Thursday, August 30, 2018

Süleyman Nazif'ten Atatürk'e övgü

Süleyman Nazif Bey’in; “Mustafa Kemal Paşa” itirafı.
“94 yıl sonra ilk kez bu sayfada yayımlanıyor. 94 yıldır hiçbir kitap ve süreli yayında yer almadı. 20 Mart 1923 tarihli İleri gazetesinde yayımlanan Süleyman Nazif Bey’in ilk kez gün ışığına çıkan makalesi sayfa dostlarıma armağanımdır.
Süleyman Nazif Bey’in 20 Mart 1923 tarihli İleri gazetesinin 1. ve 2. sayfasında yayımlanan makalesini; Arap harflerinden yeni alfabemize aktardım. Günümüzde artık kullanılmayan bazı sözcükleri - kısmen - Türkçe karşılıklarıyla değiştirdim. Silik çıkan bazı okuyamadığım sözcüklerin yerine … işareti bıraktım.
Süleyman Nazif Bey, Mehmet Akif Ersoy ve daha birçok dindar aydınımızın benim gönlümde müstesna yeri var. Onlar Mustafa Kemal Paşa’yı çok sever bunu iyi bilirim. Ne yazık ki devrin şartlarından menfaat uman birtakım kurnaz araştırmacı ve yazar tarafından hep sansüre uğrarlar. Buna devamlı şahit olur ve de; ne çok üzülürüm. İşte 94 yıl sonra ilk kez bu sayfada yayımlanan Süleyman Nazif Bey’in Mustafa Kemal Paşa hakkındaki samimi düşünceleri ve itirafı:
"Büyük Kurtarıcı" (Müncî-i Azam)
Muharriri; Süleyman Nazif
Gazi Mustafa Kemal Paşa, düşman ayağı ile çiğnenmekten kurtardığı şehirlerden birinde: Adana Belediye dairesinde iki gün evvel; en güzel nutuklarından birini söyledi. Umumi şükranı Büyük Kurtarıcı’ya bir kere daha bildiren Belediye Reisi’nin nutkuna; Paşa irticalen cevap verirken:
“…Milli davamızda benim de mesaim geçmişse ve bu mesaide; kuvvet, icraat ve muvaffakiyet varsa; bunu şahsıma ithaf etmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevi şahsına atfediniz..”
Pek soylu bir alçakgönüllülükle söylenmiş olan bu sözde; hakikatle tevazuunun ne derecelerde mündemiç bulunduğunu burada tarafsızca tetkik etmek isterim.
Felsefe-i Askeriye’yi tamamıyla anlamış olan Von der Goltz; Millet-i Müselleha adıyla dilimize de tercüme edilen meşhur eserinde diyor ki: Bazen kabiliyet-i askeriyesi büsbütün sönmüş zannedilen bir kavimin başına bir askeri deha geçerek harikulade hareketler gösterebilir. Nadir Şah’ın İran tarihindeki vakası gibi.
Mustafa Kemal Paşa, bayrağımızı düşmüş olduğu yerden kaldırarak, eline aldığı zaman bizim kabiliyet-i askeriyemiz sönmemiş, fakat o kabiliyeti tahrik ve izhar edebilecek her kuvvet, her vasıta elimizden alınmış idi. Anafartalar’ın genç kahramanı yalnız yed-i azminde, bin kurşunla delik deşik olmuş bir bayrak ve kalbinde hiçbir kaza ile yıkılmayacak ve durmayacak bir kurtarma şevki olduğu halde meydana atıldı. Vatanımızın serhatlarından başka Galiçya’da, Dobruca’da, Makedonya’da hatta Ayranoz’da çılgın bir israf ile harcanan Türk ordusundan; bir milyon cenaze ile pek acı ve kahır bir mağlubiyetin yarasından başka bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal’in ayağa kalkmasına herkes:
Çılgınlık!...
Dedi. Ben de bunların arasındaydım. Millet uzun seneler doğrulamayacak kadar yorulmuş. Vatan kendi evladının cenazeleri üstünde geceleri ölüm ve matem terennüm eden baykuşların sesini bile işitemeyecek kadar derin ve hummalı bir uykuya dalmıştı. Mustafa Kemal’in gösterdiği azim ve ümit; bu ölümlü uykuyu def etmek için kafi görülmüyordu. Bu kifayetsizliği, bu imkansızlığı akıl, hesap, mantık ile insaniyetin en az on bin senelik tecrübe ve birikimi ansızın evlada tasdik ve ilan etti. Herkes ve her şey Mustafa Kemal’e, Mustafa Kemal’in elindeki bayrağa; o bayrağın etrafında toplanan üç beş adama ve bu üç beş adamın üstünde çalıştığı topraklara acıyordu. Yalnız akıl, hesap, mantıkla insaniyetin on bin senelik bir araya gelen tecrübe birikimi değil, yorgun ve bezgin halkımızın büyük bir kısmı; bu huruç sahibinin her teşebbüsünü bir hareketi son çırpınış telakki etti. Ve ona düşmanlık hissetmeyenler bile acıdılar.
Asya’nın batısından Akdeniz’in sahillerinden terakki eden ülkeleri tahribe karar vermiş bağnaz Avrupa, kast ve ihanetine kendi ordularından, kendi vesait kahır ve efnasından ziyade hadim ve iştahını alçakça tatmin yolunda her hıyanet-i milliyeyi göstermeye hazır ve düşkün bir Padişah bulmuştu. Bu Padişah, namına icra-ı hilafet ettiği bir Peygamberin şeriatından düşman bayrağına hıfz ve zafer nesheleri astırdı. Ve kırılacak ellerindeki … İslam’ı Yunan ordusunun önünde; arkasında koşturtmak istedi. Padişah Vahdettin Mustafa Kemal’in Kral Konstantin’den fazla düşmanıydı. Mustafa Kemal Paşa’yı Kral Konstantin esir etseydi, belki büyük bir vatanperverin müstahak olduğu her hürmet ve ikramı gösterir ve ona kılıcını iade eder, fakat Padişah Vahdettin’in eline geçse idi. Onu muhakkak kurşuna dizdirirdi. Allah’tan cihat emrini telakki eden bir peygamberin o sahte halifesi, Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi’nden çıkarmış idam hükmüne; cihat ayetinden fazla kutsiyet atfetmiş ve iman bağlamıştı. İşte Mustafa Kemal Paşa; asilikten gaziliğe, gazilikten Büyük Kurtarıcılığa tahtı tarihine ufaktan vesaitle bu mahşer mevani karşısında savud ve cülus etti. Mustafa Kemal ismini tarih-i İslam en yüksek sayfasına Hazreti Peygamberin adından sonraki ilk satırlara kayd ile müebbeden tebcil edecektir.
Bugün Büyük Kurtarıcıya minnet sunuyoruz, ruhu şad olsun.
(Mustafa Üçgül)
NEWS & POLITICS

