Monday, March 28, 2016

Dünya Tarihinde İstanbul için Çanakkale

Araştırmacı –Yazar Orhan Koloğlu, 26 Mart Cumartesi günü Kadıköy – Moda’daki Tarihçi Kitabevi’nde “Dünya Tarihinde İstanbul için Çanakkale” konulu bir söyleşi sundu.
Söyleşinin giriş bölümünde, Çanakkale’nin ve Çanakkale Boğazı’nın tarihin hemen her döneminde Avrupa ile Asya arasında kilit bir geçiş yolu olduğunu işaret eden Orhan Koloğlu, bu bağlamda, Pers İmparatorluğu’nun en görkemli döneminde ( Ahamenişler) M.Ö. 5nci yüzyılda Pers hükümdarlarının (Büyük Kiros –Cyrus, I. Darius ve Kserkses) Anadolu’da hakimiyet kurduktan sonra, Yunanistan’a geçmek için Çanakkale Boğazını kullandıklarını, daha sonra Makedonya Kralı Büyük İskender’in Perslere karşı büyük bir harekat başlatmış ve bu kez ters yönde (Avrupa’dan Asya’ya) Çanakkale boğazını geçerek Pers ordusunu bozguna uğratmış olduğunu anımsatmıştır.
M.Ö. 3ncü yüzyıl başlarında Balkanlarda ekonomik sorunlarla karşılaşan Galatlar, M.Ö. 280 yılında Çanakkale Boğazını geçerek, bölgeye egemen olmuşlar, aynı dönemde Bergama Krallığı kurulmuştur.Çanakkale bölgesi Bergama Krallığı’nın Roma İmparatorluğuna bağlanmasından sonra, İmparator Justinyen döneminde Boğazdan geçişi denetlemek üzere Sestos’da bir kale yapılmıştır.
Türklerin bölgede görülmesi M.S.1095 yılında Çaka Bey’in Nara burnu önlerine kadar ilerlemesiyle başladı. Anadolu Selçuklu Devletinin dağılmasından sonra Karesi Beyliği sınırlarını Çanakkale’ye kadar genişletti. Çanakkale Boğazında Türk hakimiyeti Osmanlılar zamanında oluştu. 1354 yılında Süleyman Paşa, Gelibolu Kalesini fethetti. Ancak, Çanakkale Boğazının tamamen Osmanlı denetimine geçmesi Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinden sonra, 1462 yılında Boğaz’ın en dar yerinde kaleler inşa ettirmesiyle gerçekleşti.
Rusların 18nci yüzyıldan sonra deniz gücüne önem vermesi ve Karadeniz’de hakimiyet mücadelesine girmesi sonucunda, Çanakkale ve İstanbul Boğazları hem Rusya’nın hem de İngiltere başta olmak üzere Batılı devletlerin sürekli olarak gündeminde kaldı. Osmanlı Devleti bu gelişmenin farkında olarak, Boğazlara diplomasisinde özel bir yer verdi.
Orhan Koloğlu, bundan sonra sözü 1915 Çanakkale savaşına getirdi ve başlıca şu hususları vurguladı:
- Çanakkale savaşları, tarihte eşine pek az rastlanmış bir muharebe sürecidir. Bazı cephelerde iki tarafın arasında yaklaşık yirmi metre mesafe vardı ve bu durumda süngüden başka tür bir silah kullanmak mümkün değildi.
- Osmanlı Ordusunun başında Alman generali Liman Von Sanders bulunuyordu. Ancak, Anafartalar ve Conk Bayırı cephelerindeki savunmayı Yarbay Mustafa Kemal ve arkadaşları kendi inisyatifleri ile yürüttüler.
- Mustafa Kemal, firar eden binlerce askeri tekrar silah altına almayı başardı. Bu pek benzeri olmayan bir durumdu. Yüzbinlerle ifade edilen şehit verildi ama kazanılan zafer, müthiş bir direnme psikolojisi yarattı.
- Bu psikoloji ve direnme gücü Milli Mücadele ruhunu besledi. Çanakkale savaşının muzaffer kumutanları Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın kurmayları ve yakın silah arkadaşlarıydı.
- Çanakkale’de Mustafa Kemal’in askeri sevk ve idare yeteneği en üst düzeyde ortaya çıktı.
- Çanakkale zaferi, Çarlık Rusyası’nın çöküşündeki en önemli faktörlerden biridir.
- Çanakkale zaferi, İngiltere’yi de askeri ve ekonomik açıdan sıkıntıya düşürdü. Üçlü ittifak (İngiltere, Frandsa ve İtalya) içinde çatlaklar belirdi.
- Osmanlı ordusunun Çanakkale zaferinde, Balkan savaşlarındaki ağır yenilgilerden sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın yaptığı reform hareketinin de rolü var. Enver Paşa, reform kapsamında 1100 subayı emekliye sevketmişti.
- Mustafa Kemal’in Çanakkale’de her ne pahasına olursa olsun direnmesi ve geri çekilmemesi bilinçli bir plan ve öngörü sonucudur. Çanakkale’nin düşman hakimiyetine geçmesinin İstanbul’un düşmesine ve Çarlık Rusyası’nın ayakta kalmasına katkıda bulunacağını biliyordu.
- Mustafa Kemal, Çanakkale’den ayrıldıktan sonra ( Aralık 1915) Kolordu Komutanı olarak görevlendirildiği Suriye Cephesinde İngilizlerin ilerlemesi karşısında geri çekilmeyi uygun gördü. (Geri çekilen kuvvetler Milli Mücadelede görev alacaktır.) 1917’de İstanbul’a Harbiye Nezaretine Halep’ten gönderdiği raporda, 300 bin askerin firar ettiğini bildirdi. Bu olaylar, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki direnişindeki sevk ve yönetim dehasını gösterir.
- Çanakkale savaşları yayın yasakları nedeniyle toplumun bilgisi dışında kaldı. Birinci Dünya Savaşın süresinde yayın yasağı uygulaması geçerliydi.
-
- Not: Araştırmacı – yazar Orhan Koloğlu’nun özgeçmişi ve eserleri hakkında kısa bir not ekte sunulmuştur.
Orhan Koloğlu Kimdir?
1928’de Kadınhan’da (Konya) doğdu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Yüksek eğitimini İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin Gazetecilik Bölümü’nde yaptı. Strasbourg Üniversitesi’nde mezun olduğu doktora ile gazetecilik alanında eğitici olma hakkını kazandı. Gazeteciliğe 1947’de başladı. Türkspor, Son Saat, Yeni Sabah, Milliyet, Yeni İstanbul, Aydınlık gibi gazetelerde muhabir, yazar ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 1964’de Basın ve Tanıtma Ataşesi olarak çalışmaya başladı. Roma, Karaçi, Paris, Londra, Beyrut’ta görev yaptı.
1972’de Milliyet’in Almanya baskısını başlattı. 1974’de Basın Yayın Genel Müdürlüğü’ne atandı. 1975-77 döneminde CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in Uluslararası İlişkiler Danışmanı olarak çalıştı. 1978-79 arasında tekrar BYGM’ye geldi. Libya Al Fateh Üniversitesi’nde iki yıl tarih doçenti olarak çalıştı.
Üniversitelerdeki basın ve tarih hocalığı görevlerine ek olarak tarih eserleri üretmeye başladı. Türkçe ve Osmanlıcanın yanı sıra Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve Arapçayı bildiği için eserleri 15 ülkenin arşivlerine ait belgelerle zenginleşti. Hepsi de tarih konularını işleyen 60 yayımlanmış kitabı vardır.
Orhan Koloğlu’nun Eserlerinden bazıları;
• Avrupanın Kıskacında Abdülhamit, İletişim Yayıncılık, 1998, İstanbul.
• İttihatçılar ve Masonlar, Pozitif Yayıncılık, 2005, İstanbul.
• Dünyadan Çizgilerle Atatürk, Erko Yayınları, 2006, İstanbul.
• Sorularla Vahdettin, Pozitif Yayıncılık, 2007, İstanbul.
• Türk Korsanları, Tarihçi Kitabevi, 2012, İstanbul.
• Tamga Pençe Tuğra İmza, Tarihçi Kitabevi, 2013, İstanbul.
• Hain'name ,Tarihçi Kitabevi, 2014, İstanbul.
• Osmanlıcadan Türkçeye Okuryazarlığımız, Tarihçi Kitabevi, 2015, İstanbul.
• 1915 Basınında Çanakkale, Tarihçi Kitabevi, 2015, İstanbul
-

