Olaylar Ve Görüşler
Osman Korutürk + Selim Karaosmanoğlu
Musul’a bakarken 25 Ekim 2016
Genelde Irak ve özelde Musul etrafında yaşanan gelişmelerin hukuki, siyasi ve askeri boyutları yakın çevremizin istikrarını, bölgede bazı sınır değişikliklerini de gündeme getirebilecek şekilde tehlikeye sokuyor. Türkiye bu gelişmeleri doğru parametreler içinde, ‘reel politik’ temelinde değerlendirebilmek, bu hayati konuda ulusal çıkarlarımızı tehlikeye sokmayacak doğru ve gerçekçi pozisyonlar almak zorunda.
İç politikaya oynuyorlar
Ancak görünen o ki, sorumlu makamlar Irak ve Musul konularını, daha çok iç politikaya endeksli bilinçli bir algı operasyonu kapsamında, kamuoyu önünde duygusal ve hamasi beyanlarla işliyor, gerçekleşmesi mümkün olmayan hedefler açıklayarak uluslararası alanda ülkemizin hukuki ve siyasi konumunu zaafa uğratıyor. Irak konusunda izlenecek politikaların sonuç alıcı ve sürdürülebilir olmasının temel koşullarının başında Irak’ın iç dinamiklerinin doğru bilinmesi ve uluslararası konjonktürün doğru okunması geliyor.
Irak’taki aşiretler
Bu bağlamda, Irak’taki aşiret olgusu ile ülkenin etnik yapısı, dinsel ve mezhepsel bileşimi önemli unsurlar. Unutulmamalı ki, Irak’ta Şii ve Sünni mezheplerine mensup büyük Müslüman kitlenin yanı sıra kadim Arap Hıristiyan kiliselerine mensup genişçe bir dini azınlık ile başta Ezidiler olmak üzere farklı dinsel topluluklar da mevcut. Irak’taki tüm dini grupların ülke içinde gelişigüzel dağılmış, birçok yerde iç içe geçmiş kutsal mekânları bulunuyor. Keza Irak’ın ağırlıklı olarak Araplar, Kürtler ve Türkmenlerden oluşan ve Asuriler, Şabekler gibi daha küçük azınlıkları da içeren demografik yapısı ne mezhepsel olarak ne de coğrafi açıdan homojen bir yapı ortaya koyuyor.
Aşiret aynı, inanç farklı
Örneğin, Irak’ta büyük bir Müslüman aşiretin Kuzey’de yaşayan kolu Sünni iken, aynı aşiretin Güney’deki kolu Şii olabiliyor. Aynı şekilde Irak’ın kurucu unsurlarından biri olan Türkmen halkının da yüzde 60’ı aşan bir bölümü Şii, gerisi Sünni. Yine fazla konuşulmayan ama bilinmesinde yarar olan bir gerçek, İran’daki ana Şii ekolü olan Meşhed ve Kum’un teolojik öğretileriyle, Irak Şii ekolünün merkezleri olan ve ‘Havza’ olarak bilinen Kerbela ve Necef öğretilerinin belirgin ayrılıklar gösterdiği. Bu ayrılıklar sadece İran ile Irak Şiilikleri arasında ciddi bir rekabet yaratmakla kalmayıp, iki ülke arasında da özgün farklılıklar ortaya çıkartıyor. Dolayısıyla, Irak Şiiliğinin sırf mezhepdaşlık nedeniyle İran’ın siyasi vesayeti altında olduğunu söylemek olsa olsa, ya konuları bilmemekten, ya önyargılı bir mezhep anlayışına sahip olmaktan ya da bilinçli bir algı oluşturma amacından kaynaklanıyor.