Here Are 15 Reasons Why Trump's Supporters Will Never Abandon Him

His enduring popularity is not that complicated.
Photo Credit: ABC News (via YouTube)
Donald Trump is a dangerous, authoritarian leader who was elected by appealing to racism and is overtly trying to undermine democracy. He is an embarrassment to the American people and the United States. Despite these facts, or perhaps because of them, Trump remains remarkably popular among Republicans and his other diehard supporters. This is a cause of constant handwringing, confusion, and consternation among many American journalists and other members of the chattering class. As former Salon editor Joan Walsh recently wrote in the Nation, this is a "distracting journalistic exception." But it does no good waiting for Trump's flock to abandon him, and the frustration only grows.
Ultimately, Donald Trump is a riddle that the fourth estate has intentionally chosen not to decipher. His enduring popularity is not that complicated -- for those who choose to see the depth of the political, cultural, and social crisis that goes back decades and spawned Trump's presidency.
Here are 15 reasons why have Donald Trump's loyalists have not abandoned him, and likely never will.
SPONSORED
  1. Most Americans are politically disengaged and therefore do not follow current events closely. Except for moments of crisis or national elections, little time is spent thinking about political matters or public policy in a sophisticated or consistent way.
  2. Donald Trump has control over a vast propaganda machine. Anchored by Fox News, Trump has leveraged a fact-free alternative reality, created over several decades by the right-wing echo chamber. Richard Nixon may have resigned from the presidency with a 24 percent approval rating, but he did not have Fox News to artificially buoy him.
  3. Republicans and other "conservatives" largely approve of Donald Trump's policies. While there may be disagreement about his style of governance and behavior, he is doing their bidding.
  4. White Christian evangelicals overwhelmingly support Donald Trump. To them, he is God's tool for creating a semi-theocratic Christian state. Trump understands the power and influence of evangelical leaders over their gullible public. On Monday, he hosted a meetingfor a group of 100 or so evangelical pastors in the State Dining Room of the White House where he told the attendees that the Democrats and "antifa" “will overturn everything that we’ve done and they’ll do it quickly and violently. And violently. There’s violence.”
  5. Authoritarianism and other anti-democratic attitudes and values have increased in America over the last two decades. Trump is the logical result of those trends.
  6. Donald Trump is a political cult leader. Consequently, his supporters will not abandon himbecause to do so would cause great emotional and spiritual harm to themselves.
  7. Trump has repeatedly shown that he is a racist who harbors deep animus and hostility towards nonwhites and Muslims. These values and attitudes are shared by his voters and other supporters. As recent research demonstrates, at least 11 million white Americans who possess "white nationalist" beliefs, while many millions more are sympathetic to such politics. Other research suggests that the more Trump's racist behavior is criticized, the more his supporters are likely to defend him.
  8. Political parties are now extensions of personal identities. As a result, in America, and other failing democracies, politics is treated as a team-sports event. This is especially true for Republicans and other conservatives who now view those groups most associated with the Democratic Party (women, nonwhites, "liberals", immigrants, gays and lesbians and others) as being their personal enemies. Democrats do not feel the same animus towards those people (whites, especially white men, and evangelical Christians) most associated with the Republican Party. Political compromise in the interest of the common good is made nearly impossible.
  9. Racism and authoritarianism (and sexism) are closely related values and behaviors. In combination with a fear that white people are somehow losing power as a group in America -- a claim not supported by any substantive and correct evidence -- a state of collective narcissism exists for Trump's voters and other supporters.