Sunday, March 27, 2016

Reza Sarraf'ın tutuklanmasının arka planı

Reza Sarraf'ın tutuklanmasının perde arkası aralanıyor mu? (No subject)
 
 
 
 
 

Büyük resmin küçük adamı: Sarraf
İsim, tutuklanma yöntemi ve zamanlaması gibi ayrıntıları bir kenara bırakırsak çatışmanın merkezinde Türk-ABD ilişkilerinin parasal güç dengesinde Türkiye’ye yöneltilmiş kızgınlık ve hesap sorma ihtiyacı olduğu açık bir şekilde görülüyor.
25 Mar 2016 Güncelleme 15:05 TSİ | Konular Türkiye, ABD, İran: Batı’nın korktuğu güç, Küresel ekonomi
Paylaş

İran asıllı işadamı Rıza Sarraf 19 Mart’ta ABD’de göz altına alındı. [Anadolu Ajansı]
Selva Tor
Yazar hakkında
2008 küresel mali krizinin ardından meydana gelen büyük ekonomik durgunluk, özellikle bölgesel güç olma arzusunda olan ülkelerin Batı merkezcil parasal sistemin dayattığı üç yüzyıllık paradigmadan bağımsızlaşma arayışlarına gerekçe oluşturmuştu. Örneğin, bu arayışlardan en önemlisi Nisan 2009’daki G20 Zirvesi öncesi Çin Merkez Bankası Başkanı Dr. Zhou Xiaochuan’ın uluslararası parasal güç dengesinde yeni bir paradigmanın hayata geçmesi gerektiğini kaleme aldığı makalesiydi. Çin’in Amerikan dolarının ayrıcalıklı statüsünün sorguladığı bu çıkışı, aslında ABD’nin hegemonyasının sona erdiğini ima ediyordu. Çin’den gelen bu serzenişi Washington fazla “cüretkâr” bulmuştu. New York ve Londra’daki “endişeli yatırımcılar” ise Dr. Xiaochuan’ın zamansız çıkışından duydukları hoşnutsuzluklarını Çin borsasında milyarlarca doların buharlaşmasına neden olan satış baskısı ile göstermişlerdi. Böylelikle Çin bu önerisinden en azından bir süre daha vazgeçmek zorunda kaldı.
Çin Merkez Bankası Başkanı’nın bu dikkat çekici sözlerinden kısa süre sonra, doların hegemonyal gücünün dayandığı en önemli yapı olan uluslararası ödemeler sisteminden, yaklaşık 100 milyar dolar olduğu tahmin edilen bir gedik açıldı. Bu gediğin sebebi, yükselen Çin değil, bölgesinde yükselen bir güç olma iddiasını en azından 2010’da koruyan Türkiye’ydi. Ve bu güç testine İran’ın 2009’da içine düştüğü ağır ekonomik ve mali darboğaz neden olmuştu.
“ABD’nin uluslararası ödemeler sisteminde açılan yaklaşık 100 milyar dolarlık gedik, Türkiye’nin İran’ın petrol ve doğal gaz alacaklarını ABD’nin parasal güç alanı dışına çıkarak by-pass etmesiyle oluştu.”
Bu gedik, Türkiye’nin İran’ın petrol ve doğal gaz alacaklarını ABD’nin parasal güç alanı dışına çıkarak by-pass etmesiyle oluştu. Türkiye – İran ticaretinin yanı sıra Hindistan gibi dünyanın en büyük gelişmekte olan ekonomilerini de ilgilendiren bir boyuta dönüşen bu parasal başkaldırı, ABD’nin ulusal çıkarları hilafına ve Türkiye’nin güdümünde yürütüldü.
Amerika’nın İran’ı yalnızlaştırma politikası, BM’den kısmi onay alıyor
Dönemin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeleri Türkiye ve Brezilya’nın “Hayır” oyu verdiği 1929 sayılı BM kararı, “hassas nükleer faaliyet” için kullanılabilecek her türlü askeri ve sivil mal ve hizmetin ticaretini ve bu ticaretten doğan para transferlerinin önlenmesi yönünde karar almıştı. Ancak ABD, BM’nin bu kararı ile yetinmek istemedi ve iki hafta sonra Haziran 2010’da İran’ın petrol ve doğalgaz gelirlerinin de nükleer faaliyetlerde kullanılabileceği varsayımıyla bu faaliyetlerden kaynaklanan parasal transferlerin de yasadışı ilan edilmesini emreden bir yaptırım kararını ABD Senatosu’ndan geçirdi. Tek taraflı olarak yürürlüğe giren bu karara göre, İran petrol gelirleri artık “kara para” statüsündeydi ve bu anlamda meydana gelen her türlü finansal işlem “kara para aklama” olarak tanımlanacaktı.
ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı Terörün Finansmanı ve Finansal Suçlardan sorumlu Bakan Yardımcısı Daniel Glaser başkanlığındaki ABD heyeti, sonraki aylar boyunca, İran’ın ticaret yaptığı en önemli ülkelere giderek, bu ülkelerdeki bankacılık ve finans sektörünün temsilcilerine yaptırımlar konusundaki kararlılıklarını anlattı. Glaser, bu toplantılardan birini de Ağustos 2010’da Türkiye Bankalar Birliği’nde yaptı ve Türk bankalarının üst düzey temsilcilerini İran bankaları ile çalışmamaları konusunda uyardı. Heyet, bankacıları öylesine tehdit etmişti ki, bazı banka yöneticileri yurt dışına çıktıklarında tutuklanabileceklerini dahi düşünüyordu. ABD’nin uyarısı içeriği ve üslubu itibarı ile Türk bankalarını endişelendirmişti.
Dönemin Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ise bankacılara cesur olmalarını tavsiye etmişti:ABD’nin yayınladığı ambargo kararı var. Her türlü finansman hareketlerine yasak getiren bir düzenleme. Bizi sadece BM’nin kararı bağlar. ABD’ninki değil. … bankaların cesaretli olması lazım.”
Türkiye ve ABD arasında bu görüşmeler değişik platformlarda 2010 boyunca sürdü. Aynı yıl ABD’de Ali Babacan ve Çağlayan’a da iletilen talepleri Türkiye dikkate almadı. Kısa süre sonra Avrupa Birliği de BM kararıyla yetinmediğini gösteren ve İran’ın petrol ve gaz endüstrisine teknoloji ve donanım satışını yasaklayan bir yaptırım paketini yürürlüğe koydu. Ancak bu girişim de İran’ın petrol ve doğal gaz satışına ve bu satıştan elde edilen parasal transferlerine engel olamadı.
2010’da Türkiye’ye gelen ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Finansal İstihbarat yeni müsteşarı David Cohen de Türkiye’deki muhataplarını bu kez daha sert bir dille uyarmıştı.
