Monday, October 31, 2016

Uluslararası ilişkiler teorileri

 
 
Uluslararası ilişkiler içerisinde genel anlamda etkili diyebileceğimiz dört teori var, bunlar; realizm, liberalizm, yapısalcılık ve marksizm. Elbette bu teoriler tamamen birleşik bir teoriden oluşmuyor ve her birinin içerisinde farklı teoriler var. Bu alt teoriler kimi zaman bazı konularda birbirleri ile aynı görüşte olsalar da, örneğin hem realist düşünce hem de liberal düşünce uluslararası ilişkilerde devletlerin ana aktör olduğunu kabul eder, aslında hepsi uluslararası ilişkilere farklı pencerelerden bakarlar. Uluslararası ilişkiler ile ilgilenen biriyseniz, hangi teoriyi kendinize yakın bulduğunuz global siyaseti yorumlama biçiminizi ciddi bir ölçüde etkiler. Elbette ki bu teorilerden hiç birisine bağlı kalmayıp, hepsinden faydalanmayı seçen, ya da uluslararası ilişkilere daha eleştirel bir pencereden bakmayı seçenlerin sayısı da az değil.
Kendimi tanıttığım yazıda neo-realizm’i kendime yakın bulduğumu ve uluslararası politikayı değerlendirirken neo-realist düşüncelere sıkça başvurduğumu belirtmiştim. Dolayısıyla ikinci yazımda da neden bu teoriyi kendime yakın bulduğumu belirtmek gerekir diye düşünüyorum. Aynı zamanda birkaç sene sonra, özellikle mezuniyet sonrası, bu yazıyı açıp zaman içinde düşüncelerimde değişiklik olup olmadığını görmek benim için de ilginç olacaktır.
Peki neden? Bence üç temel sebebi var ve bunlar aslında neo-realizmin de uluslararası ilişkileri tanımlarken öne sürdüğü argümanlar. Birincisi; neo-realizme göre devlet uluslararası ilişkilerde en önemli aktördür. Diğer bazı aktörler de vardır, uluslararası sivil toplum kuruluşları, NATO, BM, AB, uluslararası şirketler vs., ancak bunlar dış politikada devlet kadar önemli yer tutamazlar. Liberalizm bu görüşe katılmıyor tabi ki. Liberallere göre yukarıda saydığım devlet dışı aktörler artık devletten daha önemli bir pozisyona geliyorlar ve özellikle ulus devletin uluslararası arenadaki yerinin zayıfladığını görüyoruz. Peki neden liberalizm değil de neo-realizm haklı? Aslında burada asıl mesele neo-realist argümanının çok güçlü olmasından ziyade neo-liberal argümanın oldukça zayıf ve hem tarihsel hem de güncel örneklerle tersinin ispatlanabilir olması. Tarihsel olarak bakmak gerekirse, özellikle 20. yüzyılda uluslararası kurumlara güç verilmeye çalışıldı. Bunun en büyük örneği iki dünya savaşı arasında kurulan Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, AB ve NATO gibi bölgesel kuruluşlar. Sırasıyla, Birleşmiş Milletler’in tamamen başarısızlık olduğu zaten kabul gören bir durum. İkincisi, Birleşmiş Milletler, her ne kadar Milletler Cemiyetinden daha etkili gibi gözükse de (Güvenlik Konseyi gibi bağlayıcı bir komisyonun varlığı önemli bir adım ancak bu konseyin bile gücünün yetmediği durumlar oluyor, buna da örnek olarak 2003 Irak Savaşı, 1990’larda yapılan bazı İnsani müdaheler BMGK kararına rağmen gerçekleştirildi) bu kuruluşun bizim bildiğimiz anlamda ulus devlet bağımsızlığını sonlandırabilecek bir pozisyonda olmadığı gözüküyor.
Avrupa Birliği özellikle ülkelerin kendi bağımsızlıklarından vazgeçip kendi sınırları içerisindeki kanunları belirleme konusunda birliğe bazı haklar devretmesi neo-liberaller için kendi teorilerini desteklemek için kullanılan argümanlardan biri ve açık konuşmak gerekirse oldukça da güçlü bir argüman. Ancak, bu oluşumun sadece Avrupa bölgesi ile sınırlı kaldığını, dünyanın diğer taraflarında bu tarz oluşumların ortaya çıkmadığını hesaba katmak da oldukça önemli. Buna ek olarak özellikle son yıllarda yaşanan mülteci krizleri ve üye ülkelerden bazılarının bu krizi AB çatısı altında çözmek yerine kendi çıkarlarına göre önlemler alması katılımcı devletlerin aslında belirli bir noktaya kadar iş birliğine gideceği, eğer bu birlik çıkarlarına aykırı hareket etmeye başlarsa, çıkarlarını önde tutacaklarını gösteriyor.
İkincisi ise büyük devletler arasındaki güç mücadelesi. Realist teoriye göre büyük devletler her zaman süper güç olmak için birbirleri ile rekabet halinde olacaklar ve uluslararası ilişkilerin anarşik (yani devletler arası ilişkileri kontrol eden herhangi bir üst otorite olmaması durumu) yapısı nedeniyle onları bu rekabetten engelleyebilecek herhangi bir sebep ya da etken yok. Ancak burada dikkatli olunmalı. Realist argüman uluslararası arenadaki tüm süper güçlerin her zaman bir savaş ya da rekabet olacağını öngörmez. Bu rekabet eğer süper güçler kazanacak durumda olduklarını düşünürse ortaya çıkar. Şöyle bir örnek vereyim, A ülkesi 10 birim güce sahip olsun. B, C ve D ülkeleri de sırasıyla 5,6 ve 9 birim güce ve dünyadaki diğer 25 ülkenin hepsinin güçleri de 4 birim ve aşağısı olsun. Bu durumda A, B, C ve D ülkeleri hayali dünyamızdaki süper güçler. Ancak bu durum hepsinin birden aynı anda savaşa tutuşması anlamına gelmiyor. Çünkü C ve D ülkelerinin güçleri diğer iki süper güçten dikkate değer bir ölçüde daha az olduğu için bu C ve D ülkeleri A ve B ülkeleri ile rekabete girmekten çekinecektir çünkü kazanma ihtimalleri çok düşük ve bu ülkeler rasyonel olarak hareket edeceği için kazanamayacakları bir savaşa girmek istemeyeceklerdir.
Öte yandan, A ve B ülkelerinin kendi aralarında rekabete girmesi iki sebep dolayısıyla oldukça yüksek bir olasılık; ilk olarak A ülkesi B ülkesinin kendisine çok yakın bir güce sahip olmasından rahatsız olacaktır. Çünkü B ülkesi bir atak yapıp 11 birim güce sahip olursa A ülkesi dünyadaki en güçlü ülke olma sıfatını kaybedecektir ve bu ülkenin bu durumdan hoşnut olmayacağı açıktır. Bu sebeple A ülkesinin B ye karşı agresif bir tutuma girmesi beklenir. Öte yandan, B ülkesi de hem A ülkesinin niyetlerine güvenmediği ve her an saldırıya uğrayabileceğini düşündüğü/bildiği için ve aynı zamanda A ülkesini zayıflatıp dünya üzerindeki en güçlü devlet olmak istediği için A ülkesine karşı agresif bir tutum sergileyecektir. Bu teorinin örneklerini tarihte göstermek de mümkündür. Özellikle 1. ve 2. dünya savaşları Almanya’nın yükselen güç olarak süper güçlere meydan okuması sebebiyle yaşanmıştır. Öte yandan Soğuk Savaş da yeni süper güç ABD ile yükselen ve bir sonraki süper güç olma iddiasını taşıyan Sovyetler Birliği arasındaki güç mücadelesine dayanmaktadır. Günümüzde ise ABD’nin bir başka yükselen güç olan Çin’e karşı yine aynı endişeleri geliştirdiği, ve Çini kendisine rakip olarak gördüğü gözlemlenebilmektedir. Elbette bu durum illa ki agresif rekabete dönüşecek şeklinde kesin bir çıkarım yapmak mümkün değildir. Ancak tarihsel örnekler bu devletlerin ilişkilerini değerlendirirken göz önünde bulundurulmalıdır.
Üçüncü ve son neden ise uluslararası ilişkilerde İngilizcede self-help olarak adlandırılan benim ise Türkçede “kendi başının çaresine bakmak” diyebileceğim bir kuraldır. Realist argümana göre madem ki uluslararası ilişkiler anarşik bir yapıda ve bir devlet saldırı altında olduğu zaman yardım isteyebileceği daha yüksek bir otorite yok, o zaman her devlet güvenliği için sadece kendine güvenmek zorundadır. Elbette ki bu iddianın gerçek hayatta %100 tutarlılığı olduğu söylenemez. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda büyük devletlerin küçük devletleri koruması altına alması, bu devletlere yapılacak saldırıların kendilerine yapılmış sayacağını belirtmesi ve bu bazı durumlarda bu sözleri tutması kimi zaman küçük devletlerin büyük güçler tarafından koruma altına alınabileceğini gösteriyor. Öte yandan günümüzde ise NATO ittifakının varlığı müşterek güvenlik gibi kavramların doğmasına yol açmıştır. Ancak her iki örnekte de göz önünde bulundurulması gereken hususlar vardır. İlk olarak, küçük devletlerin büyük güçler tarafından korunması genellikle ulusal çıkarlar sebebi ile gerçekleşmektedir. Öte yandan, küçük devlet her ne kadar büyük abileri tarafından koruma altına alınsa da süper güçleri birbirinden koruyacak herhangi bir üst otorite yoktur. Dolayısıyla bu devlet için “kendi başının çaresine bakmak” kuralı oldukça hayati bir önem taşımaktadır. İkinci olarak ise NATO ittifakının müşterek güvenlik anlayışının temelini oluşturan 5. maddenin günümüzde kadar pratikte bir uygulaması olmamıştır. Her ne kadar ABD 11 Eylül saldırılarından sonra bu maddeyi harekete geçirse de, karşıdaki düşman bir Sovyetler Birliği ya da Çin değil, terörizm örgütü olan El Kaide idi. Bazı akademisyenler be uluslararası ilişkiler uzmanları bu maddenin gerçek bir saldırı halinde ne kadar işe yarayabileceğini, özellikle ittifakın daha küçük ülkeleri için ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin kendilerini ateşe atmayacaklarını düşünmektedir.
Oldukça uzun bir yazıyı bir paragrafta toparlamak gerekirse; uluslararası ilişkilerde bir çok teori vardır ve bunların hepsini bir yazıda değerlendirmek mümkün değildir. Ancak bu yazı neden neo-realist teorinin diğerlerine -ve özellikle neo-liberal teoriye- göre bir adım öne çıktığını açıklamaya çalışmıştır. Ayrıca yazar neo-realizm ilkelerinin tamamını kavramamış, hem neo-realist hem de neo-liberal teoriler tarafından kabul görmüş devletlerin rasyonelliği gibi argümanları tartışma dışı bırakmıştır. Yazar neo-realist teorinin başarısını onun üç argümanına indirgemiştir; birincisi devletlerin uluslararası ilişkilerde en önemli aktör olması ve uluslararası kuruluşların onların yerini doldurabilecek duruma sahip olmaması, ikincisi, uluslararası ilişkilerin anarşik yapısı ve bu yapıdan doğan süper güç rekabetleri ve son olarak da uluslararası ilişkilerde yer alan “kendi başının çaresine bakmak” ilkesini doğru okuyabilmesidir. Bu argümanlar sadece teorik başarı olarak kalmayıp, gerçek hayatta da gözlemlenebilmesi ve uluslararası ilişkilerde gelecek üzerine yorum yaparken doğru tahmin yapmaya fırsat vermesi sebebi ile inanırlıklarını daha da arttırmaktadırlar.

