Sunday, January 31, 2021

China Doesn't Have to Lift a Finger to Push Biden Around by Gordon G.Chang

 

. Biden döneminde ABD Dış Politikasında Ne Değişir? Hasan Kösebalaban

Biden dönemi: ABD dış politikasında ne değişir? 28/01/2021 01:25Güncelleme: 28/01/2021 01:32

Gelecek Partisi Politika İzleme Kurulu üyesi ve Dış Politika Uzmanı Hasan Kösebalaban, Biden yönetimiyle birlikte oluşacak yeni perspektife ilişkin değerlendirmede bulunuyor. 


ABD Başkanı Joe Biden, Obama döneminde Başkan Yardımcılığı ve uzun yıllar Senato Dış İlişkiler Komitesi üyeliği ve başkanlığı görevlerinde bulunmuş, dış politika alanında oldukça deneyimli bir siyasetçi. Normalde böyle bir ismin, partisinin Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğu, Senato’daki kontrolü ve tam anlamıyla dağılmış bir Cumhuriyetçi muhalefet avantajını da kullanarak, çok aktif bir dış politika ajandası ile yola çıkacağı beklenebilirdi. Ne var ki Biden, bir yanda aşırı kutuplaşmış ve bölünmüş bir toplumun sorunları, diğer yanda ülkeyi derinden sarsan pandemi ve getirdiği ağır ekonomik kriz olmak üzere, ülke içinde Trump döneminin miras bıraktığı devasa sorunları öncelemek zorunda. Ancak, ABD’nin dünya sisteminde sahip olduğu ağırlık ve dünya siyasi sisteminin içinde bulunduğu dönüşüm dikkate alındığında, Biden’ın dış politikada izolasyoncu bir yaklaşımı benimseme lüksü bulunmuyor. Zaten böyle bir yönelim, onun değişik vesilelerle ortaya koyduğu, aktif diplomasiye önem veren dünya perspektifiyle de uyumlu değil. Ayrıca, bütün dünyayı tam anlamıyla abluka altına alan Kovid-19 pandemi krizi önlem ve çözümler açısından da uluslararası bir koordinasyonun gerekliliğini ortaya koyuyor.  

LİBERALİZME GERİ DÖNÜŞ  Biden’ın dış politikada nasıl bir yönelim ve performans sergileyeceğini tahmin etmek için gerekli bazı ipuçlarını, kendi geçmiş siyasi kariyerinde ve oluşturduğu liberal yönelimli dış politika ekibinde bulabiliriz. Ancak şu var ki politika yapımcılarının şahsi yönelimleri ne olursa olsun, pandemi sürecinin ABD’yi ekonomik açıdan esir aldığı ve sosyal kamplaşmaları artırdığı, buna mukabil Çin’in bir dünya siyasi gücü olarak güçlendiği ve Rusya’nın Karadeniz, Orta Doğu ve Akdeniz’deki gücünü artırdığı bir konjonktür, kaçınılmaz olarak, Biden dış politikasının genel çerçevesini çizecektir. Buradan hareketle Biden’ın hem realist hem de liberal entegrasyonist eğilimler arasında bir sentez arayışında olacağını düşünebiliriz. Biden’ın yakın siyasi ekibinin de desteğiyle, ABD’nin liberal dünyada liderlik rolünü yeniden üstleneceği, NATO ittifakı bünyesinde Avrupa ve ikili ittifak ilişkileri yoluyla Japonya ve Güney Kore’yle ilişkileri güçlendireceği şeklinde genel bir beklenti var. Biden, göreve başlama törenindeki konuşmasında da bu yaklaşımın işaretini verdi:  “Hudutlarımızın ötesinde yaşayanlara mesajım şudur: Amerika geçmişte de sınandı ve biz (her defasında) bundan daha da güçlü çıktık. İttifak ilişkilerimizi onaracağız ve dünya ile yeniden yakın ilişkide olacağız. Biz liderlik yapacağız. Ancak bunu, gücümüzün örneği ile değil örnekliğimizin gücüyle başaracağız. Barış, kalkınma ve güvenlik için güçlü ve muteber bir ortak olacağız.”  Biden göreve başlar başlamaz bu sözlerle uyumlu bazı önemli adımlar attı. Obama ile başlayan, Trump ile son noktasına ulaşan Asya’ya ağırlık verme ve Çin’in etrafını müttefiklerle kuşatma stratejisini, Biden’ın da genel hatlarıyla sürdüreceği tahmin edilebilir. Yeni dönemde, Orta Doğu’da ise Obama’nın İran’ı uluslararası sisteme entegre etmeyi amaçlayan stratejisine devam edeceği, bu nedenle de Trump döneminin aksine, İsrail ve Suudi Arabistan’la daha gerilimli bir dönem yaşanacağı konusunda dış politika analistleri arasında genel bir görüş birliği bulunuyor.  Trump, Amerika’yı yeniden eski günlerine döndürme ve dünya siyasetindeki ağırlığını azaltma sloganıyla yola çıkmıştı. Onun yaklaşımına göre, NATO gibi uluslararası ittifaklar, Paris İklim Anlaşması gibi anlaşmalar ya da Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar, gereksiz maliyetler getiriyor, müttefiklerin ve diğer ülkelerin ABD’nin sırtından haksız avantajlar elde etmesine neden oluyordu. Trump defalarca ve kendine özgü üslubuyla müttefikleri eşit katkıda bulunmaya çağırıyordu. Ancak Trump, demokratik müttefiklerinin aksine, Putin ve hatta Kim Jong Un gibi otokrat liderleri sık sık övmeyi de ihmal etmiyordu. Trump, otokrat eğilimleri, göçmen karşıtı ve aşırı sağı öven siyaset anlayışı sayesinde, ABD’yi liberal dünyanın lideri olmaktan çıkardı. Ortaya çıkan bu boşluğu ise, reel anlamda Almanya Başbakanı Angela Merkel, daha sembolik anlamda da Kanada Başkanı Justin Trudeau ve Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern doldurdu.  Şimdi Joe Biden’la birlikte klasik Amerikan liberal dünya vizyonuna sahip bir anlayış yönetime geri dönüyor. 

