Friday, October 30, 2015

Sayın Altan Öymen,
Bilmem beni hatırlayacak mısınız?
1962-63 yıllarında siz Bonn’da Büyükelçilik Basın Ataşesi ve değerli eşiniz Aysel Öymen Maliye (Hazine) Müşaviri olarak görev yapıyordunuz. Eşinizle ilgili idari bir problemi görüşmek için beni Ankara’ya ziyarete gelmiştiniz. O günlerde Hazine Genel Sekreteri (Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü ve İktisadi İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri) olarak görev yapmaktaydım. 
1965 yılında Maliye Bakanlığı’ndan ayrıldım ve Uluslararası Para Fonu Teşkilatı (IMF) ‘de görev aldım. Uzun yıllar dış ülkelerde IMF Temsilciliği ve Ekonomi Müşavirliği yaptım. 1995 yılında emekli olup Türkiye’ye döndüm. 1962’den sonra sizinle görüşmedik, ancak Radikal ve Milliyet gazetelerindeki makaleleriniz ve TV’deki programlarınızı takip etmekteyim.
18 Ekim Pazar akşamı CNN Türk’deki ‘’Sağım Solum Tarih’’ programında sizi ve Taha Akyol’u izledim. Sayın Taha Akyol çok değer verdiğim bir yazardır. Her sabah bilgisayarımda Hürriyet Gazetesindeki yazılarını okur ve CNNTürk’deki ‘’Eğrisi Doğrusu’’ programlarını izlerim.
CNN Türk’te 18 Ekim’deki programda İnönü ve 27 Mayıs Askeri Darbesi ile ilgili olarak Taha Akyol’un İnönü’nün askeri darbeyi teşvik ettiği vahim bir iddiadır. Bence okuduğu belgeler İnönü’nün memleketin askeri darbeye sürüklendiğini, askerlerin darbeye hazırlandıklarını görerek Menderes ve Demokrat Parti’yi uyardığını vurgulamaktadır.
Sayın Akyol’un Menderes seçime gidecek iken askerlerin 27 Mayıs’ta darbe yaptığı iddiası ve görüşü ise gerçeklere aykırıdır.
O günleri bizzat yaşamış birisi olarak (90 yaşındayım), Merhum Menderes’in seçim yapacağı iddiasının ortaya atılması karşısında yaşadığım bir olayı açıklamayı tarihi bir zorunluluk olarak gerekli buldum. Maalesef olayda ismi geçenlerden benden başka hayatta kalan olmadığı gibi, adı geçen tarihi gizli toplantının tutanağı yapılmamış, devlet arşivlerine konmamıştır.
1960 yılı başlarında ülkemizin derin bir ekonomik kriz içinde olduğunu bilmeyen, görmeyen yoktu. Bugünkü gibi ülke ekonomik bir krize doğru giderken, iktidarın bunu görmemesi, kabullenmemesi ve tedbir almak gereği duymamasından farklı bir durum vardı. Menderes hükümeti acil olarak dış yardım istemek ve kredi bulmak telaşındaydı. Amerika gibi müttefik ülkelerden acil yardım almak imkânı yoktu. Bugünkü gibi dolar bolluğu içinde sıcak para ile idare etmek imkânı da yoktu. Müracaat edilecek kaynaklar uluslararası kurumlar idi. Bu kurumlar Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (OEEC), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (IBRD) idi. 
Dünya Bankası ile ilişkilerimiz kesikti. 1954’de Türkiye’ye ekonomik yardımı artırmak ve kalkınmamızı desteklemek (Türkiye’yi örnek bir ülke göstermek) üzere Türkiye’ye Daimi Temsilci (Resident Representative) olarak uluslararası şöhreti olan, ikinci Dünya Savaşı’nda yıkılan Hollanda ekonomisini ayağa kaldıran eski Maliye Bakanı Lieftinck’i göndermişti. Menderes Hükümeti bu temsilciyi sudan sebeplerle (Dünya Bankasının yapıcı eleştirilerine kızarak) persona non grata ilan ederek kovdu. (Böyle bir olay dünya tarihinde görülmemiştir, eşi yoktur.) Bu yüzden Dünya Bankası Türkiye ilişkilerini kesti. 
Kanaatımca, Menderes Hükümeti’nin Dünya Bankası Temsilcisini kovması iktidarları süresinde ekonomi sahasında yaptığı en büyük yanlıştır. Bu olay, 1955’ten itibaren ekonomimizin bozulması ve iflasa sürüklenmesinde rol oynamış en önemli faktördür. 
Müracaat edilebilecek ikinci kaynak Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı idi.Bu Teşkilatla görüşmek için merhum Hasan Işık başkanlığında bir heyetle 1960 yılı başlarında Paris’e gittik. Teşkilatı acil dış yardım ihtiyacımız konusunda etraflı olarak bilgilendirdik. Ancak hükümetimizin ekonomiyi düzeltecek
gerekli tedbirleri alacağı hususunda güvenleri olmadığı için yardım talebimizi reddettiler; elimiz boş döndük. 
Son müracaat edeceğimiz yer IMF’di. Dünya bankasından farklı olarak IMF ile ilişkilerimiz iyi idi. Türkiye ile olan ilişkilerde yetkili büyük Türk dostu çek asıllı amerikalı direktör seviyesinde Mr. Ernest Sturc vardı. (Aysel Hanım da kendisini hatırlayacaktır)
Son acil yardım ümidimiz olarak IMF’e başvurduk! Mr.Sturc bir misyonla beraber Ankara’ya geldi. Ekonomideki kötü durumumuz ve acil yardım ihtiyacımız aşikârdı. Bunu bizim kadar IMF de biliyordu. Ancak IMF’den kredi alabilmek için ekonomideki bozuklukları düzeltecek tedbirleri içeren bir program üzerinde IMF ile mutabakata varılması, bu programın uygulanacağını teyit ve kabul eden bir ‘Standby’ anlaşması gerekiyordu. Bu konuda IMF misyonu ile anlaşma teknik seviyede mümkündü. Ancak Hükümetimizin böyle bir anlaşmayı uygulayabileceğine IMF’in güvenmesi gerekliydi.
Ben o günlerde Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdür Yardımcı seviyesinde dış iktisadi ve mali ilişkiler konusunda görevliydim. IMF ile olan ilişkileri yürütüyor, IMF müzakerelerine katılıyordum.
Bu uzun girişten sonra Sayın Taha Akyol’un Menderes’in seçim yapacaktı, askerler darbe yaptı, buna mani oldu iddiasının doğru olmadığını gösteren olayı açıklıyorum.
Mr. Ernest Sturc ile IMF görüşmelerinin sonunda Hilton Otelinin Karadeniz Süitinde toplandık. Toplantıda Dışişleri Bakanı Zorlu, Maliye Bakanı Polatkan ve Dışişleri Bakanlığı’ndan Hasan Işık, Maliye Hazine Genel Müdürü Memduh Aytür ve muavini ben vardım. Toplantı çok özel, benzeri olmayan gizli bir toplantı idi.
Mr. Sturc hiç lafı dolaştırmadan doğrudan konuya girdi. Ülkemizde askerin önlenmez ise darbe yapacağı konusunda bir söylenti olduğunu, Türkiye ile bir ‘Stand-by’ anlaşması imzalanması ve istenen acil krediyi vermeyi çok arzu ettiğini ancak müzakere ve anlaşılan program henüz IMF Executive Board’a onaya sunulmadan, anlaşma yapılan hükümetin iktidarda olacağından emin olmaları gerektiğini açıkça söyledi. Kredi şartı olarak değil, bir Türk dostu olarak Türkiye’de erken bir seçim kararı alınır ve yürürlüğe konulursa, eğer bir askeri darbe hazırlığı varsa bunun önleneceği görüşünü ortaya attı. Bir seçim yapılırsa iktidara gelecek hükümet hangi partiden olduğuna bakılmaksızın derhal Ankara’ya geleceğini ve istenilen ‘Stand-by’ anlaşmasını sonuçlandıracağına dair söz verdi.
Toplantı sonunda kendi aramızda durum müzakere edildi. Her iki Bakan (Zorlu ve Polatkan) Sturc’ un haklı olduğu kanaatine vardı. Derhal Başbakan Menderes’e beraberce giderek onu erken seçim kararı almağa ikna etmek kararı aldılar. Mr. Sturc Ankara’dan ayrıldı. 
Rahmetli Polatkan bana Zorlu ile beraber Menderes ile görüşmeye gideceklerini, Başbakanı ikna etmeye çalışacaklarını ve sonucu bana telefonla bildireceğini söyledi. Kararlarını Mr. Sturc’e derhal telefon ederek bildirme talimatı verdi. 
İki Bakan Menderes’in peşine düştü ve ancak iki hafta sonra onunla Kütahya’da görüşme imkanı buldu. Toplantı sonunda Polatkan telefonla beni arayarak maalesef Menderes’i ikna edemediklerini ve seçim yapılmayacağını durumu Sturc’e bildirmemi söyledi.
Toplantıda İçişleri Bakanı Namık Gedik varmış, ülkede anarşi önlenmeden seçime gitmenin doğru olamayacağı (seçimİ kaybetme tehlikesi) görüşünü ileri sürmüş; Menderes Namık Gedik’in görüşünü benimsemiş ve Zorlu ve Polatkan’ın seçim önerisini reddetmiş. 
Çok geçmeden askeri darbe oldu ve maalesef darbeyi önlemek için seçim teklif eden (iktidarı kaybetme riskini göze alan) iki Bakan askeri darbenin kurbanları olup asıldılar!



ÖZET ve SONUÇ
1. Kanaatımca 27 Mayıs Darbesine yol açan faktörlerin başında Menderes Hükümetinin ekonomi politikalarındaki hatalardır. Dünya Bankası temsilcisinin kovulması bu sahadaki uyarı ve yapıcı eleştirilere bile tahammül edilmediğinin göstergesidir. Ekonomideki çöküntü ve anti demokratik politikalar ülkeyi darbeye sürüklemiştir.
2. Menderes askeri darbe uyarılarına aldırmamış, gerekli önleyici tedbirler alınmamış, şiddet ve anti demokratik yollarla darbenin önleneceği hatasına düşülmüştür.
3. En önemlisi demokrasinin vazgeçilmez kuralı olan seçimle iktidardan gitmek göze alınmamış ve bunun yerine iktidarda kalabilmek için şiddet ve her türlü anti-demokratik tedbirlere başvurulmuştur.
4. Şüphesiz Demokrat Parti’nin ülkeyi düşürdüğü şartlar askerlerin darbe yapmasının mazereti olamaz, darbeyi meşrulaştıramaz. Ancak eğer Menderes Zorlu ve Polatkan’ın seçim önerisini kabul etseydi, kanaatımca iktidarı kaybedecekti fakat askeri darbeyi önleyecekti. Maalesef 27 Mayıs Darbesinin önlenmesi mümkünken seçim kararı alınmamasının vebali büyüktür. 27 Mayıs darbesi ile başlayan askeri darbeler, seçim yoluyla gelen sivil hükümetlerin hatalı politikalarının verdiği zarardan daha çok zarar vermiştir.


Kemal Siber
Maliye Bakanlığı eski Hazine Genel Sekreteri ve 
IMF Eski Direktörü - Ekim 2015

Thursday, October 29, 2015

Ulusların Düşüşü”  (Daron Acemoglu + James A. Robinson)
15 Şubat 2014'de arkadaşlara ilettiğim tanıtım notu
Kitabın ingilizce ismi “ Why Nations Fail?” . Bunun karşılığı “Uluslar niçin başarısız olurlar?”olarak Türkçeleştirilseydi, hem ingilizce aslına hem de kitabın içeriğine daha uygun olurdu diye düşünüyorum.


