Thursday, February 25, 2016

Türk dış politikası

Türk dış politikasında düşünce temelleri - 25 Şubat 2016

Türk dış politikasında son dönem gelişmeleri incelendiğinde Türkiye'nin dış
politikada dünya sahnesinde daha belirleyici, daha aktif rol almaya
çalıştığı gözlemlenebilir. Fikri temellerinin, oluşum sürecini ve Cumhuriyet
dönemi Türk dış politikası tarihsel gelişimini kısaca gözden geçirmek ayrıca
Uluslararası arenayı, bir diğer ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti devleti
dışındaki gelişmeleri ana hatları ile irdelemek ve dış politika analizi
yapabilmek için de siyaset biliminden ve/veya Türkiye iç siyasi durumundan  faydalanmak gerekir.

Cumhuriyet kurulacağı zaman Türk dış politikasının ana amacı, doğal olarak yeni kurulan Türk devletinin egemenliğinin, bağımsızlığının dünyaya kabul ettirilmesiydi. Bununla birlikte diğer önemli husus, Türk tarihinde çok önemli bir kırılma noktası olarak görülen kapitülasyonların, bazı devletlere verilen ekonomik ayrıcalıkların, kaldırılması konusudur. Kapitülasyonların kaldırılması yeni kurulan Türk devletinin ekonomik bağımsızlığının en önemli adımıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk dış politikası; yeni kurulan "çağdaş" Türk devletinin çağdaş olma iddiasını dünyaya kabul ettirmek ile dünyayı ilgilendiren antlaşmalarda, uluslararası örgütlerde, ikili anlaşmalarda dünya meselelerini ilgilendiren gerek bölgesel gerek uluslararası ortamda faal rol alma, bu doğrultuda dünya politikasına dâhil olma amacı taşır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti devletinin dünyadan izole olmamasının, uluslararası sahnede kabul görmesinin ana kaynağı budur.

Cumhuriyet dönemi Türk dış politik düşüncesinin bir diğer temel başarısı ise
dış politikada akılcı ve gerçekçi bir politikaya dayanmasıdır. Cumhuriyetin
doğuşu ile Ortadoğu uzmanı Lenczowski Türk dış politikasını değerlendirirken
şunları söylemektedir: "Yeni Türkiye, 200 milyonluk dev Rusya ile sınırı
olan, 16 milyon nüfuslu orta derecede büyük bir devletti. Dolayısı ile
Türkiye'nin siyasal ve askeri yapısı ne kadar mükemmel olursa olsun gücünün belli sınırları vardı. Belki de Mustafa Kemal ve onu izleyenlerin en büyük yanı, bu sınırlamaların bilincinde olmaları ve ülkenin gücüne uygun gerçekçi ve ılımlı bir politika izlemeleriydi. Mustafa Kemal'in dış politikasında romantik ve serüvenci hiçbir yan yoktur"

Cumhuriyet dönemi dış politikasında üçüncü aşama ise ana hatları ile ikinci
dünya savaşı yılları ve iki kutuplu dünya/soğuk savaş dönemi olarak ele
alınabilir. İkinci dünya savaşı insanlık serüveninin en yıkıcı yılları
olmuştur. Bu yıkıcı savaşın son yılına kadar savaşın dışında kalmayı başaran
genç cumhuriyetimiz adına büyük bir başarıdır. Tıpkı Lenczowski'nin dediği
gibi Mustafa Kemal ve onu izleyenlerin en büyük başarıları ülkenin gücüne
uygun gerçekçi ve ılımlı bir politika izlemeleri olmuştur.

İkinci dünya savaşından sonra ise SSCB ve ABD'nin dünya sahnesinde
ağırlıklarının artık iyice hissedildiği ki sadece onların ağırlıklarının
olduğu "iki kutuplu dünya" dönemine girilecekti. Buradan çıkaracağımız
sonuç, 1991 Sovyetler Birliğinin yıkılmasına kadar olan süreçte dünya
politiğine ne Türkiye ne de dünya üzerindeki başka bir ülke pek fazla
müdahale şansı bulamamıştır. Türk Dış politikasında bu dönemin ana
hatlarında NATO ve Avrupa Birliği serüveni başlıyor. Daha önce bahsettiğim gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihi boyunca dünyadan izole bir dış politika izlememiş dünyayı analiz etmiş ve ona göre dış politika
belirlemiştir. Türkiye'nin NATO'ya katılma isteğinin temeli Rus baskısını
üzerinde hissetmesidir. Sovyetler Birliği'nin yıkılması ile iki kutuplu
dünyanın sona ermesi Türk dış politikasında ve uluslararası ortamda bazı
değişimler meydana getirmiştir bu değişim henüz resmi anlamda Sovyetlerin yıkılmadığı ve iki kutuplu dünyanın çok kutuplu hale geçmeden önce aslında1982 yılından sonra dünyada ve Türkiye'de başlayacaktır. Türk ekonomisinin liberalleşme süreci ile gelişmeye yavaş yavaş başlayan Türk ekonomisi siyasi krizleri 2002 yılından sonraki dönemde aşacak ve etkisi gerçek anlamda hissedilmeye başlayan ekonomik istikrar, siyasi istikrar Türkiye'nin dünya siyasetine ve politikalarında daha etkin olma çabalarını tetikleyen unsur olacaktır.

2000'li yıllar ile uluslararası ortam çok kutuplu diyebileceğimiz bir çok
aktörün ve bu aktörlerin etkili olmaya çalışması ile değişim rüzgarının en
sert hissedildiği döneme girdi. Ulus devletlerin çok kutuplu dünyada
ağırlıklarını arttırması ve diğer aktörler olarak kabul ettiğimiz; çok
uluslu şirketlerden, uluslararası örgütlere, terör örgütlerinden, halen
etkisini hissettiğimiz birey(lider)'e kadar birçok yeni aktör uluslararası
ortamdaki boşluktan faydalanarak gün yüzüne çıkma süreci savaşı veriyor.
Ayrıca 2010 yılında başlayan "Arap Baharı" denilen süreç ile Müslüman/Arap
dünyasında başlayan, devlet liderleri ve rejimlerinin meşruluğunun
sorgulandığı dönemde halk ayaklanmalarının yaşanması, Türkiye'yi gerek
jeopolitik konumundan, gerek meşruluğu sorgulanan rejimlerin halkları ile
yüzyıllar boyu beraber yaşamış olmasından, dini ve kültürel benzerlikleri
bulunmasından, Türkiye'nin mevcut dünya durumuna müdahale etme dürtüsünü canlandırmıştır.

Son dönem Türk dış politikasında uygulanan vize muafiyetleri politikası Türk milletinin dünyada özgürce seyahat edebilme aynı şekilde Türkiye'ye daha çok turist gelmesi, Türk yatırımlarının yurt dışında arttırılması adına yeni girişimler ve imkânlar sağlama, yabancı yatırımların teşviki ve Türkiye'nin tanınması gibi birçok açıdan önemli olmuştur.

Türk dış politikasında "komşular ile sıfır problem" politikası 2010 yılı
Arap Baharı denilen süreç itibari ile bu politikanın sekteye uğradığı söz
edilebilir ancak Türkiye bu politikasını devletler ve rejimlerden ziyade
komşu ülke halkları ile gerçekleştirebilir. Komşularla sıfır problem
politikası, içinde bulunduğumuz coğrafyada şu anki süreçte mümkün gözükmüyor, ancak şunu unutmamız gerekir; bu politikanın gerçekleşmesi sadeceTürkiye'nin tutumuna bağlı gelişemeyecektir.

Uluslararası ilişkilerin giderek kaotikleştiği, uluslararası örgütlerin
sorgulanmaya başlandığı, küresel terörün yükseldiği dünyamızda, devletlerin dış politikalarında ani değişimler ve yeni bir paylaşım düşüncesinin başladığını söyleyebiliriz.

Güncel Türk dış politikasının dayandığı tarihi ve kültürel bağlarla
ilişkilerin tekrar yapılandırılması sürecinde Ortadoğu'yu ele aldığımızda
bugünkü resim Osmanlının hâkimiyetinden sonra oluşan yeni Ortadoğu
haritasında, son yüzyılda belli dönemler haricinde, uzun vadede istikrar
sağlanamamıştır, doğal devlet sınırları henüz şekillenmemiştir. Bu doğal
sınırların çizilememesi geçtiğimiz yüzyılı şekillendiren
ulusçuluk/milliyetçilik akımının, Ortadoğu'nun demografik yapısını ve
muhafazakâr düşünce yapısını etkilemiş ancak pratikte ulusçuluk gerçek
anlamda fayda sağlayamamış millet olma bilinci oluşamamıştır. Bunlardan
farklı olarak coğrafyanın sahip olduğu enerji kaynakları, dünyanın geri
kalanının iştahını kabartmış ve bu dış müdahaleleri beraberinde getirerek
Ortadoğu'nun bugünkü durumunu doğurmuştur.

Güncel Türk dış politikasının şekillenmesinde Ortadoğu siyasetine müdahale hakkından söz edebiliriz ancak bu müdahalelerin kısa vadede sancılı dönemler doğuracağı muhakkak. Türkiye'nin aktif dış politika anlayışı başarıya ulaşırsa, dünya üzerindeki durumu yeni bir boyut kazanacaktır. Ancak bu süreçte başarıya ulaşma durumunu izlenen yöntemler belirleyecektir.

Tarih boyunca dış politikanın başarısı iç politika başarısından bağımsız
olmamıştır kendi sınırları içerisinde tamamen egemenlik sağlayamayan
devletler, dünyanın politik durumuna müdahale edemez ayrıca bir ülkenin
sistemi değiştirebilmesi veya sisteme müdahale edebilme kapasitesinin
olabilmesi için ekonomik durumunun ve ekonomik yapısının tam anlamıyla
istikrarlı bir duruma gelmiş olması gerekir. Üçüncü olarak, millet olma
bilincinin bir diğer ifade ile ortak değer yargılarının ortak hareket
edebilme yeteneğinin oturmuş olması gerekir.

Sonuç olarak; Cumhuriyet dönemi dış politikası değerlendirildiğinde
Türkiye'nin 2000'li yıllar ile siyasi istikrara kavuşması ve uluslararası
ortamın uygun zeminde bulunması Türk tarihindeki, insanlık serüveninde kilit rol oynayan millet olma dürtüsünün yeniden canlanmasına neden olmuştur.
Fakat dünya gücü olan devletleri incelediğimizde, bunun gerçekleşebilmesi en başta çok sağlam siyasi, idari, askeri, ekonomik, güvenlik alt yapılarına
sahip olmaları durumu ile mümkün olduğu görülür.