Cohen’in endişesini artıran, Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacminde göze çarpan 10 milyar dolarlık artıştı. İki ülkenin 2002’de sadece 1 milyar dolar olan ticaret hacmi 2010’da 11 milyar dolara çıkmıştı. Beş yıl içinde 30 – 35 milyar dolara çıkması öngörülüyordu. Cohen’e göre, Türkiye İran ile ticaretini tamamen sona erdirmeliydi zira İran bu kaynakların tamamını nükleer programının finansmanı için kullanıyordu.
O günlerde bu haberleri takip edenler, ABD ile Türkiye arasında baş gösteren uyumsuzluğun sebebinin Türkiye ile İran arasındaki ticaret ve bu ticaretin finansmanı ile sınırlı olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, konu daha uluslararası bir boyuta taşınmıştı. Türkiye, İran’dan petrol ve gaz ithal eden ve ABD baskısına direnemedikleri için satın aldıkları petrolün parasını İran’a ödeyemeyen Hindistan gibi büyük ithalatçı ülkelere aracılık etme hazırlığındaydı. Hindistan, Türkiye ödeme hattını açan ve deneyen ilk ülke olmuştu.
Arı kovanına çomak sokan banka: Halkbank
ABD’nin İran’a yönelik, tek taraflı uyguladığı finansal yaptırımlarından çekindikleri için Hint bankalarının dahi takas /muhabir banka işlevini yerine getirmemesi, Hindistan’daki petrol rafinerilerinin İran’dan gerçekleştirdiği günlük 400 bin varil hampetrol alımını riske sokmuştu. Hint rafineri şirketleri İran’a 5 milyar dolarlık borçlarını ödeyemeyince İran 8 ay boyunca petrol sevkiyatını durdurdu. Bu kısıtlama, toplam petrol ihtiyacının yüzde 15’ini İran’dan temin eden, yükselen bir ekonomi olan Hindistan için büyük bir soruna dönüşmüştü.
“Türkiye, İran’dan petrol ve gaz ithal eden ve ABD baskısına direnemedikleri için satın aldıkları petrolün parasını İran’a ödeyemeyen Hindistan gibi büyük ithalatçı ülkelere aracılık etme hazırlığındaydı.”
Temmuz 2011’de Hindistan Maliye Bakanı, İran petrol sevkiyatının, ödemelerin ismini vermek istemediği bir Türk bankası üzerinden yapılması suretiyle çözüme kavuşacağını açıkladı. Uzun süre alternatif yollar arayan Hindistan’a ülkenin enerji arz güvenliğini tehdit eden bu durumdan kurtulmaları için sonunda Türkiye el uzatmıştı, Batı hatta Hindistan bankalarının dahi yapmak istemediği parasal işlemlere Halkbank aracılık edecekti. Nihayet 8 ay sonra Hindistan ve İran petrol ticaretine yeniden başlıyordu.
Halkbank’ın aracılığı sayesinde hayata geçen bu ödeme hattı 2011 boyunca kullanıldı, tüm tarafların denetimine de açık tutulduğu için mevcut BM yaptırım kararlarına da aykırı değildi. Ekim 2011’de ABD’den gelen yeni bir heyet yine Ankara’yı İran petrol gelirlerinin nükleer faaliyette kullanıldığına ikna etmeye çalıştı. Ancak Ankara’nın milyarlarca dövizin transferinden oluşan kaynaklardan vazgeçmeye niyeti yoktu. Zira 2010 itibariyle Hindistan’ın İran’dan yaptığı 15-20 milyar dolar tutarındaki petrol ithalatının yüzde 55’ı Halkbank üzerinden gerçekleşiyordu. 2010 yılı gecikmiş ödemeler toplamı olan 5 milyar dolar da yine bu kanaldan İran’a gönderilmişti.
2011’in sonuna doğru ABD yeni bir önlemi daha devreye soktu ve İran’ın Merkez Bankası ile petrol gelirleri üzerinden parasal transfer yapan finansal kurumlarına yaptırım getirdi. Hindistan Türkiye’nin bu baskıya direnemeyeceğini düşünerek kendine alternatif yeni ödeme kanalları aramaya koyuldu. Ancak Halkbank en azından bir süre daha bu hattın açık olduğunu, BM kararlarına uygun hareket edildiğini, denetime açık olduklarını ve bu sürece Türkiye’nin en büyük rafineri şirketi olan TÜPRAŞ’ın da dâhil olduğunu bildirdi.
BOTAŞ ve TÜPRAŞ’ın yapmış olduğu alımlar karşısında Halkbank’ta İran kaynaklarına TL cinsinden hesaplar açılıyordu. Bu hesaplardan çekilen paralar ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin herhangi bir dahli olmadan altına çevriliyor veya eski usul havale yöntemleri kullanılarak TL döviz cinsinden Dubai’ye ve oradan da ilgili şirketlere transfer ediliyordu.
2013 bütçe komisyonu görüşmeleri sırasında dönemin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Türkiye’nin doğal gaz ihtiyacının %18’ini ve petrol alımların %55’ini bu yöntemle İran’dan gerçekleştirildiğini deklare etmişti. Ancak ABD yaptırımları sıkılaştıkça, İran ile enerji ticareti yapan diğer ülkelerin de Türkiye’nin önünü açtığı bu ödeme sistemini kullanmış olabileceğini düşünen ABD’li uzmanlar 2010 -2013 arası Türkiye’nin yaptığı parasal aracılığın 100 milyar doların üstünde olduğunu tahmin ediyorlar.
Kısa süre sonra, İran’dan petrol alan Çin, Hindistan ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 8 ülke petrol ithalatlarını makul seviyelere indirmeleri karşılığında bir süre hidrokarbon ticareti üzerindeki baskıların gevşetilmesi konusunda ABD ile anlaştı. Çin ve Türkiye’ye petrol alımının kademeli azaltılması karşılığında 180 günlük bir süre yaptırımlardan muafiyet tanındı. Temmuz 2012’de istisna dönemi sürerken, Hindistan petrol alım ödemeleri de Türkiye’nin İran’dan yaptığı petrol ve doğal gaz alımları da devam etti. Şubat 2013’de ise bu sıra dışı parasal akış tamamen sona erdirildi.
Bahsi geçen dönemde, İran’a dönük ABD yaptırımlarına rağmen Türkiye üzerinden girişilen bu parasal operasyon, Türkiye’nin cari açığına da pozitif bir katkı sağlamış oldu. Mahfi Eğilmez’in Ekim 2012’de yaptığı analize göre, bu yolla “İran ambargodan biraz olsun kurtulmuş, Türkiye de eskiden ithal ettiği altınları ihraç ederek cari açığının düşüşünü hızlandırmış” oldu.