  10. Donald Trump and other right-wing political elites have expertly manipulated the death anxieties of white conservatives. In combination with a political sadism that makes the lives of Trump's and other Republican voters materially, spiritually and emotionally worse, these fears of death (and/or group obsolescence through the "browning of America") cannot be countered by rational, factually grounded arguments.
  11. The image of responsible, managerial governance offered by the Democratic Party, and exemplified by Hillary Clinton, is undeniably boring. In a society where loneliness, existential despair and a culture of distraction have fully taken hold over the vast majority of the public, Donald Trump --a debased product of a debased culture -- is a source of constant entertainment for his human deplorables and other lost souls. Donald Trump is an example of cultural critic Neil Postman's famous warning more than 30 years ago that the American people were "amusing themselves to death."
  12. Trump's apparent incompetence as evaluated by traditional measures of governance such as respect for democracy and the rule of law are viewed as positives by his supporters. Criticism of Trump's leadership style and other behavior are viewed as the complaints of "elites" who look down on "real Americans". The anti-intellectualism that has long been a core tenet of American conservatism has fully bloomed, first with Sarah Palin and then with Donald Trump.
  13. The Republican Party and the conservative media offer an example of what social psychologists have described as the "Dunning-Kruger effect." Here, those steeped in ignorance imagine themselves to be much more competent and expert than they really are. Alternatively stated, the Dunning-Kruger effect rests on the premise that stupid people don't know they are stupid. Donald Trump and his movement are a textbook example of that psychological phenomenon.
  14. For those Trump voters and other supporters who may be persuadable, the Democratic Party has provided few reasons to leave Trump's camp. Democratic messaging failed in 2016. It continues to fail in 2018. "We are not Donald Trump" will not be sufficient to secure political victory in 2020.
  15. While the influence of the economy on voters' decision-making (what is known as "pocketbook voting") is highly debated by political scientists and others, Donald Trump has benefited from Barack Obama's economic turnaround. As Larry Bartels demonstrates in his landmark book "Unequal Democracy," this is part of a long pattern in which Republican presidents benefit from the economic growth created by their Democratic predecessors and then, of course, take credit for it.
As they erred in their assumptions about Donald Trump's chances of victory in the 2016 presidential election, traditional journalists and other pundits are making many of the same errors again. As a class, journalists and other supposed political experts still cling to the belief that the American people are good, decent and "moderate" -- despite all the evidence, including Trump's victory, suggesting the opposite. There is also a misplaced faith in the enduring health and power of the country's democracy and the role of citizens in it. Political scientists Christopher Achen and Larry Bartels intervene against this worship of "folk democracy" in the concluding paragraphs of their book "Democracy for Realists":
At this moment, America is a democracy but it is not very democratic. In this book, we have tried to face without flinching the logical consequences of what democracy's most thoughtful observers have long seen, and what political scientists over the past few decades have demonstrated in meticulous detail. Democratic citizens -- all of us -- have to think differently. All too often, we bring rose-colored glasses when we look at democracy, glasses handed to us from the dead hands of Enlightenment thinkers. In consequences, we not only propose bad solutions; often enough, we cannot even see the problems. The gross inequalities of political power in contemporary America are the most obvious instance. The daunting challenge of altering a deeply entrenched and powerfully defended status quo that embodies those inequalities is often obscured by simplistic folk-theoretic faith in the responsiveness of the current system to its citizens.
Donald Trump may prove to be a political ironman with feet made of clay. Special counsel Robert Mueller holds a fire hose. If he unleashes a torrent of water, Trump may collapse. That may not be enough to stop Trump from winning re-election, contrary to most current assumptions. His supporters will be there for him in 2020, no matter what.

