Monday, December 28, 2015

Ermeni Kimliği Üzerindeki Kavga -Tal Buenos

ERMENİ KİMLİĞİ ÜZERİNDEKİ KAVGA - TAL BUENOS
Daily Sabah gazetesinde 21 Aralık 2015 tarihinde yayınlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun değişik kültürlerin biraraya gelmesinden oluşan sosyal yapısı,Ermenilerin kimliğini değiştirmek ve imparatorluktaki değişik kültürlerin arasına nifak ve gerginlik sokmak isteyen Protestan Amerikan Misyonerlerinin gayretleri sonucu 19. asırda çökmeye başladı.
Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlık halk gruplarından biri olarak, asırlarca barış içinde yaşadılar. Müslüman olmayan bir azınlık olarak Osmanlı toplumundaki yeri, dinsel yönden düşük görülmüşse de, aslında saygın ve kıymetli bir halk grubu olarak imparatorluktaki yerleri gayet önemli idi. İstanbul’un ileri gelen politik liderleri olarak lokal idarelerde işgal ettikleri mevkilerle oldukça tanınmış ve etkin durumları vardı. Yahudi azınlığın o zamanlar yaşadıkları ve geçirdikleri tecrübelerin de gösterdiği gibi, Avrupa’da Hristiyan azınlık olarak yaşamak, Osmanlı idaresi altında yaşamaktan çok daha zor ve ağırdı. Peki, Osmanlı Ermenilerinin yaşam şartlarındaki o dramatik kötüye dönüşün sebebi ne idi?
Osmanlı Ermenilerinin dinsel bir grup yapısından politik bir grup yapısına dönüşmelerine ne sebep olmuştu? Birinci Dünya Savaşı esnasında görülen o kanlı ayaklanmaları ve katliamları tetikleyen ne idi? Ermenilerin, politik arzu ve emelleri için, Osmanlı hükümranlığı ile olan kavgalarındaki ani patlama ve yükselmeyi izah eden teori ne idi?
AMERİKAN SOYKIRIMI
Soykırım bilim adamları, bu kavganın doğup büyüme sebeplerine kafi derecede bakmadan, sadece feci sonuçlarını anlatan yazılara önem verdiler. Soykırım uzmanları, bugünkü modern çağ Ermeni kimliğinin anahtarı olan hafıza kontrolünü kullanma konusunda kararlı görünüyorlar.
Bu yüzden, şimdiye kadar sorulmamış olan önemli bir sorudan kaçınmaya devam ediyorlar: Osmanlı Ermenilerinin kimlik yapısına ve anlamına ne oldu ? Bunun cevabı, Amerikan misyonerlerinin Osmanlı topraklarındaki faaliyetlerinde yatmaktadır.
Yabancı Misyonlar Derneği (American Board of Commissioners for Foreign Missions) temsilcileri, önceleri, 1820 başlarında, Ermenileri tanımaya ve ardından da zaten Hristiyan olan Ermenileri, Amerikan tipi Protestan olarak değiştirme konusunda, basın yayın ve eğitim kurumlarını da kullanarak, çok büyük gayret ve uğraşı içine girdiler. Ermeni toplumu, bir nevi, kültürel emperyalizmin hedef tahtasına oturtulmuştu. Buna itirazı olanlar, başarılı bir fikir değişikliği ve oluşumu ile, etrafa gönderilebilecek seviyede yetişmiş kıymetli politikacı kimliği haline getirildiler.
Birinci Dünya Savaşı esnasında, American Bible Society (Amerikan İncil Derneği) adlı dinsel bir dernek, Osmanlı İmparatorluğu içinde, bazı yazı ve kitapların tercüme, basma ve dağıtma masrafları olarak, o zamanki değerle, 3 Milyon Dolar civarında para harcadı. Bu miktarın bugünkü ekonomik değeri birkaç yüz milyon doları aşar. Bundan daha da fazla bir para, Osmanlı İmparatorluğu içinde Amerikan okulları inşa edip öğretime açmak için arazi satın alımına harcanmıştı. Bebek, İstanbul’da, Ermeni talebeler için, sonraları Robert Kolej olarak bilinen ilk Amerikan yatılı okulu 1840’da açıldığında, o zamanki Ermeni Patriği, okulun müdürü Cyrus Hamlin için, ‘çok tehlikeli bir adam’ diyerek memnuniyetsizliğini belirtmişti. 19. asrın sonlarına doğru bu okul, önemli yerlere yerleştirilecek ve Ermeni kimliğini politik ortamlarda öne sürecek, Osmanlı Ermenilerini bu yeni kimlikle uyandırmak ve harekete geçirmek üzere mezunlar vermeğe başlamıştı.