Biden kadrosunun temsil ettiği ve kökleri Wilson’a uzanan liberalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş döneminde kurulan uluslararası askeri, siyasi ve ekonomik kurumlardaki liderlik rolünü üstlenmekten kaçınmamayı telkin ediyor. Amerikan liberalizminin, demokratik değerleri başka ülkelere yaymanın ABD’nin tarihsel sorumluluğu olduğuna inanan müdahaleci bir versiyonu da bulunuyor. Bu liberal müdahalecilik, Clinton döneminde Kosova’da, yeni muhafazakarların etkisiyle George W. Bush döneminde Irak’ta ve yine Obama döneminde Libya’da sergilenmişti. Ancak gerek ABD’nin içerisinde bulunduğu şartlar, gerekse Biden’ın askeri güç yerine örnekliği vurgulayan liderlik söylemi düşünüldüğünde, yeni dönemde müdahaleci bir yönelimden daha ziyade, yumuşak gücü ve kurumsal entegrasyonu hedef alacak bir dış politika vizyonu benimsenmesi daha muhtemeldir. Yeni başkanın görevinin ilk gününde yayınladığı kararnamelerle ABD’nin Paris İklim Anlaşması’na geri dönmesi ve yine Dünya Sağlık Teşkilatı’na tekrar katılmasının da gösterdiği gibi, Biden’ın uluslararası entegrasyonist yöneliminin somut işaretleri olarak ortaya çıkıyor. İklim Değişikliği konusunda Biden, bu konudaki yükümlülükleri Amerikan ekonomisi açısından tehdit olarak gören Trump’tan radikal bir şekilde ayrılıyor.  