*Yazarın Uluslararası Politika Akademisi (UPA) platformunda yayınlanmış yazısının aynısıdır.
Kaynakça
[1] https://www.youtube.com/watch?v=0DMn4PmiDeQ
KAYNAK : http://guvenlikenstitusu.com/uluslararasi-iliskiler-teorileri-ve-neo-realizmin-hakli-davasi/

The Truth about the Iraq war

We Must Tell the Truth About the Iraq War

Posted on Oct 30, 2016
By Jodie Evans / AlterNet
 
Ewan McIntosh / CC BY-NC 2.0
“The only silver lining of the Brexit vote is that it will reduce medium term attention on Chilcot – though it will not stop the day of publication being uncomfortable,” former British Foreign Secretary Jack Straw told the previous U.S. Secretary of State Colin Powell in a July 4th email obtained by the Intercept.
As it turns out, these words would be prescient. The Chilcot Report, a damning 12-volume, 2.6-million-word inquiry into Britain’s role in the Iraq War, did not get much attention on either side of the pond upon its July release. The probe was overlooked at a time that the Iraq War was still raging even though everyone thought it was over, and the millennials I talked to had little idea of the lies or the costs. This summer and fall, it became increasingly clear that the tumultuous U.S. election cycle will not propel anyone with a peace platform to the presidency. I decided I needed to do something that will be useful in the face of even more wars after the election madness is over.
So we launched a People’s Tribunal on the Iraq War as a tool to bring the anti-war movement together and build what is needed for 2017. We aim to lay the lies and costs at the feet of President Barack Obama and call for a commission on Truth and Accountability. There are years’ worth of testimony in reports, lawsuits, books and articles.  We have read the facts about the lies and costs over the years. But the totality has never been been pulled together to show the breadth of all effected.
According to a report released last year by Physicians for Social Responsibility (PSR), Physicians for Global Survival and International Physicians for the Prevention of Nuclear War, the U.S. invasion and occupation killed at least one million Iraqi people. That would be more 10 million people in the United States if we compared it in terms of percentage of the population. Imagine the effect of 10 million people dying.

There are over 100,000 casualties on the side of the U.S. and the coalition of the willing, with a small percentage of those dead. The rest are living with permanent physical and psychological wounds, some so bad that U.S. military veterans are committing suicide at a rate of 20 a day. In 2012, suicides surpassed war as a the leading cause of death in the U.S. military.
Since 2001, U.S. wars have cost taxpayers nearly $5 trillion, according to a new report from Brown University’s Watson Institute. But few can understand what that number actually means. Nor does this amount count the cost to people in Iraq or other members of the coalition of the willing.
I have heard these reports at various tribunals over the years. But numbers and facts don’t change hearts and minds. This tribunal will be different. It will be a people’s tribunal, to be witnessed by the public, which will be presented with a large body of evidence.
The participants on the days of the tribunal will be “delivering” evidence with a five-minute statement about the meaning of that evidence. Dennis Kucinich will present the letter he wrote to Congress in October of 2002 outlining his research which showed there was no operational connection between the Saddam Hussein and Al-Qaeda or weapons of mass destruction. Jeremy Corbyn will deliver the Chilcot Report. Elizabeth Holtzman, the member of Congress in the 1970s recognized as the woman who impeached Nixon, will deliver her book calling for the Impeachment of George W. Bush. 
We will be joined by people from across the United States and world. The World Tribunal on Iraq, which culminated in Istanbul, Turkey and has held sessions across the globe, will deliver all of these testimonies. The Brussels Tribunal will deliver the book and testimony that emerged from their efforts. Inder Comar will deliver the documents that make up the ongoing class action suit against six members of the George W. Bush administration alleging that the Iraq War constituted a war of aggression. There will be over 50 offers of testimony each day.
On day one, December first, we will focus on the lies that fed the drive to war. On day two, we will hear more than 50 people testify to innumerable costs of U.S. war in Iraq, which in fact goes back at least 25 years
Yes, there is a staggering cost to U.S. taxpayers—but also the cost to the planet and the militarization of our cities and police departments. We will hear from the mother of a young black man who was killed the last week of high school by a cop who was a veteran of the Iraq War suffering from Posttraumatic Stress Disorder. We will hear from soldiers who were raped by fellow soldiers. Rabbis and priests will discuss the cost to our morality.  We will hear about the costs of the U.S. use of depleted uranium to Iraqis and the children of American soldiers who served there. 

The event will be live streamed on The Real News, with testimony delivered in person, by live stream or by video. The combination of all the testimony will be delivered to Obama and Congress. 

But the real work has already begun. The coalition is using the tribunal to gather local communities to discuss the cost of war to them, encouraging them to review
what they could have had instead of war. Such collective exercises demonstrate how the costs of war come home, literally. 
Most of the members of our coalition are outreaching to their lists to join with a call to Obama for a Commission on Truth and Accountability. Other partners are outreaching for voices that still need to join those testifying. When the election is finally over, testifiers will begin to discuss their testimony in the media, laying a path to the tribunal of details, broken hearts, destroyed communities and devastated families. 

We must tell our truth as passionately and effectively as the architects of war tell their lies. We must come together and gather the stories of destruction and loss, in order to witness and remember. Join in. Make it your own. Share with your community. Raise awareness. The time to stop the next war is now.

   

American Irrationalism by Chris Hedges

Truthdig

American Irrationalism

http://www.truthdig.com/report/item/american_irrationalism_201610305/

Posted on Oct 30, 2016

Europe's Populist Surge

Monday, October 17, 2016

Europe’s Populist Surge

A Long Time in the Making
Cas Mudde
CAS MUDDE is an Associate Professor at the School of Public and International Affairs at the University of Georgia and a Researcher at the Center for Research on Extremism at the University of Oslo. Follow him on Twitter @CasMudde [1].
 
The year 2015 was a dreadful one for Europe in general and for the EU in particular. It started with the terrorist attack [2] against the magazine Charlie Hebdo in Paris and ended with an even more deadly jihadist assault [3] in the same city. In between, the EU battled an economic crisis in Greece, which threatened the entire eurozone, and endured a staggering inflow of refugees from the Middle East and other war-torn regions.
The year 2016 has not been much better. More terrorist attacks have shaken the continent. The refugee crisis has abated slightly, but only because the EU has outsourced the problem [4] to Turkey—a country that is itself experiencing a bout of instability. And for the first time, the EU is set to lose a member, the United Kingdom, as a result of the so-called Brexit [5] referendum.
All these developments have helped push populist movements [6] to the center of European politics. The threat of terrorism and anxiety about a massive wave of immigrants from the Muslim world, coupled with the widespread belief that the EU hinders rather than helps when it comes to such problems, have created a perfect storm for populists, especially enhancing the standing of right-wing populists in many countries. Chief among them is Hungarian Prime Minister Viktor Orban, who has taken advantage of public fears to rally opposition [7] to German Chancellor Angela Merkel and her belief that Europe should embrace a Willkommens­kultur, a “culture of welcoming.” Meanwhile, the eurozone crisis has aided the rise of left-wing, anti-austerity populists in Greece and Spain.
But although the threats to security and economic stability that have rattled Europe in the past few years may have spurred the current populist surge, they did not create it. Its origins lie further back, in the structural shifts in European society and politics that began in the 1960s. Because so much commentary on contemporary populism overlooks its deep historical sources, many observers fail to appreciate the durability of today’s populist appeals and the likely staying power of the parties built around them. It’s true that populists have often struggled to hold on to power once they’ve obtained it. But today’s social, political, and media landscapes in Europe favor populists more than at any time since the end of World War II. To reverse the populist tide, today’s floundering, hollowed-out mainstream European parties and the entrenched elites who guide them will have to respond with far more dexterity and creativity than they have shown in recent decades.
THE PURE PEOPLE
As with any “ism,” definitions are crucial. A useful one goes like this: populism is an ideology that separates society into two homogeneous and antagonistic groups, “the pure people” and “the corrupt elite,” and that holds that politics should be an expression of “the general will” of the people. With a few exceptions, that kind of thinking remained on the margins of European politics throughout the nineteenth century and much of the twentieth century. Aspects of populism could be found in the communist and fascist [8] movements, particularly during their oppositional phases. But both of those ideologies (and the regimes that embraced them) were essentially elitist, placing a small group of powerful insiders above the masses.
Leader of the Law and Justice party Jaroslaw Kaczynski delivers a speech in Warsaw, Poland, May 2016.

In the first decades of the postwar era, Western European politics was defined by a broad consensus on three key issues: alignment with the United States in the Cold War, the need for more political integration on the continent, and the benefits of maintaining a strong welfare state. Deep and wide support for those positions left little space for ideological alternatives, and populism was no exception. It wasn’t until the 1980s that populist thinking truly began to make its mark, with the arrival of radical right-wing parties such as France’s National Front, which rose to prominence in the wake of mass immigration and growing unemployment by promising to return France to the monocultural glory of its past.

Today, populist parties are represented in the parliaments of most European countries. The majority are right wing, although not all are radical. Others are left wing or espouse idiosyncratic platforms that are difficult to place on a left-right spectrum: for example, the Italian Five Star Movement, which has found success with a combination of environmentalism, anticorruption rectitude, and antiestablishment rage. In national elections held in the past five years, at least one populist party earned ten percent or more of the vote in 16 European countries. Collectively, populist parties scored an average of 16.5 percent of the vote in those elections, ranging from a staggering 65 percent in Hungary to less than one percent in Luxembourg. Populists now control the largest share of parliamentary seats in six countries: Greece, Hungary, Italy, Poland, Slovakia, and Switzerland. In three of those (Hungary, Italy, and Slovakia), populist parties collectively gained a majority of the votes in the most recent national elections, although in Hungary and Italy the main populist parties are rivals. The situation in Hungary is most striking, where the governing party (Fidesz) and the largest opposition party (Jobbik) are both populist. Finally, in three other countries—Finland, Lithuania, and Norway—populist parties are now part of the governing coalitions.
TINA POLITICS
Most conventional explanations of this trend emphasize the importance of two factors: globalization and the economic crises in Europe that resulted from the financial meltdown of 2008 and the subsequent Great Recession. But the current populist moment is part of a longer story and is rooted in the post­industrial revolution that led to fundamental changes in European societies in the 1960s. During those years, deindustrialization and a steep decline in religious observance weakened the support enjoyed by established center-left and center-right parties, which had been largely dependent on working-class and religious voters. In the quarter century that followed, a gradual realignment in European politics saw voters throw their support to old parties that had become virtually nonideological or to new parties defined by relatively narrow ideological stances.
Hungary's Prime Minister Viktor Orban (L) greets German Chancellor Angela Merkel in Madrid, Spain, October 2015.

