamaya kalkışan zavallıların, yetersizlerin başvurdukları Brutus’vari bir
eylem olmamalıdır. Mertlikten, namertlikten söz edenlerin önce kendileri mert
olmalıdır. Sövgüler eski deyişle muhayyerdir. Değişmez huyları, sahibine geri
dönüp onu vurmasıdır. Hakaretlerle düşünceleri ve hukukun dediklerini
çürütemezsiniz. Ben, insanları bu denli zavallı, aciz yaratıklar olarak görmek
istemiyorum. İnsan, gerçekten “eşref-i mahlukat”, yani bir “özgür hukuk
kişisi”, dolayısıyla “yaratıkların en şereflisi” olmalı, her adımında bunu
gözetmeli. Bu türden çarpık yaklaşımları benimsemiş olanlara karşı hukukçuya
düşen görev şudur: İnsanın ne olduğunu anımsatmak, bilmiyorlarsa anlatmak.
Bana sövenlere iki uyarım var.
Birincisi, yazdıklarımı dikkatle okusunlar, hukukçulara danışsınlar, hukukun ne
dediğini özümsesinler, sonra da duraksadıkları noktalarda gelip benimle
tartışsınlar.
İkinci uyarım da şu: Bilkent öğrencileri
hocalarını değerlendiriyorlar. Bu değerlendirmeler açıkça sitede yayımlanıyormuş.
Bunu yeni öğrendim. Siteye girsinler, benimle ilgili bilgileri ve özellikle
bunayıp bunamadığımı öğrensinler. Bir de önerim var. Aynı yöntemi partiler de
uygulasınlar. Bütün partiler, başkanları hakkında delegelerin
değerlendirmelerini isteyip sitelerinde yayımlasınlar. Yurttaşlar da bunları
okusunlar.
DİL BİLGİSİ BİLE BİLMİYOR
Ayrıntılı yanıtlar verecek
misiniz?
Hayır, hayır. Konuşmanın sahibini
tartışmaya açık ve hukuk açısından yeterli biri olarak göremiyorum. Doğru
dürüst Türkçesi bile yok. Seçtiği dalı bile telaffuz edemiyor. Benim için
“Yargıtay eski başkanı” diyor. Doğru dürüst dil bilgisi bile bilmiyor. Ben
“Eski Yargıtay başkanıyım”. Bütün bunlar yüzünden de ülkem adına üzüntülü ve
kaygılıyım. Yazdıklarımı bile anlayamamış birine ne söyleyebilirim ki?!
“Muaviye’nin oğulları Hasne ile Hüsne’dir” sözündekinin de ötesinde burada dört
değil, altı yanlış vardır. Amiraller bildirisi, açık seçiktir, kapalı değildir.
Bu bir. Arka düşüncelerle değil, yineleme pahasına yurtseverlik kaygısıyla
mertçe kaleme alınmıştır. Kişilere yönelik ne tehdit vardır, ne de sövme. Bu
iki. Bildiride yansıtılanlar, doğanın, Tanrı’nın daha doğarken insanlara
verdiği bir organın, beynin ürünüdür; hiç kimsenin beynini, düşüncesini yok
sayamazsınız. Bu, Tanrı’yı ya da insanı yok saymak demektir. Boş bir düştür. Bu
üç. “367 düğümü” dedikleri de eninde sonunda bir görüştür. Görüşler bunalıma
yol açar kaygısıyla gizlenemez. Bu dört. Kaldı ki, eski bir doçentlik tezinde
geçen bu görüşe o dönemde de karşı çıktım. Bu beş. Kimseyi küçümsemiyorum. Ama
bana söven kişi, benim gözümde her sokakta her gün gördüğünüz kişilerden
biridir. Öyle bile olsa bu biçimde davranmamalı, sorumluluk duygusu ve
kaygısıyla konuşmalıydı. Haddini aştığı için bence onların düzeyinde bile
değildir. Batı’da tek bir yanlış yapan, o görevinden ayrılır, ayrılmak
zorundadır. Bizim halkımızın alınyazısı nedense ne denli çok yanlış yaparsanız,
o konumda daha çok kalıcı olursunuz anlayışına dayanmaktadır. Bana söven kişi,
yeterince donanımı olmadığından olacak, sövgülerden medet uman, ucuz
kahramanlarla sürekli gündemde olan biridir. Bu yüzden o kişi, benimle ilgili
olarak da bu kez hekimliğe özenmiş; “beyni sulanmış” diyerek sınırlarını çok
aşmıştır. Dün sövdüklerine bugün sarılarak ilkesizliğiyle şaşırtıcı yaşamsal
çelişkilere düşen ve hiç güvenilemeyen birini ciddiye almam. Böylelerine
verilecek en iyi yanıt, onları hükmen yok saymaktır. Kötü söz eninde sonunda
sahibine döner. Bu da altı.