Tarihçi Jeromy Salt’ın, “ Imperialism, Evangelism and the Ottoman Armenians, 1878-1896 “ adlı kitabı, o zamanki kamuoyu üzerine Amerikan etkisinin neticelerini ve Misyonerlerin elindeki bilgilerin kamu oyunun Osmanlı Ermenileri’nin kaderi hakkındaki bilgilerinin şekillenmesinde oynadığı rolü derinlemesine izah eder. Yazar Jeromy Salt, Osmanlı Ermenilerinin Birinci Dünya Savaşı ve 19. asrın sonlarına doğru Osmanlı Ermenilerine ait bilgileri anlatan ve şekillendiren misyonerlerin rollerini ve çalışmalarını “ tek taraflı “ olarak nitelendirmiş ise de, misyonerlerin, Ermenilerin politik bağımsızlıklarını elde etmek arzu ve fikirleri kuvvet ve şiddet kazanmadan 20-30 sene önce bile, Osmanlı Ermeni kimliğini Anglo-Amerikan menfaat ve beklentilerine göre nasıl değiştirdikleri konusunda öğrenilecek çok şey var. James Bryce ve benzeri yazarların 1876 ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki Ermeni sorununu ortaya çıkarıp tanıtmadan önce ve hattâ Osmanlı idaresinin gittikçe kötüleşmesi, reform yapmamaları ile izah edilmeye başlanmadan önce bile, Ermeni kimliğini değiştirme konusunda yabancıların plan ve programları vardı. Amerikan etkisinde kalmadan önce, Ermeni kültürü, Osmanlı yaşam tarzına tamamen uyum sağlamış durumda idi. Osmanlı Türkçesi konuşuyorlar ve günlük hayatlarındaki temaslarda eski Ermeni diline lüzum bile hissetmiyorlardı. Daha da ilerisi, Anglo-Amerikan etkisinin bir sembolü olan “Ermeni” kelimesini yabancı buluyorlar, kendilerini “Haik” diye tanımlıyorlardı. Osmanlı Ermenilerine kültürel değişim uygulama projelerini mazur ve haklı göstermek için, Ermeni kimliğini değiştirme konusunda Amerikan gayretlerine öncülük etmiş olan H.G.O. Dwight, bu konudaki çalışmalarına başlamadan önce, Ermenilere “cahil ve dar kafalı“ derdi. Ermenileri, Hristiyan geleneklerinde zengin bir toplum olarak Anglo-Amerikan propaganda malzemesi olarak kullanmaya başlamadan önce, Dwight, onları, “geleneksel adetleri ve inançları değiştirilebilir insanlar” olarak tanıtmıştı. Osmanlı Ermenilerinin kendilerine özel adet ve alışkanlıkları, Dwight tarafından, köksüz, soysuz, uydurma ve boş şeylere inanan, ruhsuz ve gereksiz insanlar olarak tanımlanıyor, kilise dinsel liderleri ise zalim, ahlâksız, yalancı ve sadece kendini düşünen iki yüzlüler olarak tanıtılıyordu. Amerikalılara göre, Ermeni dinî inanç ve hisleri “ çok derin hataları olan bir inanç sistemi “, Ermeni Ortodoks Kilisesi ise Şeytan’ın işlerinden biri olarak düşünülüyor, Dwight ise, Amerikaların getirdikleri reform hareketlerini, saf Hristiyanlığın başarı ile yayılmasını temin edecek “temizleme” harekâtı olarak görüyordu. Ermeni kimliği üzerindeki kavga, 1846 yılında en önemli noktasına ulaştı. O zamanki İstanbul Ermeni Patriği Mateos, Osmanlı Ermenileri arasında Amerikan Protestanlığını yayan birisi olarak, Vertanes adlı bir Ermeni papaz hakkında nefret dolu bir mektup yayınladığı zaman ilişkilerdeki bozukluk tamamen gözüktü. Mateos, Vertanes’i, lider olarak “kötülüğü” Judas’a benzeyen, “ nefret edilen bir alçak “ olarak tanıtıyordu. Osmanlı Ermenileri, kendi dinî liderleri tarafından ikaz ediliyor, Vertanes hakkında “ bu adam, sizin yavrularınızı ağzındaki pis dişleri ile yemek üzere evinizi girmeye çalışan kuzu postuna sarılmış kurttur “ şeklinde bilgilendiriliyorlardı.