Türkiye neden böyle bir riske girdi?
2010 – 2013 arasında ABD ile Türkiye arasındaki uyuşmazlığa neden olan bu gelişmeler, ABD’nin parasal gücünü tanıma konusunda pek istekli olmadığı anlaşılan Türkiye’nin, bölgesel güç olma arzusunun doğal yansıması olarak tanımlanabilir. Ancak, 2009’da Çin Merkez Bankası Başkanı’nın doların statüsünü sorguladığı söylemleri Washington’da ne kadar rahatsızlık yaratmışsa, Türkiye’nin ABD’nin tüm ısrarlı uyarılarına rağmen, İran’ın petrol gelirlerine ulaşmasına vermiş olduğu destek de o kadar hayret ve endişe ile karşılanmıştır.
Her ne kadar BM’nin 1929 sayılı kararı, Türkiye’nin İran’a vermiş olduğu mali desteği meşrulaştıracak zemin oluştursa da Ankara’nın stratejik hedeflerine uygunluk konusu hak ettiği tartışma zeminine henüz sahip değildir. Uluslararası parasal güç tanımı itibarı ile bakıldığında ise doların hegemonyal gücünü elinde bulunduran ABD ile Türkiye arasında çıkabilecek olası bir çatışma ve kriz durumunda Türkiye aleyhine oluşabilecek stratejik mevzi kaybını öngörmemek olası değildir.
“Ancak tek taraflı ABD yaptırımları karşısında, etkinlik kurma kapasitesi sınırlı Türkiye’nin, hangi gerekçe ile İran için bu kadar büyük risklere girdiği ise tartışılmayı beklemektedir. ”
Her iki açıdan da bakıldığında İran’ın çıkarları ve Türkiye’nin bölgesel güç olarak kapasitesinin tescili, diğer ifade ile özerklik arayışı, 2010 – 2013 yılları arasında Türkiye’nin hayli sıra dışı ve ABD’ye göre Amerikan’ın ulusal güvenliğinin hilafına gerçekleşmiş bir parasal akışa ev sahipliği yapmasına neden olmuştur. Ancak bu hayli sıra dışı parasal akışın kaynağında İran’ın meşru ve hak edilmiş doğal kaynaklarından elde edilen hidrokarbon gelirleri vardır. Bu gelirlerin ABD’nin tek taraflı yaptırım kararları istedi diye “kara para” olarak nitelendirilmesi adil bir tanım olmaz. Nitekim nükleer anlaşmayı müteakip kaldırılan yaptırımlar, bugün itibarı ile İran’ın petrol gelirlerinin meşruiyetini bir kez daha tescillemiştir.
Ancak tek taraflı ABD yaptırımları karşısında, etkinlik kurma kapasitesi sınırlı Türkiye’nin, hangi gerekçe ile İran için bu kadar büyük risklere girdiği ise tartışılmayı beklemektedir. Bugüne kadar konunun çeperinde yer alan bir takım spekülatif isimler ve hadiseler, bazı siyasi isimlerin de karıştığı yolsuzluk iddiaları ile beslenen sansasyonel siyasi tartışmalar, bu önemli sorgulamayı bugüne kadar perdelemişti. Ancak bu sıra dışı parasal akışta sıkça adı geçen Rıza Sarraf’ın 19 Mart’ta ABD’de tutuklanması, yeniden işin odağındaki asıl meseleye, Türkiye’nin ABD’nin parasal gücüne karşı kısa süreli başkaldırısının nedenlerine ve olası sonuçlarının Türkiye’ye olan etkilerine odaklanılmasına vesile oldu.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, ABD’de Rıza Sarraf ve diğer iki kişi adına açılan dava ABD Başkanı’na “ulusal güvenliği ve dış politikasına yönelik sıra dışı ve olağanüstü tehditlerin üstesinden gelme” yetkisi veren “Uluslararası Acil Ekonomik Güçler Yasası”na aykırılıktan açıldı. Başka bir ifade ile bu davada ABD’nin ulusal güvenliğine ve çıkarları hilafına, Türkiye’nin İran için bu ülkeye ekonomik ve mali destek vermek amacı ile almış olduğu tasarruflar sorgulanacak. Aslında isim, tutuklanma yöntemi ve zamanlaması gibi ayrıntıları bir kenara bırakırsak çatışmanın merkezinde Türk-ABD ilişkilerinin parasal güç dengesinde Türkiye’ye yöneltilmiş kızgınlık ve hesap sorma ihtiyacı olduğu açık bir şekilde görülüyor.
Çin’in 2009’daki çıkışı kısa süre sonra Shangai birleşik endeksinde %8’e varan erimeye yok açarken, Türkiye de kendisinden beklenmeyecek bir parasal başkaldırıyı siyasi ve ekonomik itibar kaybı ile ödemek durumunda bırakacak gelişmeler ile yüzleşmek zorunda kalabilir. Türkiye’nin belki de kuşaklar ötesi olumsuz etkileri hissedeceği gelişmelere hazırlıklı olması ve devlet bekası ve istikbali için yeni stratejileri siyasi kamplaşmanın kısır tartışmaların tüketici ortamına kapılmadan üretebilmesi gerekir.
Türkiye’nin ekonomik ve parasal gücünü tam olarak tesis etmeden girişmiş olduğu bu özerklik arayışları zamansız ve sonuçları itibarı ile Türkiye’nin kamusal düzeninde istikrarsızlaştırılma odakları meydana getirmesi bakımından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Özellikle parasal özerkliğini besleyecek ekonomik atılımları tamamlamadan girişilen bu türden arayışların, Türkiye’nin elini ve direncini zayıflattığı da aşikârdır.
O halde Sun Zi’nin şu deyişini tekrar tekrar hatırlamakta fayda var.
“Savaşta asıl hüner her muharebeyi kazanmak değildir, düşmanı daha savaşmadan mağlup etmektir.”
Selva Tor, finansal güvenlik stratejisti. 2013-2015 yılları arasında Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde Strateji ve Stratejik Araştırmalar Anabilim Dalı’nda Ulusal ve Uluslararası Güvenlik Stratejileri alanında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Uzun yıllar uluslararası finans ve yatırım bankacılığı konularında yurt içi ve dışında, yerli ve yabancı banka ve finans kurumlarında çeşitli kademelerde görev yaptı, pek çok alanda danışmanlık hizmeti verdi.  