Siyasi devrimlerin yaşandığı, küresel terörün yükseldiği, uluslararası
arenada aktörlerin çokluğu ve özellikle önemli bir enerji bölgesi olan
Ortadoğu'da tekrar bir paylaşım savaşı başlar mı düşüncesi, devletlerin
Ortadoğu'ya karşı tutumlarını değiştiriyor; bu durum jeopolitik konum
itibari ile Türkiye'yi ilgilendiriyor. Dünyanın ekopolitik durumuna bağlı
olarak Türkiye'nin Ortadoğu'ya kayıtsız kalmasını engelliyor.

Mehmet Ali YURTTAŞER, Atatürk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

[

Milli Mücadelede denizcilerin önemli rolü - Cem Gürdeniz

Kurtuluş Savaşı’yla ilgili bu gerçek askeri okullarda bile anlatılmıyor

        

E. Amiral Cem Gürdeniz

20.02.2016 1
Değil sivil okullarımız, askeri okullarımızda bile Kurtuluş Savaşı anlatılırken silah ve cephane ile akaryakıtın Sovyetlerden tedarik edildiği bizlere öğretilmedi. Zira Marshall Yardım Planı ve Truman Doktrini gereğince Türkiye Cumhuriyeti Ruslara düşman olmalıydı. Onlar komünist idi. Nasıl olurdu komünistlerin yardımıyla Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş olabilirdi? Halbuki gerçek tam da buydu. Sovyet devrimi ile Türk Kurtuluş savaşı, tarihin o safhasında emperyalizmin boğmak istediği iki kader arkadaşı idi. Atatürk ve Lenin ya birlikte yok olacak ya da birlikte savaşacaklardı. Birlikte savaştılar.

TÜRK-SOVYET YARDIM ANTLAŞMASI
24 Ağustos 1920 günü Bekir Sami Bey Başkanlığında Moskova’ya giden ilk TBMM Heyeti ile Sovyetler arasında imzalanan yardım antlaşması gereğince askeri yardımın deniz yolu ile yapılmasına karar verildi. Bölgede bulunan, 5 ton üzeri büyüklükte 28 geminin toplam taşıma kapasitelerinin takriben 7800 ton olmasına karşılık, Sovyetler Birliğinin Batum, Tuapse ve Novorosysky limanları üzerinden, Ağustos 1922’ye kadar 200 irili ufaklı deniz vasıtası ile İnebolu, Trabzon ve Samsun limanlarına 46 ayda toplam 300,000 ton harp malzemesi taşındı ve Kurtuluş Savaşı destanı yazılabildi.Alemdar ve Gazal römorkörleri ile Şahin Vapuru, Rusumat-4 Gümrük Motoru vediğer tekneler Anadolu’nun Karadeniz’deki can damarını oluşturdular. Özellikle I. İnönü savaşında elde edilen askeri başarıdan sonra artarak devam eden Rus lojistik desteği, Kurtuluş Savaşının kaderini belirleyen ana eksen oldu.
KİMDİ BU MALZEMEYİ TAŞIYANLAR
Kurtuluş Savaşının denizler üzerindeki bu lojistik cephesinde İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan bir avuç deniz subayı ve o dönemde silah altına çağrılan Karadenizli takacılar görev aldı. 1919-1922 arasında Bahriye Mektebi mezunu 159 güverte, 68 makine ve bir inşaiye subayı ile beş denizci doktor Anadolu’ya kaçtı ve işgalcilerle işbirliği içindeki Osmanlı Donanmasını terk ederek namus cephesine katıldılar. Toplam 233 denizci Kurtuluş savaşının kaderini değiştirdi. O dönem muvazzaf olan kabaca 1500 subay içinde, sadece 233 kişi. Diğerlerinin çoğu Haliç’teki kıçtankara gemilerini ve İstanbul’daki sıcak yuvalarını terk etmedi.
KARADENİZ MUCİZESİ
Türk denizcisinin sayesinde Atatürk, “gözüm Sakarya’da, kulağım İnebolu’da” diyebilmişti. Kurtuluş Savaşı’nda ikmal teşkilatının başında bulunan Korgeneral Muzaffer Ergüder’in, 1925 yılında bu başarı için sarf ettiği “Kurtuluş Savaşı’nda bir avuç deniz subayımız olmasaydı, ne İnönü’ler, ne Sakarya ve ne de Dumlupınar ve de dolayısıyla Kurtuluş Savaşı olmazdı” sözlerine ne eklenebilir ki? Cem Karaca ‘’Kavga’’ isimli şarkısında işte bu denizcileri anlatır. (Üç kardeş emaneti aldılar bir dereden/İlyas, Temel, Süreyya kürekler siya siya/Emanet makinalı, tüfekler hoçkis marka..)
UÇAK GEMİSİ: BÜYÜK TAARRUZUN MEÇHULDENİZCİLERİ
Tarihçi yazar Mehmet Perinçek, geçen haftalarda Kırmızıkedi yayınevinden çıkardığı yeni kitabı ‘’Uçak Gemisi Büyük Taarruzun Meçhul Denizcileri’’ ile işte bu kahramanları anlatıyor. (Kitabın tanıtım filmi, youtube’da ‘’Uçak gemisi tanıtım filmi’’ yazıldığında kolayca çıkıyor.) Akışı ve kurgusu film tadında olması için senaryo ve çizgi roman formatında Kurtuluş Savaşı Donanmasının kahramanlarını anlatan bu kitabın,birsinema filmi olarak karşımıza çıkması en büyük dileğimdir. Halkımız o zaman gerçek ‘’Survivor’’ların kim olduğunu görecektir! Büyüktaarruzun kaderinde etkili olan, Almanya’dan alınıp Rus limanı Novorosysky üzerinden Şahin Vapuru ile Trabzon’a taşınan uçakların macerasına dayanan senaryoda, denizcilerin değişik gemilerde ve karada yaşadığı tarihe geçmiş pek çok kahramanlık öyküsü de okuyucuya keyifle aktarılıyor. Okurken zaman zaman heyecan ve endişe duyuyor, bazen acı çekiyor ama sonunda kitabınkapağını gururla kapıyorsunuz. Bugüne kadar egemenlerin öksüz bıraktığı isimsiz kahramanları 100 yıl sonra hatırlayan Mehmet Perinçek, Yıldırım Örer ve Alper Pala’ya takdirlerimi sunuyorum. Mehmet Perinçek, bu eser haricinde Atatürk dönemindeki Atatürk ve Lenin’in kurduğu Türk-Rus dostluğunun güçlü temellerini de Rus arşivlerine girerek ortaya çıkarmış bir bilim adamıdır. Bu belgeler sayesinde bugüne kadar bilinmeyen pek çok gerçek satha çıkmıştır. Örneğin bu dönemde Ankara Hükümeti ile Ruslar arasında Sivastopol-İnebolu ekseninde gerek diplomatik heyetleri gerekse kuryeleri taşımak üzere, AG-23, AG-24 ve AG-25 isimli denizaltıların görev yaptığı onun kitapları sayesinde öğrenilmiştir. Uçak Gemisi isimli bu yeni kitap, günümüzün karmaşasında Türk-Rus düşmanlığını körüklemeye çalışan hem içimizdeki hem Rusya’daki maceracılara iyi bir ikazdır.
E.Amiral Cem Gürdeniz
Odatv.com

Wednesday, February 24, 2016

Kıbrıs müzakerelerinde derogasyonlar


KIBRIS'TA DEROGASYONLAR

Hüseyin Macit YUSUF

24 Şubat 2016 Çarşamba 00:00

2004 Annan Planı referandum öncesindeki tartışmalarda Kurucu Cumhurbaşkanımız rahmetli Rauf Denktaş ve millî güçlerin savunduğu en önemli konulardan biri, kalıcı derogasyonlar ve anlaşmanın AB'nin birincil hukuku olmasıydı. Rahmetli Denktaş ve millî menfaatlerimizi sonuna kadar savunmaya yeminli mukavemetçi Kıbrıs Türkü olarak "serbest yerleşme ve mülk edinme"konularında kalıcı derogasyonlar olmasında sonuna kadar ısrarlı bir tutum içinde idik. Buna göre, BM ve taraflarca kabul edilen temel çözüm parametreleri olan "iki kesimli ve iki toplumlu federal yapı" ilkelerini korumak temel hedefti. Buna göre de AB normları içinde yer alan serbest yerleşme ve mülk edinme özgürlükleri konusunda kalıcı kısıtlamalar uygulanması gerekmekte; dileyen her Rum ve Yunan'ın "AB vatandaşıdır" diye gelip Kuzey Kıbrıs'ta oturamayacağı dilediği kadar toprağı da satın alamayacağı bir düzen öngörülmekteydi.

AB'nin Birincil Hukuku

Kalıcı derogasyonlara ilaveten rahmetli Cumhurbaşkanı Denktaş'ın ısrarlı olduğu bir diğer husus ise (derogasyonları da içeren) varılacak anlaşmanın, bir protokolle AB'nin Birincil Hukuku olmasıydı. Bunun olması halinde ileride herhangi bir Rum, AİHM'e veya ABAD'a baş vurarak anlaşmanın herhangi bir maddesinin "AB normlarına aykırı olduğu" iddiasıyla iptalini talep edemeyecekti.

O günlerde olduğu gibi hali hazırda sürdürülmekte olan müzakere sürecinde kalıcı derogasyon konusu gündeme getirilmektedir. Rum tarafı, kurulması öngörülen iki kesimli-iki toplumlu federal yapıyı sulandırmak için derogasyonların AB'nin kutsal değerlerine, yasalarına, normlarına ve müktesebata uygun olmadığını öne sürmektedir. Birçok AB üst düzey yetkili de yaptıkları açıklamalarda Rum tezini desteklemekte AB değerlerinden ve müktesebatından sapmaların olmasının, herhangi bir istisnai durum yaratılmasının mümkün olamayacağını açıklamaktadırlar.

İngiltere'ye istisna...

Faşist EOKA'cı Rum lider Anastasiadis yaptığı çeşitli açıklamalarda derogasyonlara kesinlikle karşı olduklarını, varılacak bir anlaşmanın ise AB'nin Birincil Hukuku olmasının mümkün olamayacağını belirtmiştir. Enosisçi Anastasiadis, iki taraf arasında varılacak olası bir anlaşma sonucunda ortaya çıkacak çözümün ileride AB mahkemeleri yoluyla değiştirilmesine açık kapı bırakmak istemektedir. Bu konuda uluslararası kamuoyunu da aldatmaya, AB'nin hiçbir zaman ve hiçbir şartta kalıcı derogasyonlara, istisnai düzenlemelere gitmediği yalanını da söylemekten kaçınmamaktadır. Anastasiadis'in iddialarının aksine, derogasyonlar ve olası bir anlaşmanın AB'nin Birincil Hukukuolması konusu, AB içinde sadece Kıbrıs Türklerine tanınan bir ayrıcalık olmayacaktır. Çek Cumhuriyeti, Malta, İngiltere, Slovakya ve İrlanda Cumhuriyeti de bazı konularda derogasyon talep etmişler ve bu talepleri AB tarafından kabul edilmiştir.