Doğan Kitap tarafından yayınlanan kitabı Faruk Rasim Velioğlu Türkçeye kazandırdı. Birinci baskısı Aralık 2013’de piyasaya çıktı. Kitabın ingilizce özgün baskısı ise Mart 2012’de yayınlandı.


Daron Acemoğlu Massachusetts  Institute of Technology ‘de iktisat profesörü. James A. Robinson da Harvard Universitesinde siyaset bilimci ve iktisatçı. Daron Acemoğlu 1967 İstanbul doğumlu, ermeni kökenli bir T.C. vatandaşı. (Halen T.C. vatandaşlığını muhafaza edip etmediğini bilmiyorum. ABD vatandaşlığına kabul edilmiş olması olasıdır.) Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra, London School of Economics and Political Science’i bitirdi. 2013 yılında, Cumhurbaşkanı  Abdullah  Gül tarafından “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”ne layık görüldü.


Yazarlar, “Neden bazı ülkeler gelişirken diğerleri gelişemedi?” sorusunun yanıtını adeta bir dünya turu yaparak ve tarihin derinliklerinde araştırıyor,  tezlerini çok sayıda tarihi ve güncel örnek üzerinden anlatıyorlar ..
Yazarların, kitabın başlangıcında ortaya koydukları tez şu: günümüzde halen süregelen, hatta giderek derinleşen zengin ve fakir ülkeler arasındaki eşitsizliğin nedeni ne coğrafya ve iklim koşulları ne kültürel farklılıklar, ne de sermaye yetersizliğidir. Meksika ile ABD  sınırında aynı ismi ( Nogales) taşıyan iki kasabada, aynı insanların bir kısmı sınırın bir tarafında, diğer kısmı da öbür tarafında yaşamalarına karşın, refah düzeylerinde çarpıcı farklılık var. Bunun nedeni nedir? Bu durum nasıl açıklanabilir?


Kitaptaki analiz yönteminin belkemiğini iki temel kavram oluşturuyor. “Sömürücü kurumlar” ( extractive institutions) kısa sürelerde ekonomik ve toplumsal gelişmeyi gerçekleştirse dahi, sonuçta siyasal iç çatışmalara yolaçıyor ve iktisadi gelişme sürekli olmuyor.  “Kapsayıcı kurumlar” ( inclusive institutions) ise, mülkiyet haklarına saygılı, çoğulcu diğer bir deyimle, toplumun farklı katmanlarına karar sürecine katılma olanağı tanıyan, hukukun üstünlüğü, iletişim ve basın özgürlüğü gibi demokratik ögeleri içeren bir yapılanma , ekonomik gelişmeyi teşvik ediyor.


Çağdaş refah anlayışı siyasi kurumların güven verici olmalarına bağlı. Refah, yatırımlar, teşvikler ve yeniliklerden besleniyor.Yatırımcılar, girişimciler ve patent konusu yeniliklerin sahipleri güvenli bir ortam istiyorlar. Bunun iki temel koşulu da  iktidarın merkeziyetçi yapılanması ve iktidar kurumlarının kapsayıcı (inclusive) olması. Zira, güçlü bir merkezi bir yönetim olmazsa, karmaşa ve istikrarsızlık olur. Böyle bir durumda ise yatırımcılar olumsuz etkilenir.


Örneğin, Afrika’nın bir çok ülkesinde yerel iktidar odakları, merkezi otoritenin boşluğundan ya da zayıflığından yararlanarak , refahı sadece kendisi ve yakın çevresiyle sınırlı tutar ve  toplumun geri kalan büyük çoğunluğu fakirlik kısır döngüsüne mahkum olur.Afrika’da sömürgeci devletler sömürgeci kurumlar inşa ettiler ve ülkeler bağımsızlığa kavuştuktan sonra, bu kurumlar kısır döngü "pattern"ini bozmadan yeni yönetimlere devredildi. Devletin yönetimini ele geçirenler, sömürücü  kurumların denetimsizliğinden yararlanarak, zenginliklerden çıkar sağlayan bir düzen kurdu, ancak diğer yandan iç çatışmaları teşvik eden bir ortam yaratılmış oldu. Örneğin, Zimbabve’de Mugabe beyaz rejimin oluşturduğu bir dizi sömürücü kurumun idaresini devraldı. Sonuçta, kurumlar sömürücü niteliğini muhafaza etti, aradaki tek fark Ian Smith ve beyazlar yerine Robert Mugabe ve partisinin (ZANU-PF) elit tabakasının ceplerini doldurmasıydı. Sahra-altı Afrika’da pek çok ülkenin durumu buna benziyor. Bununla beraber, Botswana ( Eski Bechuanaland) ilginç bir istisna oldu. Bağımsızlığını kazandığında Bechuanaland dünyanın en fakir ülkelerinden biriydi. İzleyen 45 yılda Botswana dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri oldu. Bugün, Botswana Sahra-altı Afrika’da kişi başına düşen en yüksek milli gelire sahip. Botswana bunu nasıl başardı?  Bağımsızlığının ardından hızla kapsayıcı siyasal ve ekonomik kurumlar geliştirerek. O zamandan bu yana demokratik biçimde yönetiliyor, düzenli olarak, rekabete dayalı seçimler yapılıyor; ayrıca ne bir iç savaş ne de bir askeri müdahale teşebbüsü var. Hükümet, özel mülkiyet haklarına saygı gösteriyor, makroekonomik  istikrar sağlayan ve kapsayıcı bir piyasa ekonomisinin gelişimini teşvik eden ekonomik kurumlar oluşturdu. Kitapta, Botswana’nın başarı öyküsü geniş olarak  anlatılıyor.


Ülkelerin sömürücü kurumlar yüzünden ekonomik başarısızlığa uğramaları sadece Sahra-altı Afrikasi’na özgü bür durum değil. Güney Amerika’da Kolombiya ve Arjantin, Asya’da Kuzey Kore ve Özbekistan, Orta Doğu’da Mısır gibi ülkeler de benzer konumda. Bu ülkeler, farklı cografi koşullara, farklı kültürlere sahip olmalarına karşın, ortak özellikleri sömürücü kurumlar.


 Kitapta benim dikkatimi çeken örneklerden biri, İngiltere’nin 1215 Magna Carta  olayından başlayan inişli- çıkışlı süreci oldu. Sanayi devrimi neden İngiltere’de başlamış? Bunun arka planında 1688 Görkemli Devrim (Glorious Revolution- Bill of Rights) olgusunun yattığı ayrıntılı biçimde anlatılıyor. İngiltere siyasi tarihini özümsemenin önemi de bu vesileyle ortaya çıkıyor.


Kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne de değiniliyor. Teşhis kısaca şöyle: ”Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki çöküşüne dek mutlakiyetçi kaldı ve böylece matbaa makinesi gibi yeniliklere ve bunların sonucunda oluşabilecek  yaratıcı yıkıma başarıyla karşı koymayı ya da engel çıkarmayı sürdürdü. İngiltere’de ortaya çıkan ekonomik değişikliklerin Osmanlı İmparatorluğunda cereyan etmemesinin nedeni sömürücü, mutlakiyetçi siyasal kurumlarla, sömürücü ekonomik kurumlar arasındaki doğal ilişkiydi...”


Osmanlı’da matbaanın kurulmasına Avrupa’dan yaklaşık 300 yıl sonra, ancak 1727 yılında izin verilmesindeki gecikmeye “yaratıcı yıkım”dan duyulan endişenin neden olduğu ve bu bağlamda, 18nci yüzyıl başlarında mevcut elyazması kitapların elde kopyalarını çıkaran seksen bin katibin faaliyet gösterdiği belirtilmektedir.


“Yaratıcı yıkım” kitabın anahtar kavramlarından biri.


Kitapta yer alan çok sayıda örnekler arasında Roma İmparatorluğu’nun yükseliş ve çöküşü, kurumlar bazında açıklanmaya çalışılıyor .


Kitapta günümüzde en çok tartışılan bir kalkınma modeline de yer veriliyor. Bunun Çin  olduğu kolayca tahmin edilebilir. Yazarların, başarılı kalkınma sürecinin anahtarını “kapsayıcı kurumlar”ın varlığına ve iyi işlemesine bağlayan kuramları, Çin’in yükselişi karşısında nasıl savunulacak? Bu tartışmalı konuda, yazarlar şu argümanı öne sürüyorlar: “ kapsamlı kurumları  olmayan bir düzen ekonomiyi fakirlikten kurtarabilir, ancak çağdaş refah düzeyine çıkaramaz. Zira, otokrasilerde gerçekleşen bir refahın kapsamlı bir kurumsallaşmaya dönüşmesini sağlayan doğal bir süreç yoktur.” Yazarlara göre, yatırım ve yenilikler (investment and innovation) için  iki tür güvenceye gereksinim var. İktidar merkeziyetçi olmalı, ancak iktidarın şekillendiği kurumlar kapsayıcı olmalı. Çin’de iktidar yapılanması merkeziyetçi. Ancak, kapsayıcı kurumlar alanında net biçimde çağdaş ölçütlerin çok gerisinde. Çin’de parti, silahlı kuvvetleri de, yönetim kadrolarını da,iletişim ve haberleşmeyi de kontrol ediyor. Yazarlara göre, bugünkü siyasal yapılanma ile Çin’in modern refah düzeyini yakalaması olası değil.


İngiltere’nin ünlü “The Guardian” gazetesi, Daron Acemoğlu ve James A.Robinson’un çağımızın birinci sınıf entellektüel ağır topları arasında olduğunu belirtmiş ve “Why Nations Fail” kitabının konuya uzaktan da olsa ilgi duyan herkes için okunması zorunlu (must - read) nitelikte olduğunu savunmuş.


Bu kitaptaki çözümlemelerin ve tesbitlerin, bilinen kalkınma modellerinin yeniden değerlendirilmesi gereğini, özellikle, siyaset ile ekonomi (kurumlar ve yönetişim) arasındaki ilişkiyi tarihsel süreç içinde açık biçimde ortaya koyduğu kesinlikle öne sürülebilir. Bu noktadan hareketle, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, bölgesel kalkınma bankaları, UNDP gibi uluslararası kurumların özellikle gelişme yolundaki ülkelerin kalkınma projelerini desteklerken, bu kitapta yer alan gözlemleri ve çözümlemeleri dikkate alacağını düşünmekteyim.


Ülkelerin iktisadi kalkınmasını siyasal ve ekonomik kurumlar açısından inceleyen bu kitabın tartışmaya açık noktaları olmakla beraber, siyaset bilimi, siyasi tarih ve genel iktisat modelleri gibi disiplinlerde yardımcı ders kitabı olarak okutulmasının çok yararlı olacağı kanısındayım. 


Ayrıca, Prof.Dr. Daron Acemoğlu’nun ve James Robinson’un uygun bir davetle ülkemizde misafir edilerek kitabında geliştirdiği tezler üzerinde bir ya da bir kaç konferans vermesi  temennimi de dile getirmek istiyorum.