Later, during the last two decades of the twentieth century, mainstream European parties increasingly converged on a new elite consensus—a common agenda that called for integration through the EU, multiethnic societies, and neoliberal economic reforms. The embrace of a vision of Europe as a cosmopolitan, business-friendly technocracy was particularly pronounced among parties that had traditionally been social democratic, many of which were inspired by British Prime Minister Tony Blair’s concept of a “New Labour” party and German Chancellor Gerhard Schröder’s move toward a “new center” (neue Mitte). The traditional center-right parties also shifted away from their historical identities, as leaders such as Merkel and David Cameron of the British Conservative Party adopted more centrist and pragmatic approaches to economic and cultural issues.
This convergence created a fertile breeding ground for populism, as many voters began to see political elites as indistinguishable from one another, regardless of their party affiliations. To many Europeans, mainstream elites of all parties also seemed to share an essential powerlessness, owing to two massive transfers of authority that took place in the second half of the twentieth century: from national governments to supranational entities such as the EU and the International Monetary Fund and from democratically elected officials to unelected ones such as central bankers and judges. In many EU member states, vital issues such as border control and monetary policy were no longer the exclusive responsibility of the national government. This led to the emergence of so-called TINA politics—“TINA” being short for “There is no alternative,” the line political elites often used as a shorthand for the argument that their responsibility to the EU or the IMF outweighed their duty to be responsive to the demands of voters.
Although populism is not necessarily antidemocratic, it is essentially illiberal.
At the same time, the advent of the Internet produced electorates that were more plugged in to political debates and more independent-minded (although not necessarily better informed), which made them more critical of and less deferential toward traditional elites. In particular, voters became more aware of the fact that elected officials often blamed agents or factors outside their control—the EU, globalization, U.S. policy—for unpopular policies but claimed to be fully in control and took credit whenever policies proved popular.
The Internet also severely limited the gatekeeping function of mainstream media. With far more stories and voices finding an audience, populist narratives—which often contained a whiff of sensationalism or provocation—became particularly attractive to media organizations that were chasing eyeballs as revenue from subscriptions and traditional advertising plummeted. These subtle but profound shifts set the stage for short-term triggers, such as the global financial crisis and the spillover from Middle Eastern conflicts, to turbocharge populism’s growth.
POWER HUNGARY
The rise of populism [9] has had important consequences for the state of liberal democracy in Europe. Although populism is not necessarily antidemocratic, it is essentially illiberal, especially in its disregard for minority rights, pluralism, and the rule of law. What is more, as the case of Hungary demonstrates, populism is not merely a campaign strategy or a style of political mobilization that leaders shed as soon as they achieve political power. Since 2010, Orban has openly set about transforming his country into what he described in a 2014 speech [10] as “an illiberal new state based on national foundations,” in which the government purposely marginalizes opposition forces by weakening existing state institutions (including the courts) and creating new, largely autonomous governing bodies and packing them with Fidesz loyalists.
There is no reason to anticipate that populism will fade in the near future.
Although the situation in Hungary is exceptional, Orban’s success has inspired and emboldened many other right-wing populists in the EU, from Marine Le Pen [11] in France to Jaroslaw Kaczynski [12] in Poland. Most distressing, the rise of populist illiberalism is facing less and less opposition from embattled mainstream parties, which have fallen silent or have even applauded the trend.
Left-wing populists have been nowhere near as successful as their right-wing counterparts. In Greece in 2015, Syriza’s amateurish attempt to challenge EU-imposed austerity policies backfired, and Prime Minister Alexis Tsipras was ultimately forced to accept precisely the kinds of spending cuts and structural reforms that he had pledged to prevent. Since then, no other left-wing populist parties have managed to succeed at the national level, with the exception of Podemos (We Can) in Spain. And although left-wing populists are generally less exclusionary than their right-wing counterparts, political polarization in Greece has increased significantly since Syriza came to power in January 2015. Many opponents of the government feel vilified by official rhetoric portraying them as members of a fifth column doing the bidding of Berlin or Brussels. And Tsipras has proposed several laws that could limit the space for political opposition by increasing state control of education and the media.
Marine Le Pen, French National Front leader, campaigns in Paris, France, December 2015.

