Monday, October 31, 2016

Uluslararası ilişkiler teorileri

 
 
Uluslararası ilişkiler içerisinde genel anlamda etkili diyebileceğimiz dört teori var, bunlar; realizm, liberalizm, yapısalcılık ve marksizm. Elbette bu teoriler tamamen birleşik bir teoriden oluşmuyor ve her birinin içerisinde farklı teoriler var. Bu alt teoriler kimi zaman bazı konularda birbirleri ile aynı görüşte olsalar da, örneğin hem realist düşünce hem de liberal düşünce uluslararası ilişkilerde devletlerin ana aktör olduğunu kabul eder, aslında hepsi uluslararası ilişkilere farklı pencerelerden bakarlar. Uluslararası ilişkiler ile ilgilenen biriyseniz, hangi teoriyi kendinize yakın bulduğunuz global siyaseti yorumlama biçiminizi ciddi bir ölçüde etkiler. Elbette ki bu teorilerden hiç birisine bağlı kalmayıp, hepsinden faydalanmayı seçen, ya da uluslararası ilişkilere daha eleştirel bir pencereden bakmayı seçenlerin sayısı da az değil.
Kendimi tanıttığım yazıda neo-realizm’i kendime yakın bulduğumu ve uluslararası politikayı değerlendirirken neo-realist düşüncelere sıkça başvurduğumu belirtmiştim. Dolayısıyla ikinci yazımda da neden bu teoriyi kendime yakın bulduğumu belirtmek gerekir diye düşünüyorum. Aynı zamanda birkaç sene sonra, özellikle mezuniyet sonrası, bu yazıyı açıp zaman içinde düşüncelerimde değişiklik olup olmadığını görmek benim için de ilginç olacaktır.
Peki neden? Bence üç temel sebebi var ve bunlar aslında neo-realizmin de uluslararası ilişkileri tanımlarken öne sürdüğü argümanlar. Birincisi; neo-realizme göre devlet uluslararası ilişkilerde en önemli aktördür. Diğer bazı aktörler de vardır, uluslararası sivil toplum kuruluşları, NATO, BM, AB, uluslararası şirketler vs., ancak bunlar dış politikada devlet kadar önemli yer tutamazlar. Liberalizm bu görüşe katılmıyor tabi ki. Liberallere göre yukarıda saydığım devlet dışı aktörler artık devletten daha önemli bir pozisyona geliyorlar ve özellikle ulus devletin uluslararası arenadaki yerinin zayıfladığını görüyoruz. Peki neden liberalizm değil de neo-realizm haklı? Aslında burada asıl mesele neo-realist argümanının çok güçlü olmasından ziyade neo-liberal argümanın oldukça zayıf ve hem tarihsel hem de güncel örneklerle tersinin ispatlanabilir olması. Tarihsel olarak bakmak gerekirse, özellikle 20. yüzyılda uluslararası kurumlara güç verilmeye çalışıldı. Bunun en büyük örneği iki dünya savaşı arasında kurulan Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, AB ve NATO gibi bölgesel kuruluşlar. Sırasıyla, Birleşmiş Milletler’in tamamen başarısızlık olduğu zaten kabul gören bir durum. İkincisi, Birleşmiş Milletler, her ne kadar Milletler Cemiyetinden daha etkili gibi gözükse de (Güvenlik Konseyi gibi bağlayıcı bir komisyonun varlığı önemli bir adım ancak bu konseyin bile gücünün yetmediği durumlar oluyor, buna da örnek olarak 2003 Irak Savaşı, 1990’larda yapılan bazı İnsani müdaheler BMGK kararına rağmen gerçekleştirildi) bu kuruluşun bizim bildiğimiz anlamda ulus devlet bağımsızlığını sonlandırabilecek bir pozisyonda olmadığı gözüküyor.