İran-Irak savaşını hatırlayın
İran ile Irak arasındaki bu özgün durumun en somut örneği, 1980-1988 arasında süren ve Irak halkını aralarında hiçbir mezhepsel ve etnik ayrım olmaksızın İran’a karşı birleştiren İran-Irak savaşıdır. Kaldı ki, İran’ın dış politikasının da körü körüne mezhep ya da ideoloji temelinde duygusal bağlılıklara göre değil, ülkenin orta ve uzun vadeli ulusal çıkarları doğrultusunda belirlenen pragmatik yaklaşımlarla yürütüldüğü bir gerçek. Buna somut örnek vermek gerekirse, İran’ın Şii Azerbaycan Cumhuriyeti’ne karşı Ermenistan Cumhuriyeti ile stratejik işbirliği yapması, anayasına göre bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olmasına rağmen, Kuzey Kafkasya’daki ve Hazer Denizi çevresindeki radikal İslami oluşumlara karşı Rusya Federasyonu ile sergilediği akdi işbirliği kaydedilebilir. Tahran’ın, dışa karşı hâlâ ‘Büyük Şeytan’ retoriğiyle andığı ABD ile Afganistan’da başlayan, Körfez güvenliğinden geçerek, bölgede IŞİD’le mücadele dahil, çeşitli alanlarda duraksız devam eden örtülü işbirliği de bu pragmatik dış politikanın bir başka somut örneğini oluşturuyor.
Musul konusundaki hata
Hükümetin Irak ve kendi Suriye politikasından kaynaklandığı kuşkusuz olan Musul konusundaki en büyük hatası, Türkiye’yi Sünni kimliğiyle öne çıkararak, sahaya mezhep kartıyla çıkmaya çalışması ve bu kartla ‘masaya’ oturma hesabına girmesi oldu. Kısa ya da orta vadede bu kartla masaya oturulabilse bile, bunun uzun vadede ne Arap dünyasında ne uluslararası alanda Türkiye’ye kalıcı bir avantaj sağlaması beklenmemeli. Yakın bir geçmişe kadar laik yapısının ürünü seküler dış politikayla bölgede saygınlık ve nüfuz kazanmış olan Türkiye, politikalarını Şia karşıtı söylem ve siyasetlere yönlendirmek ve Yeni Osmanlıcı yaklaşımları dillendirmekle Ortadoğu’daki nazım rolünü kaybetti, bölgenin tüm aktörleriyle eşit mesafede durma ve bunların tümü üzerinde etki sahibi olma olanaklarından mahrum kaldı. Bu tutumun devam etmesi halinde işin Ortadoğu’dan da öteye taşarak bugüne kadar ‘iki devlet bir millet’ söylemiyle birbirimize bağlı olduğumuz kardeş Şii Azerbaycan halkını da incitme noktasına kadar gideceği gözden uzak tutulmamalı.
Mezhep odaklı anlayışın Türk dış politikasında ağırlık kazandığı 2009’dan bugüne kadar gelen süreç içinde Türkiye sadece Bağdat merkezi yönetimi ile ilişkisini kopartmakla kalmadı; Irak ile ilişkilerde kendisi için çok önemli bir koz olabilecek Şii Türkmenlerle de arasını açtı. Bu tutum Türkmenlerin kendi aralarındaki ilişkileri ve bunun sonucunda Irak parlamentosundaki temsil düzeylerini de etkiledi, sandalye kaybına uğramalarına neden oldu. Oysa Türkiye’nin olaylara mezhep gözlüğünü takmadan baktığı zamanlarda Şii listelerinden meclise giren Şii Türkmenlerle, kendi listelerinden giren Sünni Türkmenler, Türkmen kimliğinin anayasal temelde tanınması amacıyla meclis içinde ortak faaliyet yürütebiliyorlardı. Irak Türkmen Cephesi’nin yanı sıra Şii Türkmenlerin önemli liderleri de Türkiye’ye gelip gitmekte, Türkmen kimliğinin Irak’ta öne çıkarılması ve Türkmenlerin korunması alanında ortak bir siyasi platform oluşturabilmekte idiler. Bu siyasi ortam haliyle Irak meclisinde ve halkın gözünde güvenilir bir Türkiye resmi yansıtıyordu. Bu süreç sürdürülebilseydi, Türkiye’nin kendi Irak politikasını Tahran karşısında daha etkin bir şekilde hayata geçirebileceği bir zemin de elde edilmiş olacaktı. Türkiye’nin mezhepler üstü yaklaşımı, Sünni Türkmenlerin ve Irak’ın Sünni Arap halkının da toplumsal konumlarını güçlendiriyordu.