Osmanlı Ermenileri, kendi geleneksel adetlerinin ve yaşam şekillerinin yabancı millet ve dinler tarafından değiştirilip yıkılmasından korumak için, Protestanların, Ermeni toplumları içinde sosyo-ekonomik olarak kalıp başarı ile yerleşmesine mani olmak için çok çalıştılar. Amerikan misyonerleri, bunun bir nevi baskı olduğundan şikayet ederek, Ermeni Hristiyanlığının kendi Protestan anlayış ve görüşlerine uygun olarak kabulünü sağlamak üzere, İngiliz diplomatik çevrelerinin de yardımı ile, kurumsal hak ve özellikler kazanmayı başardılar. O zamanlar, Osmanlılar, İngiliz dostlarına güveniyorlardı ve Protestan papazların, Ermeni toplumunun dini liderleri olduğu konusundaki talimatlarını yerine getirmekte ve kabul etmekte bir mahzur görmediler.
Eğer Osmanlı idarecilerinin, kendi imparatorluklarında Ermeni mevcudiyetinin zayıflaması konusunda bir rolleri olmuşsa, o da, Ermeni kimliğinin çalınması ve kaybolması konusunda dinî özgürlük fikrine itiraz etmemeleri olmuştur. İmparatorluk, Anglo-Amerikan politik gücünün Osmanlı Ermeni toplumu üzerine baskı yapıp liderlerini bir nevi koloni liderleri gibi görüp o şekilde davranmasına mani olmadılar. Protestanların bu bürokratik başarıları, Ermeni kilisesinin Amerikan gözetimi altında yeniden organize edilmesinin temel taşı oldu. Bu durum, Anglo-Amerikan politik liderlerinin Osmanlı Ermenilerinin politik liderlerini tayin ve kontrol etmeleri demekti. Böylelikle, Anglo-Amerikan menfaatleri ve Osmanlı Ermenilerinin yaşam tarzları, Anglo-Amerikalıların kendileri tarafından belirtilmeye ve seslendirilmeye başlandı.
Osmanlı kapitalizmi, artık Ermenilerin elinde değildi. Osmanlı hükümetleri ile gayet iyi ilişkileri olan ve Ermeni toplumu içerisindeki kendi durumlarını devam ettirmek için kendi patriklerini seçen Ermeni bankerler, artık Amerikalı misyonerlerce düşman olarak görülmeye başlanmışlardı. Anglo-Amerikan propagandasının Ermeni davasında inandırıcı olması için Osmanlı Ermeni ileri gelenleri artık karalanmalı, gözden düşürülmeli ve değiştirilmeli idi.
OSMANLI DÖNEMİNDE MİLLET-İ SADIKA
Amerikalıların etkisi ile, Ermeni bankerlerin nüfuzları ve güçleri azaltılmış, iş hayatlarındaki liderliklerine son verilmişti. Geleneksel Ermeni kilisesinin sağlam bir direği olarak hizmet vermiş olan Mateos, sahtekârlıktan suçlu bulunmuş ve Ermeni kimliğinden Osmanlı etkisinin ve geleneksel iyi ilişkilerin kaldırılmasına ve toplumun Amerikanlaştırılmasına karşı verdiği savaş durdurulmuştu. Mateos’un, Ortodoks Osmanlı Ermenilerinin popülaritesi kaybolmak üzere iken, Ermeni dindar kardeşlerine 1846’da yaptığı konuşma, aslında oldukça acıklı idi. Onlardan, Protestanlarla temas kurmuş olanlara yaklaşarak, onlara “ evlerinde zehirli bir yılanı beslediklerini ve bu yılanın bir gün kendilerini ölümcül zehri ile ısırarak büyük zarar vereceğini ve ruhlarını kaybedeceklerini “ söylemelerini istedi.
Geleneksel Osmanlı Ermenisi kimliğini kaybeden pek çok kişi, takip eden yıllarda, ruhları da dahil, her şeylerini kaybettiler. Amerika destekli soykırım iddialarının, Ermeni hafızasına kendi hikâyelerini anlatma arzusundan ötürü, mesuliyet sahibi Ermenilerin ortadan kaldırılıp yerlerine Osmanlı içindeki Amerikan gizli kurumlarının getirildiğinin kabul etmemektedir.
Bugüne kadar, Ermeni kimliği, büyük ölçüde, Amerikalıların propaganda gücünün Ermenilerin Türklerle olan münasebetleri hakkında söylediklerine inanmaları ile tarif edilegelmiştir.