Dahası geçtiğimiz hafta İngiltere'ye sağlanan yeni istisnalar ve imtiyazlar, AB'nin mevcut yasalarından, değerlerinden ve kutsal bir konumda tutulan, virgülüne dahi dokunulması neredeyse günah sayılacak müktesebatından imtina edebileceğini, yeni düzenlemelere gidilebilineceğini göstermiştir. İngiltere, 23 Haziran'da referanduma giderek AB üyeliğinin devamına halkın karar vermesini isteyecektir. İngiltere'nin Birlik'ten ayrılması AB'nin tartışılmakta olan bütünlüğünü ve geleceğini tehlikeye atacağından bu tür düzenlemeye gidilmiş, bacayı saran yangın İngilizlere verilen imtiyaz ve istisnalarla şimdilik söndürülmüştür.

Diğer birçok örnek bir yana, İngiltere'ye sağlanan imtiyazlar, müktesebatta yapılan değişiklikler"kalıcı derogasyonlar ve istisnalar uygulanamaz" tezini yerle bir etmiştir. Bu konuda KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ve tam üyelik müzakereleri yapmakta olan Türkiye'nin eli güçlenmiştir. Bundan böyle kimse bize "istisnai durum yaratılamaz" martavalını yutturmaya yeltenmemelidir.

 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ sitesinden 24.02.2016 tarihinde yazdırılmıştır.

 

 

Monday, February 22, 2016

Turkey's shooting down of the Russian aircraft (Oriental review)

Turkey's shooting down of the Russian aircraft -November 25, 2015

Why’s The US Hanging Turkey Out To Dry?

By Andrew KORYBKO (USA)

Turkey’s shooting down of the Russian anti-ISIL aircraft was an unprecedentedly direct aggression against Moscow that trumps even the tense and hostile militarism of the Old Cold War era. The world stands on edge in the immediate aftermath of this attack, with tabloid-esque commentators warning that the beginning of World War III awaits. President Putin, for his part, has been much more measured in responding to the incident, but still couldnt contain his shock at having received this “stab in the back delivered by accomplices of the terrorists.”
The question now comes down to how Russia will respond to what happened, but perhaps even more important for observers to ponder is why the US is unofficially distancing itself from its ally’s aggression. Despite both NATO and Obama giving full backing to Turkey’s fateful decision, Reuters has quoted an anonymous American military official that purposely leaked that the Russian plane was downed while over Syrian airspace, basing the assessment on heat signature detection. This raises questions about why the US is playing both sides of the fence – on one hand, publicly supporting Turkey, while on the other, strategically releasing information that conflicts with Turkey’s official depiction of events.

The Setup:
This dichotomy is suggestive of a Machiavellian plan whereby the US manipulates both Turkey and Russia into behaving according to what it has already forecast as their most likely responses, knowing full well that these could be guided into supporting grander American strategic interests. For starters, the US likely intimated to Erdogan that not only does he have the ‘legal’ right to shoot down any Russian aircraft he chooses, but that the US would actually prefer for him to take this course of action sooner than later. This is reminiscently similar to how the US put Sakkashvili up to bombing Tskhinval and invading South Ossetia – it may not have directly issued an official, on-paper order for this to occur, but it left no ambiguity as to how it wanted its proxy to act in each situation.

According To Plan:
For the most part, this explains the public pronouncements of NATO and the US’ support for Turkey’s actions, and it also goes a long way in soothing Erdogan’s nerves and reassuring him that he did the right thing. The predicted aftereffect of the plane’s downing was an immediate deterioration of Russian-Turkish relations, with the full consequences potentially affecting the diplomatic, military, economic, and energy spheres. Foreign Minister Sergei Lavrov cancelled his upcoming trip to Turkey and advised Russian tourists to refrain from visiting the country due to the terrorism level being similar to Egypt’s. Prime Minister Dmitry Medvedev has spoken about the possibility of barring Turkish companies from the Russian market and cancelling planned nuclear and gas projects with the country.
F9AAC948-318F-425A-BED6-444F7C2149E2_cx0_cy8_cw0_mw1024_s_n_r1All of these prospective actions are fully justifiable and grounded in the self-respect that Russia feels in not aiding what has proven itself to be a militantly hostile state no matter the economic stakes involved, but at the same time, one can’t help but wonder whether this is exactly what the US wanted. There’s no doubt that Russia would react this way, as even a cursory glance of its potential ‘response toolkit’ indicates that these are the most likely to be taken amidst any deterioration of relations. Therefore, it can’t be discounted that the US put Erdogan up to shooting down the Russian jet precisely to provoke the predictable Russian response in threatening to cancel its forthcoming energy projects with Turkey, the core of the strategic partnership between the two. If this is the case, and it certainly seems likely, then it shows exactly how far the US is willing to go to make sure that Russian energy (and subsequently, all of the soft power and multipolar advantages that come with it) doesn’t enter the Balkans through the Turkish Stream megaproject, likely because it understands the transformative impact that this would eventually have on the entire region.

The Curveball:
Thus far, everything seems reasonable and well within the realm of predictability, but the curveball comes with the Reuters revelation that an unnamed American military source is essentially saying that the Russian position is justified. Unexpectedly, it now seems as though the US is also playing to Russia’s side to an extent, and this raises questions about what it really wants. After all, it’s been proven beyond any doubt that American-supplied TOW anti-tank missiles were used to down the Russian rescue helicopter that attempted to retrieve the two pilots. With this indisputable evidence of indirect American aggression against Russia, it certainly is a curious fact that the US establishment would purposely leak a statement saying that the Turkey downed the Russian plane in Syrian airspace, and basically take Russia’s side on this behind the scenes.

Playing The Kurdish Card:
Explaining this diplomatic twist requires knowledge about the popular response that Russian citizens and global supporters worldwide are requesting to Turkey’s aggression. They quite reasonably propose that Russia intensify its arms shipments to anti-ISIL Kurdish fighters, with the wink-and-a-nod approval that some of them would be siphoned off to the PKK and be used against the Turkish military. This is an effective and pragmatic plan, and in reality, it actually doesn’t even require a policy shift from Moscow because support is already being rendered to some Kurdish groups as part of their joint cooperation in the anti-ISIL struggle. The Kurdish Insurgency hasn’t gone away since Erdogan unwittingly unearthed it this summer as an electioneering tool, and the fact that it’s still going strong even after the elections has scared him so much that he might have been the one who ordered the recent assassination attempt against pro-Kurdish HDP co-chairman Selahattin Demirtas. Thus, if Russia chooses to inflict an asymmetrical response to Turkey by beefing up its indirect support for the PKK and other Turkish-based anti-government Kurds or disrupting Blue Stream gas supplies in order to provoke an intensified rebellion, then it could certainly inflict a heavy amount of strategic damage to Erdogan and increase the likelihood either of a military coup in Turkey (explained more in detail as part of a different article accessible here) and/or the creation of an independent Kurdistan.
That being said, the US has traditionally been the out-of-regional power that has the greatest interest in Kurdistan, seeing the possible state as a ‘geopolitical Israel’ from which it can simultaneously exert influence on the rump portions of Turkey, Iran, Iraq, and Syria. The strategic trajectory of a theorized Kurdish state has been complicated by the anti-ISIL campaign, however, since many Kurds have shown themselves to be pragmatic in cooperating with Russia and Iran against this shared threat. The positive multipolar cooperation that each of these countries has engaged in with the Kurds challenges the US’ planned hegemony over them and their territory, and it thus means that any forthcoming independent Kurdish political entity could theoretically go either towards the multipolar or the unipolar camps. At this point in time, and given all of the dynamic military and diplomatic developments of the past couple of months, the loyalty of a future Kurdish state (no matter if its boundaries are confined only to present-day Turkey and/or Iraq) is totally up for grabs, and it’s impossible to accurately forecast which way it will go.
Kurdish women' 'Peshmerga' batallions cause horror among ISIS gangs in Syria.
Kurdish women’ ‘Peshmerga’ batallions cause horror among ISIS gangs in Syria.
The strategic ambiguity that this entails means a few things to the US and Russia. For the US, it indicates that the time is now for it to bunker down and support Kurdistan’s independence before it loses the strategic initiative to Russia, which might be moving in this direction (whether formally or informally) out of grand geopolitical spite for Turkey. Moscow, as was just mentioned, seems inclined to hit Ankara where it hurts most, and that’s through supporting the Kurdish Insurgency in one way or another. However, it’s not yet known how far this would go, and whether Russia would pursue this strategy as a form of short-term vengeance or if it would resolutely go as far in recognizing Kurdish Independence if it could ever be de-facto actualized. Of course, Russia wouldn’t do anything that could endanger the territorial integrity of its Syrian, Iraqi, and Iranian allies, but if the Turkish-based Kurds contained their ambitions solely within the borders of Russia’s historical rival, then it might be able to rectify itself with this reality, especially if they even refrain from legal independence and instead seek a sort of broadly de-facto independent federative or autonomous status within a unified Turkey (which could only realistically be brought about by an intensified insurgency and/or a coup in Ankara).

Joining Hands For Kurdistan:
Having explained all of this, it’s now clear that a remarkable convergence of strategic interests has developed between the US and Russia focusing on Turkish-administered Kurdistan. Understanding the changing calculations that Russia may now be having towards this topic as a response to Turkey’s aggression against it, one can’t necessarily preclude the possibility that the Reuters leak was actually a strategic overture to Russia. Washington might be sending a signal that it wants to speak to Moscow about ways to cooperate in this regard, knowing that each of them possibly have an interest now in seeing the proto-state rise to the fore of the global arena. A shared understanding has likely developed by now that a New Cold War competition for Kurdistan’s loyalty could be fought after the entity is legally formalized (whether as an independent state or a de-facto independent sub-state entity modeled off of the Kurdish Regional Government in Iraq), and that the two Great Powers need to put aside some of their differences in joining hands to see this happen first.
Such a strong signal could have been discretely and secretly communicated to Russia via secure diplomatic and intelligence channels, but the reason it was so publicly broadcast via Reuters, the global newswire service, is because the US also wants to send a signal to Turkey as well. Despite taking its side on the matter before the global eye, the US is also “stabbing its ally in the back”, to channel President Putin, by purposely leaking the information that the Russian jet was shot down over Syrian airspace. It’s not news that the US has been unhappy with Erdogan for not behaving more submissively in the past and refusing to blindly go along with the previous plans to invade Syria (rendered useless after Russia’s anti-terrorist military intervention there), so it might be trying to convey the message it’s had enough of his games and is now playing their own in return. Of course, the US has always been manipulating Turkey ever since it joined NATO and allowed the Americans to operate out of Incirlik airbase, but this time, the treachery is being taken to a higher level by implicitly throwing out suggestions to Russia, Turkey’s new foe (and only because the US manipulated Turkey into taking aggressive action against it), that it might want to team up in undermining Ankara’s control over its volatile southeast.