Even in countries without populist governments, a populist Zeitgeist has taken hold. In many cases, populists now set the agenda and dominate public debate, while mainstream politicians merely react, sometimes even adopting elements of populist rhetoric, peppering their speeches [13] with references to “the people” and condemnations of “elites.” Consequently, even traditionally pro-European Christian democrats and social democrats now use “Brussels” as a derogatory term, evoking a distant elite, removed from the concerns of the common people and posing a threat to national sovereignty.
A NEW POPULIST ERA?
Many scholars contend that European populism is an episodic phenomenon—that it creates moments rather than eras—and that although populists can succeed in opposition, they inevitably fail once in power. That is wishful thinking, and those who engage in it generally put too much stock in a few high-profile populist implosions. This sanguine view overlooks the fact that Orban has been in power for six years and still leads the most popular party in Hungary and populism has dominated politics in Slovakia ever since the fall of communism. Meanwhile, Austria is poised to become the first European country in the postwar era to directly elect a populist radical-right president: Norbert Hofer [14] of the Freedom Party, who leads in the most recent opinion polls.
Deep structural changes in European societies produced the current populist wave. Those changes are not likely to be reversed anytime soon, so there is no reason to anticipate that populism will fade in the near future. Moreover, populist parties are growing just as major establishment parties are becoming increasingly obsolete: in many European countries, it has become rare for any party to win more than one-third of the national vote.
Populist parties are ultimately subject to the same basic political laws that constrain their establishment rivals.
Mainstream parties have to develop short-term and long-term strategies to deal with the new reality of fragmented party systems that include influential populist parties. So-called cordons sanitaires—coalition governments, such as that in Belgium, that explicitly seek to exclude populist parties—will become increasingly difficult to sustain. In the many countries where populists now represent the third- or second-biggest party, a cordon sanitaire would force all the other parties to govern together, which would have the unintentional effect of recreating many of the very conditions that led to the rise of European populism in the first place. At the same time, it will become harder for establishment parties to govern alongside populist parties. In recent years, populist parties have been willing to serve as junior partners in coalitions. Now, however, many populist parties are much bigger than their potential mainstream partners and will be far less likely to take a back seat.
Still, populist parties are ultimately subject to the same basic political laws that constrain their establishment rivals. Once they achieve power, they, too, must choose between responsiveness and responsibility—between doing what their voters want and what economic reality and EU institutions dictate. Orban has so far been successful at doing both things at the same time, in part by saying different things to different audiences. But Tsipras has learned about the pressures of responsibility the hard way [15], and has suffered a significant drop in popularity.
This dilemma for populists presents opportunities for liberal democratic parties, be they new or old, but only if they do not simply attack the populist vision but also provide clear and coherent alternatives. Some establishment figures seem to grasp this. For example, in positioning himself for next year’s national elections in France, the center-right politician Alain Juppé has cast himself as “a prophet of happiness” with a positive vision of a more harmonious country—a stark contrast to the negativity and fear-mongering of his rival within the Republicans, Nicolas Sarkozy, and a rebuke to the divisive rhetoric of Le Pen, the right-wing populist leader of the National Front. And in Germany, Merkel has mostly avoided a strong populist backlash—despite immense frustration and pushback inside and outside her own party—by acknowledging public anger while sticking to a clear policy agenda and a positive message: “Wir schaffen das” (We can do this).
In essence, the populist surge is an illiberal democratic [16] response to decades of undemocratic liberal policies. To stem the populist tide, establishment politicians will have to heed the call to repoliticize the crucial issues of the twenty-first century, such as immigration, neoliberal economics, and European integration, bringing them back into the electoral realm and offering coherent and consistent alternatives to the often shortsighted and simplistic offerings of the populists.
Toplumsal bilinci şekillendiren en önemli unsur, geçmiştir. Bu sebepten kimliğin en önemli parçası, en vazgeçilmez unsuru olan tarihi iyi bilmemiz gerekiyor. Uygar milletler, özellikle XVIII. Asırdan itibaren tarih eğitimine son derece önem vermişlerdir. Oysa Türkiye’de tarih bilincinin henüz inşa halinde olduğunu kabul etmeliyiz. “Bizim tarihimiz Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlar.” yorumu, bizim tarihsel ve toplumsal kimliğimizin oluşumunu izah edemez. 700 yıllık Osmanlı tarihini görmezlikten gelemeyiz. Fatih’in imparatorluğu, Bosna’dan Doğu Anadolu’ya kadar uzanmakta, Deşt-i Kıpçak ve Ukrayna ovalarına kadar Kırım’ı içermekte; güneye, Suriye sınırına dayanmaktadır. Ondan sonraki 50 yılın içerisinde bu sınır, ikiye katlanır.
Türkler, arasında üç büyük dine mensup insan vardır. Karaylar Yahudi, Gagavuz Türkleri Ortodoks Hıristiyanlardır. Bizim Çanakkalemiz vardır. Her ülkenin tarihinde böyle zaferler yoktur. Bize Rumeli’yi kaybettiren Balkan Harbi sonrasında gelen muhacirler bugün Türkiye’deki nüfusun en az dörtte birini oluşturuyorlar.
Türkiye tarihî bir ülkedir, maalesef tarihçi bir ülke değildir. Türkler tarihi yapan uluslardan biridir ama Türkiye tarih bilimine gerekli özeni göstermiş bir ülke değildir. Bunun yanında bu bölgedeki hiçbir kavmin tarihini Türklersiz incelemek mümkün değildir. Türkçe bilmekse, Osmanlıca belgeleri okuyabilmek demektir. Bilim âleminin gözünde Türkçe biliyor sayılmanız için belgeleri okuyabilmeniz gerekir. Eskiden tarih, antropoloji, uluslararası ilişkiler gibi dallarda doçent olmak için Osmanlıca imtihanından geçirilirdi. Ne yazık ki Türkiye’deki sosyal bilimcilerin 70-80 sene önceki metinleri okumamak, bunlarla ilgilenmemek konusunda büyük bir ısrarı var. Aynı şey diğer coğrafyalar için de geçerlidir. Latince bilmeden Macar tarihi çalışılmaz mesela. Ya da orta Yunancayı bilmeden Bizans tarihçisi olunamaz. Bu anlamda ülkemizde ciddi bir filoloji uzmanı eksikliği var. Oysa tarih bilimi, filolojiyle yapılır. Türkiye’de filolojik yanı şiddetle tamamlamak lazımdır, hiç kaçarı yok, yüklü bir filolojik malumatınız olacak ve okuyacaksınız.
Filoloji bakımından kuvvetli olmayan bir kavim, Batı medeniyetine girmiş değildir. Batı medeniyetini diğer medeniyet çevrelerinden tefrik eden iki vasıf vardır: Bunlardan bir tanesi filoloji, diğeri musikidir. İslam Orta Çağı’nda büyük İslam âlimlerinin çoğu İbranca ve Aramca bilirdi. Mesela ünlü hadis âlimi Buhari, İbranca bilirdi ki İsrailiyat’ı bu sayede tefrik edebilirdi. Yine de tam manasıyla filoloji yapanlar, Batılılardır. Örneğin, XVII. asırda 14 yaşında iki Fransız çocuk, hayatta Türkiye’ye gelmemelerine rağmen Türkçe öğreniyorlar. Gene XIV. Louis devrinin bilim adamlarından biri, Çin metinlerini okuyup içinden Türklerle ilgili bölümleri çıkarıyor. Bir Fransız, Sinoloji(1) çalışıyor, Türklerle ilgili bölümleri ayırıyor; bizse onun yaptığı neşriyatı Hüseyin Cahit tercümesi sayesinde öğreniyoruz. Tarihi komşumuzun bizim hakkımızda yazdıklarını tetkik etmek çabamız yok. Gene mesela Arabica, Persica diye Hafız’ı, Sadi’yi tercüme ediyorlar. Hatta Friedrich Ruckert, İran şairlerini çevirmekle de kalmıyor, çevirisini Almancada aruz vezni kullanarak yapıyor. Oysa Doğu’da hiç kimsenin oturup Titus Livius’u, Vergilius’u, Homeros’u vs. çevirdiği yok. Ta ki Tanzimat dönemi geliyor, Fransızca üzerinden tercüme ediliyor bu metinler. Bir devir ve bir medeniyet düşününüz ki, bir yan da Scubert’ler, Beethoven’ler, bir yanda Ruckert’ler… ve bütün bunlara eşlik eden felsefi birikim. İlginçtir, Engels diyor ki: “Hammer denen Alaman –tabir bu- çıkıp da Osmanlı tarihini yazana kadar bizim diplomatların haberi bile yoktu o medeniyetten, bize bir şey vermediler.”
Musul konusu ileri sürülüyor ve deniyor ki, “Bizim Musul’da çok yüksek haklarımız var.” Ama ne tür hakları olduğunun farkında bile değiller. Mesela “havass-ı hümayun” dediğimiz imparatorluk hasları vardır. Padişahın özel mülkü görünen şeylerdir bunlar. Onların statüsünü etüt etmeden, ne olduğunu bilmeden kulaktan dolma sözlerle konuşuyoruz.
Türkiye’de, İnönü Ansiklopedisi ve İslam Ansiklopedisi dışında gerçek anlamda ansiklopedi de yoktur. Çoğu çok hızlı çevrilmiştir, telif edilirken vahim hatalar yapılmıştır. Dolayısıyla ansiklopedilere bakarak tez ileri süremezsiniz.
“Tarih nasıl yazılır?” dediğinizde genelde söylenen şudur: Osmanlı’daki “vakayiname”ler vardır, bu kronikleri okursunuz. İkincisi, vergi defterlerine bakarsınız. Mahkeme kayıtlarına bakarsınız, toprak kayıtlarına bakarsınız, bu böyle gider. Nihayet denir ki: “mektuplara bakarsınız.” Bizde böyle bir şey maalesef tam anlamıyla söz konusu değildir. Constantin, İstanbul Şehrini bir Seramoni ile kurdu. 13 Mayıs 332 gününe “Uğurlu gün” dendi. Ama Osmanlı Beyliği böyle bir tarih düşünülerek kurulmuş değil. Yalnız kuruluşu betimleyen bazı vakalar var: Bir tanesi, süzeren statüsünde tabi olunan hükümet tarafından gönderilen sancak. 1440’lara kadar bu devletin kroniği, yani olayları günü gününe yazan vakayinamesi yok. Bu devri anlatan kroniklerin hepsi II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet devrine ait.“Yahşi fakih” diye, o devirleri görüp sözlü olarak nakleden, bize meçhul bir tarihçi var. Bizans kronikleri epeyce etüt edilmiş vaziyette. Ve tabii Cenova, Venezia gibi İtalyan devletlerinin kayıtları. Osmanlı tarihi bakımından bunların hiçbiri doğru dürüst araştırılmış değil. Vatikan devlet arşivleri (papalığın arşivleri), dünyanın en eski düzenli arşivleridir ve 1135’ten itibaren düzenli ve zengin raporları vardır. Bütün bu kaynakların hepsini incelemek, bir arada değerlendirmek, maalesef Türk tarihçiliğinin iktidarı dâhilinde olmamıştır. Hiç unutmayalım ki, bu kaynakların bundan sonra tarihçiliğimize dâhil olmaması için bir sebep yoktur. Türkiye bunu yapamıyorsa, bunun sebebi nesillerimizin tarih şuurunun eksik olmasıdır.
Hiçbir Türk tarihçisi o devrin Latincesini öğrenip de gidip o arşivleri okuyup araştırmış değil. Türklerin Dede Korkut Destanı’nın en iyi yazımı bile İtalya’da Vatikan kütüphanelerinde bulundu. Bu, memleketimizin tarih yazımının hazin görüntüsüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nu aşağı yukarı 150’nci yahut 140’ıncı kuruluş yıldönümüne kadarki vesikalardan etüt etmekten aciziz. En eski tahrir defterimiz ve en eski kadı sicillerimiz de gene 15’inci asrın 2’nci yarısına aittir. Daha da tuhaf olanı, en eski tahrir defterimiz, bugünkü Türkiye’ye değil, Arnavutluk’a aittir, yani Fatih Sultan Mehmet devrine. Bunu Halil İnalcık neşretmiştir, Halil Hoca’nın böylece Arnavutluk’un milli tarihine yaptığı katkı eşsizdir.
Zamanımızın Avrupa münevveri de maalesef iyi yetişmiyor. Eski kuşağı, İkinci Cihan Harbi’nden evvelkileri hatırlıyorum. Mesela bizim hocalarımızdan biri daha liseyi bitirdiği zaman, Almanca ve Fransızcanın yanında Yunanca ve Latinceyi de tam biliyordu. Hatta daha dinî ağırlıklı liselerde yetişen bazıları İbranca da öğreniyordu. Arabistanlı Lawrence, Hitit dönemi kazıları, Arab edebiyatı bilgisi dallar yanında İngilizcedeki en iyi Iliada ve Odiseus çevirisini yapmıştır. Neticede bugün Osmanlı tarihçiliği maalesef Şark’ın diğer dallarına göre büyük talihsizlik içindedir.