* Yazar Tal Buenos, Utah Üniversitesinde doktora adayı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
** Yazı Türkçeye Ş. Dinlenç tarafından tercüme edilmiştir.

Friday, December 25, 2015

Tarih Vakfı ve kripto Ermeniler

E. Kurmay Albay Ömer Lutfi Taşçıoğlu'nun 1991'de kurulan "Tarih Vakfı" ve kripto Ermeniler hakkındaki bilgi notunu aktarıyorum.
1991'de kurulan Tarih Vakfı, AB fonlarıyla beslenerek Karen Fog'un hedeflediği "Türk tarihinin hakkından gelmek" görevini yerine getiren bir vakıf. Tarih Vakfı, başkanlığını Orhan Silier 'in yaptığı dönemde AB'den aldığı 10 milyon Avro karşılığında Osmanlı tapu kayıtlarını araştırarak İstanbul başta olmak üzere Türkiye'de azınlıklar adına kayıtlı tapuları bulup tescil ettirmek için hukuk davaları açmasıyla gündeme gelmişti. Osmanlı belgelerini okuyabilmek için o dönemde özel Osmanlıca kursları düzenlemişlerdi. Osmanlı belgelerine bu kadar ilgi duymalarının diğer sebebinin de Ermenilere soykırım yapıldığını ispatlama çabalarından kaynaklandığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Ama çabaları boşuna. Vuku bulmamış bir olayın ispatlanması mümkün değildir. Vakıfta faaliyet gösterenlerin büyük çoğunluğu Kripto Ermeni.
Kripto denilince nedense insanımız konuya aşırı kibar bir yaklaşım gösteriyor ve Ermeni vatandaşlarımızı kırmaktan çekiniyor. Hiç kimsenin anne ve babasını seçme gibi bir hakkı olmadığını elbette biliyoruz ve herkesin kökenine saygı gösteriyoruz. Bizim Türk tarifimiz Atatürk'ün 1930 yılındaki Türk tarifidir; "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir".
Ancak Türk kimliği ile kendini saklayarak ekmeğini yediği bu ülkeye iftiraya yeltenenlerin gerçek kimliklerini açığa vurmanın da bir vatan görevi olduğunu düşünüyorum.
Ermeni yazar Ruben Melkonyan, "The Problem of Islamized Armenians in Turkey(Erivan, 2008, s.97)" adlı eserinde Ermeni yazar Karen Khanlarian'ın çalışmasına atıfta bulunarak Türkiye'deki gizli Ermenilerin sayısının 2 milyon kadar olduğunu, bunlardan 700.000- 750.000'inin kripto Ermenilerinden, 1.300.000'inin ise Müslümanlaşmış Ermenilerden oluştuğunu yazmaktadır.
Türkiye’nin kendi Ermeni vatandaşlarıyla hiçbir sorunu yoktur. Hattâ içlerinde Artin Penik gibi haksız soykırım iddialarını protesto etmek için kendisini yakan vatanseverler de vardır. Ancak zorunlu göçten kurtulmak için din değiştirerek Türk adı ve soyadı alanların bir bölümü köklerini asla unutmamıştır. Devlet güçlüyken sessiz kalan bu grup devletin zayıf düştüğünü hissettikleri dönemlerde yeniden sahneye çıkarak Ermeni iddialarını gündeme taşımaktadır. Son yıllarda Türkiye'yi soykırımla suçlayan makale ve kitaplar yazanlar, konferanslar verenler, "özür kampanyaları" başlatanların büyük bir bölümü bu grup içinde yer alanlardır. Türk milletinin Ermeni iddialarını dillendirenleri değerlendirirken bu gerçeği ve Atatürk'ün aşağıdaki ikazını hatırda tutmalarının içinde bulunduğumuz dönemde daha da önem kazandığını düşünüyorum:
" Baylar, sırası gelmişken, saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerimki: Bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın”...(Nutuk.s.295) MustafaKemal Atatürk
Selamlar ve en iyi dileklerimle.
Dr. E. Kur. Alb. Ömer Lütfi Taşçıoğlu / 24 Aralık 2015