RUSYA VE ÇİN’LE STRATEJİK REKABET  Trump şahsen görev süresi boyunca Rusya Devlet Başkanı Vlamidir Putin hakkında en ufak bir eleştiri dahi dile getirmemişken, aynı dönemde Washington Rusya’ya yönelik yaptırımları uygulamakta tereddüt etmemişti. Bu durum ABD Başkanı ile hariciye bürokrasisi arasındaki tenakuzu ortaya koyuyordu. Ancak, Biden döneminde 2016 seçim sürecine Rusya’nın müdahalesi nedeniyle Rusya’ya duyulan kızgınlığın Biden döneminde hangi somut politikalarla kendisini göstereceğini tahmin etmek kolay değil. Muhalif lider Aleksei Navalni’nin gözaltına alınması sonrasında başlayan protestoların da gösterdiği gibi, giderek güçlenen bir muhalefet karşısında, Putin’in daha da otoriterleşeceği anlaşılıyor. Bu durumda, demokrasiye vurgu yapacak bir Biden yönetimi Rusya ile istemediği ölçüde sıkıntılı bir dönem yaşayabilir. Ancak bunun doğrudan ve hatta dolaylı bir askeri gerilime evrilmesini beklemek gerçekçi olmaz. ABD’nin Rusya’ya karşı cevabının NATO’nun güçlendirilmesi, Ukrayna ile daha güçlü ilişkiler ve Belarus’taki demokratik muhalefetin desteklenmesi gibi politikalar yoluyla verileceği düşünülebilir. Bunun dışında, ABD asıl stratejik rakibi olduğunu düşündüğü Çin’in etrafını çevirme stratejisini sürdürecek ve Rusya’yı kendi yanına çekemese bile, Çin tarafına daha fazla itebilecek güçlü tepkilerden kaçınacaktır.  ABD’nin Obama döneminde başlayan ve Trump döneminde hızlanan Asya’ya yönelim stratejisinin Biden döneminde de devam edeceğini tahmin etmek güç değildir. Yeni başkanın yayınladığı kararnamelerde Çin’e dair Trump’ın aldığı hiçbir kararın geri çevrilmemesi dikkat çekiciydi. Bunlar arasında Trump yönetiminin Tayvan’la doğrudan diplomatik temasların başlamasına dair aldığı kritik bir açıklama da bulunuyordu. Öyle ki, yeni yönetimin görevdeki ilk haftasında, Çin’in Tayvan hava sahasını onbeş savaş uçağıyla ihlal ederek gerginliği artırması dikkat çekti. Yine Biden’ın göreve başlamasından kısa bir süre önce, ABD’nin Doğu Türkistan’daki Çin politikalarını soykırım olarak tanıma kararının da iptali beklenmiyor. Çin’in insan hakları ihlalleri ve uluslararası ticaret alanındaki anlaşmazlıklar konusunda, Biden yönetiminin sert bir duruş sergileyeceği tahmin ediliyor.  