 

Saturday, October 17, 2015

Fransız doktora öğrencisi, araştırmacı Maxime Gauin'in ilginç bir yazısı 
 
 ERMENİSTAN, GÜNEY KAFKASYA’DA “RUSYA’NIN BİR KOLU” – 
 
Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken, Rusya ve Doğu Avrupa Coğrafyası Profesörü Yann Richard’a Rusya ve Ermenistan ilişkilerini sordum. Verdiği cevap ağırlıklı olarak ekonomi konusundaydı ve kesin bir ifadeyle: “Ermenistan… Rusya’nın (ticari kolu) bir dalıdır.” Bu açıdan bakıldığında son sekiz yılda ne değişti? Hemen hemen hiçbir şey. Rusya’nın kontrolünün ve hatta hakimiyetinin koşulsuz kabul edilişini anlayabilmek için, Ermenistan’ın tarihini ve ideolojisini bilmek gerekir. 19. yüzyılda Ermenistan milli hareketi ortaya çıktığında, özellikle 1912’ye kadar, Ermeni milli hareketi umutlarını Rus emperyalizmine bağlamış,, böylece Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya'sı içindeki Ermeni halkın ödeyeceği bedeli gözardı etmiştir. Çarlık hükümeti, Ermenileri kendi çıkarları için, özellikle de doğu Anadolu’yu (1914-1917) işgal etmek ve1905’te Azerbaycan’da yükselen vatanseverliği bastırmak için Osmanlı ve Azeri Türklerine karşı kullanmıştır. Buna rağmen, kısa ömürlü Ermeni Devleti (1918-1920) 1919’da Beyaz Rusları Amerikalılara tercih etmiştir. Soğuk Savaş sırasında Diaspora’nın ana örgütleri er ya da geç Sovyet tarafına geçmiş,1970’ler ve 1980’lerin iki önemli Ermeni terör örgütü (ASALA ve JCAG) Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) 'den maddi yardım almış ve suç işlemeye teşvik edilmiştir.
 
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve sonrasında Ermenistan’ın bağımsızlığı ile büyük bir değişimin hayallerini kuranlar, şimdi tam bir hüsrana uğramıştır. Sonraki Erivan hükümetleri 1992-1994 arasında işgâle,1994’ten itibaren ise Batı Azerbaycan’ın (Azerbaycan topraklarınn yaklaşık %20’si) işgaline öncelik vermiştir. ABD Hükümeti, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği uluslararası hukuka uygunluk çerçevesinde Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü resmen desteklediği için, Ermeni kabinelerinin Ermenistan’ın kontrolünü Rusya’ya ve İran Molla’larına vermesi sürpriz olmamıştır. 2013’ten bu yana Ermenistan Avrupa Birliği’ne üye olma girişimlerini durdurmuş ve geçmiş Euro-Atlantic katılım planlarını terketmiş, şimdi sadece Rusya liderliğindeki Gümrük Birliği ile şansını denemektedir. Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan bu sene şu benzetmeyi kullanmıştır; “Ermeni konyağı Paris’te satılamıyor. Ama Rusya’da çok iyi satılıyor.” Böylece, Nicolas Sarkozy ve François Hollande’ın sayısız teklif ve girişimlerinin sonuç vermediği görülmektedir. Bu Amerikalı ve Avrupalı liderler için bir ders niteliğindedir.Buna bağlı olarak, Güney Kafkasya’da kalan son Rus Askeri üssü Ermenistan’da yer almaktadır. 2 Temmuz 2015’te Moskova’nın Ermenistan’a ileri teknoloji, Rus silahlarının satın alınması için 200 milyon $’lık kredi vereceğini açıklaması uluslararası toplum tarafından gülünç karşılanmıştır. Bu harcamalar Ermenistan’ın Rusya’ya bağımlılığını pekiştirmekle kalmayıp, hükümetin önceliğinin halkların huzur ve refahı olmadığını, komşularla –özellikle bölgedeki en fazla Batı destekçisi devlet olan Azerbaycan’la – mücadeleye teşvik edeceğini ortaya koymuştur. Buna ek olarak, siyaseten, Erivan, bütün Batılı devletlere ve uluslararası hukuka karşı durarak Rusya’nın Kırım’ı yasadışı ilhakını onaylamıştır. Ermenistan’ın durumuna ekleme yapacak olursak, yayılmacı milliyetçilik (irredantist) politikası izleyen Ermeni hükümetleri ülkeyi tehlikeli ekonomik bunalım içine sokmuşlardır: 2013 yılında, Ermenistan kişi başına düşen milli gelir sıralamasında İzlanda ve Pakistan arasında dünyada 152. sırada yer almıştır. Üç ülke arasında, Ermenistan beslenmenin gerçek bir problem olduğu tek ülkedir. 1998’den bu yana iktidar partisi tarafından (ve büyük ölçüde 1998 yılından önceki kabineler tarafından) uygulanan resmi ideolojinin yayılmacı milliyetçilik (irredantizm) olmasının mantıksal sonucu olarak bilinçsiz yayılmacı milliyetçilik (irredantizm) Ermenistan’ın egemenliğini ciddi bir şekilde baltalamaktadır. Hatta Cumhurbaşkanı Sarkisyan 2011 ve 2015 yıllarında NATO aracılığıyla Türkiye’ye karşı eski toprak talebini yinelemiştir. Bunlara ek olarak, Cumhurbaşkanı Sarkisyan ASALA teröristleri (Türk ve Azeri toprakları üzerinde hak iddia edenler) için bir anıtın açılışını bile yapmıştır. Bu ideoloji Putin’in düşüncelerine Batı demokrasilerinin popüler düşüncelerinden ve ideolojilerinden daha yakındır. Bunun en açık örneği, geçtiğimiz yıl Rus destekçisi Ermenilerin aile içi şiddetin engellenmesi gibi “Avrupa değerlerini” savunan Batı eğilimli bir Ermeni vatandaşına saldırmalarıdır. 
 
Ermenistan’ın önünde bir seçenek vardır. Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan arasında, fakir, denize kıyısı olmayan, Rusya ile hiçbir sınırı bulunmayan Ermenistan için tek mantıklı ve bariz seçenek Ankara ve Bakü ile uzlaşmak, Avrupa Birliği’ne ve ABD’ye yönelmektir. Bu bariz gerçeği görmemek ve ona göre davranmamak Ermenistan’ın kendi çıkarlarının yanı sıra Batılı güçlerin bölgedeki stratejilerini de baltalamaktadır. Tercüme: Hazel Çağan Elbir
(AVİM -)

İran Başbakanı Musaddık’ın darbeyle devrilmesinin 62nci yıldönümü
 
Yakın geçmişte Ağustos ayında yaşanan önemli olaylar arasında, 19 Ağustos 1953’de İran Başbakanı Muhammed Musaddık’ın, CİA ve İngiliz istihbarat örgütü MI 6’nın planlamasıyla (Operation Ajax) gerçekleştirilen darbeyle, devrilmesinin özel bir yeri var. Bu olay, İran’ın 20nci yüzyıl tarihinde önemli kırılma noktalarından biri, belki de en önemlisidir.
Musaddık, İran’da demokratik seçimle göreve gelen ilk Başbakandı. 1923’de henüz 24 yaşındayken Meclis’de milletvekili seçildi. Maliye ve Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. 1925’de Başbakan Rıza Han’ın kendisini Şah ilan ettirmesine karşı çıktı . Rıza Şah’a açıkça muhalefeti nedenile gözaltına alındı ve bir süre cezaevinde kaldı.
Musaddık, Başbakan Rıza Han’ın şah olmasına şu argümanla karşı çıkmıştı:
« Rıza Han ülkeyi gayet iyi yönetiyor. Bunu sürdürmesi için Başbakan olarak kalmalı. Kral olursa, demokratik ve anayasal geleneğe saygılı olmalı ve yönetimle ilişkisini  kesmeli. Bu da yazık olacak. Bunun aksine, Kral unvanı ile ülkeyi yönetmeye karar verirse, tanım gereği bir diktatör olacaktır. Oysa, bizler başımızda yeniden diktatör bir Kral görmek için demokrasi mücadelesi vermedik. »
 
