Sunday, July 31, 2016

Prof.Dr.Halil İnalcık

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi Prof.Dr. Salih Yılmaz'ın, Prof.Dr.Halil İnalcık (R) hakkındaki 30 Temmuz 2016 tarihli kısa tanıtım yazısını okuyabilirsiniz.

Türklerin barbar olmadığını tüm dünyaya o anlattı
Halil İnalcık, hayattayken tarih ve bilim alanındaki nihai amacını şöyle açıklamıştır: “Biz Avrupa’da Osmanlı hakkında bilinen yanlışları düzeltmeye çalıştık. ‘Osmanlı ve Türkler barbardı, uygarlığa hiçbir katkıları yoktur’ gibi düşünceleri düzeltmek için uğraştık. Ve bugün görüyoruz ki Avrupa üniversitelerinde bizim yazdıklarımız okutuluyor. Öyle ise muvaffak olmuşuz demektir.”

Prof. Dr. Halil İnalcık, uzun süredir tedavi gördüğü Ankara Güven Hastanesi’nde pazartesi akşamı (25 Temmuz 2016) 100 yaşında vefat etti.
Hâlbuki, Ankara’da Bilkent’teki dairesinde daha birçok kitap yazma planı yapıyordu. Birçok öğrencisine yıllardır biriktirdiği fişleri vererek onların akademik çalışmalarını yönlendiriyordu. Aslında ciğerlerinden ufak bir rahatsızlık sebebiyle hastaneye yattığında hepimiz “Geçer” diye düşünmüştük. Çünkü daha önce de bu tür sorunları atlatmıştı. Fakat bu sefer öyle olmadı. Allah rahmet eylesin.

Tarih ile fizik arasında
100 yaşında hayatını kaybeden Prof. Dr. Halil İnalcık, Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezi’nce dünyada sosyal bilimler alanındaki sayılı 2 bin bilim adamı arasında gösterilmiştir.
Prof. Dr. İnalcık, 7 Eylül 1916’da İstanbul’da doğdu. Kırım göçmeni bir baba ve İstanbul hanımefendisi bir annenin çocuğuydu. Babası 1905’te İstanbul’a geldiğinde tıpkı Kırım’da olduğu gibi bir kolonya imalathanesi açarak işletmeye başladı. Fakat Cumhuriyetin ilanıyla Atatürk’ün yakınındaki Tatarların da etkisiyle aile, 1924 yılında Ankara’ya taşındı. Halil İnalcık bu sırada 8 yaşındaydı. İlk eğitimini geleneksel olarak ailesinden almıştı. Babası Seyit Osman Nuri Bey ve annesi Ayşe Bahriye Hanım, birçok zorlukla karşılaşmalarına rağmen Halil İnalcık’ın eğitimine çok önem verdi. Halil İnalcık, ailesinin de teşvikiyle 1923-1930 arasında Ankara Gazi Mektebi’nde ilk tahsilini yaptı. Babası Mısır’a gitmiş ve geri dönmemişti. Bu nedenle annesi onu büyüttü. İnalcık, orta öğretimine Sivas Muallim Mektebi’nde başladıysa da Ankara’da Gazi Muallim Mektebi’nde 1931 yılında tamamladı. Lise öğrenimini ise o dönemde birçok öğrencinin yatılı olarak okutulmak için seçildiği Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’nde 15 Eylül 1935’te bitirdi. Balıkesir Necati Bey Öğretmen Okulunda fizik öğretmeni Nusret Kürkçüoğlu ve tarihçi/edebiyatçı Abdülbaki Gölpınarlı’dan oldukça etkilenmişti. Fiziği sevmesinin nedenini çoğu zaman mühendis gibi düşünmesine bağlamıştır. Tarih ile Fizik arasında gidip geldiğini dile getiriyordu. Balıkesir’den mezun olunca artık öğretmen olmuştu. Fakat okuldaki başarısı ve kitaplara ilgisi öğretmenlerinin dikkatini çekmişti. Yeni kurulacak DTCF için önceden öğrenciler seçilmesi talimatı verilmişti. Halil İnalcık da seçilen bu öğrencilerden birisiydi. Fakat bunun için imtihana girmesi gerekiyordu.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk, Ankara’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (kısaca DTCF), adıyla özel görev yüklediği bir bilim merkezi kurmuştu. Atatürk’ün amacı Türk dilini, Türk tarihini ve Türk kültürünü derinliğine araştırabilecek bir yüksek eğitim kurumu oluşturabilmekti. TBMM tarafından 14 Haziran 1935’te kabul edilen bir yasayla kurulan, 1936 yılında 195 öğrenci ile öğretime başlayan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin 31 numaralı öğrencisi de Halil İnalcık’tı.