Zaman içinde Diyar-ı Rum’a ‘Anadolu(2) dedik. Balkanlar’a geçtikten sonra, bu sefer Balkanlar’a‘Rumeli(3) dedik. Balkan ismi de Türklerin bıraktığı bir coğrafi tabirdir. Bugün bu ismi kaldırmaya çalışıp Balkanlar’a ‘Güneydoğu Avrupa’(4) diyorlar. XII. Asırda insanlar bizim yurdumuza artık Türkiye demektedirler. İtalyan kaynaklarında bunu görüyoruz. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bugünkü Trakya bölgemiz, kuzey Yunanistan, güney Bulgaristan, doğu Sırbistan, Türk devlet idaresi olan Osmanlı’ya katılacaktır. İşte buradan itibaren Avrupa’daki Türkiye diye bir tarihî mesele ortaya çıkmıştır ve bugün de devam etmektedir.
En son Todor JİVKOV döneminde, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti 300 bin Türk’ü bir anda sınırlarının dışına atmış; Edirne’de sınır kapısının önüne yığarak, ‘Gelin, halkınızı alın’ demiştir. Şüphesiz ki bu tür göç dalgaları devletler için büyük sıkıntı yaratır. Ancak bugün tarihçi gözüyle baktığımızda, Türkiye’nin bu gibi göçleri birçok ülkeye göre daha ustalıkla karşıladığını söyleyebiliriz. XIX. Yüzyılın sonlarında Avrupa’daki Türkiye’nin oluşumu bitmiş, sınırlar artık tespit edilmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki topraklarını geri vermiştir.
Balkanların her köşesinde Osmanlı izleriyle karşılaşmamız mümkündür. Mesela Bulgaristan’da Mithat Paşa gibi büyük bir valinin varlığını ve icraatını anlarsınız. Osmanlı, askerî bir imparatorluktur. Ama askerî amaçlarla kurduğu tesisler, iktisadî anlamda da önemli olmuştur. Çünkü imparatorluk askerî gelişmeleri ve yeni teknikleri anında uyarlamak zorundaydı, zira yaşamı buna bağlıydı. Devletin temel unsuru Türklerdir, dili Türkçedir, ordusu Türk dilini kullanmayı ve bu karakteri benimsemeyi sürdürmüştür.
Devşirme dediğimiz sistemle ordunun sadece çekirdek kısmına asker temin edilmiştir. Bürokrasi için de aynı durum geçerlidir. Türk tarihçiler, insanların devşirme usulüyle Türkleştirilmesindeki sürat ve yoğunluğu incelemiş değildir. Bunu daha çok yabancı tarihçiler ve Balkanlılar incelemiştir. Türk evlerine verilerek kendilerine din ve dil öğretilmiş, acemi oğlan olarak yetiştirilmişlerdir. Yönetici olup üst sınıfı teşkil etmek üzere alınanlar ise, Enderun mektebinde, imparatorluğun kültürüne ve ideolojisine göre yetiştirilmişlerdir. Devşirme 2-3 yılda bir yapılır. Sayısı birkaç bin kişi ile sınırlıdır. Bunun da kuralları vardır. Devşirme eminleri, son derece ciddi memurlardır. Seçilecek kişileri, simalarından tanırlar, karakter okurlar. Şehir çocukları devşirilmez. Devşirilenlerin en iyileri Enderun’a kaydırılıp büyük devlet adamları olarak yetiştirilirler. Türk çocukları da bu devşirme kurumunun muhatapları olmuştur. Mesela, Kuzey Afrika’daki dominyonlara gidenler, kul sınıfından Anadolulu çocuklardır, Türklerdir. Bunu götürdükleri kültürel öğelerden biliyoruz.(5) Devşirmeler, alındıkları ordu içinde tamamen merkezî dile, dine ananeye göre yetiştirilirler. Kimse burada Sırplı, Moralı, Bulgar veya Gürcü olarak kalmaz. Ayrıca belirli sınıfların ve bölgelerin insanları devşirilir. Kapadokya yöresi ahalisi inşaat işçiliğinden iyi anladıklarından İstihkâm sınıfı diyebileceğimiz mimarî sınıfı bunlardan devşirilir. Eğer devşirilen çocuk etnik grubunu hatırlıyor, biliyor ve devam ettiriyorsa da bu mesele edilmez.(6) Vezirlerimizden Hıristiyan bir Arnavut olan Ayas paşa çevresini tanımıştır. Devşirme müessesesi için şu husus bilinmelidir: Bu bir dönemdir ve XVII. asrın ortalarında biter.
Osmanlı ilerleyişi nasıl bir süreçtir? Bu, çağdaş tarihçiler için büyük bir meseledir. Bu konuyu, batı tarihçiliği de halletmiş değildir. Bunun elbette bir sebebi de, yakın ve yaşayan bir tarih olmasıdır. Tarih kesintiye uğramaz; bir sonraki kuşağın hayatında devam eder.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’daki ilerlemesi üç safhadolmuştur. Birinci safhada anavatanımız kurulmuştur. Sultan II. Murat’ın II. Kosova Savaşı’ndan ve Kosova’daki başarısından sonra Osmanlı Devleti artık yıkılmaz bir imparatorluktur. Türklerin Avrupa’daki hâkimiyetinin çözülüşü açısından, hiç şüphesiz ki II. Viyana Kuşatması sonrası dönem, önemli bir başlangıç noktasıdır. Nihayet XIX. yüzyılın sonundan itibaren, bilhassa Rumeli’deki vatan topraklarının kaybıyla, Türk İmparatorluğu’nun parçalanması süreci başlamış, bu durum gittikçe belirginleştirmiştir.
Haçlı seferlerinin arkasındaki en hırslı amacı, Akdeniz’in en parlak ve zengin kenti olan İstanbul’dur. Yani Haçlılar Hıristiyan kardeşlerinin başkentine göz diker. En trajik ve utanç vericisi dördüncü Haçlı seferidir. 1204 yılının 12 Nisan’ından itibaren 50 yılı aşan bir süre karanlık bir dönemdir. Şehirde yağmalanmadık eski eser kalmadı, insanların ırzı çiğnendi, kadınlar ve çocuklar öldürülüp sokaklara yığıldı. O gün Doğu medeniyetinin en önemli parçası olan Ayasofya gibi bir mabet bile yağmadan nasibini aldı. İstanbul’dan Batı’ya mukaddes emanetler ve heykeller taşındı. Venedik San Marco Meydanı’ndaki dörtlü tunç heykeller, o günkü yağmada çalınan sanat eserlerindendir. Bu seferle Ortodoks elit şehirden atıldı. İmparator ailesinden Komnenoslar(7), Trabzon’a sığındılar. Bu seferlerde Haçlıların Müslümanlarla ilişkileri kötü olduğu gibi, Hıristiyanlarla da iyi geçinmemişlerdir. Haçlıların geçinebildikleri tek Hıristiyan grup, Lübnan’da yaşayan ve o tarihte Katolik inancına bağlı olmayan Marunîlerdir. Bu yüzden Marunîler Doğu Hıristiyanlarının nefretini kazanmışlardır. Bilindiği üzere bir müddet sonra Lübnan Marunîleri Batı kilisesine tabi olmuştur. Ortodoks dünyasında, Rusya’da ve bu yıkıma maruz kalan Helen dünyasında Haçlılık ve Katolisizm, cahil halka kadar inen bir batı nefreti yaratmıştır. Mesela Yunanlılar, hâlen bu dünyaya soğuk bakarlar. Yunanlı vatandaş ve din adamı, Batı kilisesine karşı şüpheler besler. Bu durum Rusya’da ve Slavlar arasında daha da yaygındır.
Haçlıların Bizans’a saldırmasından sonra Doğu Ortodoks dünyası artık Batı dünyasına iyi bakmaz. Neticede 1430’ların sonunda toplanan Floransa Konsili’nde Ortodoks âlemini temsil eden Bessarion, birleşmeyi savunur. Fakat Doğulular burada alınan kararı tanımazlar. Çünkü onlar için Katolik; “gaddar, kan içici, barbar” insan demektir. İstanbul’daki ruhbanların ve aristokratların büyük çoğunluğu “Bunlarla mı birleşeceğiz? Biz burada Kardinal mitrası görmektense Türk sarığını tercih ederiz. Bu Batılılar mı bize ekmek vereceklermiş? Onların vereceği ekmektense Türk kılıcı evladır” diyerek karşı çıkarlar. İşte Türkler bu durumdan istifade etmeyi bilmişlerdir. Osmanlı, Katoliklere karşı Ortodoksları himayesine almış, Ermenilerden yana tavır izlemiştir. Fatih’in ilk yaptığı iş, İstanbul’da bir Ermeni Patrikliği ihdas etmek olmuştur. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin ruhanî lideri, ama bilhassa milletbaşı (etnark) İstanbul Ermeni Patriği olmuştur. Avrupa tarihinin en bilge hükümdarı Fatih, Ghennadius’u çağırıp, büyük bir tören ve iltifatla kendisini Roma-Ortodoks Patriği olarak tayin eder. Bütün Ortodoks milletler ve topluluklar kendisine tabi olacaktır.  Bu döneme biz hukuk tarihinde Türk idaresi dönemi (Turkokratia) diyoruz. Kısacası, Türk İmparatorluğu’nun varlığı sebebiyle, İtalya merkezli Roma-Katolik kilisesi ile Ortodoks kilisesinin birleşme ihtimali ortadan kalkmıştır. Bab-ı Âli, din adamlarının ve kilisenin başını tayin ederken, mahallî çevrelerin ve grupların taleplerini dikkate alırdı; aziller konusunda da itirazları göz ardı etmezdi.
Haçlılık, Müslümanlığın yediği son darbedir ve buradan sonra, Ortadoğu’da yeni bir kuvvet olan Türkler, Haçlı Seferleri’nin yarattığı dağıtıcı ve bozguncu havayı düzeltmek için yeni bir fütuhata ve direnişe geçeceklerdir. XIII. asırdan sonra bütün Ortadoğu’da bir Türk ağırlığı hissedilmeye başlanmıştır. Daha sonra, XV. asırda Granada düşer ve Kurtuba elden çıkar. Bu, Endülüs’teki Müslüman hâkimiyetinin sona ermesi anlamına gelir ki üç dine de mensup insanın birlikte yaşayıp üretebildiği Endülüs’ün elden çıkması, beşeriyetin ortak tarihi bakımından büyük bir kayıptır.
Osmanlı İmparatorluğunun doğuya doğru ilerlemesinde çok önemli bir rol oynayan iki savaştan biri olan Otlukbeli savaşında, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı yenen Fatih Sultan Mehmed, Doğu Anadolu bölgesinin bugüne kadar uzanan kaderini çizmiştir. Otlukbeli, iki Türkmen devleti arasında geçmiş bir kavgadır. Ancak hiçbiri Osmanlı’nın karşısında duramamıştır ki bu önemlidir. Memluklular karşısındaki zaferler de aynı şekilde açıklanır.
Memluk devleti ve askerî yapısı yabana atılmamalıdır. Çünkü Hulagu’nun kan içici fakat ok gibi ordularını, Moğolları durduranlar Memluklulardır. Böyle savaşçı bir geleneği olan, Çerkez ve Türk asıllı idarenin hükmettiği bir Mısır devletini, Yavuz Sultan Selim Ridaniye’de ve Mercidabık’ta nasıl ortadan kaldırıyor? Doğrudan doğruya üstün askerî bir teknoloji ile… Unutmayalım ki, Birinci Cihan Harbi’nin çetin günlerinde romantik Kanal Seferi’ne çıkan Cemal Paşa, Sina Çölü’nü, Yavuz Sultan Selim kadar kolay ve kayıpsız geçemedi, çok kayıp verdi. Mevsimi ayarlayamadı; kum fırtınası zamanıydı ve kum gözlükleri olmadığı için askerlerimizin bir kısmı kör oldu, susuzluk çekti. Mısır Seferi, Osmanlı askerî teknolojisinin ama bunun yanında çevre bilgisinin de gelişmişliğini göstermektedir. İran-Osmanlı çatışması, bizim bugünkü İran-Türk gerilimine benzemez. Zira iki tarafta da Türkler yer almaktadır. İran’ı idare edenler, Türkmen Oğuzlardır. Anadolu’ya ve Suriye’ye hükmeden kuvvet, İran’la çatışmak zorundadır. Şah İsmail Türk edebiyatının hürmet edilecek büyüklerinden biridir. Aruz vezniyle tertemiz şiirler yazmıştır. Yavuz Sultan Selim’in şairliğindeyse böyle bir kaygı yoktur. O, İran kültürüyle yetişmiş bir Türk hükümdarı olarak Farsçayı çok sevmektedir. Divanı da öyledir.
Osmanlı Suriyesi; Filistin’i, Lübnan’ı, Antakya’yı ve Şam’ı içerir. Roma devrinde Antakya, bundan kopuk bir parçadır. Bugün olduğu gibi, Araplar diğer kısımlara “Bilad’uş Şam” derler. Şam demek, sadece Şam vilayeti değildir; Halep dışarıda olmak şartıyla bütün Suriye’dir. Antep ve Urfa, Halep’in ayrılmaz parçalarıdırlar. Nitekim Osmanlı döneminde de, daha önceki imparatorluklar zamanında da Halep ile bu kısım bitişiktir. Bu bölgelerin etnik yapısı çok farklıdır. Tipik Suriye’yi Lübnan ile ve Ürdün’ün bir kısmıyla düşünmek gerekir, bu ayrı bir bölgedir. Bu bölgeler, Türkmenlerin yönetiminin hâkim olduğu bir bölge olup Araplaşma faaliyeti tamamlanamamıştır. Bugünkü Arap siyasî coğrafyası, bu tarihin kültürel realitelerine pek uymaz. Bu sınırlar cetvelle çizilmiş bir yapı söz konusudur. Birinci Cihan Harbi’ne girmeseydik, bu bölgeler daha bir süre bizde kalacaktı. Çünkü Balkanlar’ın aksine, buradaki ulusçuluk o derece örgütlü ve silahlı değildi. Çok ilginçtir, bu bölgeler, merkezi hükümetin politikalarıyla, iktisadî, siyasî, içtimaî sistemleriyle Balkanlar kadar iç içe olmamıştır. Ancak kanuni Sultan Süleyman devrinde ve sonraki asırlarda, burada bir Osmanlı mimarisi görülmeye başlar. Bunu bilmekte fayda vardır.
Kanuni devrinden niye İmparatorluk diye bahsediyoruz? Çünkü onun devrinde imparatorluğun vasıfları görülür. Kanuni devrinde bütün bir mimari tek elden çıkmış gibidir. Sadece askerleriyle ve kanunlarıyla değil, mimarisi ve sanatıyla da karşımızda bir Osmanlılık vardır. Bu Karlofça’ya kadar devam eder. Tarihi, antlaşmalarla ve harplerle belirleyip bölümlemek, her zaman isabetli değildir. Ama tarihçimiz için bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Osmanlı, hukukî açıdan, uluslararası ilişkiler açısından kendini değiştirir, romanist bir sistem içine girer. Uluslararası alanda devletler sistemine ve Grotius hukuku’na geçmektedir artık. Bu ne Hıristiyan hukuk anlayışıdır ne de Müslüman… Klasik Roma hukuk anlayışının ürünüdür.