Musaddık, 1925’de Rıza Şah’a muhalefeti sonucunda siyasetten ayrıldı. 1941’de Rıza Şah’ın İngilizlerin baskısı sonucu taht’tan oğlu Muhammed Rıza Pehlevi lehine feragat etmesi üzerine, Musaddık 1944’de yeniden siyasete döndü ve milletvekili seçildi ,“İran Ulusal Cephesi”ni ( Jebhe Melli) kurdu. Musaddık’ın toprak reformu, kadınlara oy hakkı tanınması  gibi girişimleri İran muhafazakar çevrelerini (büyük toprak sahipleri, tutucu din adamları vb) telaşlandırdı. Bununla beraber, Ulusal Cephe taraftarlarının coşkulu desteğini arkasına alan Musaddık, mücadelesini sürdürdü. 28 Nisan 1951’de Şah, Meclis’te güvenoyu (79-12) alan Musaddık’ı Başbakan olarak atamak zorunda kaldı.
Musaddık’ın Meclis’te önemli bir çoğunluğa dayanması,  bağımsızlık söylemleri ve reform politikaları, Şah’ı  rahatsız ettiği kadar, ABD ve İngiltere’nin de dikkatini çekiyordu. ABD’nde Eisenhower’in 1952’de başkan seçilmesinden hemen sonra, Eisenhower ve  İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill  Musaddık’ın iktidardan uzaklaştırılması konusunda anlaştılar. İran  içerisinde de din uleması Musaddık’a karşı cephe almaya başladı. Musaddık’ı destekleyen önemli din adamı Ayetullah Kaşani, 1953 Ocak ayında Musaddık’ın karşısına geçti.
Musaddık’ın en önemli icraatı, İngilizlerin mutlak denetiminde bulunan petrol sektörünü millileştirmesidir. Bu konuda hazırladığı kanun, başta Şah (oğul Pehlevi) olmak üzere işbirlikçi güç odaklarının muhalefetine karşın Meclis’te kabul edildi. Musaddık, Anayasa’nın öngördüğü yetkileri kullanmak isteyince, Şah ile giderek artan bir gerginlik oluştu. Örneğin, Musaddık , Başbakan olarak Milli Savunma Bakanını ve kuvvet komutanlarını  atama yetkisini kullanmak istemiş, ancak Şah bunu kabul etmeyerek, kendisini azletmekle tehdit etmişti. Şah, Musaddık’ın kendisini devirmeyi amaçladığını düşünerek, 19 Ağustos darbesinin hazırlanmasında ABD ve İngiltere ile işbirliği yaptı. Musaddık’ı azletmeye kalkıştı, ancak Musaddık taraftarlarının sokak gösterileri üzerine, bunu gerçekleştiremedi ve uçağına atladığı gibi Roma’ya kaçtı.  Şah, kendisine bağlı general Zahedi komutasındaki ordu birliklerinin, ABD’nin CİA ve İngiltere’nin MI 6 istihbarat servislerinin “Operation Ajax” adı verilen planının yardımıyla Musaddık’ı darbeyle devirmesinden sonra, yeniden Tahran’a döndü. 1979 yılında İslam Devrimi ile tahtını kaybedinceye değin, ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiki olarak hüküm  sürdü.
Musaddık, milliyetçi bir liderdi. Petrolun millileştirilmesi hem İran hem de petrol üreten / ihraç eden Orta Doğu ülkeleri için bir dönüm noktası oldu. İngilizlerin, petrol tankerlerine ambargo, İran petrolünün dünya piyasalarına çıkışının engellenmesi, İran alacaklarının dondurulması gibi yaptırımları nedeniyle, ilk aşamada büyük ekonomik sıkıntılar yaşandıysa da, petrol satışlarından elde edilen karın yüzde elli oranında paylaşılması uygulaması İran’da Musaddık devrildikten sonra kabul edildi ve bu paylaşım oranı  dalga dalga diğer petrol üreten ülkelere de yayıldı. Millileştirilmeden önce, İngiliz şirketince  (AIOC- Anglo- Iranian Oil Company) elde edilen karın sadece yüzde 16’sı  İran’a veriliyordu.  İlginç bir nokta, İran’ın  AIOC’nin hesaplarını denetleme yetkisi de yoktu. Bir başka deyimle, İran’a verilen yüzde 16’lık payın doğru olarak hesaplandığı dahi kuşkuluydu.
Yeri gelmişken, bu konuda çok önemli bir kaynağı belirtmek isterim. Manucher Farmanfarmaian ve Roxane Farmanfarmaian tarafından kaleme alınan, 1997 Random House basımlı bu kitap, “ Blood and Oil” ( Kan ve Petrol) adını taşıyor. Kitapta, Şah dönemi ve 1979 Devrimi ile ilgili çok ilgi çekici bilgilerin ve anıların yanısıra, Manucher Farmanfarmaian’ın mühendis olarak görev aldığı Abadan petrol rafinerisinde çalıştırılan işçilerin kölelik rejiminden  farksız olan yaşam ve çalışma koşulları da anlatılıyor. Hiç bir sosyal güvencesi olmayan, sağlıksız barınaklarda çok kötü koşullarda çalıştırılan  30 bine yakın ucuz işgücü; çoğu İranlı, bir kısmı (üçbin kadar) da Filistinli ve Hintli. Ayrıca, Abadan rafinerisindeki tüm üst düzey yönetim İngilizlerin elinde. İngilizlere tahsis edilen otobüslere İranlılar alınmıyor. Tam bir ayrımcılık.  Yaklaşık onbeş yıl önce okuduğum bu kitapta anlatılan insanlık dışı olaylar belleğimden  silinmiyor.
Musaddık’ın demokrasi ve petrolun millileştirilmesi mücadelesinde Rusya’ya yakınlığı da devrilmesinin başlıca gerekçesi olarak karşıtları tarafından ileri sürülmüştür. Bunun görünürdeki nedeni, Başbakan olarak getirdiği reform tasarılarının, Meclis’te güçlü Tudeh partisi tarafından da desteklenmesiydi. Oysa, Fransa’da  (École Libre des Sciences Politiques, Paris) ve İsviçre’de
 (Law School: JD, University of Neuchatel) öğrenim görmüş, Batı demokrasisine, insan haklarına, seküler ve bağımsız İran hedefine odaklanmış  olan Musaddık’ın böyle bir eğilimi olmadığı tarih ve  biyografi yazarları tarafından ifade edilmektedir. Nitekim, 1946’da  İran’ın kuzeyini işgal etmiş olan Ruslara , petrol arama imtiyazı verilmesine de karşı çıkmıştır.
1960’ların başında Başkan John F. Kennedy’e danışmanlık yapan, daha sonra Chicago Üniversitesinde tarih profesörü olanProf.Dr. William R.Polk, “Understanding Iran” başlıklı 2009 yılında yayınlanan kitabında,  şu görüşü savunuyor: “Babası Rıza Şah gibi Muhammed Pehlevi de tüm muhalefeti ortadan kaldırmak istedi. İlk hedef, Moskova tarafından desteklenen komünist Tudeh partisi idi. .Ancak, en önemli muhalefet Musaddık’ın kurduğu Ulusal Cephe idi. Iran’a demokrasi yolunda en önemli katkıyı sağlayan bu hareket idi . Ulusal Cephe ayakta kalabilseydi, 1979 Devrimi önlenebilirdi.” (Bknz. Sayfa 115)  Bu değerlendirme bugün bir çok akademik çevre ve dış politika uzmanı tarafından paylaşılmaktadır.
1953 darbesi hakkında yazılan kitaplar arasında Stephen Kinzer’in “All the Shah’s men” kitabına da değinmek istiyorum. Kinzer, kitabının 2008 baskısının önsözünde şu görüşü dile getiriyor:
“Şayet ABD 1953 yılında Başbakan Muhammed Musaddık’ı devirmek üzere ajanlarını yollamamış olsaydı, İran büyük olasılıkla tam demokrasi yolundaki yürüyüşüne devam edecekti. İran, darbeyi izleyen onyıllarda Müslüman Orta Doğu’nun ilk demokratik devleti olabilirdi. 1953’de, ABD’nin yaptığı, temel Amerikan ilkelerine bağlı popüler bir İran milliyetçisini devirmesi ve onun yerine ABD’nin dayandığı değerlerin çoğunu benimsemeyen bir müstebiti (tiran) iktidara taşımasıdır. “
ABD itiraf ediyor
2000 Mart ayında, o dönem ABD Dışişleri Bakanı olan Madeleine Albright, stratejik nedenlerle hareket eden Eisenhower yönetiminin Başbakan Musaddık’ın  devrilmesinde rol almasından üzüntü duyduğunu dile getirdi. Bu darbenin İran’ın siyasal evrimini geriye taşıdığını, ABD’nin bu müdahalesi sebebiyle  bir çok İranlı’nın halen ABD’ne soğuk bakmasını  anlamanın kolay olduğunu belirtti.
ABD Başkanı Barack Obama 2009 yılında Kahire'deki konuşmasında ABD'nin  bu darbedeki rolünden bahseden ilk başkan oldu. Obama’nın bu yaklaşımının İran’la buzları eritme zemini oluşturma niyeti olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Konuyla ilgili sessizliğini bir süre koruyan CIA , Ağustos 2013’de 1953 darbesindeki rolünü  itiraf eden bazı belgeleri yayınladı. Yayınlanan belgeler, darbeyi gerçekleştiren CIA Sorumlusu Kermit Roosevelt'in telgraflarını ve olayların CIA tarafından yazılmış kısa tarihçesini içeriyordu.

Tarihçede operasyonun amacının "yasal veya yarı-yasal yollardan Musaddık hükümetini düşürmek" olduğu belirtiliyor. Belgeye göre Musaddık'ın devrilmesiyle "Şah'ın liderliği altında Batı yanlısı bir hükümet" kurmak mümkün olacaktı.
Sonuç olarak, “Operasyon Ajax” kod adlı bu darbe,ABD’’nin soğuk savaş döneminde “Sovyet tehdidi” ni de kullanarak, Orta Doğu’daki stratejik hedeflerini  güvence altına almaya  yönelik  tertiplerinden biridir.  Plan, 1953 Agustos ayında İran’da demokratik seçimle göreve gelmiş bir Başbakanın  çoğu dolarla satın alınmış yerli işbirlikçilerin ve Şah’a sadık silahlı kuvvetler birimlerinin katkısıyla devrilmesi ile uygulanmıştır. Ancak bu darbe,  İran Şahı oğul Pehlevi’nin iktidardaki ömrünü 26 yıl uzatmasını sağlamış olmakla beraber, İran’ın demokrasi ve çağdaşlık yolunda ilerlemesini durdurmuş, İran toplumunda güçlü bir ABD aleyhtarlığını körüklemiş ve 1979 yılında Humeyni liderliğindeki İslam Devrimi’nin, söz konusu ABD aleyhtarlığını bayrak yapmasına olanak vermiştir. Bununla beraber, İslami yönetim,  çağdaş  açılımlarını benimsememesi nedeniyle, milliyetçi Musaddık’ı unutturmayı yeğlemiştir.  Ancak, Musaddık, İran’ın yetiştirdiği en önemli devlet adamlarından biri olarak tarihteki yerini almıştır. Time dergisinde iki kez kapak yapıldığını da ekleyelim.
(Bu bilgi notu Önder Özar tarafından hazırlanmıştır.)
 

Türk Deniz Gücü ve 21nci yy.

Amiral CEM GÜRDENİZ'in 
17 Nisan 2015 günü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
ve Mülkiyeliler Birliğince birlikte düzenlenen seminerde yaptığı 
“JEOPOLİTİK, SAVUNMA VE GÜVENLİK PERSPEKTİFİNDE
TÜRK DENİZ GÜCÜ VE 21NCİ YÜZYIL” konulu sunumundan alıntıları paylaşıyorum. 

Denizlerdeki mücadele dünya tarihini şekillendirmiştir.
 
DENİZ, TOPLUMLARIN ÇAĞLAR SÜREN GELİŞİM SÜRECİ İÇİNDE REFAH, SAVUNMA VE GÜVENLİK ALANLARINDA VAZGEÇİLMEZ ÖNEMDE VE ÖNCELİKTE ROL OYNAMIŞ, GÜÇ MÜCADELESİNDE EN ÖNEMLİ ÇIKAR ÇATIŞMA ALANI OLMUŞTUR. BİR BAŞKA DEYİŞLE, DENİZLERDEKİ MÜCADELE DÜNYA TARİHİNİ ŞEKİLLENDİRMİŞTİR.
DENİZCİ DEVLETLER ÖNCE SANAYİ TOPLUMU, SONRA BİLGİ TOPLUMU AŞAMALARINI BAŞARI İLE GERÇEKLEŞTİREREK GÜNÜMÜZÜN REFAH TOPLUMLARINI OLUŞTURMUŞLARDIR.
KÜRESEL HEGEMONYANIN ANAHTARI DENİZ HEGEMONYASIDIR. TARİH BOYUNCA BÖYLE OLMUŞTUR.
KÜRESEL ÇAPTA DENİZ GÜCÜ KURMANIN ANAHTARI DA OKYANUS AŞIRI BİR DONANMAYI TESİS VE İDAME EDEBİLMEKTİR. BUGÜN İÇİN SÖZ KONUSU DONANMANIN UÇAK GEMİSİ VE NÜKLEER DENİZALTILARA SAHİP OLMASI ŞARTTIR. DENİZ HEGEMONLARI BÖLGESEL
HEGEMONLARIN YÜKSELİŞİNİ BAZEN SAVAŞLA, BAZEN KAPİTÜLASYONLARLA, ÇOĞU ZAMAN DA ÜLKE İÇİ DİNAMİKLERİ KULLANARAK ÖNLEMEYE ÇABALAMIŞLARDIR.
TÜRKİYE İÇİN DE DURUM FARKLI DEĞİLDİR. GEREK OSMANLI İMPARATORLUĞU GEREKSE TÜRKİYE CUMHURİYETİ, İÇ VE DIŞ DİNAMİKLERİN İŞBİRLİĞİ VE EŞGÜDÜMÜ İLE DENİZ UYGARLIĞINDAN DAİMA UZAK TUTULMUŞTUR. GEREK DENİZCİLİK GÜCÜ, GEREKSE DENİZ GÜCÜ GELİŞTİRMESİ DEĞİŞİK ŞEKİLLER İLE DAİMA ENGELLENMİŞTİR.
MAVİ UYGARLIĞIN İKİ ANA EKSENİ VARDIR. BUNLARDAN BİRİNCİ EKSEN DENİZ GÜCÜNÜ İLGİLENDİREN JEOPOLİTİK ALANA, İKİNCİ EKSEN DAHA ÇOK DENİZCİLİK GÜCÜNÜ İLGİLENDİREN EKONOMİK VE PSİKOSOSYAL ALANLARA YÖNELİKTİR.
 
Donanma, sahil güvenlik ve deniz ticaret filosu deniz gücünü oluşturur.