İnalcık’ın fakültedeki şansı, hocasının Fuat Köprülü olmasıdır. Fuat Köprülü 1941 yılı eylül ayına kadar fakültede görev yaptı. Tabiatıyla Köprülü’nün bütün öğrencileri şanslıdır ama hayatın verdiği şansı kullanmak biraz da kişilerin gayretine bağlıdır. Bu şansı kullananlar arasında Halil İnalcık’ı hatırlamak lazım. Mustafa Akdağ, İbrahim Kafesoğlu, Osman Turan da fakültenin ilk mezunlarıdır. İlk talebeler 28 Mart 1940’da mezun oldular.
Halil İnalcık, 1936’da eğitime başlayan DTCF’de Yeniçağ Tarihi Kürsüsünde Muzaffer Göker, Şemsettin Günaltay, Fuad Köprülü vd. hocalardan ders almıştır. 1940’ta mezun olan İnalcık, Timur üzerinde hazırladığı bir seminerle Fuad Köprülü’nün dikkatini çekmiş ve Köprülü’nün tavsiyesiyle DTCF Yeniçağ Kürsüsü’ne 30 lira maaşla ilmî yardımcı tayin edilmiştir. İlmî yardımcılardan aynı tarihte tayini yapılanlar arasında fakültenin ilk mezunlarından Halil İnalcık (Tarih), Cahit Kınay (Arkeoloji), Şerif Baştav (Hungaroloji), Muhaddere Özerdim (Sinoloji), Nimet Dinçer-Özgüç (Arkeoloji), Emin Bilgiç (Eski Çağ Dilleri), Kemal Balkan (Sümeroloji) ve Firuzan Kınal (Eski Çağ Dilleri) bulunmaktadırlar. Mehmet Altay Köymen de aynı senenin sonunda (30 Kasım) ilmi yardımcı olarak atanmıştır.

Arşivlerde sabahlardı
1942’de “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” adlı teziyle doktor oldu. Bu tezini 2 yıl gibi kısa bir sürede yazmıştır. Tezi tüm bilim camiasında büyük bir yankı uyandırdı. Hatta Bulgaristan elçiliğinden bir heyet özellikle fakülte dekanı Enver Ziya Karal’ı ziyaret ederek bu tezin Balkan tarihinde yeni bir ufuk açacağını dile getirmişlerdir. 28 Nisan 1942’de Yeniçağ Kürsüsü’nde asistan olan İnalcık, 15 Aralık 1943’te “Viyana’dan ‘Büyük Ricat’e Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı” adlı teziyle doçent olmuştur. Halil İnalcık ile Osman Turan aynı gün doçent olmuşlardır. İnalcık, 1945’te DTCF Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Şevkiye Işıl hanımla evlenmiş ve bu evlilikten Günhan adlı çocukları olmuştur.
İnalcık, Fuad Köprülü’nün de yönlendirmesiyle araştırma sahasını doktora tezinden itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik meselelerine yoğunlaştırmıştır. Osmanlı Devleti tarihini yazmak ve gerçekçi bir tarih ortaya koyabilmek için arşivlerde sabahlamıştır.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, kurulduğu ilk yıllardan itibaren Atatürk’ün ilgisine mahzar olmuştur. Atatürk’ün sık sık fakülteyi ziyaret ettiğini biliyoruz. Hatta bir kısım kabiliyetli talebeler daha fakülteden mezun olmadan yabancı dil öğrenmeleri için yurtdışına gönderildiler. Merhum Halil İnalcık da İngiltere’ye gönderildi. 1949’da gönderildiği İngiltere’de British Museum, Public Record Office’te araştırmalar yaptı. İngiltere’den 1 Şubat 1951’de Türkiye’ye dönen İnalcık, 2 Haziran 1952’de “Viyana Bozgun Yıllarında Osmanlı-Kırım Hanlığı İşbirliği” teziyle profesör oldu.