Toprak iddiası
Türkiye’nin Irak ve Musul politikalarındaki bir diğer hatası, Arap dünyasını da bir bütün olarak karşımıza alacak şekilde Lozan, Misak-ı Milli, sınır ve yüzölçümü söylemleriyle Irak’a ait topraklar üzerinde bir sahiplik iddiası olduğu izlenimine yol açmış olması. Medyanın büyük bir bölümünün de hamasi ve duygusal bir yaklaşımla körüklediği bu eğilim, BM üyesi bir ülkenin toprak bütünlüğüne ‘göz dikme’ olarak algılanıyor ve Türkiye’nin haklı olduğu zeminlerde dahi dışlanmasına yol açıyor.
İçinde yaşadığımız sınırsız iletişim çağında iç politikaya göre biçilmiş söylemlerin uluslararası kamuoyunda somut eylemler gibi algılandığı hatırdan çıkarılmamalı. Bu bağlamda, ne devletler hukukunda ne de uluslararası ilişkilerde yeri olan ‘gönül coğrafyası’ türü sözlerin Türkiye’nin sadece Batı kamuoyundaki değil, Arap sokağındaki konumuna da zarar verdiği görülmeli.
Ulusal çıkarlar için
Yanlış siyaset ve uygulamalar sonucunda 2009’dan bu yana geldiğimiz aşamada Türkiye’nin bugün sergilediği kimlikle sahada yer almasının kısa ve orta vadede kendi istikrarını ve bütünlüğünü tehlikeye sokabilecek bir yola evrilmesi olasılığı ciddi şekilde hesaplanmalı ve sahaya intikal bu kayıtla değerlendirilmeli. Ayrıca, diğer aktörlerin neredeyse tümünün, Türkiye’nin Sünni güç kimliğiyle sahaya çıkmasının alandaki dengeleri bozacağı endişesiyle bunu engellemek için her türlü çabayı sarf edecekleri de gözden uzak tutulmamalı. Buna karşılık, Irak’ın siyasi birliği, toprak bütünlüğü ve egemenliği konularındaki çalışmaların her aşamasında Türkiye’nin devrede bulunması, söz sahibi olması, masada yer alması ulusal çıkarlarımızın gereği. Türkiye’nin Irak’ın sınırlarını değiştirecek her girişime karşı tutum alması da yine uzun vadeli çıkarlarımızın dikte ettiği bir zaruret.
Diyalog kurulmalı
Bulunduğumuz noktada Türkiye, Bağdat ile inatlaşmanın son bulması için, gerekirse üçüncü ülkeler kanalıyla da güçlendirilecek bir diyalog mekanizması geliştirmeli. Bu çerçevede, ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olmadığı bilinen Bağdat’taki siyasi liderliğin de uyarılması olanakları oluşturulmalı. Irak ile aramızdaki ihtilaf konuları ikili planda, soğukkanlı yaklaşımlarla gerçekçi bir şekilde belirlenmeli, ortak bir vizyonla iki ülke tarafından bunların asgariye indirilmesine yönelik iyi niyetli bir süreç başlatılmalı.
Seküler dış politika
Rasyonel bir düşüncenin ürünü olan ve bugüne kadar devletimizi bölgedeki tüm ülkelerden farklı kılmış bulunan ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesine yeniden işlerlik kazandırılması ve seküler dış politikaya ağırlık verilmesi yoluyla bütün bunların gerçekleştirilmesi mümkün. Bu alanda başarı sağlanması ve Türkiye ile Irak’ın yeniden birlikte hareket edebilmesi, IŞİD’e karşı sürdürülen mücadelenin başarıya ulaşması açısından her türlü uluslararası koalisyonun sağlayabileceğinden daha kesin ve kalıcı bir çözüm getirebilecektir.