Monday, August 27, 2018

Sinan Meydan : 210 yıllık birikimi yok saymak, 142 yıl geriye gitmek

Sinan Meydan'ın   Temmuz 2018 tarihli yazısı

210 yıllık birikimi yok saymak, 142 yıl geriye dönmek


“Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına” yemin eden sayın vekilim, durumun ciddiyetinin farkında mısın?”

‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir' ilkesiyle 23 Nisan 1920'de, TBMM'yi açan Atatürk meclise, ortak akla büyük önem verdi.

16 Nisan 2017 referandumu öncesinde, 20 Şubat 2017'de SÖZCÜ'de “Cumhuriyetten Meşrutiyete Dönüş-Padişahın Bile Daha Az Yetkisi Vardı” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bugün, herkes üç maymunu oynasa da gerçek şu ki, 24 Haziran 2018 seçimleri sonunda Türkiye, resmen cumhuriyetten meşrutiyete; bir anlamda anayasalı, parlamentolu padişahlığa, yani 142 yıl geriye döndü. Dahası, siyasal tarihimizde 1808 Sened-i İttifak'tan beri devam eden “tek adamı” sınırlandırmaya yönelik 210 yıllık demokratik akış –II. Abdülhamit'in 1878-1908 arasındaki 30 yıllık istibdat döneminden sonra– ikinci kez tersine çevrildi.

Nasıl mı? Şöyle!

EGEMENLİĞİN EVRİMİ

İbrahim Müteferrika 1732'de kendi matbaasında basıp I. Mahmut'a sunduğu “Usulü'l hikem fi nizami'l ümem” adlı eserinde “O zamanki Avrupa'da en ileri ulusların demokratik düzende bulunan uluslar olduğunu, bunların yasalarının Tanrı'dan gelme şeriat ilkelerine göre değil, akıl yoluyla bulunmuş ilkelere dayandığını” yazıyor. (Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, s. 53).

Demokrasi tarihi, Tanrısal, dinsel kaynaklı “tek adam” egemenliğinin, dünyevi, milli egemenliğe evrilişinin tarihidir.