BU ALANDAKİ EN ÖNEMLİ ENSTRÜMAN DENİZ GÜCÜDÜR. YANİ DONANMA, SAHİL GÜVENLİK UNSURLARI VE DENİZ TİCARET FİLOSUDUR. GÜNÜMÜZDE DENİZ TİCARET FİLOSUNUN ETKİSİ BU DENKLEMDE AZALMIŞTIR. BU NEDENLE ÖZELLİKLE DONANMANIN BÜYÜKLÜĞÜ VE ETKİNLİĞİ İLE BARIŞ VE KRİZ DÖNEMLERİNDEKİ DONANMA DİPLOMASİSİ VE GANBOT DİPLOMASİSİ KULLANIMLARINA YÖNELİK FAKTÖRLER BU DEĞERLENDİRMEDE ÖNE ÇIKAR. GÜÇLÜ BİR DONANMANIN VARLIĞI, JEOPOLİTİK HEDEFLERLE SİYASİ HEDEFLERİ ELE GEÇİRME VE KARŞI TARAFI ETKİLEMEYE YÖNELİK SOMUT SONUÇLAR ELDE EDİLİRSE, KENDİNİ İSPAT ETMİŞ OLUR. BU HEDEFLERİ ELE GEÇİREMEYEN BİR DONANMA, NE KADAR BÜYÜK OLURSA OLSUN GÖREVİNİ YAPAMAMIŞTIR.
KARDAK KRİZİ ESNASINDA YUNANİSTAN’IN GENELKURMAY BAŞKANI OLAN ORAMİRAL LİMBERİS’İN ANILARINDAKİ AŞAĞIDAKİ SÖZLERİ İBRET VERİCİDİR:
“BALKAN HARBİ VE DÜNYA HARBİ YILLARINDA ORDUMUZUN MEVCUDU 150 BİN CİVARINDA İDİ. FAKAT DONANMAMIZ, OSMANLININ 350 BİN KİŞİLİK KUVVETLERİNİN DENİZ YOLU İLE CEPHELERE SEVKİNİ ENGELLEYEREK, BU HARPLERİN SONUÇLARINDA TOPLAM 500 BİN KİŞİLİK BİR KUVVET GİBİ ETKİLİ OLDU."

Çeşme, Navarin Sinop baskınları ve II nci Abdülhamid’in donanmayı Haliç’e hapsetmesi
 
JEOPOLİTİK EKSEN, DENİZ DEVLETLERİ İÇİN BİR SEÇENEK DEĞİL, HAYATTA KALABİLMENİN GEREĞİDİR. TÜRKİYE GİBİ YARIMADA COĞRAFYASINA SAHİP BİR DENİZ ÜLKESİNİN, DENİZLERDEN HERHANGİ BİR ŞEKİLDE SOYUTLANMASI GEÇMİŞTE ÖRNEKLENDİĞİ ÜZERE YOK OLMASINA NEDEN OLABİLECEK GELİŞMELERİ TETİKLER. TARİHİMİZ BU DURUMUN PEK ACI ÖRNEKLERİYLE DOLUDUR. ÇEŞME, NAVARİN, SİNOP BASKINLARI İLE II’NCİ ABDÜLHAMİT’İN DONANMAYI YOK ETMESİNİN SONUÇLARI ÇOK AĞIR OLMUŞTUR. OSMANLIYI PARÇALAMAYA GELENLER, DAİMA DENİZDEN GELDİLER. TARİH TEKRAR ETTİRİLİRSE, GELECEKTE DE BÖYLE OLACAKTIR.
DENİZ DEVLETİ OLMANIN YOLU JEOPOLİTİK FARKINDALIĞINI ARTIRMAK, HAYATİ ÇIKARLARIMIZ OLAN ÇEVRELENDİĞİMİZ DENİZLERİ, YANİ MAVİ VATAN İLE TÜRK BOĞAZLARI VE KIBRIS’I MERKEZE ALAN DIŞ POLİTİKA VE GÜVENLİK POLİTİKASI UYGULAMAKTAN GEÇER.
DENİZ UYGARLIĞININ JEOPOLİTİK EKSENİ, SİYASET ÜSTÜ BİR ANLAYIŞLA TAKİP EDİLMELİ VE GELİŞTİRİLMELİDİR. ZİRA BU ALAN DEVLETİN BEKASI VE DEVAMLILIĞI İLE İLGİLİDİR.
OSMANLI DENİZ TARİHİ VE ÖZELLİKLE SANAYİ DEVRİMİNİ ISKALAYAN OSMANLININ 20’NCİ YÜZYILIN BAŞINDA YAŞADIKLARI BİZLER İÇİN ACI DERSLERLE DOLUDUR. İKİ MEŞRUTİYET ARASI DONANMAYA YAŞATILANLAR VE SONRASINDAKİ KAÇINILMAZ TOPRAK KAYIPLARI UNUTULABİLİR
ÜNLÜ DENİZ TARİHÇİMİZ ALİ HAYDAR EMİR ALPAGUT, BALKAN SAVAŞININ HEMEN SONRASINDA 1913 YILINDA DENİZ MECMUASINA YAZMIŞ OLDUĞU “DONANMA İSTEMEZÜK“ BAŞLIKLI MÜSTESNA YAZISININ SON PARAGRAFINDA ŞUNLARI SÖYLEMEKTEDİR:
“DENİZLER TÜKENMEZ BİR SERVET VE KUVVET KAYNAĞIDIR. OSMANLI MİLLETİNİN TABİATINDA İSE DENİZCİLİK OLMAYABİLİR. ANCAK ÖYLE BİR MEMLEKETTE OTURMAKTADIR Kİ O MEMLEKET STRATEJİK POLİTİK VE EKONOMİK DURUMU İTİBARIYLA DENİZLERE HÂKİM BİR MİLLETLE VAR OLMAK İHTİYACINDADIR. OSMANLI ASYA’SI KENDİSİNE BÖYLE BİR SAHİP BULUNCAYA KADAR KEŞMEKEŞTEN KURTULAMAYACAKTIR. İNSANLAR TABİATIN KANUNLARINA UYMAZLARSA YAŞAYAMAZLAR. OSMANLI TÜRKLERİ YA DENİZCİ OLMAYA VEYA ESKİ VATANLARININ KIZGIN ÇÖLLERİNDE ÇOBANLIK ETMEYE MAHKÛMDUR.“
 
Atatürk’ün strateji anlayışı ve denizcilik vizyonu.

CUMHURİYET, BU TRAJEDİLERDEN DERS ÇIKARMIŞ, ATATÜRK’ÜN STRATEJİ AKLI VE DENİZCİ VİZYONU TARİHİN TEKRARINA İZİN VERMEMİŞTİR. VERSEYDİ, YOKLUKLAR VE ZORLUKLAR İÇİNDE KURULAN SAVAŞLAR YORGUNU CUMHURİYET, DAHA ASKERİNE POSTAL VEREMEZKEN, HOLLANDA’DAN İKİ YENİ DENİZALTI, İTALYA’DAN DÖRT YENİ MUHRİBİ CUMHURİYET DAHA BEŞ YAŞINI DOLDURMADAN ISMARLAYABİLİR MİYDİ? CUMHURİYET DONANMASININ KALKINABİLMESİ İÇİN 1925 YILI BÜTÇESİNE EK ÖDENEK KOYULABİLİR MİYDİ?
CUMHURİYET DONANMASINA 1923 YILINDAN BUGÜNE KADAR BAYRAK TAŞIMIŞ TOPLAM 450 PARÇA SAVAŞ GEMİSİNİN TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA VE GÜVENLİK POLİTİKALARI KAPSAMINDA ELDE ETTİĞİ KAZANIMLAR, TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİNE YANSIMIŞTIR.
BU DÖNEMDE, TÜRKİYE CUMHURİYETİ, HER ÜÇ DENİZ ALANINDA TÜRK ULUSUNUN HAK VE ÇIKARLARINI SADECE KORUMAKLA KALMAMIŞ, AKSİNE GELİŞTİRMİŞTİR. BUNU YAPARKEN ARKASINDAKİ EN BÜYÜK GÜÇ, DONANMASI OLMUŞTUR. DONANMA, 1974 YILINDA ÖNCE KIBRIS’TA ASKERİ BİR ZAFERİN ASIL UNSURU OLMUŞ, DAHA SONRA EGE’DE KITA SAHANLIĞI VE KARASULARI SORUNLARINDA YUNANİSTAN’IN EMRİVAKİLERİNE SET ÇEKMİŞ; LOZAN’DA DONANMASIZLIK NEDENİYLE TERK EDİLEN EGE ADALARININ YAKINLARINDAKİ 152’E YAKIN ADA, ADACIK VE KAYALIKLARIN AİDİYETİNİ, 1996 SONRASI KARDAK KRİZİ ÜZERİNDEN SORGULAMIŞ; KARADENİZ’DE MONTREUX REJİMİNİN SADECE SIKI BİR TAKİPÇİSİ OLMAKLA KALMAMIŞ, AYNI ZAMANDA DENİZ GÜVENLİĞİ İŞBİRLİĞİ VE EŞGÜDÜMÜNDE SAHİLDARLAR ARASINDA ÖNCÜ BİR ÜLKE OLARAK, BLACKSEAFOR, KARADENİZ UYUMU HAREKÂTI VE SAHİL GÜVENLİK İŞBİRLİĞİ FORUMU GİBİ SAHİLDARLAR ARASINDA DENİZ GÜVENLİĞİ VE İŞBİRLİĞİNE YÖNELİK ÇOK ULUSLU BİRÇOK GİRİŞİME HAYAT VERMİŞTİR.
2004 YILINDAN İTİBAREN ARKASINA ABD VE AB’Yİ ALAN GÜNEY KIBRIS RUMLARININ DOĞU AKDENİZ’DE TEK TARAFLI İLAN ETTİKLERİ MEB İÇİNDE, KIBRIS TÜRKLERİNİN VE TÜRKİYE’NİN HAK VE ÇIKARLARINI KORUYACAK ÖNLEMLERİ, BAŞTA AKDENİZ KALKANI (MEDİTERRANEAN SHİELD) İSİMLİ DENİZ GÜVENLİK HAREKATI OLMAK ÜZERE ETKİNLİKLE UYGULAMIŞ, 2009 YILINDA AB’NİN TÜRKİYE İLERLEME RAPORUNDA TÜRK DENİZ KUVVETLERİ BU YÜZDEN İSMEN ŞİKÂYET EDİLMİŞTİR.
2008 YILINDAN BAŞLAYARAK HİNT OKYANUSU’NDA SÜREKLİ VARLIK GÖSTERMEYE BAŞLAMIŞ, 2010 YILINDAN SONRA AKDENİZ VE HİNT OKYANUS’UNDA UZUN SÜRELİ DENİZ GÖREV GRUPLARI DOLAŞTIRABİLMİŞTİR.
 
11 Şubat 2011 Silivri baskını ve Avrasya jeostratejisi.