1953-54 ders yılında Columbia Üniversitesi School of International Affairs’a ziyaretçi profesör olarak çalıştı. 1956-57’de Rockefeller Vakfı’nın bursuyla Harvard Üniversitesi’nde “research fellow” olarak bulundu. 1957’de Türkiye’ye dönen İnalcık, üniversitede Osmanlı, Avrupa ve Amerika tarihi, İdari Teşkilât Tarihi, Devrim Tarihi derslerini verdi. 1960’ta İsrail İbranî Üniversitesi’nde çalıştı. 1961-1962’de yedi ay kadar Beyrut’ta bulundu. 1967’de Münih, Princeton ve Pennsylvania üniversitelerinde misafir profesör olarak dersler verdi.
İnalcık, 1972’de DTCF’den emekli olmuştur. 1972-1992 yılları arasında Amerika’da çalıştı. 1972-1986 yılları arasında Chicago Üniversitesi tarih bölümüne çalışmış ve 1986 yılında ikinci kez emekli olmuştur. 1989’da eşi Şevkiye Hanım’ı kaybetmesinden sonra bilimsel çalışmalarını Türkiye’de devam ettirmeyi kararlaştırdı. 1990-19992 yıllarında Harvard ve Princeton üniversitelerinde misafir profesör olarak dersler verdi. Halil İnalcık, 1993 yılından itibaren Bilkent Üniversitesi’nde devam ettiği akademik çalışmalarını ölüm günü olan 25 Temmuz 2016 tarihine kadar devam ettirmiştir.

Türk tarihinin medeni yüzü
Halil İnalcık’ın dört uzmanla birlikte hazırladığı “An Economic and Social History of Ottoman Empire” adlı eseri dünya üniversitelerinde el kitabı olmuştur. İnalcık, bu eserle, Osmanlı Türk tarihinin medeni yüzünü dünyaya tanıttıklarını dile getirmiş ve bununla iftihar ettiğini söylemiştir. Halil İnalcık, hayattayken tarih ve bilim alanındaki nihai amacını şöyle açıklamıştır: “Biz Avrupa’da Osmanlı hakkında bilinen yanlışları düzeltmeye çalıştık. “Osmanlı ve Türkler barbardı, uygarlığa hiçbir katkıları yoktur” gibi düşünceleri düzeltmeye çalıştık. Ve bugün görüyoruz ki Avrupa üniversitelerinde bizim yazdıklarımız okutuluyor. Öyle ise muvaffak olmuşuz demektir.”
İnalcık, Türk tarihçilerine şu öğütlerde bulunmuştur: “Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar.”
İnalcık’ın Türkiye sevgisi hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. O hep vatanının ve milletimin yanında olmuştur. Bu konuda kendisine, siz bütün kariyeriniz boyunca ne yaptınız diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Bütün çabalarım Türk tarihçiliğini modern tarihçilik düzeyine çıkarmaktır. Benim tarih anlayışım devletlerin tarihini ortaya çıkarmaktan ziyade halkın tarihini, halkın geçmişte nasıl yaşadığını, sosyal hayatını, ekonomisini, gündelik yaşantısını ve bunları belirleyen şartları ortaya çıkarmaktır. Bizim tarihçiliğimiz ise bu konulara yeni yeni ilgi duyuyor.”
salihyilmaz76@gmail.com

Üçüncü Balkan Bozgununa hayır!