Batı'da 13. yüzyılda başlayıp 18. yüzyılda Fransız Devrimi'yle olgunlaşan bu süreç, bizde ancak 19. yüzyılda başlayıp 20. yüzyılın başlarında Cumhuriyet Devrimi'yle olgunlaşabildi.

SENED-İ İTTİFAK'TAN TANZİMAT'A

Osmanlı'da 7 Ekim 1808'de II. Mahmut ile ayanlar arasında Sened-i İttifak yapıldı. Bununla ilk kez padişah -kâğıt üzerinde de kalsa- yetkilerini paylaştı. 7 maddelik bu senedin birinci maddesinde padişahın egemenliğinin dokunulmazlığı vurgulanmakla birlikte, diğer maddelerde sadrazamın emirlerinin de tıpkı padişahın emirleri gibi yerine getirileceğinden söz edilerek padişah, sadrazamla dengelenmekte, yasama ve yürütme arasında bir ayarım yapılmakta, hatta padişah veya hükümet adaletsizlik yaparsa onlara isyan hakkı tanınmaktaydı. Senetteki ifadesiyle “Fukara ile reayanın” yani halkın ve ayanların haklarının korunmasından söz edilmekteydi.

Osmanlı'da sadrazamlar ve şeyhülislamlar padişahların iradelerini sınırlayabiliyordu. II. Mahmut, sadrazamı başvekil yaparak, şeyhülislamı da hükümetin dışında bırakarak onlardan kurtulmayı denemişti.

Ancak zaman değişiyor, dünya gelişiyordu. Her şeye hâkim olmak, tek başına karar vermek sorunları çözmeye yetmiyordu. Dışişeri, içişleri, eğitim, ordu vb. konularda uzmanlara, bakanlara ihtiyaç vardı. Daha bakanlıklar kurulmadan önce Meclis-i Umur-ı Nafia (Yararlı İşler Meclisi) kuruldu. 1830'larda bakanlıklar da kuruldu. Ancak bakanları, padişah göreve getirecekti.

II. Mahmut, daha önce uygulanan Meşveret Meclisi'nden ayrı üç meclis kurdu. Bunlar, Hükümet Şürası, (Dar-ı Şüra'yı Bab-ı Ali), Adliye İşleri Yüksek Kurulu (Meclisi Valayı Ahkâmı Adliye) ve Askeri Şüra Dairesi'ydi (Dar-ı Şurayı Askeri). Bunlar, danışma ve karar organlarıydı. Bunların koyacağı kurallara herkes uymak zorundaydı.

Padişahın mutlak gücünün sınırlanması bakımından Divan-ı Ahkâm-ı Adliye (Adalet Kurulları Divanı) tecrübesi çok önemlidir. Böylece padişah iradesi dışında başka bir kaynaktan gelen bir yasama süreci başladı.

Tanzimat Fermanı'nı ilan eden Sultan Abdülmecit.
Tanzimat Fermanı'nı ilan eden Sultan Abdülmecit.

1839 Tanzimat Fermanı'yla, yürütmenin başı Padişah Abdülmecit, mutlak gücünü sınırlandırmak zorunda kaldı. Osmanlı'da artık kanunlar, sadece padişah tarafından değil, yetkili kurullar tarafından ortaklaşa hazırlanmaya başlandı. Padişah, ülkeyi kendi iradesine göre değil, kanunlara göre yönetmeyi kabul etti. Kanunlara aykırı davranmayacağına söz verdi.

Bu doğrultuda kanun hazırlama yetkisine sahip Meclisi Vükela (Bakanlar Kurulu) kuruldu. Ayrı ayrı yürütme organları oluşturuldu.

Ayrıca en yüksek danışma meclisi durumunda Meclis-i Ali'yi Tanzimat (Yüksek Tanzimat Meclisi) kuruldu. Bu meclis, ilkel bir parlamento gibi çalışmaya başladı. Her yıl padişah bir nutukla bu meclisi açtı. Padişahın konuşmasındaki konular burada tartışıldı. Hatta padişahın nutkuna cevaplar verildi. Vilayetlerden seçilen delegeler bu meclis toplantılarına çağrıldı.