11 ŞUBAT 2011 SİLİVRİ BASKINI, YAKIN DENİZ TARİHİMİZİN EN KARANLIK SAYFASINI OLUŞTURMAKTADIR. BU BASKIN FARKLI İSİMLİ DİĞER KUMPAS DAVALARLA BERABER, ÖNCEKİ BASKINLARDAN FARKLI OLARAK, TÜRK DENİZ GÜCÜNÜN KUVVET YAPISINI DEĞİL, AMA DAHA ÖNEMLİ OLAN KOMUTA YAPISINI HEDEF ALDI. TARİHİMİZDE HİÇBİR BASKINDA 40 AMİRAL VE 400’E YAKIN EN İYİ KURMAY, MÜHENDİS VE DİĞER SINIFLARDAN MUVAZZAF DENİZ SUBAYI KAYBEDİLMEMİŞTİ.
1867 YILINA KADAR, OSMANLI DONANMASI’NDA 175 KAPTAN-I DERYA VEYA KAPTAN PAŞA
GÖREV YAPTI. BU TARİHTE BAHRİYE NAZIRLIĞI KURULDU VE DONANMA KOMUTANI BU MAKAMA BAĞLANDI. 1923 YILINA KADAR, 41 BAHRİYE NAZIRI GÖREV YAPTI. SÖZ KONUSU 216 KİŞİ ARASINDA GERÇEK DENİZCİLER BU SAYININ ÇEYREĞİNİ GEÇMEZ.
BİRİNCİ VE İKİNCİ BİNYILDA ANADOLU YARIMADASINDA DENİZ UYGARLIĞI KURAMAMIŞ OLSAK BİLE, YENİ YÜZYIL VE BİNYILLARDA SONSUZA DEK SÜRECEK TÜRKİYE CUMHURİYETİ DENİZCİLEŞMELİDİR. BU JEOPOLİTİĞİN BİR SONUCUDUR.
4TÜRKİYE AVRASYA’DA JEOSTRATEJİK BİR AKTÖRDÜR. DÜNYA TARİHİNİN BÜYÜK BİR
BÖLÜMÜNÜN YAZILDIĞI COĞRAFYA AVRASYA’DIR. TÜRKİYE’NİN 21NCİ YÜZYILDA AVRASYA’YA YÖNELMESİ JEOPOLİTİK VE JEO EKONOMİK BİR KADER OLACAKTIR. DÜNYA NÜFUSUNUN YAKLAŞIK %75’İNİN YAŞADIĞI; DÜNYA KARA KİTLESİNİN %37’SİNİN KAPSANDIĞI; DÜNYA EKONOMİSİNİN %60 HÂSILASININ ÜRETİLDİĞİ; DÜNYA ENERJİ REZERVLERİNİN %75’İNİN BULUNDUĞU AVRASYA’NIN EN KRİTİK BÖLGESİNDE BULUNAN ANADOLU, BÖYLESİNE KRİTİK BİR COĞRAFYADA YAŞAMANIN HEM ÖDÜLÜNÜ HEM DE BEDELİNİ YAŞAMIŞ TARİHİ BİR MİRASA SAHİPTİR.
BU TOPRAKLAR, ÇEŞME BASKININDAN SONRA, HAREKÂTA KATILAN RUS FİLOLARININ BALTIK DENİZİ’NDEN AKDENİZ’E GİRDİĞİNİ DUYAN VE “BALTIK’TAN AKDENİZ’E YOL VAR MI?”DİYE SORAN, III. MUSTAFA GİBİ DEVLET YÖNETİCİLERİNİ DE, “ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR!” DİYEREK ASLINDA BİR ULUSUN DENİZE YÖNELİŞİNİN BAŞLANGICINI HAYKIRAN MUSTAFA KEMAL’İ DE GÖRMÜŞTÜR. GELECEK NESİLLER MUSTAFA KEMAL GİBİ DÜŞÜNMELİDİR.
BATIDA ANADOLU KIYILARINA YAKIN EGE ADALARI İLE GÜNEYDE KIBRIS ADASI’NIN COĞRAFİ VARLIKLARI, ANADOLU JEOPOLİTİĞİNİN EGE VE DOĞU AKDENİZ’DE SONSUZA DEK GÖZ ÖNÜNDE TUTMASI GEREKEN YAPILARDIR.
 
Türk boğazları ve Ege /Doğu Akdeniz - Kıbrıs krizleri.

TÜRK BOĞAZLARININ SAVUNMA VE GÜVENLİĞİ HER TÜRLÜ ÖNCELİK VE ÖNEMİN ÜZERİNDEDİR. BU KAPSAMDA, KARADENİZ’DE, SAHİLDARLAR DIŞINDA, BAŞKA GÜÇLERİN SÜREKLİ DONANMA VARLIĞI BULUNDURMALARINA İZİN VERİLMEMELİ, MONTREUX BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ HER KOŞULDA DEVAM ETTİRİLMELİDİR.
TÜRKİYE’NİN KARASAL YÜZÖLÇÜMÜ YAKLAŞIK 780 BİN KM.² İKEN, ÇEVRE DENİZLERİMİZDEKİ KITA SAHANLIĞI/MEB (MÜNHASIREKONOMİ BÖLGEMİZİN) YANİ MAVİ VATANIMIZIN BÜYÜKLÜĞÜ, YAKLAŞIK OLARAK 460 BİN KM.²’DİR. 
EGE’DE 1976 YILINDAN BU YANA YÜRÜRLÜKTE OLAN, BERN MUTABAKATI7 NEDENİYLE SÖZ KONUSU ALANLARIN İLAN EDİLMESİNDEN, SİYASETEN KAÇINILMIŞSA DA, AKDENİZ’DE BUGÜNE KADAR BÖYLE BİR İNİSİYATİFİMİZ SÖZ KONUSU OLMAMIŞTIR. BU KONUDA DIŞİŞLERİ BAKANLIĞININ, AKDENİZ’DE 2004 YILINDA TEK TARAFLI MEB İLAN EDEN GKRY’NİN HAMLELERİNE SADECE NOTALAR İLE REAKSİYON GÖSTERMESİNDEN VE 12 EYLÜL 2011 TARİHİNDE KKTC İLE İMZALANAN DENİZ YETKİ ALANLARININ SINIRLANDIRILMASI ANTLAŞMASINDAN ÖTE, AKTİF BİR POLİTİKA UYGULANAMAMIŞTIR. 2005-2009 YILLARI ARASINDA CUMHURİYET DONANMASI, DOĞU AKDENİZ’DE CAYDIRICI VARLIĞI İLE BİR ETKİ SAĞLAMIŞSA DA KUMPAS DAVALARLA BU ETKİNLİK, 2011 SONRASI KIRILDI.
EGE’DE YUNANİSTAN’IN TEK TARAFLI OLARAK KARASULARINI -İSTER GENEL, İSTER SEÇİCİ GENİŞLETME OLSUN- 6 MİLİN ÜZERİNE ÇIKARMASI YA DA TÜRKİYE ALEYHİNE KITA SAHANLIĞI VEYA MÜNHASI EKONOMİK BÖLGE İLAN ETMESİ, ASLA KABUL EDİLMEMELİ VE KARASUYU GENİŞLETMESİNİN BİR SAVAŞ NEDENİ (CASUS BELLİ) KABULÜNDEN VAZGEÇİLMEMELİDİR.
BENZER ŞEKİLDE, EGE’DE 1996 YILINDA, TÜRKİYE’NİN FİİLİ ASKERİ MÜDAHALESİ İLE SONUÇLANAN KARDAK KRİZİ, YUNANİSTAN İLE YENİ BİR SORUN ALANINI ORTAYA ÇIKARMIŞTIR. BU, EGEMENLİĞİ ANTLAŞMALARLA YUNANİSTAN’A DEVREDİLMEMİŞ ADA, ADACIK VE KAYALIKLAR (EGAYDAAK) SORUNUDUR. KARDAK KONUMUNDA EGE’DE 152 ADET FORMASYON MEVCUTTUR. BUNLARIN DENİZ YETKİ ALANLARI BÜYÜKLÜĞÜNE ETKİSİ % 6 CİVARINDADIR. BU SORUN ÇÖZÜLMEDEN, EGE’DE KITA SAHANLIĞI VE KARASULARI SORUNU ÇÖZÜLEMEZ
CUMHURİYET DONANMASI, ATATÜRK'ÜN, TÜRK'ÜN MİLLİ ÜLKÜSÜ OLARAK BELİRLEDİĞİ, DENİZCİ OLMA İDEALİNE HIZLA İLERLEYECEK ROTADA HALKIN DENİZCİLEŞMESİNE VE DENİZCİLİK GÜCÜMÜZÜN HER ALANDA GELİŞMESİNE KATKI SAĞLAMAYA DEVAM ETMELİDİR.
 
Denizler Hristiyanlara... Karalar Müslümanlara.

BU KONUŞMAYI 17’NCİ YÜZYIL İNGİLİZ DEVLET ADAMI RİCAUT DE LA MARLİNİÉRE’İN ŞU SÖZLERİ İLE BİTİRMEK İSTERİM: 
“ ÖNEMLİ BİR GÖREVDE OLAN BİRİSİNDEN, OSMANLILARIN, VENEDİK’İ İSTESELER ELE GEÇİREBİLECEKLERİNİ, ANCAK ORADA ABDEST ALMAK İÇİN TATLI SU BULUNMADIĞINDAN BU İŞTEN VAZGEÇTİKLERİNİ, PADİŞAHIN DA VENEDİKLİLERDEN ALINACAK HAFİF BİR VERGİ İLE YETİNMEK NİYETİNDE OLDUĞUNU İŞİTTİM. DENİZE BU KADAR AZ ÖNEM VERMEYİ SÜRDÜRDÜKLERİ SÜRECE, BÖYLE BİR ŞEYİN OLABİLECEĞİ ASLA DÜŞÜNÜLMEMELİDİR. İHMALLERİNİ ÖRTMEK VE BU KONUDA KARŞILAŞTIKLARI BAŞARISIZLIKLARI ÜZERLERİNDEN ATMAK İÇİN, TANRI’NIN DENİZLERİ HIRİSTİYANLARA, KARALARI DA MÜSLÜMANLARA VERDİĞİNİ SÖYLERLER. HIRİSTİYANLARIN ORTAK ÇIKARLARI İÇİN ONLARIN BU DERİN UYKUDAN HİÇ BİR ZAMAN UYANMAMALARINI DİLERİZ, 
ÇÜNKÜ TÜRKLER, GÜNÜN BİRİNDE DENİZDE GÜÇLÜ OLMAYI
AKILLARINA KOYARLARSA VE GEREKTİĞİ GİBİ ÇALIŞIRLARSA, BÜTÜN CİHANIN ÖNLERİNDE EĞİLECEĞİNDEN KİMSENİN KUŞKUSU OLMASIN.”

Thursday, October 15, 2015

Stephen Kinzer All the Shah Men


Stephen Kinzer'in; CIA'nın 1953'te İran'da gerçekleştirdiği darbeyi işlediği “Şahın Bütün Adamları” isimli kitabın özeti, okuyucularımızın istifadesi için aşağıda sunulmuştur.

Darbe Öncesi

• İran, 1940'lı yılların sonunda ayrılıkçı isyanlarla parçalanıp Anglo-Iranian Petrol Şirketi tarafından kan kusturulurken, genç Şah Muhammed Rıza, dikkatini kadınlara, spor arabalara ve yarış atlarına vermişti. İran'da Şah iktidarını destekleyen başlıca unsurlar; toprak ağaları ve ulema idi. Bu iki büyük grup radikal bir değişim endişesiyle şahı desteklemekteydi.

• Şah, 1946 yılında ekonomik kalkınma amacıyla iddialı bir plan hazırlattı. İran'ın yardım taleplerine ABD'nin yeterli destek vermemesinin yarattığı hayal kırıklığıyla Anglo-Iranian Petrol Şirketinden İran'ın aldığı payı artırmanın yollarını aramaya başladı. 1949'da İran ile şirket arasında, neredeyse hiçbir şeyi değiştirmeyen yeni bir anlaşma imzalanmıştı.

• Çoğunluk hissesi İngiliz Devletine ait olan Anglo-Iranian Oil Company, 20. Yüzyılın ilk yıllarından itibaren İran petrolünün üretim ve satışı üzerinde muazzam karlı bir tekelin tadını çıkarıyordu. İran topraklarının altından akan zenginlik, Britanya'ya dünyanın zirvesinde söz sahibi olama imkânı sağlarken İranlıların çoğunluğu bu adaletsizliğin getirdiği sefalet içinde yaşıyordu.

• İranlıların bahsedilen şirketin yönetimine katılmalarına müsaade edilmediği gibi şirketin hesaplarını denetlemelerine de müsaade edilmiyordu. 1947 yılında şirket, vergi sonrası karını 40 Milyon Paund olarak açıklamış, ancak İran'a sadece 7 Milyon Paund vermişti. Aynı dönemde Meksika ve Suudi Arabistan uluslararası şirketlerden kârın yüzde 50'lik kısmını almaktaydı.