Concluding Thoughts:
It can safely be assumed that the US influenced Turkey into shooting down the Russian jet over Syrian airspace, predicting quite accurately that this would immediately lead to the deterioration of ties between the two states. An elementary forecast of the specific counter-measures that Russia may take stipulates that these will likely relate to the diplomatic, economic, and energy sectors, which is just what the US wants. Because of Turkey’s aggression against Russia, the strategic partnership between the two is now broken (although not necessarily irreversibly), and Ankara has become the fourth and perhaps most geopolitically significant member of the anti-Russian Intermarum coalition. Furthermore, Turkish Stream looks to be indefinitely put on hold, thus delaying Russia’s game-changing pivot to the Balkans. While the ‘unintended’ consequence of the crisis has been Russia’s foreseeable and absolutely legitimate decision to deploy the S-400 SAM system to Syria, this in a way also plays to the manipulated Turkish-Russian rivalry that the US wanted to produce in order to solidify the completion of the Intermarum project and simultaneously counter Russia’s growing influence in the Mideast.
The reaction that no one could have predicted, however, is the US purposely leaking comments to Reuters that support the Russian version of events, namely, that the anti-terrorist jet was shot down while flying over Syrian airspace. This completely conflicts with what the US and NATO have said in public, but it shows that the US has had enough time to game out the plane-shooting scenario well in advance, and that it’s playing a sinister divide-and-conquer game against Turkey and Russia. Put in the position where its decision makers are scrambling for responses to the unprecedented aggression against them, Russia can now more easily be led into supporting the Kurdish struggle for sovereignty (whether formally independent or de-facto so) in Turkey, which coincides with one of the US’ premier geopolitical projects.
From an American perspective, a divided Turkey is doubly useful for its grand strategic designs, as the large pro-NATO Turkish military would remain mostly intact, while the US could gain a major base for force projection (both hard and soft) right in between some of the most important states in the region. It can’t, however, go fully forward with this project unless it has the support of the diplomatic leader of the multipolar world, Russia, otherwise Kurdistan will be just as illegitimate as Kosovo is and might not even come to geopolitical fruition if Moscow and Tehran work to stop it.
Seen from the Russian standpoint, the US’ intimations actually seen quite attractive. An increase of Russian support to anti-ISIL Kurdish fighters would be a plausibly deniable but strategically obvious way to funnel weapons and equipment to anti-Turkish PKK insurgents. Weakening Turkey from within would be a strong asymmetrical response to a country that has lately been a major thorn in Moscows side, and it might create the conditions either for a military coup against Erdogan, a divide between him and Davutoglu (which could be used to Russias diplomatic advantage so long as the constitution remains unchanged and Davutoglu legally remains more powerful than Erdogan), or a weakening of Erdogan and a tempering of his anti-Russian and anti-Syrian positions.
Importantly, the emergence of an independent or semi-independent Kurdish entity in Turkey could create a tempting piece of geopolitical real estate in the New Cold War, but of course, it would then be contested between the multipolar and unipolar worlds. Still, however, it would represent a positive multipolar development in the Mideast, since under the present state of affairs, the entirety of Turkish territory is under unipolar control. If a large chunk of it suddenly became the object of competition between both blocs, then it would definitely signify a strategic advancement at the expense of unipolarity. Of equal importance, this would also significantly impact on the Turkish state and whatever government is in power by that time, and it could possibly make it more amenable to returning to the previously pragmatic relationship with Russia and perhaps even resurrecting Turkish Stream.
Therefore, Russia surprisingly has nothing to do lose and everything to gain by covertly supporting the Kurdish cause in Turkey, no matter if it’s full-out independence or relatively more restrained autonomy, and even if this is objective is shared by the US and done in semi-coordination with it. Turkey would immediately be put on the defensive (although it could try desperately responding by supporting Tatar terrorists in Crimea), the multipolar world have a chance at competing for the loyalty of an ultra-strategically positioned entity, and the consequences that this has for the Turkish government (whether it remains the same or is changed via a [military] coup) could recreate the political conditions for Turkish Stream’s feasibility.
Andrew Korybko is the American political commentator currently working for the Sputnik agency, exclusively for ORIENTAL REVIEW.