SUÇÜSTÜ ÇELİŞKİLER
O konuşmayı siz dinlediniz mi?
Hayır. Eski ve değerli bir milletvekili
bana telefon etti. Çok üzülmüş, yüzeysel ve saçma bulmuş. “İğrendim,
alkışlayanlardan da tiksindim, dayamayıp televizyonu kapattım” dedi. Adı bende
saklı. Bence asıl düşündürücü olan, iki nokta şudur: O konuşmayı dinleyip
alkışlayanların arasında hukukçuların da olması. Hukukumuz ve hukuk
fakültelerimiz açısından çok acı bir durum bu. İsterdim ki, hukuk adına
birileri karşı çıksın, bu kişiyi uyarsın. Ama çıkmadı. Çok yazık, düşündürücü
ve utanç verici. İkinci nokta da şu: O bildiriyi bile darbe İMASI diye
nitelendirenlerin, aynı günlerde 27 Mayıs darbesinin birinci insanının mezarına
gidip çiçek koyarak dua etmeleri. Allah kimseyi böyle suçüstü çelişkilere
düşürmesin.
‘MUHATAP SAYMA YANLIŞINA DÜŞMEM’
Sizi eleştiren kişiyle görüşüp bunları
kendisine söylemek ister misiniz?
Hayır, hayır. Allah korusun ve Allah’ın
gücüne gitmesin. Onlar, benim gözümde yalnızca bedenen vardırlar. Düşünce
dünyamda yokturlar. Hukuk dünyamda ise hiç yokturlar. Çünkü düşüncelere söven
biri, yalnızca size değil, Tanrı’nın yaratıkların en şereflisi dediği insana da
sövmüş, dolayısıyla Tanrı’yı bile incitmiş, ona başkaldırmış biridir. Onu
muhatap saymak, sizi de Tanrı’yı da inciten ve ona başkaldırmış biri yapar. Ben
bu yanlışa düşmem. Böyle birinden olsa olsa uygun ortamlarda hesap sorulur. O
kadar.
Bu vesileyle şunları da eklemek isterim.
Bu insanlar, önce insana saygı göstermelidirler. Bu insanlar, Müslüman ve Hz.
Muhammet’in ümmetinden iseler, tıpkı Peygamber’in ömrü boyunca yaptığı gibi,
Kuran’da dile getirilen ilkelere uymalı, kişisel ve kamusal işlerini
başkalarına sövüp sayarak değil, danışarak yürütmelidirler. Çünkü İslam’da
danışma, şûra, farzdır. “(…) Zira onlar, büyük günahlardan ve utançlardan
kaçınırlar, öfkelendikleri zaman bile bağışlayıcıdırlar (…) Birbirlerine
danışarak işlerini yürütürler (Şûra Sûresi, 42/36-39).
Şu unutulmamalıdır: Türkçenin en güzel
ve en anlamlı sözcüklerinden biri “TARTIŞMA”dır. Benim dile getirdiğim
düşünceleri siz tartacaksınız, sizinkileri de ben tartacağım. Dikkat ediniz.
Böylelikle işteş bir eylem ortaya çıkmaktadır. Her boydan insanın düşünerek
hakkını vermesi gereken bu etkinliğin adı büyük harflerle yazılmalı ve altı
çizilmelidir: TARTIŞMAK. Bildiğimce Batı dillerinin hiçbirinde böyle bir
sözcük, terim, kavram yoktur. Ama oralarda gerçekten somut biçimde yaşanan bir
tartışma vardır. Ulaşılan sonuç, bu imece etkinliğinin ürünüdür ve herkesin
onda payı vardır. Payı olduğu için de ulaşılan sonucu herkes saygıyla karşılar.
Yargılamada da böyledir. Yargıcın hükmü, yalnızca yargıcın değil, iddia ve
savunmanın da katıldığı ortak bir yapıttır. Bu yüzden saygın ve bağlayıcıdır.
Kurulan yargı kararının otoritesi de bundan kaynaklanmaktadır. Bunu hiç kimse
aklından çıkarmasın.
No comments:
Post a Comment