İç politikaya oynuyorlar
Ancak görünen o ki, sorumlu makamlar Irak ve Musul konularını, daha çok iç politikaya endeksli bilinçli bir algı operasyonu kapsamında, kamuoyu önünde duygusal ve hamasi beyanlarla işliyor, gerçekleşmesi mümkün olmayan hedefler açıklayarak uluslararası alanda ülkemizin hukuki ve siyasi konumunu zaafa uğratıyor. Irak konusunda izlenecek politikaların sonuç alıcı ve sürdürülebilir olmasının temel koşullarının başında Irak’ın iç dinamiklerinin doğru bilinmesi ve uluslararası konjonktürün doğru okunması geliyor.
Irak’taki aşiretler
Bu bağlamda, Irak’taki aşiret olgusu ile ülkenin etnik yapısı, dinsel ve mezhepsel bileşimi önemli unsurlar. Unutulmamalı ki, Irak’ta Şii ve Sünni mezheplerine mensup büyük Müslüman kitlenin yanı sıra kadim Arap Hıristiyan kiliselerine mensup genişçe bir dini azınlık ile başta Ezidiler olmak üzere farklı dinsel topluluklar da mevcut. Irak’taki tüm dini grupların ülke içinde gelişigüzel dağılmış, birçok yerde iç içe geçmiş kutsal mekânları bulunuyor. Keza Irak’ın ağırlıklı olarak Araplar, Kürtler ve Türkmenlerden oluşan ve Asuriler, Şabekler gibi daha küçük azınlıkları da içeren demografik yapısı ne mezhepsel olarak ne de coğrafi açıdan homojen bir yapı ortaya koyuyor.
Aşiret aynı, inanç farklı
Örneğin, Irak’ta büyük bir Müslüman aşiretin Kuzey’de yaşayan kolu Sünni iken, aynı aşiretin Güney’deki kolu Şii olabiliyor. Aynı şekilde Irak’ın kurucu unsurlarından biri olan Türkmen halkının da yüzde 60’ı aşan bir bölümü Şii, gerisi Sünni. Yine fazla konuşulmayan ama bilinmesinde yarar olan bir gerçek, İran’daki ana Şii ekolü olan Meşhed ve Kum’un teolojik öğretileriyle, Irak Şii ekolünün merkezleri olan ve ‘Havza’ olarak bilinen Kerbela ve Necef öğretilerinin belirgin ayrılıklar gösterdiği. Bu ayrılıklar sadece İran ile Irak Şiilikleri arasında ciddi bir rekabet yaratmakla kalmayıp, iki ülke arasında da özgün farklılıklar ortaya çıkartıyor. Dolayısıyla, Irak Şiiliğinin sırf mezhepdaşlık nedeniyle İran’ın siyasi vesayeti altında olduğunu söylemek olsa olsa, ya konuları bilmemekten, ya önyargılı bir mezhep anlayışına sahip olmaktan ya da bilinçli bir algı oluşturma amacından kaynaklanıyor.