Wednesday, February 17, 2016

Ahmet Takan'la röportaj 16 Şubat 2016

Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilcisi Ahmet Takan, Aksiyon Dergisi'ne konuştu. Takan önemli tespitlerde bulundu.
16 Şubat 2016 Salı
Ahmet Takan: Gül , Erdoğan'dan korkar
Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilcisi Ahmet Takan, çözüm sürecinin henüz fragmanlarını izlediğimizi düşünüyor. Erdoğan-Davutoğlu ilişkisine, siyasetteki aktörlere ve gündemdeki konulara dair ilginç bilgiler veriyor.
Bilenler bilir, Yeniçağ Gazetesi Ankara Temsilcisi Ahmet Takan, diğer gazetelerin Ankara temsilcilerinden biraz farklı bir isim. Ankara kulislerinin nabzını iyi tutuyor. PKK, KCK, MİT, çözüm süreci konuları hakkında yazdıklarıyla Ankara’nın ‘öngörülü’ gazetecilerinin başında geliyor. Çoğu konuda olacakları önceden söyleyen Ahmet Takan için “Ankara’nın Fuat Avni’si” diyenler bile var.
Ahmet Takan, 30 yıllık gazeteci. Yazılı ve görsel birçok medya kuruluşunda görev yapmış. Türkiye’nin ilk haber kanalı NTV’nin kurucularından. Aynı zamanda başbakanlığı döneminde Abdullah Gül’ün başdanışmanı olarak çalışmış. Gül’ün “Başdanışmanlığımı sen yaparsan sevinirim.” ricasıyla aktif gazeteciliğe bir süre ara vermiş.
Abdullah Gül’e başbakanlığı döneminde basın danışmanlığı yapan Takan, bir yıl sonra kendi isteğiyle istifa etmiş. Geçtiğimiz günlerde “Saray’dan 1 Kasım tezgâhları” başlıklı yazısı nedeniyle Erdoğan’a hakaretten ifade veren Takan’la Abdullah Gül’ü, çözüm sürecini, Erdoğan-Davutoğlu ilişkisini ve gündemi konuştuk.
ABDULLAH BEY'DE BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI YAŞADIM
-Abdullah Gül’le ipler nerede koptu?
Erdoğan’ı o kadar iyi tanımam; ama Abdullah Gül’ü farklı tanıdım. Refah Partisi dönemindeki siyasi geçmişini bilirim. Gazeteci-siyasetçi ilişkisinden farklı bir ilişkimiz vardı. Bir abiydi benim için. 2002’de görev yaptığım sürede köprünün altından akan suları görene kadar farklı bir yere oturtmuştum. Abidir, dosttur; ama siyasetin Türkiye’de kimleri nasıl formatladığının çok acı varyasyonlarını gördük. Abdullah Bey’de büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Farklı bir Abdullah Gül olduğunu gördüm. Tanıdığım, bildiğim, inandığım Abdullah Gül onları yapmamalıydı.
-Yapmamalıydı dediğiniz şeyler neler?
Ben onu millî bir siyasi aktör olarak kabul etmişimdir, tanımışımdır. O millilik çizgisinde çok büyük kırılmalar gördüm. Bana o zamanlar sorsaydınız 2002’de Erdoğan mı, Gül mü diye, Gül derdim ama o kanaatim değişti. Erdoğan da demem gerçi. Ne kadar haklı olduğumu ilerleyen yıllarda anladım. Türkiye’nin geldiği noktaya bakarsak bunu daha net görürüz. İlk yıllarda, 2002-2003 dönemlerinde gördüğüm şeyleri Türkiye’de hiç kimse görmüyordu. Bugün içine düştüğü ihanet sürecinin somut verilerini o zaman gördüm. Bu konuda Abdullah Bey’e de bazı şeyler söylemişimdir. Hatalar zincirinin sonunda nereye gittiğimizi görüyordum. Çok somut şeyler vardı ve ben bu projeye ortak olamazdım. Çünkü benim de üzerimde büyük bir yük vardı. O kısa süre, bana çok önemli bir şeyi öğretti.
-Neyi?
Türkiye’nin en büyük haber kanalının yöneticisiydim. Ankara gazetecisi olarak özellikle sağ siyasi hareketleri çok yakın takip ettim. Ama şunu öğrendim, hiçbir şey bilemediğimi… Oradaki kısa süreli devlet tecrübesi birçok şeyi daha yakından görmemi sağladı. Bu benim inanç yapıma uygun değildi. O gün ben de o kervana uysaydım bugün çok farklı noktalarda olurdum.
-Dönmeniz için ısrar etmedi mi?
Çok ısrar etti. O zamanlar beni yalnız eşim anladı. Çünkü bir tek o benim uyuyamadığımı görüyordu. Çektiğim acıları, vatanın, milletin, gaflet ve dalalet içinde nerelere sürüklendiğini görmüştüm. İstifa ettiğime annem bile inanamadı. Ama aradan 5-6 yıl geçtikten sonra sen haklıymışsın, dedi. Keşke ben haklı çıkmasaydım.
-Öyleyse Gül’ün cumhurbaşkanlığı dönemindeki siyasi tavrı, onayladığı yasalar sizi şaşırtmamıştır.
Hiç şaşırmadım. Erdoğan’a karşı bir tavır alamayacağını, haksızlıkların, yolsuzlukların karşısında durmayacağını biliyordum. Gül, Erdoğan’dan korkar. Erdoğan mücadelecidir, Gül hazırcıdır. Erdoğan takım kurar, Gül ise kuramaz.
-Siyasete geri döner mi peki?
Birileri Erdoğan’ı devirip AKP ya da yeni bir partiyle ona elverişli koşulları sunacak, o şekilde ancak siyasete girer.
Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi partinin ‘ağır abilerinin’ çıkışlarını nasıl yorumluyorsunuz?
Şu an Arınç’ın yaptığı siyasettir. Bunlar aynı sürecin adamları. Ne değişti? Yeni siyaset rantını Erdoğan farklı dağıtmaya başladı. Yeni siyasi figürlere bakın, külliyeye bakın, danışmanlara verilen aylıklara bakın, Bülent Arınç’ın, Hüseyin Çelik’in feveranını daha net anlarsınız.
AKP DIŞARDAN GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ SÜT LİMAN DEĞİL
-Çıkışları yeni oluşum olarak yorumlayanlar oldu.
Bülent Arınç’ın Abdullah Gül’le uçurumlarını, kavgalarını biliyorum. Diyelim ki bir oluşum oldu, Arınç bunu gidip Gül’e vermez. Çünkü Gül’ün oturduğu birçok koltuğa o da talipti. AKP öyle dışarıdan göründüğü gibi sütliman değil. Ayrıca Erdoğan, siyaseten çok güçlü bir durumda. Onu güçlü konuma getiren faktörler görevlerini 7 Haziran’dan sonra yaptılar.
-Kimleri kastediyorsunuz?
Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli... AKP içindeki bazı siyasi figürler de bu görevi yerine getirdi.
-Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu arasındaki ilişkiyi de sık sık dillendiriyorsunuz. Ne yaşanıyor şu an aralarında?
Şimdi şunu çok net söyleyeyim: Tayyip Erdoğan çok pişman. ‘Hayatta en büyük iki hatamdan biri’ diyor Davutoğlu için. Erdoğan’ın pişman olması Davutoğlu’nun çok güçlü oyunlar kurması anlamına mı geliyor? Hayır. Çünkü kendisini başdanışmanlığım döneminden yakın tanırım, o yetenekte bir siyasetçi değildir. Zaten kendisinin ‘stratejik derinliğinin’ ne hâle geldiği ortada.
-Bir ara Binali Yıldırım ismi gündeme geldi. Kongrede Erdoğan’ın Ahmet Davutoğlu’nu çizdiği dillendirildi. Neden değişmedi?
Onu Davutoğlu’nu dövmek için yaptılar ve dövdüler. Ahmet Davutoğlu’ndan Merkez Karar Yürütme Kurulu’nda kaç kişi var? Kendinden başka kimse yok. Bu durumda Davutoğlu da makamı seviyor. Erdoğan da döve döve yönetiyor. Davutoğlu’nun orada olması Erdoğan’ın da işine geliyor.
-Neden?
Çünkü şartlar belirli yerlerde tutuyor Davutoğlu’nu. Hâlâ belli mekanizmalar var Türkiye’nin bu kötü gidişatının önüne nasıl geçebiliriz diye. Davutoğlu biraz bunun avantajıyla orada duruyor; ama gün geldiğinde defteri dürülecek. Onda hiç şüphe yok. Benim tanıdığım Erdoğan o ufak tefek yalpalamaların hepsini önüne koyar. Başkanlık sistemine gelince... Davutoğlu, komisyona kolaydan zora gidin demiş. Zoru ne? Başkanlık. Yani başkanlığı en sona bırakın. Ama bu uzlaşma komisyonunun hiçbir hükmü kalmadı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun diktatör dediği kurultayda o masaya tekme atıldı zaten. Erdoğan’da ‘Acaba Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu arkamdan tezgâh mı çeviriyor?’ kuşkusu var.İstikşafi görüşmelerde de bunu hissediyordu.
-Çözüm süreciyle ilgili ‘7 Haziran’dan sonra kaosa hazırlıklı olun’ diye yazdınız. Şu an yaşadığımız kaos tam olarak bahsettiğiniz şey miydi?
Henüz fragmanlarını görüyoruz. PKK’nın sözde valilerini, kaymakamlarını yazdım. Şu anda operasyon yürütülen noktalardaki karakollarını yazdım, yargılamalarını yazdım. İnsanlar Türk mahkemelerine gitmiyor, PKK mahkemelerinde hak arıyorlar, diye yazdım. Yapılan pazarlıkları, Öcalan’a giden AKP’li siyasetçileri, PKK’nın kentlere indiğini 7 Haziran’dan önce yazdım. Dava açtılar. Kan içici, kandan beslenen, hain dediler. Barış karşıtı dediler. Bunları ben biliyorum da devlet bilmiyor mu? Askere yapılan baskılar, zulümler, valilere karışmayın talimatı...
-7 Haziran’da tablo farklı olsaydı çözüm süreci nerede olurdu?
7 Haziran’da millet o fırsatı tepti. Baykal ve Bahçeli, Erdoğan’ı kurtardı. Bahçeli zaten AKP’nin çözüm ortağı. Baykal da siyasi hırslarına yenik düşmüş biri. Bence o dönem Baykal tuzağa düştü; ama Bahçeli AKP’nin çözüm ortağı. Başka bir şey bilmem. Erdoğan her sıkıştığında tek kurtarıcısı Bahçeli olmuştur. Çok bir şey bilmeye gerek yok. 7 Haziran’dan sonra çözüm süreci ters yüz edildi. Şiddetle, baskıyla, terörle anaları ağlatarak bütün bunların HDP ve Kandil’le danışıklı olarak yapıldığına inanıyorum. İç siyasetten bakmıyorum; bu, uluslararası dayatma projesi.
-15 Şubat’tan sonra kış şartlarının hafiflemesiyle eylemler artacak, diye yazdınız. Bunu sadece bölge için mi söylüyorsunuz, şehir merkezleri için de aynı tehlike söz konusu mu?
Bunu istihbarat raporları söylüyor. Adamlar Şırnak’ta antitank füzesi kullanıyorlar. Nasıl bir lojistiğe sahip olduklarını düşünün. Hâlâ Davutoğlu ‘Terör bitti bitecek’ diyor, insanın kanına dokunuyor. Öyle bir kıskaçtayız ki oradaki insanların morali bozulmasın diye çoğu şeyi yazamıyorum. Klavyenin başında oradaki vatan evlatlarını düşünüyorum. Kendileri bir yerlerde yiyip içiyorlar, oradaki askerlerimizin iaşeleri gitmediği zamanlar oluyor. Şehirleri taşıyorlar, buraları temizledik diyelim, PKK bitecek mi? Ki ben burada bir algı operasyonunun olduğunu görüyorum. Kandil’deki bataklık duruyor. Diğer illerdeki PKK yapılanmalarında durum ne? İstanbul’un, Ankara’nın yarın ne olacağını biliyor muyuz? Büyük bir kandırmaca yani. Yine bunun içinde Kandil, PKK, HDP, AKP taraf. Ne yapıyorlar şimdi, kavga ederek oynuyorlar. Tamamen danışıklı dövüş. Şehirlerin taşınma projesi de bir rant projesidir.
-Nasıl?
AKP’nin Balgat’ta, Çukurambar’da TOKİ’ci müteahhitleri var. Kapılar açılınca onlar gider oralara. Bakın Erdoğan Bayraktar’ın ‘Sen ne emrettin de yapmadım?’ sözünü unutmayın. Eylemler şehir merkezlerine de kayacak. Nereye kadar? Bu millet rejim değişikliğini onaylayana kadar.
-Bütün bunlar başkanlık sistemi için mi?
Ağlaya ağlaya oylatmaya, kabul etmeye zorlayacaklar. Gidişat bunu gösteriyor. Bunu Türkiye’deki iç siyasetle tahlil etmek yarım olur. Bunu sınırlarımızdaki gelişmelerle ilgili de analiz etmek gerekir. ‘Türkiye masada-masada değil’ tartışmaları yapılıyor. Türkiye daha kendi siyasi sınırları içindeki topraklarını koruyamayacak durumda.
-Çözüm sürecinin bundan sonraki akıbeti ne olur?
Masanın adını değiştirdiler. Masa hâlâ ortada duruyor. Öcalan’la, Kandil’le irtibat hâlinde değiller mi? Görünürde siyasi figürler kavga ediyor; ama o da yalan.
-Sürecin aktörü kim sizce?
Öcalan ve Erdoğan.
-Medyanın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim gazetecilik çizgim, metotlarım diğerlerininkiyle uyuşmuyor. Burada arkadaşlarımı suçlamak istemiyorum. Burada iktidar zihniyetinin dayattığı bir şey var. Ben başdanışmanlığım döneminde oldukça tarafsız olmaya gayret ettim. Şu an basının durumu içler acısı. Eskiden gazeteci arkadaşlarla ayrımız gayrımız yoktu, tek rekabetimiz birbirimize haber atlatmaktı. Şimdi kopyala yapıştır dönemi başladı. Bakıyorum iki-üç temsilci aynı gün noktasına virgülüne kadar aynı şeyi yazıyor, bir de kulis diyorlar.
-Türkiye’nin ilk haber kanalının kurucularındansınız. Takip ediyor musunuz eski kanalınız NTV’yi?
Şu an seyretmiyorum. Çünkü çok üzülüyorum. Şu an haber kanallarının farklı görevleri var.
-Tehdit alıyor musunuz yazılarınızdan dolayı?
Çok! Bence gazetecilik, muhaliflik. Devlet Bey’e muhalefet ettiğim zaman MHP’lilerden tehdit alıyorum. Fiziki takipten fiziki tehdide kadar çok şey yaşadım. AKP’lilerden, PKK’lılardan çok tehdit alıyorum. Ben PKK’nın Hakkâri valisini yazdım, dava açtılar. Sonra yakın zamanda Hakkâri gerçekleri diye bir yazı yazdım, sonra devlet de beni mahkemeye verdi. Savcıya gittim ve şunu söyledim: “Ben bir dava adamıyım. En çok ne ağrıma gidiyor biliyor musunuz? Devlet mekanizmalarının PKK terörüyle mücadele ediyorum diye beni dava etmesinden. Bu çok ağrıma gidiyor.”
-Yazılarınızdaki kulis bilgilerinin çoğu çıkıyor. Bu yüzden size Ankara’nın Fuat Avni’si diyorlar.
Evet, kulağıma geliyor böyle şeyler ama yani ben yapılması gereken gazeteciliği yapıyorum. Fuat Avni bence Yenimahalle’deki teşkilatın bir parçası. Goebbels taktiklerinden biri. Psikolojik savaşın bir unsuru. Ben Fuat Avni olsam beni çiğ çiğ yerler