ORTA DOĞU’DA YENİ DENGE ARAYIŞI  ABD’nin bir tarafta Japonya, Hindistan ve Avustralya, diğer tarafta Vietnam, Endonezya ve Malezya gibi Güneydoğu Asya coğrafyasındaki ülkelerle Çin’in etrafını kuşatma stratejisi, Biden tarafından da devam ettirilecektir. Çin sadece siyasi ve askeri açıdan değil, ekonomik açıdan da ABD ekonomisine tehdit oluşturduğu görüşünü yeni yönetim de paylaşıyor. Ülke içindeki sosyal kutuplaşma gerilimini azaltmak için Biden’ın da tıpkı Trump gibi yatırımları Çin’den çekip diğer Asya ülkelerine yayma ve ABD’ye taşıma hamlesine devam edeceği ve hatta bunu hızlandıracağını düşünüyorum. Trump’ın agresif üslubunun yerini Biden’ın daha diplomatik ve soğuk kanlı söylemleri geçse de, uygulama safhasında iki başkanın politikaları büyük ölçüde uyumlu olacaktır. Hindistan kökenli Başkan Yardımcısı Kamal Harris’in de bu diplomasiye aktif bir katkı sağlayacağı muhakkaktır.  Son iki Amerikan başkanının Amerikan dış politikasının temel yönelimini Pasifik’e yoğunlaştırma streatejisi konusunda uyumlu olduğu, yeni başkanın da bu konuda aynı yönelimi izleyeceği ortada. Bu doğrultuda ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığını azaltması da kaçınılmaz olacaktır. Aralarındaki temel farklılık geride nasıl bir Orta Doğu bırakılacağı ile ilgilidir. Obama güçlü bir İsrail ve İran arasında denge stratejisini ve Arap dünyasında siyasi reform hedefleyen bir dış politika anlayışını, Trump ise bölgede İsrail’e rakip bir gücün ortaya çıkmasına engel olmayı hedefleyen sağcı İsrail perspektifini benimsemiş, bütün Orta Doğu siyasetini İsrail ve Körfez Arap rejimlerine uyumlu hale getirmişti. Trump’ın adeta İsrail’in bir Dışişleri Bakanı gibi çalıştığını iddia etmek abartılı olmaz. Bu doğrultuda, Washington İsrail ve Arap rejimleri arasındaki diplomatik anlaşmalara aracılık etti ve yine Kosova ile Sırbistan arasındaki anlaşmaya İsrail’le ilgili bir madde konuşmasını sağladı. Yine ABD 2018 yılında İran’la nükleer anlaşmadan çekildi ve İran’a ağır yaptırımlar uygulama kararı alındı.  Biden ise Obama’nın mirası olan bu anlaşma sürecini, İran’ın da işbirliği arzusuna bağlı olarak, yeniden canlandırmak istiyor. Biden’ın dış politika ekibinde geçmişte bu süreçte rol üstlenmiş isimler bulunuyor. Yeni başkana göre, Trump döneminde izlenen şahin politikalar İran’la gerilimi artırmaktan ve İran’ı bugün bir nükleer silah kapasitesine çok daha yakınlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. ABD’de İran’la normalleşme politikasını destekleyen akademik ve entelektüel çevreler özellikle Obama döneminde etkili olmuştu. Bu konuda kitap ve yazılarıyla tanınan etkili isimlerden Trita Parsi’nin Biden’ın İran politikaları üzerinde etkili bir danışmanlık rolü üstleneceği tahmin ediliyor.  İran’ın aksine, ABD’nin İsrail ve Suudi Arabistan’la Trump döneminde olduğu kadar yakın ilişkilere sahip olması zor. Ancak Biden’ın Trump döneminde İsrail’e verilen Kudüs ve Golan tavizlerinin geri çevrilmesi ve diplomatik tanınma süreci konusundaki desteğin sona ermesini beklemek fazla gerçekçi olmayacaktır. Şurası muhakkak ki Biden, müesses nizamın içinden gelen ve İsrail’e dair geleneksel yaklaşım ve görüşlere sahip bir devlet adamı. Dolayısıyla, ABD’nin İsrail’e baskı uygulama açısından elinde fazla bir koz kalmamış olsa da, Biden’ın Filistin-İsrail barış süreci konusunda iki devletli çözümü esas alan, geleneksel Amerikan dış politikasına dönüş yapması beklenebilir. Ancak tıpkı Obama döneminde olduğu gibi, yeni dönemde de ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez Arap rejimleriyle ilişkilerinde, İran nükleer anlaşması ve Yemen bağlamında düşük düzeyli gerginlik yaşanması şaşırtıcı olmaz. Bu durum Suudi Arabistan’ın Rusya ve Türkiye ile ilişkilerini yakınlaştırmasına yol açabilir. 

 Biden döneminde izlenmesi beklenen dış politika yöneliminin, bu yazıda özetlenen genel çerçevesini gözönüne alarak, yeni dönemin Türkiye açısından etkilerini ise müstakil bir yazıda analiz etmeye çalışacağım

Bir siyasal analiz: ABD başkanı Biden nasıl bir politika izleyecek? (31 Ocak 2021)

 

Alev Coşkun’un “Bir siyasal analiz: ABD Başkanı Biden nasıl bir politika izleyecek?” başlıklı,31 Ocak 2021 tarihli yazısını okuyabilirsiniz.

  

ABD’de yapılan başkanlık seçiminden 2 buçuk ay, Biden’ın görevi devralmasının üzerinden de 2 hafta geçti.

ABD’de sarsıntılar yaratan bir başkanlık seçimi yapıldı. Yeni Başkan Biden’ın genel politikası ve Türkiye ile ilişkileri nasıl olacaktır?

Trump, alışılmışın dışında bir başkandı. Geçmişinde siyasetle ilgilenmemiş, iş yaşamına ve para kazanmaya odaklanmış bir kişiydi.

Başkanlığa seçildiği 2016 yılından başkanlığı bıraktığı 20 Ocak 2021 tarihine kadar, temel olarak bir devlet adamı gibi değil, bir iş insanı gibi hareket etti.

Seçimleri kaybeden Trump, son güne kadar seçimlerin iptali için uğraştı. Bir iş insanı niteliğiyle son güne kadar pazarlık yaptı. Senato’da ikinci seçmenlerin yapacakları seçimi etkilemek için ABD’nin dört bir yanından taraftarlarını Beyaz Saray’ın önüne topladı. Konuşmasıyla onları tahrik etti, özendirdi ve parlamento binasına yönlendirdi. Bu kargaşada 5 kişi yaşamını yitirirken çok sayıda yaralı olduğu bildirildi.