             ÜÇÜNCÜ BALKAN BOZGUNU DAYATMASINA HAYIR  
Av.Hüseyin Özbek   
                                                                                                                  28 Temmuz 2016 
Türk Askeri tarihinin en büyük yenilgisi  hiç kuşkusuz Balkan Bozgunudur. İkinci Viyana kuşatmasında yaşanan 1683 bozgunu ile 1877-1878 Rus savaşında Kafkas ve Tuna Cephesinin çöküşüyle payitahtın neredeyse elden çıkacak duruma gelmesi diğer büyük yenilgilerdir.   
1683 bozgununun ardından hemen pes etmeyen Osmanlı imparatorluğunun çabaları nafiledir. On altı yıl süren ölüm kalım savaşı da kaybedilecektir. 1699’ da imzalanan Karlofça Anlaşması Orta Avrupa’daki Türk üstünlüğünün kesin olarak son bulmasının belgesidir. 
1877 – 1878 Türk Rus Savaşı ise Kafkas hattında ve Balkan coğrafyasındaki Türk askeri varlığını ve siyasi hakimiyetini yok derecesine indirecektir.Tuna cephesinin çöküşünün ardından Edirne’nin düşüşü ile Çarlık Ordularına Osmanlı payitahtının kapıları ardına kadar açılır. Ayastefanos’ta (Yeşilköy) dayatılan şartlar son derece ağır hükümler içermektedir. İngiltere’nin Hindistan yolunun Rus tehdidi altına girmesi endişesi ve Prusya’nın çıkarlar hesapları doğrultusunda düzenlenen Berlin Konferansında kısmen hafifletilen hükümler sonrası Ruslar İstanbul’u terk edecektir.  
Balkan Bozgununun (1912 ) diğerlerinden farkı yenilginin askeri alanla sınırlı kalmayıp batı karşısındaki inançsal, kültürel, askeri üstünlük algısının ortadan kalkması, yenilgi ve yok oluş duygusunun toplumu teslim almasıdır. Sırp, Bulgar, Karadağ, Yunan  bağlaşıkları karşısında uğranılan askeri yenilgi gerçekten yüz kızartıcıdır. Yüzyıllardır her büyük seferde Orduyu Hümayunun yer götürmez askerle gidip, zaferle dönüşüne kuşaklar boyu tanıklık etmiş, serhat türküleriyle, akıncı destanlarıyla büyümüş Rumeli ahalisinin görüp de inanamadığı şey üniformalı kaçkınların, ordu artıklarının, bağlaşıkların üniformalı vahşilerin önünden ardına bakmadan kaçmasıdır.  
Osmanlının fetih ve batıya doğru yayılması temelinde uygulanan iskan politikasıyla Anadolu’dan göçürülen Yörüklerle Türkleştirilen 500 yıllık vatan birkaç ayda elden çıkmıştır. Osmanlının, Anadolu kadar Türk Rumelisi göz açıp kapayıncaya kadar kaybedilmiştirEvladı Fatihanca vatan bilinmiş, camileriyle, türbeleriyle, hanları, hamamları, şehirleri, çarşıları, bedestenleriyle Türkleştirilmiş  coğrafyada acımasız bir etnik temizlik uygulanmaktadır. Bir yandan demografik kırım yapılırken diğer yandan 500 yıllık hakimiyetinin her türlü kültürel mirası acımasızca tahrip edilmektedir.  
Balkanlardan Edirne’ye, Edirne’den İstanbul’a uzanan, cami avlularından sokaklara, meydanlara taşan perişan yığınlar savaşın ve yenilginin, uğranılan facianın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Ordudaki alaylı mektepli, İttihatçı, İtilafçı çekişmesinin, hiyerarşik disiplini yok eden kutuplaşmanın acı sonuçları Vatan kaybı olarak ortaya çıkmıştır. Balkan Savaşı halkın orduya, askere yönelik  güven duygusunu sıfırlamış, halkın kolektif psikolojisinde yenilgi ve yok oluş duygusuna, milli ruhta çöküntüye yol açmıştır. Halk yenilginin sorumlusu olarak orduyu, özellikle de zabitanı ( subaylar ) görmektedir. Tarihte ilk kez halk orduya karşı güven duygusunu yitirmiş, adeta sırtını dönmüştür. 