Monday, February 15, 2016

Laiklikten uzaklaşmak

Ahmet B. ERCİLASUN'un " Laiklikten uzaklaşmak" başlıklı, 14 Şubat 2016 tarihli yazısı:
Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden biri de laikliktir. Kelimenin ilk hecesi, tıpkı "lafız, latif" sözlerinde olduğu gibi ince l ile söylenir; a ise asla uzatılmaz; araya da y sesi asla girmez.
Laikliğin tanımı genellikle "din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması" şeklinde yapılır. Bu doğru değildir. Çok iyi bir hukukçu olan rahmetli Mukbil Özyörük'ün dediği gibi laiklik, bir devletin yasalarının, dinî olduğu kabul edilen kurallara "betahsis" dayandırılmaması anlamına gelir. Buradaki betahsis kelimesini, "tesadüfen değil dinî kurallar böyle olduğu için" şeklinde anlamalıyız. Laiklik elbette şahısların vicdani kanaatlerine ve dinî uygulamalarına karışmaz.
Laiklik bir yandan ilmî ve dünyevî dünya görüşünü temsil eden bir ilke, bir yandan da ülkemizdeki farklı dinî anlayışlar, Müslümanlığı farklı yorumlayan ve uygulayan gruplar arasındaki çatışmayı önleyici, millî birliği sağlayıcı bir ilke olarak düşünülmüştür.
Laikliği dinsizlik olarak anlayan ve topluma bu şekilde sunan gruplar son on yıllarda maalesef gittikçe artmış; İslam tarihinin gelişme çağlarını dikkate almayan selefî yaklaşımlar gittikçe çoğalmıştır. Siyasi kadrolara, devlet kademelerine, eğitim kurumlarına kadar yayılan selefî anlayış, IŞİD gibi terör örgütlerine eleman yetiştiren mümbit (verimli) bir zemin hazırlamıştır. Başka bir ifadeyle, IŞİD vb. terör örgütü sempatizan ve elemanlarının ülkemizde yetişmesinin asıl sebebi laiklikten uzaklaşmış olmaktır.
***
Bütün yasaların dinî kurallara dayandırılması demek olan teokrasi (laikliğin zıddı), millî birliğe zararlı olduğu gibi doğrudan doğruya dinin kendisine de zararlıdır. Çünkü toplumların idari, hukuki, içtimai ve iktisadi meseleleri on binlercedir ve teokratik sistemde, bu on binlerce meselenin son derece sınırlı olan dinî metinlerdeki hükümlerden çıkarılması mümkün değildir; ister istemez yoruma başvurulacaktır. Böylece din içinde yeni parçalanmalar ortaya çıkacaktır. İslam tarihinde böyle olmuştur ve bugün teokrasiyle idare edilen Suudi Arabistan ile İran arasında ne kadar büyük farklar olduğu da meydandadır. İhvancıların yorumu ikisinden de farklıdır. IŞİD'in teokrasi anlayışı ise bambaşkadır.
Bütün dünya işlerini din ile çözmeye çalışmak dinin manevi tarafını, kutsallığını da yıpratır; dini, dünyevi bir çatışma alanı hâline getirir; siyasi ihtirasların aleti yapar ve hatta meşru olmayan birtakım işlerin mazereti durumuna sokar. Nitekim bunun örneklerini çevremizde bol bol görmekteyiz.
Her şeyi din açısından görenler, din ile açıklamaya çalışanlar, evrenin bin bir sırrı karşısında da pasif durumda kalırlar. Buna karşılık dinlerden bağımsız olarak tabiatın ve evrenin sırlarını çözmeye çalışan Batı, bilimde sağladığı olağanüstü ilerlemeler sayesinde Müslüman dünyayı sömürmeye ve köleleştirmeye devam eder.
***
Geçen gün bir televizyon programında tarihi de sadece din ile açıklamaya çalışan bazı konuşmacılar gördük. Bunlardan biri "İslam'dan önce Türkler de Farslar da ve başka milletler de adam değildi, İslam hepsini adam etti" deyip durdu.
576 yılında Köktürkler, Kırım'dan Büyük Okyanus'a kadar uzanan bir coğrafyayı idare ediyordu. Bu alan, o zamanın büyük devletleri olan Çin, Sasani ve Doğu Roma topraklarının her birinden çok daha büyük bir alandı. Köktürkler'den kalan anıtlardaki sosyal devlet ve milliyetçilik anlayışı bugün dahi bilim dünyasını şaşırtmaktadır. İranlı Sasaniler de büyük bir medeniyet kurmuşlardı; 6. asırda çok gelişmiş tıp fakülteleri vardı ve o fakültedeki doktorların Nesturi torunları birkaç nesil Abbasi halifelerine doktorluk etmişlerdi.
Tuhaf olan, "İslam'dan önce Türkler adam değildi" sözlerine zemin hazırlayan bir siyasi partinin bazı mensuplarının da bizden bu sözlere cevap vermemizi istemeleridir. Onlara tavsiyem Türk düşmanlığı zeminini yaratan siyasi partiden bunun hesabını sormalarıdır.
( Yeni Çağ gazetesi -Ahmet Ercilasun - 14 Şubat 2016)

Wednesday, February 10, 2016

Iran : Nation versus Revolution by Shireen Hunter


Nation vs. Revolution in Iran

by Shireen Hunter  February 10, 2016

The Implementation of Iran’s nuclear agreement with the P5+1, known as the Joint Comprehensive Plan of Action (JCPOA), has not yet been completed, but critical statements by its detractors in Iran about its ineffectiveness have already began. For example, recently Gholam-Ali Haddad-Adel, a former speaker of the Parliament and an adviser to Supreme Leader Ayatollah Khamenei, said that so far the JCPOA had not had a single positive impact. Others have taken President Hassan Rouhani to task for not yet improving the Iranian economy after the nuclear deal. Some have launched attacks on the Rouhani government’s efforts to enlist European participation in Iran’s development projects.

A particular target of attack has been Iran’s desire to buy a number of Airbus planes as part of its efforts to refurbish its aging fleet of passenger planes. Sardar Naghdi, a firebrand hardliner and the commander of the Basij, has chided the president that buying Airbus planes will not solve Iran’s problems of economic recession and unemployment. Needless to say, Naghdi would have preferred that a good part of Iran’s unfrozen assets go to the Basij. In the past, opposing Rouhani’s economic outlook and asking for a “resistance and jihadi economy,” he had said that if provided with adequate resources, his volunteer militia could solve Iran’s problems of economic deprivation and unemployment.

Earlier, the Islamic Revolutionary Guard Corps (of which the Basij are part) contributed to undermining Rouhani’s policies by arresting a group of US sailors and, even worse, by showing them kneeling in front of the Iranian military. No one can dispute Iran’s right to defend its territorial waters. However, the US sailors could have been warned off—or, even better, politely escorted from Iranian waters—instead of being arrested and displayed in the public media. Their arrest was a calculated act to embarrass the Rouhani government even as it has been trying hard to show a softer image of Iran. The IRGC knows well that such acts exacerbate anti-Iran sentiments in the West and leads American politicians in particular to say harsh things about Iran. The hardliners can then use these statements to show that the US continues its hostile policy toward Iran. Nor did the episode with the American sailors end with their release. Instead, Ayatollah Khamenei decorated their captors, an act accompanied by exhortations that the anti-imperialist struggle will never end.

At first glance, these acts might appear to be mere random mistakes that represent at natural political rivalries. However, a closer look at the pattern of their repetition over the last 30 years reveals a more fundamental fault-line in Iran, namely the incongruence of the country’s national and revolutionary aspirations.

Against the Nation

Sadly for Iran, the Islamic revolution has always had an anti-national dimension. For the Islamists, especially Ayatollah Khomeini, what was important was Islam and not Iran. This became crystal clear upon his return to Iran. When asked what he was feeling about returning to his homeland, he said “absolutely nothing.” For the leftist elements, the search for socialist utopia and the anti-imperialist (read anti-American) struggle were the key priorities. Most revolutions have such conflicts between their local and more universal aspirations, especially at their early stages. After a while the requirements of national survival and advancement prevail over universalist goals. But in Iran’s case this dichotomy still persists, and revolutionary aspirations often trump national interest. Periodically over the last 30 years, when external circumstances have posed serious threats to national survival, the revolutionary goals have been relegated to the second place. As soon as the immediate threat has passed, the previous pattern returns.

When Rouhani came to power, the nuclear issue was hanging over Iran’s head like a sword of Damocles. Therefore he was given license to pursue a solution. Now that the hardliners feel that the immediate threat has passed, they are back to their old tricks.

More fundamentally, there is a dichotomy between the interests of nizam—the “system”—and that of Iran as a country and people. This was evident from the beginning of the revolution. The very fact of creating a separate military in the form of a revolutionary guard whose sole goal is to protect the revolution and the system attests to this reality. Never in Iran’s very long history, and despite its occupation by foreign forces, had there existed two rival militaries.

Iran’s national interests require that it maintain good or reasonable relations with all those countries which are willing to reciprocate. It requires that Iran’s energies be spent in making a better life for its people. It requires that Iran not spend its forces in pursuit of goals beyond its reach or pursue goals that earn it the enmity of others without gaining the friendship of any. The best example of such a goal is Iran’s stand on the Palestinian issue, which has been at the root of all its problems, including economic sanctions. Iran has earned the unrelenting hostility of Israel without obtaining the friendship of Arabs. Even the Palestinians, for whose sake Iran has spent so much of its resources, just recently sided with Saudi Arabia in its dispute with Iran. Iraq, too, voted against Iran in the Arab league, and both Iraq and Bashar al-Assad’s Syria have supported the United Arab Emirates in its dispute with Iran over the three islands in the Persian Gulf.

Stuck in the Past

The material and emotional interests of the hardliners are at stake in this juxtaposition of Iran’s national interests and the interests of the revolution and the system that embodies it. Moreover, the hardliners have remained unchanged while Iran and the world have moved on. Iran’s hardliners are still stuck in the 1980s. They still talk of holy war and holy defense and the martyrs and the sayings of Ayatollah Khomeini. They still see the world through the prism of the Cold War and the leftist clichés of the 1960s. They are still obsessed with the Pahlavis without realizing that at least half of Iran’s population has no memory of life under the Shah. All they know is the Islamic system and its shortcomings. The hardliners are thus yearning for the relatively more simple times when people could be lured with mere slogans.

But Iran has changed. Its population is more educated and informed. Most importantly it has experienced life under an Islamic system and knows its drawbacks and has no illusions about its promises. The world has also changed. The post-Cold War era is more complex with no overarching paradigm to guide states, whereas Iran’s hardliners are still operating under the Cold War paradigm and anti-Imperialist struggle and become frustrated when they see that others don’t see the world as they do.

Therefore, whatever the outcome of the upcoming parliamentary elections and regardless of how valiantly the Rouhani government tries to remedy the country’s problems, Iran cannot hope to achieve a national revival economically or otherwise until and unless it stops being a revolution. At this juncture, it would be wise for the hardliners to remember that without a strong and prosperous Iran they themselves will cease to exist.

Photo: Sardar Naghdi

About the Author



Shireen T. Hunter is a Research Professor at Georgetown University's School of Foreign Service. Her latest book is Iran Divided: Historic Roots of Iranian Debates on Identity, Culture, and Governance in the 21st Century (Rowman & Littlefield, 2014).