Avrupa Birliği özellikle ülkelerin kendi bağımsızlıklarından vazgeçip kendi sınırları içerisindeki kanunları belirleme konusunda birliğe bazı haklar devretmesi neo-liberaller için kendi teorilerini desteklemek için kullanılan argümanlardan biri ve açık konuşmak gerekirse oldukça da güçlü bir argüman. Ancak, bu oluşumun sadece Avrupa bölgesi ile sınırlı kaldığını, dünyanın diğer taraflarında bu tarz oluşumların ortaya çıkmadığını hesaba katmak da oldukça önemli. Buna ek olarak özellikle son yıllarda yaşanan mülteci krizleri ve üye ülkelerden bazılarının bu krizi AB çatısı altında çözmek yerine kendi çıkarlarına göre önlemler alması katılımcı devletlerin aslında belirli bir noktaya kadar iş birliğine gideceği, eğer bu birlik çıkarlarına aykırı hareket etmeye başlarsa, çıkarlarını önde tutacaklarını gösteriyor.
İkincisi ise büyük devletler arasındaki güç mücadelesi. Realist teoriye göre büyük devletler her zaman süper güç olmak için birbirleri ile rekabet halinde olacaklar ve uluslararası ilişkilerin anarşik (yani devletler arası ilişkileri kontrol eden herhangi bir üst otorite olmaması durumu) yapısı nedeniyle onları bu rekabetten engelleyebilecek herhangi bir sebep ya da etken yok. Ancak burada dikkatli olunmalı. Realist argüman uluslararası arenadaki tüm süper güçlerin her zaman bir savaş ya da rekabet olacağını öngörmez. Bu rekabet eğer süper güçler kazanacak durumda olduklarını düşünürse ortaya çıkar. Şöyle bir örnek vereyim, A ülkesi 10 birim güce sahip olsun. B, C ve D ülkeleri de sırasıyla 5,6 ve 9 birim güce ve dünyadaki diğer 25 ülkenin hepsinin güçleri de 4 birim ve aşağısı olsun. Bu durumda A, B, C ve D ülkeleri hayali dünyamızdaki süper güçler. Ancak bu durum hepsinin birden aynı anda savaşa tutuşması anlamına gelmiyor. Çünkü C ve D ülkelerinin güçleri diğer iki süper güçten dikkate değer bir ölçüde daha az olduğu için bu C ve D ülkeleri A ve B ülkeleri ile rekabete girmekten çekinecektir çünkü kazanma ihtimalleri çok düşük ve bu ülkeler rasyonel olarak hareket edeceği için kazanamayacakları bir savaşa girmek istemeyeceklerdir.
Öte yandan, A ve B ülkelerinin kendi aralarında rekabete girmesi iki sebep dolayısıyla oldukça yüksek bir olasılık; ilk olarak A ülkesi B ülkesinin kendisine çok yakın bir güce sahip olmasından rahatsız olacaktır. Çünkü B ülkesi bir atak yapıp 11 birim güce sahip olursa A ülkesi dünyadaki en güçlü ülke olma sıfatını kaybedecektir ve bu ülkenin bu durumdan hoşnut olmayacağı açıktır. Bu sebeple A ülkesinin B ye karşı agresif bir tutuma girmesi beklenir. Öte yandan, B ülkesi de hem A ülkesinin niyetlerine güvenmediği ve her an saldırıya uğrayabileceğini düşündüğü/bildiği için ve aynı zamanda A ülkesini zayıflatıp dünya üzerindeki en güçlü devlet olmak istediği için A ülkesine karşı agresif bir tutum sergileyecektir. Bu teorinin örneklerini tarihte göstermek de mümkündür. Özellikle 1. ve 2. dünya savaşları Almanya’nın yükselen güç olarak süper güçlere meydan okuması sebebiyle yaşanmıştır. Öte yandan Soğuk Savaş da yeni süper güç ABD ile yükselen ve bir sonraki süper güç olma iddiasını taşıyan Sovyetler Birliği arasındaki güç mücadelesine dayanmaktadır. Günümüzde ise ABD’nin bir başka yükselen güç olan Çin’e karşı yine aynı endişeleri geliştirdiği, ve Çini kendisine rakip olarak gördüğü gözlemlenebilmektedir. Elbette bu durum illa ki agresif rekabete dönüşecek şeklinde kesin bir çıkarım yapmak mümkün değildir. Ancak tarihsel örnekler bu devletlerin ilişkilerini değerlendirirken göz önünde bulundurulmalıdır.