1869'da yöneticilerden ve il temsilcilerinden oluşan Şurayı Devlet kuruldu. Böylece bizde parlamenter sistemin ilk adımlarından biri atıldı. Osmanlı'nın ilk anayasası Kanuni Esasi, Mithat Paşa gibi Şurayı Devlet üyelerince hazırlanacaktı.
Demem o ki, işte 24 Haziran'da yok ettiğimiz parlamenter sistemin temelleri taa buralara kadar dayanıyor.

İstibdat anayasası

II. Abdülhamit'in 23 Aralık 1876'da törenle ilan ettiği Osmanlı'nın ilk anayasası Kanuni Esasi ile Meşrutiyete, (meşruti, yani şartlı bir yönetime) geçildi. Fakat bu anayasa padişahı hiçbir şarta bağlamıyordu. 1876 Kanuni Esasi'si, özü itibarıyla Osmanlı'da 1808'den beri devam eden padişahın iradesini sınırlandırma sürecine aykırıydı. Evet, anayasaya göre padişah yetkilerini Ayan ve Mebusan meclisleriyle paylaşıyor gibi görünse de gerçekte bu meclisler dâhil, sistemin tüm kurumları padişahın iradesine bağlanıyordu.

23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilan edildi. 1909'da 31 Mart Olayı'ndan sonra II. Abdülhamit tahttan indirildi. II. Abdülhamit istibdadına zemin hazırlayan Kanuni Esasi demokratikleştirildi.

23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilan edildi. 1909'da 31 Mart Olayı'ndan sonra II. Abdülhamit tahttan indirildi. II. Abdülhamit istibdadına zemin hazırlayan Kanuni Esasi demokratikleştirildi.

Kanuni Esasi'ye göre;

– Padişah istediği zaman parlamentoyu kapatıp (dağıtıp) anayasayı askıya alabilecekti.
– Meclisin özgürce yasa yapma hakkı yoktu. Meclis ancak padişahın onayıyla yasa yapabilecekti.
– Parlamento üyeleri kanun tasarısı getiremeyecek, bunları görüşemeyecek, kanun değişikliği yapamayacaktı.
– Parlamentonun toplanıp dağılması padişahın iradesine bağlıydı.
– Padişahın iradesiyle seçilip gelen üyeler, anayasaya değil, padişaha sadakat yemini edecekti.
– Padişahın anayasaya sadık olma zorunluluğu yoktu. 5. Maddeye göre padişahın kişiliği “kutsal” ve “sorumsuzdu”.
– Hükümet, meclise karşı değil, padişaha karşı sorumluydu.
– Mecliste güvensizlik oyuyla hükümeti düşürmek söz konusu değildi.
– Padişah istediği üyeyi ve bakanı istediği zaman görevden alabilecekti.
– Parlamento üyelerinin bakanlara sözlü veya yazılı soru sorma hakkı vardı, ancak bakan cevabı istediği kadar geciktirebilecekti.
– Din ve devlet işlerini kısmen de olsa ayıran değil, resmen birleştiren bir anayasaydı. Padişah, “halife” olarak,
özünü “şeriattan” alan yasaları uygulayacaktı.
– Padişah, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarabilecekti. 36. Maddede bu hakkın geçici olduğu belirtilmekle birlikte uygulamada süreklilik söz konusuydu. Bu hak sayesinde padişah tüm yasama yetkisini ele geçirecekti.
– Padişah istediği kişiyi sürgün edebilecekti. (113.madde)
Bu anayasa Osmanlı'yı demokratikleştirmedi, tam tersine, II. Abdülhamit'in 30 yıllık istibdadının yasal dayanağı oldu. II. Abdülhamit, anayasaya rağmen değil, anayasaya dayanarak istibdat düzenini kurdu.
1876'da padişaha tanınan yetkilerin pek çoğu –sürgün yetkisi vb. daha birkaç yetki hariç– bugün 2018'de cumhurbaşkanına tanınmış durumda. Varın gerisini siz düşünün!