Zafer günlerinin gurur simgesi üniforma, yenilgi ve çöküş günlerinin nefret objesine dönüşmüştür. Subaylar üniforma ile sokağa çıkamaz hale gelmişlerdir. Yenilginin utancı altında ezilmekte, atalarının sefer ve zafer yollarından yüz geri kaçışın ezikliği altında yüzlerini yerden kaldıramamaktadırlar. 
Türk subayını ve Mehmetleri bu utançtan Çanakkale kurtaracaktır.Balkan yenilgisinden dersler çıkarılmış, yeteneksiz, birikimsiz, çağın gerektirdiği askerlik sanatını içselleştirememiş unsurlar tasfiye edilmiştir. Ordunun eğitim anlayışında, savaş stratejisinde ciddi değişikliklere gidilmiş, yetenekli, genç subaylara rütbelerinin üstünde birliklere komuta etme imkanı verilmiştir.  
Birinci dünya Savaşının patladığı 1914 yılında İtilaf güçleri Türklere Balkan Bozgunun daha ağırını yaşatacaklarından emindirler. 1915 başlarında Türklerin işini bitirip saf dışı bırakacaklarını düşünmektedirler. Sabah girecekleri Çanakkale Boğazını aşıp akşama Osmanlı başkentine- ulaşmanın girmenin kurmaktadırlar. Kibirli hasımlarına hem denizden hem karadan yol vermeyecek olan Mehmetler Balkan utancını Çanakkale’de sebil edecekleri kanlarıyla temizleyecektir. Payitaht kurtulmuş, mağrurşmanın zafer umudu boğazın serin sularına gömülmüştür. Çanakkale zaferiyle birlikte  üniforma yeniden milletin gurur simgesidir. Türk milletinin güvenini yeniden kazanan, duasını ve desteğini alan Türk Ordusu imparatorluğun birbirinden binlerce kilometre uzak cephelerinde büyük harbin 4 yıl daha uzamasına yol açacaktır.  
Büyük harbin neticesinde Ekonomik kaynakları sıfırlanan, yarım milyon askerini değişik cephelerde şehit, bir o kadarını da esir veren, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesiyle kaderi galiplerin insafına bırakılan bir millettin yırtıp attığı idam fermanından bahsediyoruz. 
Öldüğüne hükmedilen, emperyalistlerin terekesini pay edip defin merasimine hazırlandıkları bir milletin yeniden Bismillahla 3 buçuk yıl daha savaşabilmesinin sırrı yine Çanakkale’dir. Ezineli Yahya Çavuş’un, Edremit’li Koca Seyit’in, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’in,  Sarıkamış’ın buzullarından Arabistan’ın çöllerine ayak basmadık yer bırakmayan Mehmetlerin al kanlarını,  terlerini taşıyan üniformanın Türk milletinin gözünde niçin alelade bir kumaş parçası olmadığı üzerinde düşünülmelidir. Üniforma Türk Milletinin derin bilinçaltında Ergenekon’dan Malazgirt’e, Mohaç’tan Viyana’ya, Trablusgarp’ten Sakarya’ya, Kocatepe’den Kıbrıs’a binlerce yıllık hikayesi olarak kayıtlıdır.Nüfus kütüğünde adı ne olursa olsun, üniformanın içinde Mehmetleşen Anadolu çocuklarının manevi zırhıdır, o kutsal ocağın simgesidir. Bundan dolayıdır ki milletin gözünde mübarektir.  
Yakın geçmişte yaşanan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve benzerleri, paralel ihanetin araçsallaştırdığı ve silaha dönüştürdüğü yargı üzerinden Orduya İkinci Balkan Bozgunu dayatmasıydı. Hakim savcı cübbesi giydirilmiş cemaat kumpanyasının düzenlediği yargı komedyası ile Türk Ordusuna karargahta teslim şartları dayatılmıştı. Yargı üzerinde gerçekleştirilecek  tasfiye ile Cumhuriyet’in, Türk milletinin bekasının teminatı ordunun yerine İmamın Ordusu ikame edilecekti. Atatürk, Cumhuriyet, Kıbrıs, ulusal bütünlük, devletin bekası, milletin bağımsızlığı gibi ağır bagajlardan kurtarılmış (!) ordunun yerine konacak üniformalı şakirtler ile operasyon tereyağdan kıl çeker gibi tamamlanacaktı. 