Friday, March 25, 2016

AB-Türkiye anlaşması ve mültecilerin insan hakları


AB-TÜRKİYE ANLAŞMASI VE MÜLTECİLERİN UNUTULAN İNSAN HAKLARI


25.03.2016      24.03.2016
AB Haber
Türkiye ile AB arasında yapılan “Geri Gönderme Anlaşması”nı her iki taraf da “başarı” olarak gösteriyorlar. Türkiye’de iktidarın bu anlaşmayı bir “zafer” olarak göstererek iç ve dış politikadaki başarısızlıklarını dengeleme niyetinde olduğu açık. Buna karşılık özellikle insan hakları kuruluşlarının ve anlaşmada kendisine rol verilen BM Mültecileri Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) anlaşma ile ilgili ciddi kuşkuları var.
Uluslararası Hukuk:
Anlaşmanın iki amacı var: (a) Türkiye’deki mültecilerin durumunun iyileştirilmesi. Bunun için AB Türkiye’ye ilk aşamada üç milyon avro verecek. (b) Uluslararası korumaya ihtiyacı olmayanların Türkiye’ye geri gönderilmesi. Bu kategoriye önce mülteci statüsü taşımayanlar giriyor. Ancak, Türkiye’den AB’ne göç edenlerin büyük bir çoğunluğu savaş nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda olanlar. Dolayısıyla uluslararası korumaya ihtiyaç bulunanlar. BM Mülteciler Sözleşmesi’nin “geri göndermeme” (non-refoulment) ilkesi gereğince, mülteciler yaşamın ve özgürlüğün güvence altında olmadığı bir ülkeye gönderilemez. Bu durumda AB, Türkiye’den gelen ve mülteci statüsünü kazanma olasılığı yüksek çok sayıda insandan kurtulmak için şöyle bir formül buluyor: Türkiye’nin “güvenlikli üçüncü ülke” olarak kabul edilmesi. Yani, mültecilere sağlanması gereken uluslararası korumanın Türkiye’de sağlanması.
Ancak, burada başka bir güçlük ortaya çıkıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) ek 4 no’lu Protokol’ün 4üncü maddesi ve AB İnsan Hakları Şartı gereğince, yabancıların toplu bir biçimde sınır dışı edilmeleri yasak. Ayrıca, AB’nin “Mültecilere İlişkin Usuller Yönetmeliği” her bir iltica talebinin ayrı ayrı incelenerek, mahkeme tarafından karara bağlanması ve ilk derece mahkemesi karar verene dek o kişinin sınır dışı edilmemesini ön görüyor. O nedenle, anlaşmada Yunan adalarına varan göçmenlerin iltica taleplerinin bireysel olarak inceleneceği ve iltica başvuruları “reddedilen” ya da “kabul edilemez” bulunanların, Türkiye’ye gönderileceği belirtiliyor. “Kabul edilemez” bulunmak, başka bir ülkenin “güvenlikli ülke” ya da “ilk iltica ülkesi” olması anlamına geliyor.
Anlaşmada dikkati çeken bir nokta da “Yunan adalarına varan göçmenler” den söz etmesi. Ya karasuları içinde kalan ve karaya varamayan göçmenler ne olacak? Karasuları bir devletin ülke üzerindeki egemenliğinin bir parçası ve AB İltica Yönetmeliği’nin de uygulama alanı içinde.
AİHM Kararı:
AİHM Büyük Dairesi’nin Hirsi Jamaa / İtalya (2012) kararının konusu, İtalyan Deniz Kuvvetleri’ne ait bir geminin açık denizde yakaladığı ve İtalya’ya yasal olmayan yollardan girmeye çalışan Somali ve Eritreli’leri Libya’ya zorla götürüp karaya çıkarmaları. AİHM, AİHS’ ek 4 No’lu protokolün 4üncü maddesinin açık denizde de uygulanabileceğini kabul ederek, bu maddenin ihlal edildiğine karar verdi ve İtalya’yı mahkum etti. AİHM kararında, iltica talebinde bulunanların durumunun bireysel olarak incelenmesi ve bu kişilerin yargı önünde görüşlerini bildirmelerine olanak verilmesinin önemine işaret etti. İtalyan makamlarının, iltica taleplerinin usulleri hakkında bilgi vermeleri gerektiğini belirtti.
Yunanistan’nın Durumu
AB-Türkiye anlaşmasının uygulanmasında Yunanistan bütün bu koşulları yerine getirebilecek mi? Örneğin, varını yoğunu satıp Midilli’ye ulaşan bir Afgan kadını “Türkiye’ye gönderileceğime, burada öleyim” diyor. Bu kadının zorla, kendi rızasına karşın Türkiye’ye gönderilmesi mülteciler hukukuna aykırı. BMMYK buna ne diyecek?