Meclis’te oylamanın yapılmaması için son dakikaya kadar gayret gösterdi. 

Parlamento binasına yapılan saldırıdan sonra Demokrat Partili parlamenterlerin Trump için “azil” prosedürüne başlamalarının altında Trump’ın bu vahşi hareketini sürdürmesini engellemek amacı da yatmaktaydı.

‘BİR GÜN MUTLAKA DÖNECEĞİM’

Trump en sonunda, gelenekleri bozarak yeni başkanın göreve başlama törenine katılmadan Beyaz Saray’dan ayrıldı. Ayrılırken de “Bir gün mutlaka döneceğim” dedi. Unutulmasın ki Trump, son seçimde 75 milyon oy almıştır. 

20 Ocak 2021’de yapılan devir teslim töreninde bir olay çıkmaması ve törenin disiplinini sağlamak için 25.000 askerden oluşan olağanüstü bir güç görevlendirildi. Amerikan tarihinde nadir görülen bir durum ortaya çıktı.

TOPLUMU KUCAKLAMAK

Biden törende, “ABD’nin birliğini yeniden kuracağım, bütün Amerikalıların başkanı olacağım” diyerek söze başladı.

Trump’ın azil prosedürü devam ediyor. Azil oylaması 8 Şubat’ta Senato’da yapılacak.

Biden’ın yemin töreninin ardından ABD’nin kimi kentlerinde sokaklar karıştı. Portland, Colombus, Denver, Seattle ve Sacramento’da halkla polis arasında çatışmalar yaşandı. Seattle’da polise karşı çıkan göstericiler binaları tahrip etti.

FİNANCİAL TİMES: BİDEN’IN SINAVI

İngiltere merkezli Financial Times da Biden’ın “zehirli bir siyasi iklimde” gelen zaferinin ciddi sınavlarla karşı karşıya olduğunu vurgulayarak, Obama döneminde bazı krizlere alışık olsa da bu sefer durumun eskisinden çok daha şiddetli olduğunu belirtti.

KÜRESEL MASAYA GERİ DÖNÜYORUZ

Beyaz Saray’ın yeni Sözcüsü Jen Psaki, ilk basın toplantısında ABD’nin dış politikada etkin rol oynayacağını belirtti ve “ABD, küresel masaya geri dönüyor” dedi.

BIDEN’IN ÖNCELİKLERİ

Başkan Biden için iç politikada birliği tekrar sağlamak, ortaya çıkan kutuplaşmayı ve toplumsal gerilimi azaltmak en önemli önceliklerdir.

Bugün ABD, Çin, AB, Rusya, Almanya arasında süren küresel iktidar hesaplaşmasında dengelerin yeniden kurulacağı bir döneme girilmiştir.

Biden’ın en önemli konusu Çin ile ilişkiler olacaktır. Biden, AB’yi tekrar yanına çekecek, Hindistan ile daha da yakınlaşacak, Çin’e karşı set kurmaya çalışacaktır. Öte yandan Ankara- Moskova ilişkilerinin daha da güçlenmesini engellemeye çalışacak, Türkiye’nin şu anda yaşadığı ekonomik krizi kullanmanın en iyi yolunu bulmaya çalışacaktır.

İÇ POLİTİKA VE EKONOMİ

Biden göreve, Trump’ın kararlarını iptal etmekle başladı. Biden ilk gününde 17 başkanlık kararnamesi imzaladı. Bunlar arasında Paris İklim Anlaşması’na dönmek, Meksika sınırına yapılan duvarın durdurulması, bazı Müslüman ülkelere seyahat yasağı uygulanması gibi konular vardır.

Biden ayrıca, Covid-19 salgını ve ekonomik mücadele paketi adı verilen ve kamusal yatırımlara öncelik veren paketi de imzaladı. 

Bu pakette, işsizliği ve yoksulluğu azaltmak, sağlık hizmetlerinin tabanını genişletmek, altyapıyı devlet yatırımlarıyla yenilemek ve ekonomiyi canlandırmak istediğini, bu amaç için 1.9 trilyonluk bir kaynağı, gerektiğinde borçlanarak açık bütçe politikası uygulayarak, en zengin yüzde 1’i de vergilendirerek harekete geçirmeye kararlı olduğunu belirtiyor.