Sunday, December 20, 2015

Yaşar Nuri Öztürk - İmamı Azam Ebu Hanife

Pazar günü (20 Aralık 2015) için uygun olduğunu düşündüğüm bir tefekkür yazısı:
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, "Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü
İMAMI AZÂM EBU HANİFE " kitabı ile ilgili takdim yazısında, İslam dünyasının Socrates'i olarak nitelediği Ebu Hanife ile Mustafa Kemal Atatürk'ün misyonları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor.

İmamı Azâm konusunda dile getirilmesi gereken en önemli gerçek şudur: İslam dünyasının ‘fıkıh yaratan mezheb’inin kurucusu olan, bugünkü Türkiye’de de ‘dokunulmaz, tartışılmaz’ kabul edilen İmamı Âzam (ölm. 150/767), yaşadığı günlerde, ‘dindışılık’, ‘dinî tahrip etmek’, ‘Peygamber’in sözlerine ve sünnetine kafa tutmak’, ‘Mürcie, Cehmiyye gibi sapık mezheplere mensup olmak’, ‘kafir’ olmakla itham edilmiş hâttâ ‘Yahudilik’, ‘müşriklik’ ve ‘deccallık’la suçlanmıştır.
İmamı Âzam, İslam dünyasının Sokrates’idir. Sokrates, Atina putperestlerinin içirdiği zehirle hayata veda etmişti; İmamı Âzam ise Arap-Abbasi saltanatının başındaki zorbaların içirdiği zehirle öldürüldü. Bu bakımdan iki anıt ismin kaderi aynıdır. Fark şurada: Batı, Sokrates’i yaşatılması gerektiği şekilde yaşatıyor; Müslüman Doğu ise İmamı Âzam’ı yaşatılması gereken şekilde yaşatmıyor, yüceltme adı altında her gün öldürüyor.
İmamı Âzam’ı şehit eden, sonra da onun esas fikirlerinin üstünü örten eski ve yeni saltanat dinciliğinin tasallutlarını, elinizdeki kitabın sayfalarında sanıyorum kahırlanarak okuyacaksınız. Ve şunu idrak ve itiraf noktasına geleceksiniz: İslam, Hz. Peygamber’den hemen sonraki Arap müdahalesiyle yozlaştırıldı. Bu yozlaşmanın hemen ardından ilk arındırma, İmamı Âzam eliyle oldu.
İlk dönemde yâni oluşum ve yerleşme döneminde Hz. Peygamber’e karşı çıkan zihniyetlerle, arındırma dönemi olan ikinci dönemde İmamı Âzam’a karşı çıkan zihniyetler aynıdır. Müslüman dünya, ‘Üçüncü Arındırma Dönemi’ni Mustafa Kemal Atatürk’le yaşadı. Bu dönemin öncüsü olan zat, aynı zamanda bir teşkilatçı deha olduğu için meseleyi teoride bırakmadı, icraatıyla hayata geçirdi. Hiç kimse ona, devrimlerinin faturasını canıyla ödetemedi. Tam aksine o, İmamı Âzam ve benzerlerinin intikamını da alan bir önder oldu.