• Buna ilaveten şirket 1933 yılında yapılan imtiyaz anlaşmasında vaad ettiği işçilere daha iyi ödeme, daha fazla terfi imkânı; okul, hastane, yol ve telefon sistemleri kurma taahhütlerinden de hiçbirini yerine getirmemişti.

• Şirkette çalışan işçilerin günlük geliri 50 cent olup hastalık izinleri, yıllık izinleri, maluliyet tazminatları bulunmamaktaydı. Yine işçiler, içme suyu ve elektriği olmayan ahır benzeri evlerde yaşamaktaydı. Buna karşın şirketin İngiliz çalışanları, işçilerden birkaç kilometre ötede yüzme havuzlu, kaloriferli ve o dönemin şartlarında elde edilebilecek lükslerin tamamın sahip bir biçimde yaşıyorlardı.

• Bu durum İngilizlerin genel politik duruşu ile paralellik arz etmekteydi; malum Britanya Krallığı esas olarak zenginliğini başka milletlerin doğal kaynaklarını sömürmek suretiyle elde etmişti.

• Şubat 1949'da Tahran Üniversitesinde düzenlenen bir etkinlikte bir suikast girişimine maruz kalan Şah, bundan dinci-komünist ittifakını sorumlu tuttu. Sonrasında sıkıyönetim ilan edildi, gazeteler kapatıldı ve muhalifler tutuklandı. Yapılan anayasa değişiklikleriyle şaha olağanüstü pek çok yetkiler tanındı. Her şeye rağmen halktan yükselen tepkileri dindirmek için petrole ve dış dünyaya dayanmak kifayet etmiyor ve milliyetçi tonu belirgin ve daha iyi bir yaşam talep eden kitlelerin sesi daha da yükseliyordu. Bu talepleri siyasi arenada seslendiren politik grubun adı Milli Cephe idi.

• Milliyetçiler, modernleşme yanlıları ve şahın meşruti pozisyonunun yıkılarak cumhuriyet rejimine geçilmesini talep edenler gibi pek çok farklı talebin temsilcilerini içerisinde barındırıyordu Milli Cephe, büyük toprak sahibi olan ve İran yönetiminde yüzyıllar boyu önemli rol oynamış bir aileye mensup ve İsviçre'de hukuku- tahsil etmiş Dr. Muhammed Musaddık'ın liderliği etrafında toplanmıştı.

• 1949 yılında İran'ın politik ajandasının en önemli gündem maddesi, şirket ile İran Devleti arasındaki imtiyaz anlaşmasının İran lehine revize edilmesiydi. Bu noktada, İranlı politik gruplar arasında İranlıların yönetime dahil edilmesi, işçilerin şartlarının iyileştirilmesi, şirket hesaplarının İran tarafından denetlenmesinden başlayan ve bunlardan belli bir kısmını ya da hepsini talep eden gruplar olduğu gibi şirketin doğrudan millîleştirilmesini talep edenler de bulunmaktaydı
• Sonunda, 1951 yılında, Anglo-Iranian Petrol Şirketine duydukları öfkeyi, şahsında bütün politik liderlerden daha fazla somutlaştırdığına inandıkları Musaddık'ı destekledi İran halkı. Musaddık da bu şirketi İran'dan kovma, ülkenin dev petrol rezervlerini geri alma ve İran'ı yabancı güçlerin boyunduruğundan kurtarma sözü verdi.

 

Darbe Sürecinin Başlaması

• Musaddık iktidara gelir gelmez dünyadaki en kârlı İngiliz şirketi olan Anglo-Iranian şirketini millileştirdi. Hemen ardından da İranlılar, İran Körfezindeki Abadan'da yer alan dev rafineriyi kontrol altına aldılar. İran'da yükselen milliyetçilik dalgası Musaddık'ı milli kahraman haline getirdi.

• Diğer yandan İngilizlerde Musaddık'ı İngilizlere ait zenginliği çalmakla suçlayıp Birleşmiş Milletlere ve Lahey Adalet Divanı'na başvurarak İran'ın cezalandırılmasını istediler. Aynı zamanda İran Körfezi'ne savaş gemilerini yollayarak İran ekonomine çok büyük zarar verecek olan bir ambargoyu başlattılar. İngilizler bir süre rafineriyi geri alabilmek için silahlı istilayı düşündülerse de ABD Başkanı Harry Truman'ın soğuk bakması üzerine bu seçenekten vazgeçtiler. Ayrıca Birleşmiş Milletler'den bir karar çıkmadığı gibi, Adalet Divanı'da görevsizlik kararı aldı. Geriye sadece iki ihtimal kalıyordu: Musaddık yönetimini kabullenmek ya da O'nu devirecek bir darbe tezgâhlamak.

• İmparatorluk geleneğinin mağrur ürünü olan Churchill darbe kararı almakta hiç duraksamadı. İngiliz ajanları derhal darbe hazırlıklarına başladılar. Çok kararlı ve saldırgandılar. Bu planlardan haberi olan Musaddık Ekim 1952'de İngiliz Büyükelçiliğinin kapatılmasını emretti. İran'da bulunan tüm İngiliz diplomatlarının ve diplomatik görüntü altında hareket eden ajanların İran'ı terk etmeleri istendi. Böylece ülkede darbe tezgâhlayacak kimse kalmadığı düşünülüyordu.

• İngilizler derhal Başkan Truman'dan destek talep ettiler. Fakat Truman hem Musaddık tarzı ulusalcı hareketlere sempati ile bakıyor hem de Anglo-Iranian örneğinde olduğu gibi eski moda emperyalist düşünceyi hor görüyordu. Dahası CIA o güne kadar hiç hükümet düşürmemişti ve Truman Pandora'nın kutusunu açan kişi olmayı istemiyordu.

• Kasım 1952'de Dwight Eisenhower'in ABD Başkanı seçilmesiyle birlikte ABD'nin bu konuya bakışı keskin bir şekilde değişti. Yeni Başkan Eisenhower'e sunulan CIA raporunda Musaddık'a yönelik darbenin gerekçesi olarak İngiliz mallarının millîleştirilmesinden hiç bahsedilmiyor ve Musaddık'ın komünist yönelimlerinin ABD ulusal güvenliği için ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanıyordu. İngilizlerin isteği nihayet gerçekleşmişti: ABD Başkanı darbeye onay vermişti.

• Darbenin kod adı AJAX Operasyonu, yöneticisi de Başkan Roosvelt'in torunu ve deneyimli CIA Ortadoğu görevlisi Kermit Roosvelt olacaktı.

 

Darbenin Hayata Geçirilmesi

• AJAX Operasyonu planında öncelikle Başbakan Musaddık'a karşı şiddetli bir psikolojik harp öngörülmüştü. 1953'ün ilkbahar ve yaz ayları boyunca Musaddık'ın CIA'dan rüşvet alan bir molla, bir gazeteci ya da bir politikacı tarafından suçlanmadığı tek bir gün bile geçmedi. Özgür basının önemine inanan Başbakan, bu kampanyanın bastırılmasına izin vermedi.

• Basında Başbakanın sadece komünist eğilimleri ve İran tahtı üzerinde emelleri var diye değil aynı zamanda Musevi olmakla, İslamiyet düşmanı olmakla, İran ordusunu zayıflatmak ve maneviyatını kırmakla ve ironik biçimde İngiliz hayranı olmakla da suçlanıyordu. CIA'nın söz konusu propagandalardan sorumlu elemanı Richard Cottam'a göre; Tahran'da çıkan her beş gazeteden dördü CIA'nın etkisi altındaydı.

• Roosvelt, bir yandan bu işleri organize ederken diğer yandan Musaddık'ın İran içindeki etkili düşmanlarıyla, başta Şah Muhammed Rıza olmak üzere, temas kuruyor ve onları işin olabilirliği üzerinde ikna misyonunu eda ediyordu. Bunu yaparken aslında darbe sonrasında oluşacak yeni yönetimi de kurgulamış oluyordu.

• Şah ile yaptığı görüşmede Roosvelt, 1 milyon Dolar (20 Milyon Dolara kadar çıkabilecek) bir bütçenin ve çok tecrübeli ve profesyonel birkaç örgütçünün emrinde olduğunu ve bunların broşürler dağıtıp çeteleri organize edebileceğini ve onun işaret edebileceği muhalifleri izleyebileceği ve etkisiz hale getirebileceğini aktararak 4 aşamalı planı anlattı.

• Planın ilk aşamasında camilerde, sokakta ve basında (yukarıda detayları verildiği üzere) yürütülecek bir kampanya ile Musaddık'ın popülaritesi azaltılacaktı. İkinci aşamadaysa Şah'ın askeri yetkilileri Musaddık'a Şah tarafından imzalanmış azledilme emrini tebliğ edeceklerdi. Üçüncü aşamada çeteler sokakların kontrolünü ele geçirecek ve Musaddık ya da onun destekçileri tarafından tutulduğu görüntüsü verilen kişiler tarafından dini liderlere yönelik suikastlar ve saldırılar düzenlenecekti. Son aşamada, darbe gününün sabahı önceden tehdit edilerek ya da satın alınarak ikna edilmiş olan meclis üyeleri tarafından yapılacak bir oylama ile Musaddık meclis tarafından da azledilecek ve darbenin askeri ayağını yönetecek olan Şah'a tam bağlı General Zahidi muzafferane ortaya çıkacak ve Şah tarafından Başbakan olarak atanacaktı. Şayet Musaddık direnecek olursa Zahidi'nin kontrolü altındaki ordu birlikleri onu ve başlıca destekçilerini tutuklayacak, askeri kumanda merkezlerini, polis karakollarını, telefon ve telgraf hatları ile radyo istasyonlarını kontrol altına alacaklar ve merkez bankasını ele geçireceklerdi.

• Roosvelt planı hayata geçirmek için düğmeye bastı. Ancak darbe girişimi Musaddık tarafından önceden haber alınarak etkisiz hale getirildi (Planın detayları öğrenilememişti). CIA merkezinden gelen mesajla Roosvelt, merkeze çağrıldı; ancak Roosvelt büyük bir risk alarak (Başkan Eisenhower'e Dışişleri bakanlığı ve istihbarat tarafından, bu işin bittiğini ve Musaddık'la dostane ilişkiler kurmanın yollarını aramak gerektiğini bildiren notların gittiği bir ortamda) pes etmeyeceğini ve tekrar deneyeceğini bildirdi.

• İkinci deneme hemen ertesi gün, Şah'ın Musaddık'ı azlettiğini ve Zahidi'yi atadığını belirten iki ayrı fermanın on binlerce çoğaltılıp sokaklarda dağıtılmasıyla başladı (Çok az İranlı, Şahın böyle bir yetkisi olup olmadığını tartışırdı. Zira yüzyıllardan gelen bir bağlılık vardı hanedana karşı). Diğer yandan Roosvelt bu fermanlara ilişkin haberlerin aynı gün “Associated Press'' ve New York Times'ta çıkmasını sağladı. Hemen ardından Roosvelt, ajanlarına (tamamı İranlı olan ve İngilizlerden listeleri alınarak aktive edilmiş bir grup ajan) Tahran'a dağılarak politikacıları, mollaları ve kritik anlarda kalabalıkları etkileyebilecek kim varsa rüşvete bağlama ve kabul etmeyenleri etkisiz hale getirme talimatı verdi. Talimatı takip eden iki gün boyunca ajanların kontrol ettiği çeteler, Musaddık adına sokaklarda kargaşa çıkaracaklardı. Üçüncü günün sonunda ise devreye girecek asker ve polis birlikleri ile (Onları ayarlamak için Amerika'nın bölgedeki askeri ataşesi gizlice askeri yetkililerle görüşme halindeydi) hükümet binalarına yapılacak baskınlar ile Musaddık'ın devrilmesi tamamlanacaktı.