Baskı rejiminin kuruluşu

II. Abdülhamit çok zekice davrandı! Önce anayasaya dayanarak anayasanın fikir babası durumundaki aydınları etkisizleştirdi. Şanslı olanlar sürgünle kurtuldu. Mithat Paşa o kadar şanslı değildi, katledildi.

Sonra meclisi etkisizleştirdi. Örneğin meclisin geçirdiği tasarıları kanunlaştırmayarak geri çevirdi. Daha sonra da yine anayasaya dayanarak meclisi dağıttı, daha doğrusu tam 30 yıl bir daha toplantıya çağırmadı. KHK'larla ülkeyi yönetmeye başladı.

Meclisi ortadan kaldırdıktan sonra özel danışma komiteleri kurdu. Bu komiteler, değişik konularda padişaha danışmanlık yapmaya başladılar.

Baskı düzenini sürdürebilmek için çok etkili bir jurnal, hafiye sistemi kurdu ve 30 bin km'den fazla telgraf hattı gerdi. Padişah için potansiyel tehlike durumundaki herkes; bakanlar, paşalar, aydınlar, din adamları, bürokratlar, gazeteciler, öğrenciler gece gündüz takip edildi, yargılandı, hapsedildi, sürgün edildi.

Basına sansür uyguladı. Çünkü halkın olup bitenleri anlamasını istemiyordu.

ORDUNUN KONTROLÜ

II. Abdülhamit, baskı düzenini, etrafına topladığı askerlerin ve ulemanın desteğiyle kurdu.

Hükümeti, orduyu, donanmayı ve dini kurumları doğrudan saraya bağladı. Abdülaziz döneminde çok gelişen donanma ve Harp Okulu komutanları Abdülhamit için çok tehlikeliydi.

Padişah olduktan 15 gün sonra Başkomutanlık Dairesi'ne giderek komutanlarla yemek yedi. Başkomutan Redif Paşa'ya güzel sözler söyledi. Bu ziyaretten dört gün sonra da Tersane'ye gidip donanma subaylarıyla yemek yedi. İki hafta sonra da Meşihat'a giderek ulema ile iftar yaptı.

II. Abdülhamit döneminde sarayın bürokratları, sarayın paşaları ve sarayın uleması oluştu.

II. Abdülhamit kendini, mareşallerle ve Gazi komutanlarla korumaya çalıştı. Ancak yine de darbe korkusundan hiç kurtulamadı. Kendi ordusunu kendisine düşman gibi gördü. Bu darbe korkusu nedeniyledir ki donanmayı Haliç'te çürüttü.
Kendisi için tehlike olarak gördüğü bürokrat, subay, ulema ve aydın… kim varsa nişanlarla, ödüllerle, madalyalarla, rütbelerle, dolgun maaşlı işlerle satın alıp sarayın sadık bekçisi yapmaya çalıştı.

SIRTINI DİNE DAYAMAK

II. Abdülhamit rejiminin sırrı yoksul, dindar halka dayanmasıydı. İşin özü kadercilik, itaatkârlık ve biat kültürüydü. Kanuni Esasi'de özellikle vurgu yapılan halifelik, onun din adamlarına ulaşmasını kolaylaştırdı. Din  adamlarıyla da dindar halka ulaştı. Onun döneminde ortalık hafızlardan, imamlardan, şeyhlerden, şeriflerden, seyitlerden, üfürükçülerden, büyücülerden geçilmiyordu. Tarikatların, tekke ve zaviyelerin sayısı arttıkça arttı. Hatta Kuzey Afrika'dan yeni tarikatlar geldi. II. Abdülhamit, tarikat şeyhlerini sarayda ağırladı. II. Abdülhamit döneminde sarayın en saygın konukları arasında Arap Şeyhleri de vardı. Bugün tarikatların, cemaatlerin II. Abdülhamit sevgisi buraya dayanır.

Kanuni Esasi'nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak devleti mümkün olduğunca dinselleştirmeye çalıştı. Öyle ki beş vakit namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar her an “zındıklıkla” suçlanıp cezalandırılabilirdi.