Yunanistan’ın mülteciler hukuku yönünden sicili parlak değil. Örneğin, 2008 Nisan ayında BMMYK, AB üyesi devletlere mültecilerin Yunanistan’a gönderilmesini durdurmalarını istedi. Gerekçesi Yunanistan’daki koşullar, iltica taleplerinin doğru dürüst incelenmemesi, yargının etkili olmaması. 2009’da uluslararası STK’lar Yunanistan’ı AB iltica kurallarına uygun davranmadığı gerekçesiyle Avrupa Komisyonu’na şikayet etti. 2008’de Avrupa Komisyonu Yunanistan’a karşı AB kurallarını ihlal etmesi nedeniyle işlem başlattı.
Türkiye’nin Durumu:
Güvenlikli 3. Ülke
Peki, Türkiye “güvenlikli üçüncü ülke” sayılabilir mi? Uluslararası hukuk ve AB’nin İltica Usulleri Yönetmeliği’ne göre, bunun için 3 ölçüt aranıyor. (a) Irk, din, ulus, bir gruba aidiyet nedeniyle yaşam ve özgürlüklerin tehdit altında olmaması (b) geri göndermeme (non-refoulement) ilkesine uyulması (c) mülteci statüsü talebinde bulunma olanağının mevcut olması.
Türkiye 1951 BM Mülteciler Sözleşmesi’nin 1-B (1) maddesine koyduğu çekince ile ancak Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle uluslararası korumaya ihtiyaç olanlara mülteci statüsünü tanımakta. Türkiye’ye Avrupa dışından gelenler ise, mülteci statüsünü talep etme hakkından, dolayısıyla uluslararası korumadan yoksun bulunmakta. Bunların akıbetleri Türkiye’nin takdirine kalmış durumda. Bu nedenle (c ) koşullarının gerçekleştiği söylenemez.
İlk İltica Ülkesi
AB İltica Usulleri Yönetmeliği’nde sığınmacıları geri göndermek için bir başka yol daha var. “İlk iltica ülkesi” koşulları gerçekleşmişse, AB iltica talebinde bulunan kişiyi o ülkeye gönderebiliyor. Bunun için, başvurucunun o ülkede mülteci olarak tanınması ya da başvurucunun geri göndermeme de dahil yeterli koruma altında olması gerekiyor.
Türkiye, 2005 yılında kabul ettiği İltica ve Göç Ulusal Eylem Planı gibi bazı yasal düzenlemelerle BM Mülteciler Sözleşmesi’ne koyduğu çekincenin sakıncalarını bir ölçüde gidermeye çalışmışsa da, gerek uygulama, gerek BMMYK’nin gözlemleri, Avrupa dışından gelen kişilerin güvence altında olmadığını gösteriyor.
Örneğin, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (Human Rights Watch) 2008 yılında yayınladığı rapor, Türkiye’deki Iraklı sığınmacıların durumunu gözler önünde seriyor. Raporda, Edirne’de yüzlerce kişinin tek bir odada kaldığı insanlık dışı koşullar, sığınmacıların maruz kaldığı kötü muamele, Kuzey Irak’a toplu bir biçimde geri gönderilenler somut olaylarla anlatılıyor. Zaten Türk vatandaşlarının bile güvende olmadıklarını, insan hakkı ihlallerinin başını alıp yürüdüğü, özgürlüklerin sınırlandığı Türkiye’nin, sığınmacılar için güvenlikli bir ülke olduğu düşünülebilir mi? Bunu elbette AB yetkilileri de biliyor.
AB, AİHM’de yargılanabilir
AB-Türkiye anlaşmasının Türkiye’ye gönderilen sığınmacıların insan hakları açısından doğuracağı ihlalleri AB görmemezlikten gelse bile, AİHM’ye yapılacak başvurularda su yüzüne çıkacak. Bu durumda sığınmacıları Türkiye’ye gönderen AB ülkeleri de sorumlu olacak. Nasıl ki T.I. / İngiltere (2000) kararında, AİHM şöyle der: “Sığınmacıların ara bir ülkeye gönderilmesi, bu göndermeyi yapan devletin sınır dışı etme kararı sonucunda, başvurucunun Sözleşme’nin 3üncü maddesine (işkence, kötü muamele yasağı) aykırı bir işleme tabi tutulmasından doğan sorumluluğunu etkilemez.” Başka bir deyişle, Türkiye’ye geri gönderilen sığınmacıların insan hakları ihlallerinden, Türkiye kadar o kişiyi Türkiye’ye gönderen devlet de sorumlu olacaktır.
Savaş nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan insanların, mülteciler hukukunun ön gördüğü korumadan Türkiye’de yararlanmaları, her şeyden önce Türkiye’nin BM Mülteciler Sözleşmesi’ne koyduğu çekinceyi kaldırmasına bağlı. Sorun, Türkiye’nin kaç sığınmacı ya da kaç Avro alacağı, ya da AB’nin mülteci akınından nasıl kurtulacağı değil. Sorun bir insan hakları soru
Rıza Türmen-T24

 