• Planlandığı şekilde, kiralanmış profesyonel bir grup, Musaddık lehine sloganlar atarak Tahran'ın güneyindeki fakir mahallelerinden başlayarak sokak gösterilerini aktive ettiler. Şehir merkezine geldiklerinde sloganlar, Musaddık lehine olmaktan çıkıp Şah aleyhine sloganlara dönüştü (tabii ki provokatörler devrede) ve Şah Rıza'nın (bir önceki şah) şehir meydanındaki heykelini yıkmaya giden hareketler yaparak ve sokakları yakıp yıkarak, hem İran kamuoyunu ve hem de ordunun ortada kalmayı tercih eden ana gövdesini tahrik ettiler. Musaddık, safiyane bir şekilde polisten halkın gösteri özgürlüğüne müdahale etmemesini istedi. Diğer yandan ABD Büyükelçisinin o günlerde şaka gibi sayılabilecek bir talebi oldu Başbakandan: ABD vatandaşlarına taciz telefonları geliyor, tehditler ediliyor ve hatta saldırılar oluyordu. Sokaklardaki kargaşa bitmeden bu durumun sona ermesi mümkün değildi, bu yüzden polis olaylara müdahale etmeliydi.

• Musaddık hassas birisiydi ve inanılmaz bir şekilde talebi ciddiye aldı; zira ABD'liler ve diğer yabancılar, sonuçta misafirdi ve Farisi kültüründe misafire kötü davranmak asla hüsn-ü kabul gösterilebilecek bir şey değildi. (Böyle bir şeyi Musaddık'a söylemesini ABD büyükelçisi Harrison'a, bizzat Roosvelt tavsiye etmişti. Roosvelt Musaddık'ın kişisel özellikleri ve Farisi kültürü üzerinde çok ciddi çalışmış ve planını bunları dikkate alarak kurgulamıştı)

• Musaddık, sokak gösterilerini tamamen yasaklayan bir genelge yayınladı ve hükümet taraftarı partilerin liderlerini arayarak onlara yandaşlarını sokaklardan uzak tutmalarını bizzat rica etti. Polis, sayıları on binleri bulan göstericilere çok sert müdahale etti, pek çok ölü ve yaralılar oldu. (Polis müdürü de sıkı bir şah yanlısıydı). Bu göstericiler, içerisindeki provokatörler hariç, aslında tamamı Musaddık'ı destekleyen bir kitleydi. Yani Musaddık kendi ayağına kurşun sıkıyordu. Tüm bunlar olurken, Şah Roma'ya gitmişti. (İlk başarısız denemenin ardından)

• Ve Roosvelt son vuruşunu yaptı: Şah yanlısı ve daha önce görülmemiş büyüklükte bir kalabalık, Şahın adamlarının desteğiyle (ve tabii katılımcılara ödenen paranın da teşvikiyle); ‘”Çok Yaşa Şah'' ve ‘”Musaddık'a Ölüm'' nidalarıyla sokaklara döküldü. Bu defa polis, hiçbir müdahalede bulunmuyordu! Musaddık'ın destekçileri ise hem bir gün önceki şiddetin korkusundan, hem de liderlerinin talimatına hürmetlerinden sokağa çıkmamışlardı. Sokaklarda darbeci on binler vardı sadece.

• İşbirlikçi General Zahidi'ye bağlı askeri birlikler ve son yaşanan olayların etkisiyle onlara katılan diğer askerler de hemen ardından rollerini oynamaya başladılar. Musaddık'ın evi kuşatıldı ve uzun süren bir çatışmanın ardından oyun bitti. İlk başarısız denemenin ardından Roosvelt tarafından bir sığınağa gizlenen Zahidi, iç çamaşırlarıyla otururken Roosvelt müjdeli haberi verdi: Artık başbakan oydu.

• Radyoda “Musaddık hükümeti bozguna uğratılmıştır. Yeni Başbakan Fazlullah Zahidi görevinin başındadır. Majesteleri Şah, ülkesine doğru yola çıkmıştır. Musaddık hükümeti, isyancı bir hükümetti ve şimdi devrilmiştir.'' anonsu geçiliyordu.

• Sonrasında Zahidi, Tahran Radyosunda Şah'ın atadığı meşru başbakan olarak kendini tanıtarak; yeni yolların inşa edileceği, sağlık hizmetlerinin bedava olacağı, ücretlerin artırılacağı ve hem hürriyet hem de güvenliğin daha güçlü olacağı bir ülke vadetti. Konuşmada küçük bir sorun vardı: petrole ne olacağından hiç bahsetmemişti.

• Şah tekrar Tahran'a döndü ve halka, ülkeye verilen zararı tamir etme sözü verdiği bir konuşma yaptı. Zahidi hükümetine, ABD tarafından 5 Milyon Dolarlık bir yardım verildi; ayrıca 1 Milyon Dolar da Zahidi'ye verildi.

• Yeni yönetimin kontrolünün tamamen sağlanması üzerine Roosvelt, 4 hafta önce sessizce geldiği İran'dan yine sessizce ayrılmaya hazırlanıyordu. Ancak ayrılmadan önce son defa Şah'ı görmek istedi.

• Son buluşma öncekilere benzemedi (Yukarıda bahsedilen darbe öncesi görüşme, İran'ın ara sokaklarında bir arabanın içinde gizlice yapılmış bir görüşmeydi). Bu görüşme, Şah'ın sarayında yapılmıştı ve bu defa Roosvelt'i taşıyan araç, ABD'nin resmi malı olduğunu gösteren resmi işaretler taşıyan görkemli bir arabaydı.

• Her ikisine votka servisi yapılırken Şah, Roosvelt'e “Tahtımı sana, halkıma, tanrıya ve orduma borçluyum.'' dedi. Buna mukabil Roosvelt, alınan sonuç tüm hesapları kapattığından, yeni rejimin ABD'ye hiçbir şey borçlu olmadığını ifade etti.

 

Darbenin Sonuçları

• Musaddık, Şah'ın azil emrine uymamaktan ve halkı silahlı isyana teşvikten dolayı vatana ihanetten yargılandı. Üç yıl hapse, daha sonra da ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Musaddık, hakimlere ‘'Benim tek suçum, İran petrol endüstrisini millileştirmek ve dünyadaki en büyük imparatorluğun sömürgecilik şebekesini, onun ekonomik ve siyasi etkisini bu topraklardan atmak olmuştur'' dedi. Ev hapsi altında 1967 yılında 85 yaşında öldü.

• Adını daha sonra British Petroleum olarak değiştiren Anglo-Iranian Petrol Şirketi, İran'da eski statüsünü tekrar kazanmak için çok uğraştı; ancak kamuoyu, şirketin öyle karşısındaydı ki hükümet izin vermeye cesaret edemedi. Ayrıca Musaddık'ın devrilmesinde bütün pis işleri Amerikalılar kotardığından, işin tabiatı gereği yağmayı da Amerikan şirketlerinin paylaşması lazımdı.

• Sonunda imtiyazı almak için uluslararası bir konsorsiyum oluşturuldu. Yüzde 40 pay Anglo-Iranian şirketinin, yüzde 40 pay beş Amerikan şirketinin oldu. Kalan kısım da Royal Dutch/Shell ve Compagnie Française De Petroles arasında paylaştırıldı. Britanyalı olmayan şirketler, yüzde 60 pay için Anglo-Iranian Petrol Şirketine 1 milyar Dolar ödediler. Konsorsiyum, yabancılar tarafından yönetilmekle birlikte adı, millileştirmeyi yüzeysel olarak korumak maksadıyla Musaddık'ın verdiği adla İran Ulusal Petrol Şirketi olarak kaldı. İran'ın şirketin karının yüzde 50'sine ortak olması kabul edildi; ancak İranlıların ne hesapları kontrol etmesine, ne de yönetim kurulunda yer almalarına müsaade edilmedi.

• Kermit Roosvelt, önce Londra'da Churchill'e daha sonra ise Washington'da Başkan Eisenhower, Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ve CIA Başkanı Alan Dulles'a operasyon AJAX'ı detaylarıyla anlatan bir sunum yaptı. Hemen sonra Eisenhower, onu Ulusal Güvenlik Madalyası ile şereflendirdi. Sunumunu, İran'daki operasyonun başarısının bundan böyle CIA'nın istediği gibi hükümetleri devirebileceği anlamına gelmemesi uyarısını yaparak sonlandırdı Roosvelt. Hâlbuki Dulles kardeşler, konuyu tam da böyle anlamışlardı. Hatta Gutemala'da yapılacak bir darbeyi yönetmesi için teklif bile sundular ona. Roosvelt, bunu reddederek CIA'dan ayrıldı. Ancak dünyada Amerikan darbeleri döneminin kapısı açılmıştı bir kere (Bu konuda daha fazla öğrenmek isteyenler, ‘'Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları'' kitabına müracaat edebilirler. SY)

• Darbeyi takip eden yıllarda Şah Muhammed Rıza, daha diktatörce ve tek başına davranmaya başladı. Muhalefeti ezip, silahlanmaya muazzam paralar harcamaya başladı. 1972-1976 arasında sadece ABD'ye 10 Milyar Dolar ödeme yapıldı (Diktatörlerin ödedikleri bu diyetin hikayesi de ‘'Bir Ekonomik Tetikçi'nin İtirafları'' kitabında mevcut). O yıllarda petrol fiyatlarında meydana gelen ani artış nedeniyle, bu parayı nakit olarak ödedi. İran'ın konsorsiyumdan 1973'te aldığı 4 Milyar Dolar, 1975'te 19 Milyar Dolar'a yükselmişti.

• 1953 yılında ABD, İran için henüz çok yeni bir ülkeydi. Pek çok İranlı için Amerikalılar, kurulması için yarım yüzyıl harcadıkları kırılgan demokrasilerini destekleyen dostlardı. Birleşik Devletler'in tersine, onları asıl sömüren kolonyalist Britanya idi. Ancak Musaddık'a yapılan darbe sonrasında İran'da bu algı tersine döndü. İran Devrimi'nin başlangıç safhalarında sokaklara dökülenlerin ellerinde, Musaddık'ın resimleri vardı. Bu durum, halkın ne tip bir yönetim talep ettiğinin göstergelerinden birisiydi (Nitekim Panislamist bir tonda başlayan İran İslam Cumhuriyeti yönetimi, kısa süre sonra milliyetçi, tam bağımsızlıkçı ve Anti-Amerikan bir rejime dönüştü).

• 1979 Devrimi esnasında öfke, yanardağ gibi patladı. Şah'ın devrilmesinden hemen sonra Başkan Jimmy Carter'ın onun Amerika'ya girişine izin vermesiyle birlikte, Amerikan nefreti daha da yükseldi. Yeni rejimin onayı ile Amerikan büyükelçiliği basılarak, elli iki Amerikan diplomatı on dört ay esir alındı. Rehine olayı, ABD ve İran arasındaki ilişkileri tamamen bozdu ve Amerikan siyasetinin yönünü değiştirdi. Birleşik Devletler, İran-Irak savaşında Irak'ı destekleyerek Saddam Hüseyin'in diktatörlüğünü sağlamlaştırdı.

• Şah, 1980 yılında Mısır'da, hemen herkesin küfrettiği birisi olarak öldü.