Osmanlı Devleti, Balkanlar’da fethettiği yerlerde köylülerin ve şehirli esnafın vergilerini azalttı. Öncelerde Balkanlar’da bu anlamda bir gelişme yoktu. Osmanlı’nın geçişinden sonra nehirlerin üzerine köprüler(8) yapıldı. Yollara önem verildi. Bu yollar sebebiyle Balkanlar’da ticarette, ziraat ve hayvancılık ürünlerinde gelişme meydana geldi. Bu çok önemli bir şeydir.(9) Anadolu’nun geri kalmasına sebep olsa da, geçen asırlar içerisinde Rumeli’ye daha fazla yatırım yapılmıştır. Bu, XIX.Asırda Balkanlar’daki toprak kaybına kadar böyle devam etmiştir ki bu devir Sultan II. Abdülhamit dönemine rastlar.
Roma döneminde, Balkanlar’da en önemli alt yapı, Arnavutluk kıyısındaki şehirlerden Selanik’e uzanan kara yoludur. Bu, Romalıların bulduğu esaslı bir çözümdür. Bu sayede, Balkanlar’da, deniz yolunun kuzeyinde kalan kara yolundan ulaşım ve asayiş birlikte sağlanmaktadır. Osmanlı işte bu yolu Edirne üzerinden, Tekirdağ yolundan İstanbul’a kadar getirmiştir. İkinci bir kol ise Balkanlar’dan geçmekte, Makedonya’yı içermektedir. Bu sağ ve sol kollar askerî yollardır.
Balkanlar’dan Orta Avrupa’ya kadar iktisadî ve idarî bir sistemin kurulması işte bu sayede sağlanabilmiştir. Aynı şey Anadolu için de söz konusudur. Orta Anadolu’dan geçen yollar, bir yandan Doğu Anadolu’dan Tebriz’e, öbür taraftan Haleb, Şam ve Arabistan’a doğru uzanmaktadır.
Balkan tarihi mevzuu epey sorunludur. Taraflar objektif değildir, kaynaklar kıttır ve bilimsel verilerin incelenmesinden çok, büyük ölçüde spekülâsyonlara dayanır. Başta, yanlış çizilmiş haritalar tarihçileri yanlış yorumlara götürebilmektedir.
Osmanlılık, Katolisizm karşısında gerileyen Ortodoksluğun desteklenmesidir; Sırplar karşısında eriyip dağlara çekilen Arnavut’ların desteklenmesi ve tekrar Kosova’ya yerleştirilmesi demektir.
Osmanlılık, vergi ve angaryayla ezilen köylülerin bir dönem için rahat bırakılması demektir.
Osmanlılık, büyük feodallerin Balkanlar’da ortadan kaldırılıp, küçük feodallerin toplumla bütünleşmesine fırsat tanınması demektir.
Osmanlılık, İtalyan şehirlerinin kendi aralarındaki Doğu Akdeniz rekabetinden istifade etmektir.
Osmanlılık, değişik dinlere ve dillere fırsat verilip, bunların birbirine karşı kullanılması demektir.
İşte bunlar Osmanlı’nın ilerlemesinde çok önemli unsurlar olmuştur.
Osmanlıların Balkanlar’daki hâkimiyeti yaklaşık beş asra tekabül eder. Osmanlı ve Türklük, 1354’te Edirne’nin alınmasıyla, Rumeli’ye adım atmıştır. Rumeli bundan sonra bir vatan olarak inkişaf etmeye başlamıştır. Selanik iki kere fethedilmiştir. 1912 kışının tatsız bir gününde de bütünüyle Yunan ordularına terk edilmiştir. Şimdi Selanik, Yunanistan’ın bir parçasıdır. Oysa Selanik Yunanlı değildi. Orada Helen unsur, en az olanıydı; hâkim unsur Yahudilerdi.(10) 1912’de Selaniğe giren Yunanlılar önce Yahudi mahallesinde etnik temizliğe başlamışlardır. Rumeli’den çekilme de bize ağır bir bedel ödetmiştir. Bu bakımdan Osmanlı inkişafının tarihini çok iyi bilmek zorundayız. “Nasıl bir coğrafyaya adım attık ve o coğrafyadan nasıl çekildik?” sorusunun cevabı önemli. Çünkü Rumeli hâkimiyeti, Türk tarihinin en çok çarpıtılan kısmıdır. Bunun için Türkler Balkan dillerini, Bizans ve Slav tarihini, bu kültürlerin ve Ortodoks Kilisesi’nin tarihini çok iyi bilmek durumundadırlar. Zira ilk kez, Balkanlarda iki ayrı medeniyet, Doğu ile Batı bir araya gelmiştir. Tarihte belki de bu ilktir.
Toparlarsak; Balkanlar’daki hâkimiyetimiz, Ortadoğu’daki hâkimiyetimizden daha uzun ömürlü olmuştur. İkincisi, Osmanlı hâkimiyetinin yapısı ve bünyesi Balkanlar’da daha kuvvetlidir. Mesela Osmanlı, Arap ülkelerinin birçoğunda, merkezî idarenin unsurlarını o kadar kuvvetle yerleştirememiştir. Buna karşılık Bulgaristan’da, Makedonya’da, Trakya’da, hatta Orta Yunanistan’da Osmanlı hâkimiyeti çok tipiktir; idarî yapının bütün unsurlarını içermektedir. Bu yüzdendir ki Balkanlar’da Osmanlılığın izleri silinemiyor. Bunun için, çok daha uzun bir zaman vandalca gayretler gerekiyor. Gerçi bu kısmen yapılmaktadır.
Türk Devleti, XII. asırdan beri sistem dışı dinî hareketlere son derece kuşkuyla bakmaktadır. Çünkü burada devlet hayatı ön plandadır. Mesela Hurufîler… Ne zaman ki devletin içine sızmaya başlamışlardır, işte o zaman Sadrazam Mahmut Paşa buna dayanamamış, Hurufîleri toplayıp yakmıştır. Bu ceza da İslam’dan hareketle verilmemiş, büyücü olarak değerlendirilip cezalandırılmışlardır. Aslında Sadrazam, eski bir Hıristiyan ve ruhban ailesinden gelmektedir. Hurufîlere karşı uyguladığı sert ceza, herhalde buradan ileri gelmektedir. Din bilginleri, Dürzîleri şiddetle İslam’ın dışında bir inanç grubu olarak değerlendiriyorlar. Ancak, aynı şey Yezidîler ve Nusayrîler için söylenemez, zira devletin şiddetine maruz kalmamışlar. Demek ki devlet, reel siyasî duruma karşı gizli bir yapılanma içine girenlere sert davranmıştır. XIX. Yüzyılda ise, devletle problem yaşamış gruplar görmezlikten gelinir. Mesela Ahmet Cevdet Paşa, Anadolu Alevîliği’nden söz etmez. Bu, daha çok, geçmişte yaşanmış bir yarayı, aile içi bir bölünmeyi örtme çabası olarak okunabilir.
Hilafete ısrarla sahip çıkanlar, XVII. ve XIX. Yüzyıllar arasındaki padişahlardır. Hilafetten maksat, İslam dünyasında bir öncü olarak algılanmaktır ve Hicaz’ın hâkimi olmak gibi bir niyet, hilafeti önemli kılmış ve XVI. asırda yavuz Selim’in seferleriyle bu gerçekleşmiştir. Doğrusu hac işleri, o günün şartları içinde bugünkü Suudilerden çok daha başarılı bir şekilde yürütülmüştür.
Şark ve Türk tarihinde evlilik yoluyla toprak genişletme bir istisna dışında pek görülmez. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr…(11) Diyebiliriz ki Şark devletleri, Avrupa’nın aksine bilhassa Türk-Osmanlı Devleti fütuhatla büyür, evliliklerle değil. Evliliklerle genişlemenin tipik örneği Avusturya’dır. İspanya’dır. Macaristan’dır.
XVII. yüzyılda Girit’in alınmasıyla ancak Akdeniz’in doğusu bir Türk gölü haline gelmiştir ki bu hâkimiyet, aşağı yukarı XIX. yüzyılın sonuna (son çeyrek) kadar devam etmiştir. Akdeniz adaları korsan deniz üsleriydi; Osmanlı donanmasının yayılmasını ve deniz ticaretini engelliyorlardı. Bunun için, Akdeniz’in Türk gölü haline gelmesi gibi bir hüküm üzerinde ihtiyatla durmalıyız. Bu Akdeniz gölü, bütün Akdeniz anlamına gelmiyor: Malta, Sicilya, Korsika gibi üsler hiçbir zaman elimizde olmadı.
XVI. yüzyıl boyunca Avrupa, muntazam daimî ordulara sahip değildir. Avrupa’nın son muntazam daimî ordusu Macar Krallığı’nındır.(12)Ağustos 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde, bu devlet ve ordu ortadan kalkmıştır. Mukaddes Roma Germen tacını giyen o büyük Macaristan bir anda yok olmuş yerini Türkler almıştır. Macar tacının üzerinde hak iddia eden Avusturya Büyük Dukalığı ve arkasındaki Alman İmparatorluğu bu konuda Türklerle uzun bir çatışmaya girecektir.
XVI. yüzyıl boyunca, Orta Avrupa’da hâkim bir kuvvet durumundadır.  XVI. yüzyıla geçerken Osmanlı’nın askerî gücü ve teknolojisi henüz üstün durumundadır. Bu hâkimiyeti, ateşli silahları çok iyi kullanan teknolojisiyle gerçekleştirmiştir. Afrika devletleri, o dönemde Osmanlı tarafından yönetildiklerini bile ileri sürmektedirler. Niçin? Çok açıktır. Demek ki İslam dünyası, Türklerin hanedanı ile aynileşmiştir. Bu dönemde Hilafetin Türklere ait olamayacağı Kureyşlilere ait olduğu görüş Arap kaynaklı bir görüştür. Pratikte fazla taraftar bulmamıştır. Çünkü kılıç ve kuvvet Osmanlı’nın elindedir.
Kanuni sonrası Osmanlı hâlâ üç kıtadadır ve Avrupa devletleri ile ilişkilerde taviz vermeye yanaşmayan bir diplomasiye sahiptir. Osmanlı, Fransa ile Bourbon ve Habsburglu arasındaki kavgayı ustalıkla körüklemektedir. Ayrıca, XVI. yüzyıl Avrupası’nı saran Protestan-Katolik çatışmasında Osmanlı, Protestanlar lehine bir kışkırtıcılık yapmaktadır. Macaristan’ın geniş kısmı olan Erdel’de Lutherci mezhebe hamilik siyaseti izlemektedir. Bu dönemde bloklar arasındaki çatışmayı körüklemek, Osmanlı politikasının şiddetle kullandığı bir tekniktir.
Osmanlı İmparatorluğu’nu XVI. ve XVII. asır boyunca meşgul eden iki olaydan birisi, Avusturya savaşları; ikincisi de meşhur İran harpleridir. Osmanlı, Sultan III. Mehmet devrinde Tuna’yı aşmış, bugünkü Çekya’nın sınırlarına dayanmıştır. İran harpleri; Osmanlı ordusu için son derece yıpratıcı olmuştur. Çünkü bu savaşlar, çok sorunlu bir coğrafyada cereyan etmiştir. Tarihimizde Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, bilhassa IV. Murat hakikaten zor şartlarda, uzun harpleri, seferleri yürütebilen önemli mareşallerdir. Maalesef bizim tarihimizde, bu hükümdar portreleri yeterince ciddiyetle çizilmiyor. Daha da kötüsü şu: Büyük edebiyatçılar, romancılar bu anlamda tarih çalışmıyorlar. Oysa bu çok önemli tarihî şahsiyetler, edebiyatın o incelmiş diliyle, romanın o derinlikli dünyası içinde verilebilir, tarihî bir şahsiyet olarak portreleri çıkartılabilir. Tarih, tiyatromuz ve sinemamıza yeterince konu olamıyor, istenen derinlikte ve sahihlikte işlenmiyor. Bunun büyük bir eksiklik olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Otuz Yıl Savaşları’ndaki orduların yağmacılığının yaşandığı ortamda, Avrupa’da Türk ilerleyişi daha anlaşılır hale gelir. Çünkü Türk ordusu menzillerinden bir disiplin içinde geçmektedir. Geçtikleri yerleri yağmalamak gibi bir huyları yoktur. Köylüler, Osmanlı ordularının ihtiyaçları için, bir vergi şekli olarak “sürsat” dediğimiz sorumlulukla mal pazarlar. Bunu bölgenin kadıları düzenler. Ayrıca ordunun yanında, bir ordu esnafı takımı yürür; bunlar kayıtlı, defterli, disiplinli ve sorumlu insanlardır. Ordunun disiplini ve konaklayacağı yer bellidir. Güzergâhtaki köprüler ve suyolları tamir edilir. Bizim bugün bilmediğimiz askerî bir teknoloji kullanılır.
Osmanlı savaş düzeni, padişahın da muharebeye gitmesini öngörüyordu. Padişahın olmadığı yerlerde mutlaka aksaklıklar çıkmıştır. Başkomutanın yetkileri sonsuzdur. Para basma yetkisine bile sahiptirler. Viyana’da taktik ve stratejik hatalar sebebiyle yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Başta Osmanlı ordusu geri çekilmeyi (ricat) bilmiyordu. Bunu yani düzenli geri çekilmeyi ancak İstiklal Savaşı yıllarında yapabilmiştir.
Viyana Kuşatması yıllarında Avusturya, Alman İmparatorluğu’nun bir parçasıdır ve söylendiği gibi bu yüzden tarih boyunca Almanya ile bir dostluğumuz da yoktur. Türk ilerleyişine karşı Avrupa’da propagandist bir edebiyat geliştirilmiştir. Avrupa tarihinde ilk kez el ilanları ve küçük risaleler basılıp dağıtılmıştır. Matbaa, ilk kez Türk ilerlemesine karşı yaygın bir şekilde kullanılmış, adeta kitle iletişim aracına dönüştürülmüştür. “Türkler nasıl çocuk keserler, kadınları nasıl öldürürler, adamları nasıl kesip kızartırlar”gibi uyduruk gravürler kullanılmıştır.
Anti-Türk edebiyat, Protestanlarda Lutherci bir görüşle başlamıştır. Protestanlar anti-Türklük ve anti-Müslümanlık söylemiyle Katolikleri bastırmışlar; bu üslubun başını da Luther çekmiştir. Unutulmasın ki, Luther anti-semitizmin babasıdır. Luther kadın karşıtı bir din görevlisidir. Almanca konuşulan bölgelerde, müthiş bir anti-Türk edebiyatı yerleşmiş, bir Türk tipi çizilmiştir. XVIII. yüzyıl Avusturya halk resimlerinde görülür. Türk; çok kurnaz, çok zeki, şeytan gibi biridir. İspanyol aslana, İngiliz ve Alman ata, Rus Moskof’u eşeğe, Türk ise tilkiye benzetilir. Daha da ilginci, böyle bir tabloda Türk ile Yunan aynı kişilikte görünürler. Halk kitleleri, Yunan ile Türk’ü ayırt edememektedir. Ortodoks kilisesine atfedilen birtakım unsurlar ve karalamalar Müslümanlık için de söz konusu olmuştur. Müslümanlık Türklük ile bir görülmüştür.
Viyana Kuşatması, Doğu-Batı arasında onulmaz ayrımlar oluşturmuştur. İşte bu yüzden Batılılaşma konusu son derece zor bir meseledir. Türkiye, Batı karşısında nasıl bir vaziyet alacak, hangi safhalardan geçecek, kültürel değişimini nasıl tamamlayacak? Politik bakımdan bunu nasıl tamamladı? Bu soruların cevaplarını aramalıyız. Batı hukuk sistemine geçiş, aynı dünyada yaşıyor olmanın gerektirdiği uyumluluk şartlarından biridir. Batılı da doğulu da bunu yapmak zorundadır. Özellikle de ticaret bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla Osmanlı Batılılaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu konuda İslam dünyasının Türkiye’ye karşı geliştirdiği tenkitler asılsızdır, hiçbir geçerliliği yoktur. Türk batılılaşmasını “sömürgeleşme” ve “hainlik” ile yorumlamak ucuz bir yorumdur. Bu şekilde ne yazık ki kitleler, tutarlı bir toplum ve tarih analizinden uzaklaşıyor.