Turkey and Iran

Fwd: ODD BEDFELLOWS: TURKEY AND IRAN (No subject)
RC
Roberto Carlos
|
To:
ONDER OZAR <onderozar@hotmail.com>;
CAN ALTAN <canaltan06@yahoo.com>;
AKIN ALPTUNA <akinalptuna@gmail.com>;
NACI AKINCI <akincinaci@yahoo.com>;
ALEV KILIC <alevkilic46@gmail.com>;
Ali Alp <ahalp@hotmail.com>;
ALTAN GUVEN <alguven@hotmail.com>;
BURHAN ANT <burhanant@yahoo.com>;
BILGIN UNAN <bilginunan@gmail.com>;
NAZIM DUMLU <nazimbahardumlu@gmail.com>;
BEYZA <beyza.untuna@gmail.com>;
betin <betinyigit@gmail.com>;
HUSEYIN AVNI <deryadefne@gmail.com>;
ayseyigitbas@yahoo.com;
NURGUN ERDUN <nurgunerdun@yahoo.com>;
DURAY POLAT <d_polat2000@yahoo.com>;
G. DALYANOGLU <gdalyanoglu@hotmail.com>;
SEVINC DALYANOGLU <sevincdalyanoglu@hotmail.com>;
MURAT ERSAVCI <nmersavci@gmail.com>;
DINC ERDUN <eerdun@yahoo.com>;
...
Thu 3/24/2016 11:48 PM



http://www.turkishpolicy.com/article/789/odd-bedfellows-turkey-and-iran

ODD BEDFELLOWS: TURKEY AND IRAN

14
New layers of geopolitical and economic landscapes will be predominantly defining the nature of the relationship between the Islamic Republic of Iran and Turkey. For over 35 years, the Turkey-Iran relationship has been characterized by mutual rivalry and competition. Iran mainly viewed Turkey to be on the side of the West, while Turkey was concerned about Iran’s hegemonic ambitions in the region. While one is a secular state and the other a theocracy, they were still capable of carving out areas of cooperation when it was necessary. Nevertheless, the entrenched character of the Turkey-Iran relationship is changing and is increasingly being defined by three main concentric circles, which will be explored in this article. The major questions to address are how to define the nature of the relationship between these two powerful nation-states in the Middle East, as well as, whether the current nuances and complexities will be stretching the limits of Turkish-Iranian cooperation.
The First Concentric Circle: The Kurdistan Region of Iraq
The first concentric circle of tension, which has received less attention, scholarly work, and has been subject to political polemics, is linked to Iran-Turkey rivalry in the Kurdistan Region of Iraq (KRI). It is crucial to consider in detail Tehran’s role in the KRI since it can have severe repercussions on Turkish-Iranian relationships, potentially leading to a confrontation or further instability in the region. In other words, Turkish-Iranian competition in the KRI may significantly increase the acrimony between these two countries.
The KRI already has formidable economic ties with the Islamic Republic. In addition, Iran has managed to strengthen its military and strategic relationships with the Kurdistan Regional Government (KRG). As KRI President Masoud Barzani has pointed out with regards to the battle against the Islamic State fighters: “Iran was the first country to provide us with weapons and ammunition.” Specifically, the Patriotic Union of Kurdistan (PUK), which is located mainly in the south and east of the KRI, enjoys Iran’s military, financial, and political support.[1]

Turkish-Iranian competition in the KRI may significantly increase the acrimony between these two countries.

Iranian leaders have attempted to increase their influence in Iraq through various alliances, while limiting the amount of clout Turkey has over regional dynamics. In addition, by increasing their influence in the KRG, Iranian leaders are attempting to increase their leverage against Ankara and force Turkey to reshape its policies opposing the Islamic Republic. As a result, Iranian support for the PUK can be viewed as a national security threat to Turkey.
Since Iran is less likely to shift the fundamentals of its foreign policy towards the PUK – even after the implementation of the nuclear deal and the lifting of the United Nations Security Council’s sanctions – this layer of tension will continue to strain Iranian-Turkish ties. Nevertheless, it is crucial to point out that the Ankara-Tehran rivalry in the KRI is not the sole parameter that defines Iran-Turkey relationships. This tension interacts with and sometimes contradicts the concentric circles described below, ultimately shaping the nexus between Tehran and Ankara.
The Second Concentric Circle: The Syrian Civil War
The second concentric force which adds complexity to the geopolitical rivalry and competition between Turkey and Iran is linked to the Syrian conflict and the fate of the Alawite-dominated government of its President Bashar al-Assad.
The common and shared strategic and geopolitical goals between the Islamic Republic and Syria have driven Turkey and Iran further away from each other in the last few years. Iran continues to view Assad’s government as a crucial platform geopolitically, strategically, and geographically to both create and support other Shiite proxies in the Middle East, such as Hezbollah. Iran also continues to utilize Syria as a conduit to deliver weapons and train its proxies.
From the viewpoint of the Iranian leaders, if the government of Assad is overthrown in Syria, the regional balance of power will tip against the Islamic Republic and in favor of Turkey as well as other Sunni majority countries such as Saudi Arabia, Kuwait, and Qatar. Since the majority of the Syrian population are Sunni (85 percent of the population in Syria is Muslim; 72 percent of that is Sunni), Iran fears that a Sunni-majority government will replace an ousted Assad.[2]
As a result, from the Iranian leaders’ perspective, the alternative to Assad and his government will more likely build better relationships with Turkey. In some cases, because of the significance of Syria strategically, geopolitically, and ideologically for the Islamic Republic,[3] Iranian leaders have at times called Syria, the Islamic Republic’s “35th province.”[4]

Iran continues to view Assad’s government as a crucial platform geopolitically, strategically, and geographically to both create and support other Shiite proxies in the Middle East…