İran-Irak savaşını hatırlayın
İran ile Irak arasındaki bu özgün durumun en somut örneği, 1980-1988 arasında süren ve Irak halkını aralarında hiçbir mezhepsel ve etnik ayrım olmaksızın İran’a karşı birleştiren İran-Irak savaşıdır. Kaldı ki, İran’ın dış politikasının da körü körüne mezhep ya da ideoloji temelinde duygusal bağlılıklara göre değil, ülkenin orta ve uzun vadeli ulusal çıkarları doğrultusunda belirlenen pragmatik yaklaşımlarla yürütüldüğü bir gerçek. Buna somut örnek vermek gerekirse, İran’ın Şii Azerbaycan Cumhuriyeti’ne karşı Ermenistan Cumhuriyeti ile stratejik işbirliği yapması, anayasına göre bir ‘İslam Cumhuriyeti’ olmasına rağmen, Kuzey Kafkasya’daki ve Hazer Denizi çevresindeki radikal İslami oluşumlara karşı Rusya Federasyonu ile sergilediği akdi işbirliği kaydedilebilir. Tahran’ın, dışa karşı hâlâ ‘Büyük Şeytan’ retoriğiyle andığı ABD ile Afganistan’da başlayan, Körfez güvenliğinden geçerek, bölgede IŞİD’le mücadele dahil, çeşitli alanlarda duraksız devam eden örtülü işbirliği de bu pragmatik dış politikanın bir başka somut örneğini oluşturuyor.
Musul konusundaki hata
Hükümetin Irak ve kendi Suriye politikasından kaynaklandığı kuşkusuz olan Musul konusundaki en büyük hatası, Türkiye’yi Sünni kimliğiyle öne çıkararak, sahaya mezhep kartıyla çıkmaya çalışması ve bu kartla ‘masaya’ oturma hesabına girmesi oldu. Kısa ya da orta vadede bu kartla masaya oturulabilse bile, bunun uzun vadede ne Arap dünyasında ne uluslararası alanda Türkiye’ye kalıcı bir avantaj sağlaması beklenmemeli. Yakın bir geçmişe kadar laik yapısının ürünü seküler dış politikayla bölgede saygınlık ve nüfuz kazanmış olan Türkiye, politikalarını Şia karşıtı söylem ve siyasetlere yönlendirmek ve Yeni Osmanlıcı yaklaşımları dillendirmekle Ortadoğu’daki nazım rolünü kaybetti, bölgenin tüm aktörleriyle eşit mesafede durma ve bunların tümü üzerinde etki sahibi olma olanaklarından mahrum kaldı. Bu tutumun devam etmesi halinde işin Ortadoğu’dan da öteye taşarak bugüne kadar ‘iki devlet bir millet’ söylemiyle birbirimize bağlı olduğumuz kardeş Şii Azerbaycan halkını da incitme noktasına kadar gideceği gözden uzak tutulmamalı.
Mezhep odaklı anlayışın Türk dış politikasında ağırlık kazandığı 2009’dan bugüne kadar gelen süreç içinde Türkiye sadece Bağdat merkezi yönetimi ile ilişkisini kopartmakla kalmadı; Irak ile ilişkilerde kendisi için çok önemli bir koz olabilecek Şii Türkmenlerle de arasını açtı. Bu tutum Türkmenlerin kendi aralarındaki ilişkileri ve bunun sonucunda Irak parlamentosundaki temsil düzeylerini de etkiledi, sandalye kaybına uğramalarına neden oldu. Oysa Türkiye’nin olaylara mezhep gözlüğünü takmadan baktığı zamanlarda Şii listelerinden meclise giren Şii Türkmenlerle, kendi listelerinden giren Sünni Türkmenler, Türkmen kimliğinin anayasal temelde tanınması amacıyla meclis içinde ortak faaliyet yürütebiliyorlardı. Irak Türkmen Cephesi’nin yanı sıra Şii Türkmenlerin önemli liderleri de Türkiye’ye gelip gitmekte, Türkmen kimliğinin Irak’ta öne çıkarılması ve Türkmenlerin korunması alanında ortak bir siyasi platform oluşturabilmekte idiler. Bu siyasi ortam haliyle Irak meclisinde ve halkın gözünde güvenilir bir Türkiye resmi yansıtıyordu. Bu süreç sürdürülebilseydi, Türkiye’nin kendi Irak politikasını Tahran karşısında daha etkin bir şekilde hayata geçirebileceği bir zemin de elde edilmiş olacaktı. Türkiye’nin mezhepler üstü yaklaşımı, Sünni Türkmenlerin ve Irak’ın Sünni Arap halkının da toplumsal konumlarını güçlendiriyordu.