Üçüncü ve son neden ise uluslararası ilişkilerde İngilizcede self-help olarak adlandırılan benim ise Türkçede “kendi başının çaresine bakmak” diyebileceğim bir kuraldır. Realist argümana göre madem ki uluslararası ilişkiler anarşik bir yapıda ve bir devlet saldırı altında olduğu zaman yardım isteyebileceği daha yüksek bir otorite yok, o zaman her devlet güvenliği için sadece kendine güvenmek zorundadır. Elbette ki bu iddianın gerçek hayatta %100 tutarlılığı olduğu söylenemez. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda büyük devletlerin küçük devletleri koruması altına alması, bu devletlere yapılacak saldırıların kendilerine yapılmış sayacağını belirtmesi ve bu bazı durumlarda bu sözleri tutması kimi zaman küçük devletlerin büyük güçler tarafından koruma altına alınabileceğini gösteriyor. Öte yandan günümüzde ise NATO ittifakının varlığı müşterek güvenlik gibi kavramların doğmasına yol açmıştır. Ancak her iki örnekte de göz önünde bulundurulması gereken hususlar vardır. İlk olarak, küçük devletlerin büyük güçler tarafından korunması genellikle ulusal çıkarlar sebebi ile gerçekleşmektedir. Öte yandan, küçük devlet her ne kadar büyük abileri tarafından koruma altına alınsa da süper güçleri birbirinden koruyacak herhangi bir üst otorite yoktur. Dolayısıyla bu devlet için “kendi başının çaresine bakmak” kuralı oldukça hayati bir önem taşımaktadır. İkinci olarak ise NATO ittifakının müşterek güvenlik anlayışının temelini oluşturan 5. maddenin günümüzde kadar pratikte bir uygulaması olmamıştır. Her ne kadar ABD 11 Eylül saldırılarından sonra bu maddeyi harekete geçirse de, karşıdaki düşman bir Sovyetler Birliği ya da Çin değil, terörizm örgütü olan El Kaide idi. Bazı akademisyenler be uluslararası ilişkiler uzmanları bu maddenin gerçek bir saldırı halinde ne kadar işe yarayabileceğini, özellikle ittifakın daha küçük ülkeleri için ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin kendilerini ateşe atmayacaklarını düşünmektedir.
Oldukça uzun bir yazıyı bir paragrafta toparlamak gerekirse; uluslararası ilişkilerde bir çok teori vardır ve bunların hepsini bir yazıda değerlendirmek mümkün değildir. Ancak bu yazı neden neo-realist teorinin diğerlerine -ve özellikle neo-liberal teoriye- göre bir adım öne çıktığını açıklamaya çalışmıştır. Ayrıca yazar neo-realizm ilkelerinin tamamını kavramamış, hem neo-realist hem de neo-liberal teoriler tarafından kabul görmüş devletlerin rasyonelliği gibi argümanları tartışma dışı bırakmıştır. Yazar neo-realist teorinin başarısını onun üç argümanına indirgemiştir; birincisi devletlerin uluslararası ilişkilerde en önemli aktör olması ve uluslararası kuruluşların onların yerini doldurabilecek duruma sahip olmaması, ikincisi, uluslararası ilişkilerin anarşik yapısı ve bu yapıdan doğan süper güç rekabetleri ve son olarak da uluslararası ilişkilerde yer alan “kendi başının çaresine bakmak” ilkesini doğru okuyabilmesidir. Bu argümanlar sadece teorik başarı olarak kalmayıp, gerçek hayatta da gözlemlenebilmesi ve uluslararası ilişkilerde gelecek üzerine yorum yaparken doğru tahmin yapmaya fırsat vermesi sebebi ile inanırlıklarını daha da arttırmaktadırlar.

*Yazarın Uluslararası Politika Akademisi (UPA) platformunda yayınlanmış yazısının aynısıdır.
Kaynakça
[1] https://www.youtube.com/watch?v=0DMn4PmiDeQ
KAYNAK : http://guvenlikenstitusu.com/uluslararasi-iliskiler-teorileri-ve-neo-realizmin-hakli-davasi/

No comments:

Post a Comment