Iran’s Revolutionary Guard Corps’ (IRGC) intervention in Syria – in the form of financial, military, intelligence, and advisory assistance – has strained relations between Ankara and Tehran. Ideologically speaking, they differ as Turkey is a secular state with a secular constitution, whereas Iran has a theocratic political government. Turkey has always been concerned about Iran’s attempts to export its Shiite and revolutionary ideals, to alter the regional order, and tip the regional balance of power in favor of the Revolutionary Guard. There is a history of competing strategic, ideological, and geopolitical interests and traditional rivalry (Persian versus Turk and Sunni versus Shiite) between Iran and Turkey.
With the current nuclear deal, the Islamic Republic is more hopeful that it can support the Syrian government by receiving further financial incentives from selling oil and gas, as well as gaining access to over 100 billion dollars worth of assets.
On the other hand, the Turkish government’s relationship with Syria has moved in the opposite direction. It has gone through several deteriorating phases.[5] First of all, through dialogue, diplomatic meetings, and negotiations, Recep Tayyip Erdoğan attempted, when he was Prime Minister, to persuade the Syrian government and Assad to implement socio-political and socio-economic reforms. In the second phase, as the conflict continued and as the flow of refugees increased, Erdoğan warned the Syrian government and its president that Damascus was unable to resolve the conflict. Turkey then cut off its diplomatic, political, and economic ties with the Syrian government.[6] From the Iranian leaders’ point of view, Turkey became the major hub for hosting Syrian groups which oppose Assad as well as the Iranian government. The Turkish government’s diplomatic, strategic, geopolitical, and economic relationships with the government of Syria will continue to be strained as long as Assad is in power.
On the surface, tensions and rhetorical disputes between Ankara and Tehran are escalating. Recently, President Erdoğan accused Iran of attempting to dominate the Middle East.[7] Iranian lawmakers also put pressure on Iranian President Hassan Rouhani to stand more forcefully against Turkey’s actions. Will this heightened rhetoric lead to a major dispute or a military stand-off between the Islamic Republic and Turkey?
The aforementioned second concentric circle of geopolitical and strategic tension will continue to increase suspicion and competition between Tehran and Ankara. Nevertheless, the issue that will continue to make Iran and Turkey two odd bedfellows is the third concentric circle of converged interests.
The Third Concentric Circle: The Economic Landscape and the Nuclear Deal
None of the aforementioned critical disagreements and geopolitical rivalries is going to lead to a major military confrontation or severe ties between Tehran and Ankara. The major reason for this is that Turkey is in desperate need of oil and gas, and Iran is in need of Turkey’s cash. This economic convergence of interests contradicts and interacts with the other layers, but more fundamentally neutralizes some of the excesses which could potentially lead to major confrontation between the Islamic Republic and Turkey.
Iran and the six world powers (known as P5+1: China, France, Russia, the United Kingdom, and the United States; plus Germany) reached a historic nuclear deal which was implemented in late January 2016. According to the terms of the nuclear agreement, the implementation means several things. First, Tehran will get major relief from sanctions imposed by the United Nations Security Council (UNSC) as well as unilateral Western sanctions. Secondly, Iran will receive roughly 90 billion dollars as European countries lift sanctions on major industries such as gold and metal. Third, the US will remove major Iranian entities and individuals from the sanctions list. Finally, Tehran will re-enter the international banking and financial system, and will be able to sell oil on the global market as the related sanctions will also be lifted.

Economically, the major regional beneficiary of the [Iran] nuclear deal is Turkey.

Economically, the major regional beneficiary of the nuclear deal is Turkey, which is a key customer for Iranian oil and gas as Iran is Turkey’s second largest supplier of gas. Turkey hopes that lifting the sanctions will bring Western and Turkish companies to invest in Iran’s gas infrastructure in order to speed up production. (One way that Turkey could decrease its energy dependence on Iran is if Qatar provides Ankara with the needed gas supplies). Turkey is trying to position itself as the major energy hub between European countries and Iran in terms of oil and gas exports. This will minimize the cost of the expensive gas contracts that Turkey is currently paying to Iran.
Prior to the Arab Spring, Turkey voted against imposing new sanctions on Iran via a UNSC resolution. Using different methods of payments, such as gold, will also help Iran circumvent economic sanctions.
Moreover, both countries have significant trade partnerships in other areas as well. Trade between Ankara and Tehran has risen to approximately 14 billion dollars in 2014. As Rıza Eser, chairman of the Turkey-Iran Business Council, pointed out, Ankara is attempting to increase trade with Tehran to up to 30 billion dollars within two years. Turkey, China, and United Arab Emirates are Iran’s top three trade partners.
Ankara is trying to perform a balancing act between Iranian hardliners and moderates, and often softens its rhetoric because it is cognizant of the fact that Iranian hardliners – such as the Revolutionary Guard Corps – do not want to completely give their monopoly over the energy sector to Western and Turkish companies, and view Turkey with suspicion.
Concluding Remarks
Because of the last concentric circle, Turkey and Iran will continue to reconcile their geopolitical differences by carefully analyzing and understanding each other’s priorities. The deep-rooted suspicion and competition between Turkey and Iran has grown in recent years. Several factors have played a crucial role in intensifying this rivalry, which are linked to the geopolitical strategies of these two countries. Nevertheless, the economic convergence of interests as well as the lifting of sanctions on Iran appears to have ushered in a new era of cooperation between Ankara and Tehran.
The recent heated rhetoric between Turkey and Iran will not flame up into a major dispute. Since the 1639 Treaty of Qasr-e Shirin, Iran and Turkey have maintained their relations, and they have managed to settle their profound geopolitical differences mainly due to the convergence of economic interests.
More fundamentally, the lifting of sanctions on Iran will bring Ankara and Tehran closer together due their shared economic interests. What defines the character of Iranian-Turkish relationships is the interactions, contradictions, and unintended consequences among the aforementioned three major concentric circles.

[1] Isabel Coles, “Iran supplied weapons to Iraqi Kurds; Baghdad bomb kills 12,” Reuters, 26 August 2014,
[2] Ref World, “Syria: Treatment of Sunni Muslims,” Canada: Immigration and Refugee Board of Canada,http://www.refworld.org/docid/3ae6ad8838.html
[3] Ashish Kumar Sen, “Proxy war between Iran, Saudi Arabia playing out in Syria, Sectarian tensions entangling Middle East a worry for U.S.,” Washington Times, 26 February 2014, http://www.washingtontimes.com/news/2014/feb/26/proxy-war-between-iran-saudi-arabia-playing-out-in/?page=all
[4] Eskandar Sadeghi Boroujerdi, “Head of Ammar Strategic Base: Syria is Iran’s 35th Province; if we lose Syria we cannot keep Tehran,” Al-Monitor, 14 February 2013, http://iranpulse.al-monitor.com/index.php/2013/02/1346/head-of-ammar-strategic-base-syria-is-irans-35th-province-if-we-lose-syria-we-cannot-keep-tehran/
[5] Glen Johnson, “Syria’s conflict raises Turkey tension,” Al Jazeera English, 15 April 2014,http://www.aljazeera.com/indepth/features/2014/04/syria-conflict-spikes-tensions-turkey-kassab-20144141473318973.html
[6] Zenonas Tziarras, “Turkey’s Syria Problem: A Talking Timeline of Events,” Turkish Policy Quarterly, Vol. 11, No. 3 (Fall 2012),http://www.turkishpolicy.com/dosyalar/files/vol_11-no_3%20tziarras.pdf
[7] Hümeyra Pamuk, “Turkey’s Erdogan says can’t tolerate Iran bid to dominate Middle East,” Reuters, 26 March 2015,http://www.reuters.com/article/us-yemen-security-turkey-idUSKBN0MM2N820150326