Toprak iddiası
Türkiye’nin Irak ve Musul politikalarındaki bir diğer hatası, Arap dünyasını da bir bütün olarak karşımıza alacak şekilde Lozan, Misak-ı Milli, sınır ve yüzölçümü söylemleriyle Irak’a ait topraklar üzerinde bir sahiplik iddiası olduğu izlenimine yol açmış olması. Medyanın büyük bir bölümünün de hamasi ve duygusal bir yaklaşımla körüklediği bu eğilim, BM üyesi bir ülkenin toprak bütünlüğüne ‘göz dikme’ olarak algılanıyor ve Türkiye’nin haklı olduğu zeminlerde dahi dışlanmasına yol açıyor.
İçinde yaşadığımız sınırsız iletişim çağında iç politikaya göre biçilmiş söylemlerin uluslararası kamuoyunda somut eylemler gibi algılandığı hatırdan çıkarılmamalı. Bu bağlamda, ne devletler hukukunda ne de uluslararası ilişkilerde yeri olan ‘gönül coğrafyası’ türü sözlerin Türkiye’nin sadece Batı kamuoyundaki değil, Arap sokağındaki konumuna da zarar verdiği görülmeli.
Ulusal çıkarlar için
Yanlış siyaset ve uygulamalar sonucunda 2009’dan bu yana geldiğimiz aşamada Türkiye’nin bugün sergilediği kimlikle sahada yer almasının kısa ve orta vadede kendi istikrarını ve bütünlüğünü tehlikeye sokabilecek bir yola evrilmesi olasılığı ciddi şekilde hesaplanmalı ve sahaya intikal bu kayıtla değerlendirilmeli. Ayrıca, diğer aktörlerin neredeyse tümünün, Türkiye’nin Sünni güç kimliğiyle sahaya çıkmasının alandaki dengeleri bozacağı endişesiyle bunu engellemek için her türlü çabayı sarf edecekleri de gözden uzak tutulmamalı. Buna karşılık, Irak’ın siyasi birliği, toprak bütünlüğü ve egemenliği konularındaki çalışmaların her aşamasında Türkiye’nin devrede bulunması, söz sahibi olması, masada yer alması ulusal çıkarlarımızın gereği. Türkiye’nin Irak’ın sınırlarını değiştirecek her girişime karşı tutum alması da yine uzun vadeli çıkarlarımızın dikte ettiği bir zaruret.
Diyalog kurulmalı
Bulunduğumuz noktada Türkiye, Bağdat ile inatlaşmanın son bulması için, gerekirse üçüncü ülkeler kanalıyla da güçlendirilecek bir diyalog mekanizması geliştirmeli. Bu çerçevede, ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olmadığı bilinen Bağdat’taki siyasi liderliğin de uyarılması olanakları oluşturulmalı. Irak ile aramızdaki ihtilaf konuları ikili planda, soğukkanlı yaklaşımlarla gerçekçi bir şekilde belirlenmeli, ortak bir vizyonla iki ülke tarafından bunların asgariye indirilmesine yönelik iyi niyetli bir süreç başlatılmalı.
Seküler dış politika
Rasyonel bir düşüncenin ürünü olan ve bugüne kadar devletimizi bölgedeki tüm ülkelerden farklı kılmış bulunan ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesine yeniden işlerlik kazandırılması ve seküler dış politikaya ağırlık verilmesi yoluyla bütün bunların gerçekleştirilmesi mümkün. Bu alanda başarı sağlanması ve Türkiye ile Irak’ın yeniden birlikte hareket edebilmesi, IŞİD’e karşı sürdürülen mücadelenin başarıya ulaşması açısından her türlü uluslararası koalisyonun sağlayabileceğinden daha kesin ve kalıcı bir çözüm getirebilecektir.
No comments:
Post a Comment