Bizim topraklarımız, tarih boyunca mültecilerin sığındığı bir yer olmuştur. Macar bağımsızlık hareketinin önderi Ferenc Rakoçi’nin kuvvetleri de bize sığınmıştır, Büyük Petro’dan kaçanlar da. Kars ve Balıkesir civarında Rus köyleri olduğu biliniyor. Batı’dan gelen kadrolar Türkiye’de neler yaptı? Mesela 18 asırdan beri, hasetsen XIX. yüzyılda Macarlar ve 1848 ihtilali esnasında Osmanlı’ya sığınan Polonyalı mülteci kalabalıkların tarihi ayrıntılarıyla incelenmelidir. Mısır Valisi Mehmet Ali paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetlerin Kütahya’ya kadar ilerledikleri zaman Osmanlı kendisine sığınanları geri vermiyor. Sığınmacılar bu fedakârlığı görüyorlar. Bundan olsa gerek, derin bir bağlılık hissi içinde kendilerini bu topraklara adıyorlar ki bunlar, koyu Macar ve Polonya milliyetçileridirler, bunun için Avusturya’ya başkaldırmışlardır. Adeta kendileri için yapılmış fedakârlığı karşılıksız bırakmamak babında Türklük için Müslümanlığı kabul ediyorlar. İşte Osmanlı bu sayede, sayısını bilmediğimiz nitelikli insanlar, modernleşmesinde vazife alacak kalifiye elemanlar bulmuş oluyor. Tesis edilen Macar ve Polonya köyleri modern ziraatı geliştirmiştir. Mesela Mithat Paşa gittiği vilayetlerdeki başarısını bu adamlar borçludur. Bu insanlardan teknisyen olanları, kanalların inşasını idare ediyor, yolları yapıyorlar. Rumeli’den gelen çalışkan ve bilgili muhacir kitleler, demiryolu hattına yerleştirilmekte, Anadolu tahıl ambarı haline gelmektedir. Bu sayede Yunan muharebesinde Türkiye ilk kez kendi ürettiği Anadolu buğdayıyla askerini besleyecektir. Bu sığınmacılar sayesinde Osmanlı birden bir teknotrat sınıfı bulmuştur. Macar ve Polonyalı olan bu insanlar, haritacılıktan topçuluğa, kimyagerlikten ressamlığa kadar Osmanlı cemiyetinin ihtiyacı olan kadroları meydana getirmişlerdir. Bu, Osmanlı için bir talih olmuştur.
Mültecilerden bir kısmı Müslüman olmuş ama hepsi Osmanlı toplumuna intibak etmişlerdir. Mesela Polonya’dan iltica eden General Jozef Bem, Müslüman olmuş ve Murat Paşa adını almıştır. Generallerden Kosiyevskyi Sefer Paşa adını almıştır. Çok önemli albaylardan biri olan Konstantin Borzecky, Mustafa Celaleddin ismini almıştır ki Nazım Hikmet’in dedesi olan bu zat, sonradan general, yani paşa rütbesiyle Karadağ muharebesinde şehit düşmüştür. İltica etmiş bu insanlar, Osmanlı cemiyetinde yeni bir sınıfın ve yaşam tarzının gelişmesine de ön ayak olmuşlardır. Şair Nigar hanım, Macar Süleyman Paşa’nın kızıdır. Kadınlı-erkekli salon geleneğini geliştirmiştir. Ignacz Kunoş gibi bir Macar Türkolog bile, Nigar Hanım’ın bu yöndeki rolünü ortaya koymaktadır. Medreseden gelme Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları –en başta Fatma Aliye Hanım- tıpkı Nigar hanım gibi edebî ve ilmî faaliyetlerin içinde olmuşlardır.
Türk Batılılaşmasının özelliği, ordunun ve sivil bürokrasinin etrafında gelişmiş olmasıdır. Batılılaşmaya gönüllü girişmiş sivil ve askerî bürokrasi bu süreci temellendirmiştir. Bu mevzuda bize benzeyen iki ülke daha vardır: Uzakdoğu’daki Japonya ve yanı başımızdaki Rusya.
XVIII. asırdasınız, ordularınız Avusturyalılarla ve Ruslarla kavga ediyor, karşınızdaki ordular modern dönemin kışlalarına, bitişik harp nizamına, topçuluğuna ve mühendisliğine sahip. Bunlarla baş etmeniz ancak bir şekilde mümkün: O ordulardaki mühendisliği, tıp ve cerrahlığı, veterinerliği benimsemeniz yoluyla. O dönemde Osmanlı’da tıp okulu olmasa da tıp ekolü vardır. Mühendislik ise zaten okullaşmıştır. Okullaşan mühendislikle birlikte matematik, trigonometri, sonra fizik kuralları, kimya ve yabancı dil, yabancı dilde okunan eserler ve arkasından aileye yabancı eğitmenler gelmiştir.
Görülüyor ki XIX. yüzyıl Türk batılılaşması, dışardan, sonradan kendini Türkleştiren bir unsurdan yardım görüyor. Bu önemli bir unsurdur. İkinci unsur; memleket içindeki gayrimüslim cemaatlerin ve milletlerin durumudur. Osmanlı ülkesinde milliyetçilik, çok yönlü, çok düşmanlı, çok çatışmalı olarak devam edecek ve yüz yıl geçmeden bütün ülke bir yangın yerine dönecektir. Yangının, bugün bile söndüğünü iddia etmek kolay değildir. Bu yüzyılda medreseleri iyi değerlendiremedik. Bu kurum gerilemiş ve yerinde sayıyor olsa da orta çağlardan kalma bir geleneğe sahipti. Mesela iyi bir filoloji ve mantık eğitimi veriyordu ki bunun temeli Eski Yunan felsefesine, mantığına dayanıyordu. Ortaçağların Doğusu’nda filolojik metotlar, gramer ve metin tetkikleri son derece gelişmişti. Batılılaşma ile birlikte bu damar epey hasar gördü. Batılılığımızın ve Batı eğitimimizin en büyük zaaf noktası buradadır. Ne Batılılaşmayı savunanlar medreselerin bu tarafını gördüler, ne de medreseler Batı’daki gelişmelerden haberdar oldular. Batıcılar ve medreseliler birbirlerini gırtlaklayarak yollarına devam ettiler. Bu konuda başka türlü duranlar da vardır. Mesela Elmalılı Hamdi (YAZIR) gibi bir ilahiyatçımız bu şekilde Batı dilini öğrenir, Batı tipi bir felsefî yöntemi takip etmeye kalkar ve Kur’an tefsirinde(13) dirayet tefsiri dediğimiz çok etkili yöntemi geliştirir.
Osmanlı modernleşmesi, sadece Türklerin tarihi açısından değil, bütün dünya tarihi için özgün bir olaydır. Çağdaş Türk aydını, Tanzimat aydınıyla aynı gruptandır. Bugünün Türkçesi, esas itibariyle Tanzimat döneminde oturmuştur. Bürokrat ve edipler sade Türkçe ile yazmaya başlamışlardır. Zira onlar da bugünkü aydınların tartıştığı meseleleri tartışıyorlar; geleneği veya modernleşmeyi savunuyorlardı. Dolayısıyla onları okumak ve bilmek zorundayız.
Osmanlı’nın klasik yönetim şeması askerî bir hiyerarşiye sahiptir. Beylerbeyi, vilayetlerin başıdır. Merkezde ve sarayda birtakım görevler yine böyle askerî bir hiyerarşi içindedir. Fakat aynı zamanda sadaretin, defterdarlığın, hatta askerî kurumların içinde medreseden gelme insanlar bulunmaktadır. Bu çok enteresan bir yapıdır. 12–13 yaşlarında mahalle mektebinde okuma ve yazmayı söken bir çocuk, doğrudan kaleme çırak olabilmektedir. Böylelikle zeki çocukların, çok genç yaşta devlet memuru olarak yetiştirilmesine başlanmaktadır. Çoğu zaman bu çocuklar fakir bir ailenin içinden gelirler ve tahsillerine ancak bu sayede devam edebilmektedir. Nitekim 1860’ta Tanzimat’ın zeki ve akil adamları Mekteb-i Sultani’yi, bugünkü Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Böylelikle Fransızca eğitimin en iyisine, Türkçe de ihmal edilmeden devam edildi.
XIX. yüzyılda mühendislik okulları, ziraat mektepleri, kız çocukları için mektepler açılmıştır, bugünkü düzeyimizi onlara borçluyuz. O günlerde Türk toplumu kendini yeniliyor ve geliştiriyor, Avrupa ile ticaretini artırıyor. Şark ile de ticaret yapılıyor. Mesela Osmanlı-İran ticaretine bakıldığında, Osmanlı payının daha yüksek olduğu görülecektir. Ordudaki merkeziyetçilik, bir nevi sanayi merkantilizmini meydana getiriyor. Ordunun ihtiyacına yönelik dallarda sanayi inkişaf ediyor. Türkiye sanayinin ve teknolojik bilgisinin esasını teşkil eden askerî fabrikalar; cam, porselen ve kumaş fabrikaları; mesela Safranbolu’da dericilik, birtakım yerlerdeki baruthaneler bu sayede inkişaf ediyor.
XIX. yüzyıl sanayi ve ekonomisinin en önemli zaaf noktalarından biri, tarıma dayalı olmamasıdır. Arazilerin mülkiyetinin düzenlenmesi ancak 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi ile sağlanıyor. Ziraî üretimle sınaî üretim ve planlama at başı gitmemektedir. Ziraata dönük sadece alkol üreticiliği gibi bazı imalathaneler vardır.
XIX. yüzyılda Sultan Abdülhamit dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin henüz merkezî bütçesi yoktur. Bu yüzdendir ki reformlar sürekli yavaşlamış, idareye bile yansımıştır. İflas eden maliye ve kurulan Düyun-ı Umumiye(14) neticesinde, maliye teşkilatı yeniden düzenlenmiştir. Bütün bunlar, modern maliyemizi teşkilatlandıracak bilgileri Düyun-ı Umumiye’de edinen Mehmet Cavid Bey gibi bir seçkin maliyeciyi ortaya çıkarmıştır. İşte bakın: II. Mahmut memurların derecelerini tespit ediyor; orduda, mülkiyede, yani sivil idarede ve ilmiyede bunları birbirine eşitliyor. Fakat maliye henüz bunlara standart maaşlar vermeyi bilmiyor, çünkü maaş verecek durumda değil. Bu iş 100 sene sonrasına, yani II. Meşrutiyet’e kalıyor, Mehmed Cavid Bey Maliye Nazırı oluyor ve bu işi düzenliyor.
Türkiye’nin XIX. yüzyıldaki Batılılaşması; Rusya’da olduğu gibi, kavgası yapılmamış, teorisi ve ideolojisi kurulmamış bir harekettir. İş ne zaman ki gündelik yaşamımızı düzenlemeye gelmiştir, işte o vakit dananın kuyruğu kopmuştur. Batıcısı, İslamcısı ve milliyetçisi, bir kör dövüşün içinde birbirlerine girmiştir.  Bu da Türk Batılılaşmasının kendine has tarafıdır.
Bu yüzyılda edebiyat başlamış, romanlar yazılmıştır. İlginçtir, ilk romanı ve ilk oyunu bir Arnavut milliyetçisi (aynı zamanda Türk milliyetçisi) olan Şemsettin Sami (Fraşeri) yazmıştır. Şemsettin Sami Bey, hem de Arnavutçaya hizmet etmiştir. Neticede bir Osmanlı kültürü, Osmanlı kültür adamı ortaya çıkmıştır. Çok dilli bir matbuat dünyası, okuyucu kitlesi doğmuştur. Ahmet Mithat Efendi; “İstanbul insanı sokakta üç dil öğrenir.” diyor.
Osmanlı’da siyasi muhalefet; kahve ve hamam dedikodularından, yeniçeri ve ulema sohbetlerinden çıkmıştır. Muhalefet ve particilik, bir tür komitacılık faaliyeti olarak başlamıştır. Maalesef particilik, dayatmacı bir zihniyete “Ben olmazsam olmaz. Tek doğru benim” anlayışına dayanmaktadır. Bunun için Türk demokrasisi,  XIX. yüzyılda ve XX. yüzyıl başlarında iyi bir başlangıç yapmamış, o dönemden beri hırçın bir gelenek teşekkül etmiştir.
İmparatorluk, reformlarını, kendi klasik imparatorluk anlayışına göre yapmaktadır. Bugünün tarihçisi bunu anlamıyor. Avrupa tarihçisi ise hiç anlamıyor. Onların Türkiye tasviri herhangi bir Avrupa ülkesine benzemektedir. Oysa bu yanlıştır, oradaki Katolik Alman, Hırvat, Çek ve Macar aralarında çatışırdı. Buna karşı Osmanlı memalikinde Müslüman etnik unsurlar arasında böyle çekişme görülmezdi. İşte bu nedenle yorumlarda metodik bir yanlışlık yapılmaktadır.
XIV, XV, XVI. asır boyunca kilise, Türklere aleyhinde yoğun bir propaganda yapmıştır. Türkler için korkunç hikâyeler anlatılmıştır. Bunlar matbaa ve tiyatro kanalıyla yayılmıştır. Bugün de benzer önyargılar belli kalıntılarla devam etmektedir. Bu yüzden, Batılı kaynakları da ustalıkla kullanarak Türk tarihini yeniden yorumlamak gerekmektedir.
Topraklarımızı, Osmanlı Devleti’ni ve onun selefi Selçuki İmparatorluğu’nu, daha çok yabancı seyyahların yazdıklarından öğreniyoruz. Bu seyahat notları önemli kaynaklardandır. Seyyahların 1135’ten itibaren sistematik olarak devam eden, Türkiye’ye dair raporlarını bugün Vatikan arşivlerinde bulmak mümkündür. Venedik ve Cenova arşivleri de, bu gibi bilgileri içermektedir. Sadece XIX. yüzyılda, Osmanlı coğrafyasına yapılan gezilerle ilgili seyahatnamelerin adedi 5000’i geçmektedir. Türkiye üzerine en eski Fransızca-Almanca seyahatnameler, Osmanlı öncesine kadar uzanmaktadır.(15) Şark’ın seyyahlarına gelirsek, Evliya çelebi Seyahatnamesi önemli bir Türkoloji kaynağıdır. Çelebi’nin yazdıkları, incelemekle bitmeyecek bir coğrafya ve kültür kaynağıdır. Evliye Çelebi gibisi daha evvel ve daha sonra ne bizde çıkmıştır ne de Avrupa’da…
O günün hayatı içinde konuşulan dilleri, lehçeleri kaydetmiş gibidir. Çoktan kaybolup gitmiş Kafkas dillerinin bazı izleriyle onun seyahatnamelerinde karşılaşılabilir. Bu yüzden Kafkasyalılar için vazgeçilmez bir kaynak haline gelmiştir. XX. yüzyılın Türk seyyahı ki başlarında Falih Rıfkı Atay gelir, dış dünyaya nasıl bakmıştır? Balkanlar’a, komünist Rusya’ya, faşist İtalya’ya ve o zamanki Britanya Hindistan’ına…