Sunday, February 7, 2016

Türkiye'nin Suriye politikasının çöküşü

Tolga Tanış- Hürriyet -07 Şubat 2016

UZUN süredir zaten herkes söylüyordu, ama Türkiye'nin Suriye politikasının çöküşü sanırım daha önce hiç bu kadar net biçimde ortaya çıkmamıştı.
Son bir haftadır yaşananlar ışığında hikâyeyi üç maddede toplamaya çalışacağım.
Çöküşün üç ayağını ele alacağım.
1) ROJAVA SİYASİ DESTEK BULDU
2014 Eylül’ünde Türkiye İncirlik Üssü’nü IŞİD karşıtı koalisyona açmakta direnince başladı Amerikalıların Suriye Kürtleriyle işbirliği.
19 Ekim Kobani silah yardımıyla.
Ancak o günden sonra ABD ve PKK’ya yakın bölgedeki PYD’nin işbirliğinin hep askeri düzeyde olduğu vurgulandı.
Özellikle de ABD’ye 10 ay direnen Ankara’nın geçen temmuz İncirlik’i açmayı kabul etmesinden sonra.
Ancak geçen hafta bu konuda yeni bir eşik aşıldı.
Ve Başkan Obama’nın IŞİD’le Mücadele Temsilcisi Brett McGurk, Kobani’yi ziyaret etti.
Türk basınında McGurk’ün üniformalı Kürt savaşçılardan aldığı plaket tartışıldı daha çok.
Halbuki bu ziyaretin asıl çarpıcı kısmı Kobani’ye 17 kişilik bir heyetle inen McGurk’ün bölgedeki Kürt kantonlarının temsilcileriyle yaptığı görüşmeydi.
Zira bu ziyaretle ABD, Suriye Kürtleriyle ilişkisini askeri düzeyden siyasi düzeye taşıdı.
McGurk ziyaretinde gençlik yıllarında PKK’ya katılıp sonra 2003’te kurulan, şimdi Kuzey Suriye’de üç Kürt kantonundan oluşan özerk Rojava yönetiminin mayası Demokratik Toplum Hareketi’nin (TEV-DEM) yönetimine giren Aldar Halil (46) ile de görüştü.
Rojava projesinin en önemli beyinlerinden biri Halil.
Ve Halil’e Kürtlerin Suriye’de oluşturdukları yönetim yapısını öven McGurk’ün ziyareti de, Erdoğan Yönetimi’nin kabus senaryosunun son aşaması.
Bölgede oluşacak özerk bir Kürt şeridinin ABD’den alacağı politik desteğin vesikası.
2) ESAD MUHALİFLERİ BOZGUNA UĞRADI
Sadece siyasi zeminde değil, askeri alanda da çöktü Ankara’nın politikası.
Ve savaşın başından beri destek verilen, Türkiye’nin bütçesinden pay ayrılan Suriye’deki rejim karşıtı güçler Halep çevresinde bozguna uğradı.
Rusların ve İranlıların desteğiyle Esad rejimi üç yılda kaybettiğini üç günde geri aldı.
Ve Türkiye’nin kuzeyden Halep’teki muhaliflere erişimi kapandı.
Geriye tek Reyhanlı’dan olan hat kaldı ki, bu, Halep’e yardım ulaştırmak istiyorsa Türkiye’yi El Kaide uzantısı El Nusra’yla yeniden çalışmak zorunda bırakacak bir durum doğurdu.
Cephede Türkiye’nin ikinci kabûs senaryosu yaşanıyor şimdi.
Halep’e kuzeyden erişim sağlayan Azez koridorunun tamamen ortadan kalkması ve bölgenin ya rejim ya da Kürtlerin eline geçme ihtimali.
Yani Ankara’nın sabit politikaları göz önüne alındığında kırk katır mı kırk satır mı.
En kötüsü de Ankara’nın bunu duruduracak elinde hiçbir araç kalmaması.
Denediler aslında.
24 Kasım’da Rus uçağını düşürdüğünden beri Suriye üzerinde uçamayınca, Türkiye top atışlarıyla ayrı bir güç odağı olmayı tasarladı.
Ancak topçuların da halledemeyeceği bir aşamaya geldi iş.
Türkiye’nin Suriye’ye kara operasyonu düzenleyebileceği söylentileri ise hiçbir zaman gerçekçi karşılanmadı.
Özellikle ABD’nin buna karşı olduğu ve bölgede Rusların düşürülen uçaklarının intikamı için bekledikleri düşünülecek olursa.
Nitekim cuma günü Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby’ye, “Suriye’de Amerika olmasa bile Türkiye ya da Suudiler gibi başkaları tarafından düzenlenecek bir kara operasyonu şu aşamada verimli olur mu” diye sorduğumda aynen şöyle yanıt verdi: “Sorunuza kısa cevap hayır. Suriye iç savaşında askeri bir seçenek olmadığına inanmaya devam ediyoruz.”
3) TÜRKİYE, ABD’NİN KALDIRAÇ GÜCÜNÜ KAYBETTİ
Tabii ilk iki başlıkta Ankara ve Washinton arasında öyle bir uçurum oluştu ki, bu durum ister istemez Türk-Amerikan ilişkilerinin geneline de yansıdı.
Ve çok boyutlu, çok alanda işbirliğinin yaşandığı Ankara-Washington ilişkileri bu farklılıkların gölgesine girdi.
Sonuç olarak Ankara bölgede birçok alanda yararlandığı Washington’ın kaldıraç gücünü de kaybetti.
Dahası, Suriye’de yaşananlar, özellikle Pentagon’da Türkiye’ye karşı tamiri oldukça güç bir güven erozyonuna sebep oldu.
Öyle ki, Türk askerinin sınır hareketliliğine bile şüpheyle yaklaşan bir yaklaşım oluştu ABD Savunma Bakanlığı’nda.
Türkiye üç hafta önce Cerablus’un karşısında mayın temizlemeye başlayınca, Pentagon’da konuştuğum üst düzey bir yetkili, “Ne yapmaya çalışıyorlar bir fikrimiz yok.
İzliyoruz” diyerek bu şüpheyi açıkça ortaya koyuyordu.
Çünkü IŞİD’in kontrol ettiği 98 km’lik hattı kullanıma kapatmaya çalışırken girişilen aynı hattaki mayın temizleme faaliyetlerini kafalarında oturtamamışlardı.
Ancak şimdi daha endişe verici başka bir gelişmeyi söyleyeyim.
Mesele şimdiye kadar 98 km’lik IŞİD hattıyken, Halep operasyonundan sonra buna söz konusu hattın Mare’den sonra batıya doğru uzayan Azez koridoru da eklendi.
Zira rejim bastırınca Nusra dahil buradaki çoğu radikal silahlı muhalif unsurların Türkiye’ye çekilme ihtimali ortaya çıktı...
Öyle bir haftaydı ki, beş yıllık Suriye iç savaşının, Türkiye’ye nasıl büyük bir bedel ödettiğinin çok net bir fotoğrafıydı.
(Hürriyet gazetesi -Tolga Tanış -07 Şubat 2016)

Saturday, February 6, 2016

Armağan Kuloğlu: Rusya krizden çıkar sağlama peşinde

Armağan KULOĞLU'nun, "Rusya krizden çıkar sağlama peşinde" başlıklı 06 Şubat 2016 tarihli yazısı

Rusya'nın agresif bir politika izlediği, Batı'yla çekişme içine girdiği ve bu davranışıyla yeniden dikkate alınacak bir ülke olmayı hesapladığı düşünülmektedir.
ABD ve NATO etkinliğinin sınırına dayanması, Rusya'yı tedirgin etmiştir. Birçok eski Sovyet ülkesinin NATO ve AB'ye girmesi, bu tedirginliği artırmıştır. Batı'nın Gürcistan ve Ukrayna'ya el atması karşısında Rusya, karşı hamlelerle bu yaklaşımları püskürtmeye çalışmıştır. Son açıklamalarında ve Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi'nde NATO'yu artık tehdit olarak gördüğünü ifade etmiştir.
Yeniden süper güç olma girişimleri
Rusya kontrolü kaybettiği etki ve ilgi alanlarında ve Orta Doğu'da yeniden inisiyatif alarak etkin olma peşindedir. Gürcistan ve Ukrayna operasyonlarını gerçekleştirmiş, Kırım'ı ilhak etmiştir. Orta Doğu'daki son kalesi Suriye'yi, karışıklıktan istifadeyle kontrol altına almaya çalışmış, ortaya çıkan IŞİD tehdidini, Batı'yla birlikte bertaraf etme bahanesiyle bölgeye yerleşmiştir.
Kendisiyle çatışmaya girmenin, dünya savaşı çıkarabileceği endişesi yaratmaya çalışmaktadır. Bir dünya savaşının göze alınamayacağını da bildiği için, karşı güçleri, geri durmaya zorlamaktadır. Bunda ABD'nin ağırlık merkezini Orta Doğu'dan Asya-Pasifik'e kaydırmasının da etkisi vardır.
Rusya Batı'nın yaptırımlarına maruz kalmıştır. Gelirinin esasını oluşturan petrolün, bilerek düşürülmesinden dolayı da sıkıntısı artmıştır. Bunlardan kurtularak güçlenmek için, doğrudan kendisiyle çatışmanın göze alınamayacağını da hesaplayarak, kriz yaratmaktadır. Bu açıkça "Krizden Beslenme Politikası"dır. Yenilenen Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi'nde nükleer gücü ön plana çıkarmasının da, Batı'ya gözdağı verme niyetinden kaynaklandığı değerlendirilmektedir.
Türkiye'yle olan gerginlik
Rusya, Suriye'de Türkiye'nin önünü kesmeye çalışmaktadır. Suriye'deki gücünü ve nüfuzunu pekiştirmek için, Türkiye'nin burada kıstırılması gerektiğini düşünmektedir. Rusya'nın, Türkiye'nin angajman kurallarını hiçe sayarak, sınır bölgesindeki hava sahasını kendi amaçlarına göre kullanmakta ısrarlı olduğu görülmektedir.
Rusya, Türk hava sahasını ihlal eden Rus uçağının düşürülmesinden sonra, daha da umursamaz, uzlaşmaz ve hatta saldırgan bir tutum izlemeye başlamıştır. Uğradığı prestij kaybını telafi etmek için fırsat kollamaktadır. Rövanş peşindedir. Rusya, Kuzey Suriye'de hava sahasını, fiilen Türk uçaklarına kapatmıştır. Türk Hava Kuvvetleri, fiili bir çatışmaya meydan vermemek için hassasiyet göstermektedir. Türkiye de Rusya'ya, Açık Semalar Anlaşması gereği yapılacak uçuşa, rota anlaşmazlığı gerekçesiyle izin vermemiştir.
Türkmenler hedefte, PYD yayılıyor...
Rusya'nın Türkmenleri hedef alması da ayrı bir endişe kaynağıdır. Rus hava bombardımanı altında Türkmenler, Esad güçleriyle savaşmakta zorlanmaktadır. Siviller Türkiye'ye göç etmektedir. Türkmenler Türkiye'den, insani yardımın yanında silah, mühimmat ve malzeme talep etmektedir.
Diğer taraftan PYD, bölgede yayılarak kantonlarını genişletme çabasında. ABD'nin ardından şimdi Rusya'dan da aktif destek görmektedir. Rusya'nın, Kamışlı'ya asker ve teknik personel gönderdiği istihbar edilmiştir. Kamışlı'daki hava alanı Esad rejiminin kontrolündedir. Rusya, burasını da Lazkiye'deki hava üssü gibi kullanmak istemekte ve PYD'yle de iş birliği içinde hareket etmektedir.
Türkiye-Rusya krizi büyüyebilir...
Türkiye Fırat'ın batısını "kırmızı çizgi" ilan etmiştir. Ancak bunun PYD'yi ne kadar durduracağı ve YPG güçlerinin daha ileriye gitmesi halinde Türkiye'nin hangi riskleri göze alacağı henüz bilinmemektedir.
PYD, Rus yetkililerle, hava desteği konusunda temas içindedir. Bu desteği özellikle Fırat'ın batısı için talep etmiştir. PYD, Rusya'nın sahada tam destek için söz verdiğini söylemektedir. Kobani'yle birlikte Afrin bölgesinde de hareketliliğin arttığı söylenmektedir. İngiliz Times Gazetesi, Türkiye ve Rusya'nın Suriye topraklarında sıcak bir çatışmaya girebileceğini dahi yazmıştır.
Barzani de durumdan istifade peşinde...
Barzani, bağımsızlık için referandum yapmanın en doğal hakları olduğunu, devletlerini kurmak için kimseden izin istemeyeceklerini beyan etmiş, Kürt milletinin kaderini tayin etmesi için de en doğru zamanın bu zaman olduğunu söylemiştir.
Bu karmaşık tabloya IŞİD'in, iç, dış ve sınır güvenliğine oluşturduğu tehdidi de eklemek gerekmektedir.
İçeride PKK'yla mücadele devam etmektedir. Rusya, Suriye, YPG, IŞİD, Barzani'yle kriz yaşanmaktadır. Yunanistan, Ege ve Kıbrıs konuları da krize doğu gitmektedir. Yönetim ise yeni anayasa ve başkanlık peşindedir. Etkisiz muhalefeti de peşine takmış sürüklemektedir. Bindik bir alamete, gidiyoruz... Dikkat!