İşe İslam dünyası açısından baktığımızda şunu söylemek zorundayız: İslam ümmeti bu üç dönemin üç öncüsüne de nankörlük etmiştir: Bu nankörlük, Hz. Peygamber’e, onun ehlibeytini katletme şeklinde; İmamı Âzam’a, din dışı ilan etme, işkence ve öldürme şeklinde; Atatürk’e ise mirasını ve kendini din dışı ilan etme şeklinde uygulandı.
İMAMI ÂZAM’I FARKLI KILAN DEĞERLER
1. Kur’an’ın istediği ‘aklın işletilmesi’ni ve aklın egemenliğini dinin esas amacı olarak öne çıkardı,
2. Zulme karşı isyan ve ihtilalin dinin talebi olduğunu gösteren eylemli bir aydınlığın öncülüğünü yaptı,
3. Arapçı-zorba Emevî ve Abbasi yönetimlerine karşı çıktı ve bu yönetimlere karşı kılıç kullanılması için fetva verdi, kılıç kullananları maddeten de destekledi,
4. İslam’ın Arap ideolojisine dönüştürülmesine karşı çıktı,
5. Her Müslümanın kendi ana diliyle ibadet edebileceğine, bunun için de Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılınabileceğine fetva verdi,
6. Uydurma hadisleri reddetti; bunun bir uzantısı olarak, hadis diye nakledilen sözlerin Kur’an’a ve akla aykırı olanlarının Peygamberimize isnat edilmesine karşı çıktı,
7. Batı’dan bin küsur yıl önce laikliğin temellerini atıp ilk müjde ışıklarını yakan şu iki fikrî öne çıkardı:
a. İbadeti imanın ayrılmaz bir parçası sayarak dindarlığı insanlar arası ilişkilerde bir ölçü haline getiren anlayışa karşı çıktı. Kur’an’a dayandırdığı şu ilkeyi savundu: “İbadetler imanın olmazsa olmaz bir parçası değildir.”
b. Kavga ve savaşların din gerekçesine dayandırılmasına karşı çıktı.
8. Kadının evlenmede kimsenin velayet ve vesayetine muhtaç olmadığını ilan edip kadın özgürlüğünün yolunu açtı; böylece geleneksel fıkhın temel kabullerinden birini yıktı,
9. Riyakarlığı en büyük yıkım olarak gören anlayışının bir gereği olarak, fikir ve mücadele hayatında takıyyeciliğe asla tenezzül etmedi, sözünü hiç esirgemeden tam ve açık söyledi.
Tarih önünde, İmamı Âzam ile Mustafa Kemal Atatürk’ün savundukları ve uğrunda tavizsiz bir mücadele verdikleri değerler sâdece benzer değil, tamamen aynıdır.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü Kitap Özeti:
_İMAMI AZÂM EBU HANİFE-Yaşar Nuri Öztürk 11 12 2009 (1)
- See more at:

Thursday, December 10, 2015

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın konferansı


KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, bugün ( 10 Aralık 2015) Kadir Has Üniversitesinde “ Kıbrıs müzakereleri ve geleceği” konulu bir sunum yaptı.

Aldığım notları satırbaşı olarak ve kısa bir değerlendirmemi aşağıda sunuyorum.
- 2009’da aktif siyasetten ayrılmayı düşünmüş ve kitap yazmaya başlamıştım. Bir süre sonra, toplumdan gelen istekler üzerine siyasete döndüm ve Mart 2014’de Cumhurbaşkanı seçildim.
- 2004’de Annan Planı’nın kabul edilmesi için çok çalıştım. Ne gariptir ki; Annan Planına yüzde 65 oranında “hayır” diyen Rum tarafı AB’ne kabul edildi.
- Rum tarafı ile müzakerelerde, benim temel yaklaşımım, iki toplumu yakınlaştırabilen ortak noktaları esas almaktır.
- Geçmişle her iki tarafın da yüzleşmesi lazım.
- Ankara ile kardeşlik ilişkisi istiyorum. Amir- memur ilişkisi değil.
- Ankara, KKTC’yi tanıdı ama bunun gereğini tam olarak yerine getirmiyor. GKRY’ni tanımıyor ama bunun da gereğini tam olarak yerine getiremiyor. Size bir örnek vereyim: Futbol’da, bir Türk takımı, KKTC’nde dostluk maçı dahi yapamıyor. Ama, Türk takımları UEFA bağlamında GKRY kesimine geçip, orada maç yapıyorlar. Rövanş maçları için Rum takımları Türkiye’de maç yapıyor. Milli maçlarda, Kıbrıs Rum Bayrağı direğe çekiliyor ve Yunanistan milli marşı çalınıyor.
- 11 Şubat 2014 tarihli yedi maddelik KKTC-GKRY mutabakatını esas aldım. 15 Mayıs 2015’de müzakereler başladı.
- Halen, müzakereler altı başlık altında yürütülüyor. İlk aşamada, yönetim ve temsil ile ilgili üç başlık ele alındı. Bu başlıklarda, Rum tarafıyla yakınlık sağlandığını söyleyebilirim.
- Mülkiyet, toprak, güvenlik – garantörlük konularını kapsayan diğer üç başlık henüz ele alınmadı. Güvenlik-garantörlük konusu en sona bırakıldı.
- Müzakereler “integrated whole” ilkesine göre yürütülüyor. Yani, her şey topluca kabul edilmeden, hiç bir mutabakat geçerli olmayacak.
- Rum tarafının güvenlik endişesi yok. Ama, KKTC’nin böyle bir endişesi var. Bunu Rum tarafına anlatmamız gerekiyor. Rum tarafında, aralarında yeşiller partisinin de bulunduğu fanatikler var. Bunları aşacağımızı ümit ediyorum.
- Müzakerelerden çekilmek doğru değil. 2000 yılında Sayın Denktaş’la bu konuda ayrı düştüm.
- Ankara’da, İsmail Cem döneminde görüştüğüm Dışişleri Müsteşarına, “Azerbaycan’ın KKTC’ni tanıması için neden girişimde bulunmuyorsunuz?” diye sorduğumda, Karabağ sorunu nedeniyle “Azerbaycan KKTC’ni tanıyacak en son devlet olur” yanıtı ile karşılaştım.
- Rum tarafının beklentileri boşa çıktı. Rum tarafında AB’ne girdikten sonra, KKTC’nin bir yıl dahi dayanamıyacağı, çökeceği beklentisi vardı. Bu gerçekleşmediği gibi, Rum kesiminde ekonomik kriz çıktı, finansal çöküntü yaşandı. Dolayısıyla, Rum tarafı, AB’den umduğunu bulamadı.
- Bir yandan da “güven artırıcı önlemler” üzerinde çalışıyoruz. Vaktim sınırlı olduğu için ayrıntılara giremiyorum.
- 1974’den bu yana KKTC’nde üçüncü nesil yetişti. Gençler çözüm istiyor. Yıllar değil, aylar içinde çözüme ulaşılabileceğine inanıyorum.
- Sorun üreten bir adadan çözüm üreten bir yapıya geçebiliriz.
- Bir yandan doğal gaz yataklarının değerlendirilmesi, Türkiye’den su boru hattının ve elektrik çevrim sisteminin devreye girmesinin bölgeye olumlu yansımaları olacaktır.
- Nüfusun ¼ oranına göre dondurulması hususunda mutabakat arandığı haberi doğru değildir.
- Nüfusun gelişmesi doğal akışında olacaktır. Aksi nasıl düşünülebilir?
- Türkiye’den 1974 sonrası adaya gelen yerleşiklerin geri gönderilmesi söz konusu değildir. Rum tarafı bunu kabul etti.
- İki bölgeli, iki toplumlu yapı esastır. Kanton söz konusu değildir.
Özet değerlendirme :
- Sayın Akıncı, kırk dakika içinde derli toplu bir sunum yaptı.
- Müzakere sürecinde, daha yolun başında olunduğu anlaşılıyor. Beş başlıkta anlaşmaya varılması (özellikle mülkiyet ve toprak) çok zor. Bu sağlansa bile, Rum tarafının garantörlük konusunda tutumunu değiştirmesi bugünkü konjonktürde mümkün görülmüyor. Daha bir kaç gün önce, Yunan Dışişleri Bakanı Fotias, Türk askerinin mevcudiyetini adada kabul etmeyeceklerini söyledi.
- Akıncı’nın ABD ve AB’den teşvik gördüğü söylenebilir.
- ABD ve AB’nin bu kez Rum tarafına daha çok baskı yaptığı izlenimi alınıyor.
- Akıncı, aylar içinde sonuca varılacağını söylemekle, çok iyimser bir görüntü verdi.
(Bu bilgi notu Önder Özar tarafından hazırlandı.)