Meşrutiyet dönemi şeyhülislamlarından Musa Kazım Efendi, II. Abdülhamit düzenin yarattığı “dincileşmeyi” şöyle anlatıyor:

“…Ayıplarını örtmek, günahlarını saklamak için daima namaz kılarlar, seccadelerini resmi makamlara bile taşıtırlardı. Rahmetli Abdin Paşa, filozof bir zat olduğu halde başını secdeden kaldırmazdı. Mabeyn'de ve Bab-ı Ali'de makbul ve beğenilir kişi olmak için mutlaka post-nişin güruhuna katılmak zorunluluğu vardı. Halifelik, Tanrılık seviyesine yükseltildi. Saray dolaylarında dergâhlar açıldı…” (Berkes, s. 347,348).

II. Abdülhamit 1876'da padişah olduğunda Osmanlı devleti iflas etmişti. Tanzimat'tan beri devam eden yanlış ekonomik politikalarla yerli üretim bitmiş, ihracat azalmış, ithalat patlamış, enflasyon yükselmiş, fiyatlar artmıştı. Halk bu koşullarda II. Abdülhamit'i “kurtarıcı” olarak karşıladı. II. Abdülhamit'in halifelik ve din vurgusu, halkın, Tanzimat'tan beri devam eden Avrupalı, ecnebi yöntemlerle değil, dinsel kurallarla (şeriatla) işlerin düzeleceğine  inanmasına yol açtı.

Fakat II. Abdülhamit'in halifelik ve din vurgusu devleti kurtarmadı. 30 yıllık istibdat düzeni sonrası Osmanlı, borç batağında debelenen, her şeyini yabancılara teslim etmiş, iki Türkiye kadar toprak kaybetmiş, sorunlarla kuşatılmış bir ülkeydi.

Rahmetli Uğur Mumcu'nun dediği gibi “sırtını dine dayayan tüm iktidarlar” gibi Abdülhamit iktidarı da –33 yıl bile sürse– sonunda yıkılıp gitti.

Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma

Demem o ki; Türkiye kabaca tam 210 yıldır, tek adamın yetkilerini sınırlayarak, meclisler açarak iyi kötü demokratikleşmeye çalışıyor. 1808'den 1923'e -ağır aksak durumundaki- 115 yıllık bu demokratikleşme süreci, Atatürk'ün Cumhuriyet Devrimi'yle hızlandı.

Bakmayın siz bizim yobaz-liboş tayfasının safsatalarına! İşgale karşı başlayan Müdafaai Hukuk Hareketini, “Milli egemenlik” olarak formüle eden, bu doğrultuda padişahın iradesinin dışında tamamen milli iradeye dayanan TBMM'yi açan, savaş koşullarında bile meclis kararlarıyla hareket eden, savaş sonrası halkı demokratik katılama hazırlamak için Halk Partisi'ni kuran, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 1923'te cumhuriyeti ilan eden, “kadınsız demokrasi olmaz” diyerek 1930'larda kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren Atatürk'tü... Sözün özü, 1923'ten 2018'e tam 95 yıllık Cumhuriyet Devrimi'nin yarattığı güçlü bir birikim vardır.

Fakat Türkiye, 16 Nisan 2017 referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri sonunda, fiilen 1876 düzenine; anayasalı, parlamentolu padişahlığa döndü. Bu geriye dönüş, 115 yıllık Osmanlı değişim sürecine ve 95 yıllık Cumhuriyet Devrimi'ne aykırıdır. Bu geriye dönüş, 1789 Fransız Devrimi'nden beri süregelen milli irade, meclis, ortak akıl gibi siyasal gelişmelere aykırıdır.

Keşke Türkiye'yi 142 yıl geriye, 1876 düzenine döndürmek yerine, Atatürk'ün kurduğu Laik Cumhuriyeti gerçek demokrasiyle taçlandırmayı deneseydik. Bu geriye dönüşün acısını bizden çok, çocuklarımız çekecek!

“Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına” yemin eden sayın vekilim, durumun ciddiyetinin farkında mısın?