Wednesday, February 3, 2016

FKÖ Dışişleri Bakanı (1994 -2005) Nebil Şaat, Filistin, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar arasındaki dostluğu açıklıyor.


EU Observer - Opinion

Old friends? Palestine, Cyprus, and Greece- January 26, 2016

·         Greek FM Nikos Kotzias, who lobbied for Israel at the EU Council last week, with Palestinian FM Riyad al-Maliki last year (Photo: Υπουργείο Εξωτερικών)


JAFFA, PALESTINE, 26. Jan, 18:1
Built on common experience, long-term interests and moral principles, Palestine’s relationship with Cyprus and Greece goes back a long way.
Short-term economic gains should not be allowed to damage these deep and precious friendships.
·         Israel, Cyprus, and Greece are looking to exploit Mediterranean Sea gas (Photo: turkstream.info)
Over the last 70 years, the relationship of Cyprus and Palestine was that of close friendship and political alliance. Both were former British colonies and both suffered from British manipulations, leaving behind two divided homelands.
The struggle of the Cypriots to liberate and unite their land found close allies in the Arab World, particularly in Egypt. President Nasser of Egypt and archbishop Makarios of Cyprus stood side by side in the struggle against British occupation.
For the Palestinians, these two leaders were natural allies in their struggle for freedom and independence. Egypt, Cyprus and the Palestine Liberation Organisation joined the Non-Aligned Movement.
I remember my first trip to Nicosia in 1965. It reminded me of my hometown of Jaffa.
The fragrance of jasmine and orange blossom, and the colourful flowers, brought back all the memories of the home I lost when Israel was created in 1948 - the year that I and the majority of my people became refugees.
As Palestinians, we stood against the Turkish occupation of Northern Cyprus [from 1974]. I remember, in my former capacity as foreign minister of Palestine, my instructions were very clear: to stand by the legitimate government of Cyprus, and to stand against any recognition of a separatist state in the North of Cyprus, particularly within the Arab League, and the Organisation of Islamic Cooperation, where we had some moral and political influence.
The friendship was mutual. Cyprus recognised the state of Palestine in 1988. It supported our struggle for independence and our pursuit of peace. Palestine supported Cyprus in its pursuit of independence, territorial integrity, and unity.
Greek friendship
We have traditionally had an equally strong relationship with Greece.
Part of our ancestral origin can be traced back to the Greek island of Crete. We raise the Greek flag on all our Orthodox churches, to which most of our Christians belong.
We will never forget the welcome party in Athens, in 1982, after 88 days of Israeli bombardment and siege of Beirut, killing thousands of Palestinians and Lebanese people.
Prime minister Andreas Papandreou led the party that met our historic leader, Yasser Arafat, on his arrival.
As foreign minister, I worked very hard to support Greece in the Arab and Muslim world, both economically and politically. The close bond shared between Papandreou and Arafat, and between me and his son George, reflected a long friendship between Palestine and Greece.
That relationship, like our relationship with Cyprus, was not limited to a particular political party. It was a friendship among peoples: Greeks, Cypriots, and Palestinians.
After Greece and Cyprus joined the EU, they became two of our closest allies in the bloc, supporting our quest for a peaceful political solution, and standing by us when Israel violated its commitments, whether by continuing to expropriate land and water, by destroying the Gaza Strip, or denying us the state we had accepted - on just 22 percent of our original homeland.
Our Greek and Cypriot allies stood by the principles and commitments which had brought us together for 70 years.
Oil and gas
Lately, and very regrettably, these relationships have begun to change.
One understands the importance of economic and political interests in the formation and shifts of political alliances. Today, Cyprus, Greece and Israel are linked by certain issues, including natural gas, oil, geopolitical influence, as well as financial crises.
We understand. But, such connections are not unique to Greece and Cyprus. Several other countries such as Russia, China, India and other EU countries have developed important economic relations with Israel.
Some of them were also historical allies of the Arab World and of Palestine. At one time, we felt that their closeness to both Palestine and Israel may be an advantage in supporting the peace process.
Short-term changes in economic interests and political positions do not change important facts, such as: Who is the occupier and who is the occupied in the Holy Land? Or, who, out of Palestine and Israel, is now being warned, even by its closest allies, that it’s becoming an apartheid state?
Nor should it change assessments of the balance of power. Such as, who has extensive military and nuclear capabilities? Or, whose national income is 40 times that of the other?
Finally, one should not forget who has remained committed to the peace agreements, and who has violated those agreements.
Changes in economic interests do not change international law, or the sanctity of justice and human rights.
China, France, Brazil, and Russia have common economic and political interests with Israel, but their position on the rights of the Palestinians, and on the necessity of ending the Israeli occupation, has not changed.
In fact, as Israel continues to violate international law, UN resolutions, and signed agreements, these powers have become more ready to condemn Israeli actions against the Palestinians, and to apply sanctions against Israel.
Assurances?
We were given assurances by the leaders of Cyprus and Greece that their closer relationship with Israel would not change their commitments to Palestine, nor would it adversely affect their historical relationship with Palestine or the Arab and Muslim world.
The prime minister of Greece and the president of Cyprus both recently visited Palestine and Israel. Both made statements in Palestine reaffirming these historical positions.
Palestinian president Mahmoud Abbas Abbas was invited to attend the vote in the Greek parliament, which unanimously recommended that the Greek government should recognise the state of Palestine.
The explanation was very clear: Parliament members of all the Greek parties, representing all of the Greek people, support Palestine, and the right of the Palestinians.
In the light of the above, it is very difficult to explain some of the recent words and actions of leaders of these two countries.
On 12 January, Averof Neophytou, the head of Cyprus’ ruling party, the DICY, and the chairman of the Cypriot House of Representatives, visited Israel.
He was quoted as saying: "Cyprus no longer sees Israel as an aggressive country imposing its will by force on the Palestinians, but rather as a small nation fighting for survival in the face of much greater odds.”
He told the Israeli newspaper, The Jerusalem Post, that, over the last decade, his country which had once, alongside Greece, been among the most critical of Israel in Europe, now had a “clearer picture.”
“It is a country of 8 million fighting a struggle for survival and having to face hundreds of millions of Muslims and Arabs, part of who don’t even recognise the right of the existence of a Jewish state … So which side is strong, and which side is weak? Which side is fighting for survival?,” he said.
I was glad to see the Cypriot opposition party, AKEL, call him out on trying to “distort history and reality.” But the fact the statement was made, and, so far, not retracted, disturbs me.
EU foreign policy
What’s even more worrying is the apparently total change in the position of Greece and Cyprus in terms of voting and lobbying in the EU Council.
On the 17 January, the Greek foreign minister almost succeeded in torpedoing the conclusions of the latest meeting of EU foreign ministers, by insisting on an Israeli version of several key paragraphs.
Meanwhile, statements attributed to Greek leaders, announcing their refusal to implement the EU directive on labeling of settlement products, were shocking. They were later corrected.
Greek statements supporting Israel’s claim that the whole of Jerusalem is the historical capital of the state of Israel and the Jewish people, completely ignoring Palestinian rights in Jerusalem, were even more shocking.
They remain uncorrected.
The Palestinian people expect a correction and an explanation. We do not want to abandon our friendship with Greece or Cyprus, nor do we want to see a shift away from the strategic relationships that link these two neighboring countries to the Arab and Muslim world.
I am sure the majority of the Greek and Cypriot people share my feelings about our relationship.
Loyalties
We are loyal to this heritage, and we do not change our moral commitments and principles due to a temporary shift in economic interests.
We do not object to Greece or Cyprus pursuing their mutual economic interests with Israel, but we call on them to remain committed to their long-term friendship and to our shared principles.
In the long run, these principles are the cornerstones upon which peace, stability, security, and economic prosperity are built, not only in the Eastern Mediterranean, but in the whole world.
Nabeel Shaath is the Fatah party’s foreign relations commissioner. He served as Palestinian foreign minister between 1994 and 2005