Bu bakımdan seyahatnamelerin derhal Türkçeye çevrilmesi, çeviri yoluyla kazanılması gerekmektedir. Oysa bizler bunu yapmak bir yana seyahatname yazan, hem de iyisini yazan kendi ecdadımızınkini eski harflerden yenisine aktaramadık. Osmanlı Türklerinin muhteşem tarihi, Avrupa Tarihi’nin oluşumunda vazgeçilmez bir parçadır. Avrupa milletlerinin %80’i bugün Osmanlı tarihini ciddi bir şekilde etüt etmektedir. Bütün Balkanlar ve Orta Avrupa ülkeleri için böyle olduğu gibi, doğrudan Osmanlı hâkimiyetine girmemiş komşu ülkeler için de böyledir. Mesela Avusturya, İtalya ve Polonya da bu tarihin bir parçasıdır. Çünkü tarihleri boyunca, bütün askerî ve dış politikaları ve medeniyetleri bununla temas edip şekillenmiştir. Durum böyleyken, başkaları Osmanlı tarihini sağlıklı bir şekilde okurken, biz bunu yapmamakta, kendi tarihimizi çalışmamaktayız. Bizde iyi bir Osmanlı tarihi yazılmamış, büyük sentezler ortaya konulmamıştır. Bunun yanında, halka indirgenmiş, vülgarize edilmiş bir tarih yazımı da yoktur. Mesela okul kitaplarındaki tarih, ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Oysa keyfiyet bütün uluslar için geçerlidir; tarih ancak okullarda öğrenilebilir. İtiraf etmeliyim, 12 ciltlik Tarih-i Cevdet(16) bugünkü Türkçe Latin harflerine doğru dürüst çevrilememiştir. Yüz sene evvel hayatımızın içinde olan bir dil ile yazılmış bu eseri bugün anlayamıyoruz. Bu çeviriyi yapacak bir yazarımız yok. Fuat KÖPRÜLÜ’yü bile okuyamıyor, dolayısıyla tanımıyoruz. Tamamen yeni harflerle yazmış Ömer Lütfi BARKAN’ı bile tam anlamıyla bilmiyoruz. Halbuki bunlar, üslupları ve metotları itibarıyla modern Türk tarihçiliğinin öncüleridir.
Türkiye’de ihtisas müzeleri teşkil ettirilmesi son derece önemlidir. Artık elimize geçmiş bulunan, ama aşırı yük sebebiyle Topkapı Sarayı gibi bir yerde teşhir edemeyeceğimiz, Ayvazovskiler’i ve Picassolar’ı koyabileceğimiz bir millî müzeye ihtiyaç vardır. Louvre ve British Museum gibi veya Hermitage Müzesi gibi bir müzemiz yoktur henüz. Bu bir eksikliktir. Bu eksiklik derhal giderilmeli, ihtiyacımız olan müzeler kurulmalıdır.
Türkler tarih yapan uluslardan biridir. Yerkürede Türklerin adının geçmediği hemen hemen hiçbir kompartıman yoktur. Almanya, Fransa, İspanya, özellikle Orta Avrupa, Rusya ve Ortadoğu tarihini Türksüz okumak mümkün değildir. Türkler hakkında; Çince, Hintçe ve Pahlavi denen eski İran kaynaklarında bilgi vardır. Filoloji ve tarih alanında ortaya konulan düşük icraat ise, Türk milletinin büyük noksanlarından biridir. Tarih yapımında bu kadar aktif olan bir ulus, tarihçilik alanında emeklemektedir. Biz bazılarının telkin ettiği gibi bir mutluluk ve ilerleme safhasından geçmiyoruz. Mücadelenin en derin, yaralı ve sıkıntılı safhasından geçiyoruz. Bunun üstesinden nasıl geleceğimiz konusu beşer tarihinin en önemli meselesidir. Bütün ahlakî sorunlarımız ve toplumsal tahlillerimiz bu eksenin etrafında toplanmaktadır.
İlber Ortaylı
(!) Sinoloji; yaklaşık 300 yıllık, bir geçmişe sahip ÇİN Uygarlığını, dili, kültürü, dünü ve bugünüyle araştıran bilim dalıdır. Dünyada Sinoloji araştır-malarının tarihi 16. yüzyıla kadar uzanır. Ülkemizde ise Çin kültürü üzerine araştırmalar Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlar. 1935’te kurulan DTCF’nin ilk kürsülerinden biri de Sinoloji’dir. Ardlarında pek fazla yazılı metin bırakmamış İç Asya Türklerinin Tarihi, onların komşuları olan Çin-lilerin tuttuğu kayıtlarda bulunmaktadır. Hunlar, Uygurlar, Göktürkler gibi Türk kavimlerinden bahseden kısımlar bu kaynaklarda bolca bulunur.
(2) Anatolia, bilindiği gibi Yunancada “doğu” demektir.
(3) Rumeli, Roma ülkesi anlamına gelen bir isimlemeydi.
(4) Bize göre niye Güneydoğu Avrupa olsun ki?
(5) Mesela bugün Tunus’ta Milli Kütüphane olan eski kışladaki odaların üstüne “odabaşı” olan zabitlerin lakapları kazınmıştır. Gelenlerin nereli olduğunu ve köklerini buradan öğreniyoruz.
(6) Mesela Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa, ailesiyle irtibat kurmuş, kardeşini bir ara Sırp Patriği yaptırmıştır.
(7) Uzun Hasan, bilindiği gibi Trabzon Komnenos hanedanının torunudur. Bizans İmparatorluğu ailesinin, dolayısıyla Gürcü hükümdarlarının kanını taşır. Bu soy, ilerde Şah İsmail’in şahsında etkisini gösterecektir. Şah İsmail, Uzun Hasan ile Erdebilli Şeyhlerin çocuğudur.
(8) Ivo Andriç, “Drina Köprüsü” [Na Drina Cuprija] adlı romanında bunu veciz bir şekilde anlatır.
(9) Ünlü Bulgar tarihçisi Nikolai Todorov, “Balkan Şehri” [Balkanski Gorod] isimli eserinde bunu çok iyi ifade etmektedir.
(10) Bilindiği gibi Osmanlı, İspanya’dan ve Avrupa’nın muhtelif yerlerinden göç eden Yahudi nüfusu Selanik’e yerleştirmiştir.
(11) Sultan Murad, çok akıllı bir politika güder ve Germiyan hükümdarının kızı Devlet Şah Hatun’u oğlu I.Beyazid’e nikâhlatır. Böylece Germiyan Beyliği Osmanlı’ya çeyiz olarak gelir. Bu; Kütahya’nın merkez olduğu, Simav, Emet, tavşanlı gibi civar kazaları içeren geniş ve verimli bir toprak parçasıdır. Fatih Sultan Mehmet, iki kuşak sonrası itibariyle, bu evlilikten dünyaya geliyor ki Osmanlı tarihi açısından bu çok önemlidir. Diyebiliriz ki Osmanlı hanedanına, devlet Şah Hatun ile Yıldırım Beyazid Han, annelik yapmaktadır.
(12) Bunlara “karakartallar” denirdi ki Macar varidatını, hazinesinin kökünü kurutan bir ordudur.
(13) Bu tefsir Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından yaptırılmıştır.
(14) Osmanlı Borçlar İdaresi
(15) Hatta Hans Schiltberger, eserinde Tatarca, yani Kırım Kazan Çağatay Türkçesiyle dualar kaydetmiştir. Bu çok enteresan bir olgudur. Demek ki misyonerler daha o zamandan Türk halklarına yönelik propaganda metinlerini bu halkların kendi dillerinde hazırlamaktadırlar. Bu Vatikan’ın tarihi ve dünyevi konumunun gücünü gösterir.
(16) Ahmet Cevdet Paşa; XIX. asır Türk iyesi’nin, Türk edebiyatı ve hukukçuluğunun dehası ve bizim ilk büyük tarihçimizdir.
LİNK : http://kitapozettanitim.blogspot.com.tr/