15 Temmuz Kalkışması, Silivri sürecinde yarım kalan operasyonun çok daha geniş kapsamlı olarak olarak yürürlüğe konulmasıydı. Pensilvanya İmamının intikamı olarak tasarlanmıştı. Taktik olarak siyasi iktidarı hedef almakla birlikte stratejik hedef Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesiydi. Ordunun, Cemaat radyasyonunun henüz zehirleyemediği milli unsurları başta olmak üzere, hak tarafından püskürtülmüştür. Tarihçiler ileride bu süreci imanı ve inancı milli kimlikle birleştiren, inanç aidiyeti ile ulusal aidiyeti ayrışmaz bir alaşım haline getiren Türk Müslümanlığı yerine vatansız, bayraksız, milletsiz, emperyalizmin buyruğunda sürüleşme reçetesinin bir ülkeyi ne hale getirebileceğinin ibretlik örneği olarak kaydedeceklerdir. 
Paralel ihanetin, milli devlet duyarlılığı ve hukuk meşruiyeti içinde hesabının sorulması zorunludur. Başta siyasi iktidar olmak üzere herkesin, cumhuriyetin kuruluş kodlarının ve milli devlet duyarlılığının terk edilerek, askeri ve sivil bürokrasinin, devlet kurumlarının cemaatler koalisyonuna, tarikatlar konsorsiyumuna teslim edilmesi durumunda yaşanılması kaçınılmaz olan bu trajediden ders almaları gerekmektedir. 
Kendi dönemlerinde yaşanan Silviri faciasının siyasi sorumluluğunu omuzlarında taşıyan bir iktidarın kandırılmışlık bahanesiyle minder dışına kaçışı ne kadar inandırıcı değilse bir yandan milli orduya kumpas kurulmasından yakınıp diğer yandan cemaat darbesinin tozu dumanı arasında tüm sorumluluğu Türk Silahlı Kuvvetlerinin kurumsallığına yükleme cinliği de o kadar inandırıcı değildir. Yine bir yandan ordudaki paralelcilerin ayıklanacağından dem vurup diğer yandan orduyu tümüyle demokrasi karşıtı bir cürüm kurumu olarak yaftalama sakilliği o kadar dikkat çekicidir. 
Siyasi iktidarın Cumhuriyetin ulus devlet, üniter yapı temelindeki kuruluş felsefesiyle, çağdaş dünyadan yana temel tercihiyle,  laiklik ilkesiyle, genel merkezlerine bina boyunda posterini astığı Atatürk’le olan temel uyuşmazlığını sonlandırıp sonlandırmadığının turnusol kağıdı kışla önlerindeki çöp kamyonlarıdır.  
Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış paralel şebekenin Cumhuriyete  başkaldırısı bertaraf edildiği halde kışla önlerinden çekilmeyen çöp kamyonları tanklara karşı etkili olamasa da ordunun küçük düşürülmesine fazlasıyla yetmektedir.  Darbe bahanesiyle laik demokratik rejimin, bağımsızlığın güvencesi, halkın peygamber ocağı bildiği bir kurumun itibarsızlaştırılmasına ve tasfiyesine  yönelik sinsi hesabın gerçekleşmesi durumunda Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletin ayakta kalamayacağı, Türk milletinin özgür bir ulus olarak varlığını sürdürmeyeceği bilinmelidir.  
Paralel kalkışmanın radyoaktif serpintisi geçmeden, at izi it izine karışmışken, Türk Silahlı Kuvvetlerine dayatılan Üçüncü Balkan Bozgunu şartnamesinin gerçekleşmesi durumunda sabah akşam verilen salaların aslında Türk milletinin toplu intiharının ilanı olduğu bir an önce anlaşılmalıdır.