Biden ekonomide, 1930’lardaki kamusal ekonomiye benzer bir yöneliş sergiliyor. Biden böylece, Demokrat Parti’nin sol kanadını temsil eden ve başkanlık seçimine de önseçimlere de girmiş olan Bernie Sanders ve arkadaşlarını yanına çekmiş oluyor.

Biden’ın temel hedefi, iç barışı sağlamaktır. 

Emperyalist ABD, tarih boyunca kendisiyle uyumlu çalışmayan devletleri hizaya sokmak istemiş, gelişmekte olan devletlerin yönetimleri üzerinde etkin denetim kurmuştur. 

Joe Biden döneminde bu temel politikanın değişeceğini sananlar, yanılgıya düşeceklerdir. ABD’nin ulusal çıkarlarını öne alan temel politikası değişmez, değişiklik, usullerde olur. Daha yumuşak ve diplomatik davranışlarda olur.

Şu an Biden yönetimi, kendisini ön ayak olduğu küreselleşmenin mağduru olarak gösteriyor. Ağır sosyal ve ekonomik eşitsizlik karşısında Biden, emekçilerin haklarını koruyan bir pozisyonu yükseltmek istiyor.

Biden’dan 1930’larda Başkan Roosevelt döneminde başlatılan “New Deal”a benzer kamunun ekonomide etkin olmuş politikası beklenmemelidir. ABD’nin kurulu düzeninin bir üyesi olan Biden ve ekibinin böylesi etkin bir kamu ekonomisine dönüş yapmasına ihtimal tanımıyoruz.

ORTADOĞU POLİTİKASI

Trump’ın Ortadoğu politikası öncelikleri şöyle sıralanıyordu:

1. Kudüs olayı: Trump, Golan Tepeleri’nde İsrail’in elini güçlendirdi.

2. Mısır, Suudi Arabistan ve Arap dünyası ile İsrail arasında işbirliğini sağladı. Arap dünyasını İsrail’e yakınlaştırdı. İran’a karşı kendi elini güçlendirdi.

3. Suriye ve Libya’nın bölünmesini gerçekleştirdi.

4. Ankara, Suriye konusunda ABD ile aynı paralelde Esad’ın gitmesi üzerine politikasına devam etti. Suriye’nin parçalanmasına yardımcı oldu. 

5. PKK, YPG/PKK’yi kendisinin stratejik ortağı yaptı.

6. İsrail-Mısır-Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bütünlüğünü sağladı, Akdeniz’de Yunanistan’ı “stratejik ortak” olarak Türkiye’ye karşı destekledi.

 Obama döneminde, nükleer silahlanma hareketini denetlemek ve uluslararası sistemin içine almak amacıyla İran’la ilişkiler kurulmuştu. 

Trump, bu politikayı bırakmış, İsrail ve Suudi Arabistan’la İran’ı sıkıştırma politikası gütmüştür. Biden’ın Obama dönemi stratejisine döneceği belirtiliyor.

İsrail-İran arasında denge stratejisinin yeniden uygulamaya konması bekleniyor. Trump, Ortadoğu’da tam bir İsrail yandaşı politika izliyordu. Trump bir yorumcunun belirttiği gibi adeta İsrail’in dışişleri bakanı gibi çalışıyordu.

ABD’nin Ortadoğu’da askeri varlığını azaltması bekleniyor. Biden’ın Ortadoğu yaklaşımı şöyle görülüyor:

1. İran’la nükleer silahların denetlenmesi konusunda yeniden işbirliğine gidiş.

2. İran’la ilişkinin kesilmesinin, İran’ın nükleer silah kapasitesini daha da artırmaktan başka işe yaramadığı görüşü ileriye sürülüyor.

3. Biden’ın Suriye konusundaki politikası üzerinde bir yorum yapmak için zaman erkendir.

Kuşkusuz İsrail konusu önemlidir. Biden’ın Filistin-İsrail barış süreci konusunda iki devletli çözümü esas alması bekleniyor. Biden, ABD’nin kurulu düzeni (müesses nizam) içinden gelen bir kişidir. Bu nedenle İsrail’e karşı sert bir politika uygulayamaz. 

ÇİN KONUSU

Biden döneminde dış politikada birinci öncelik Çin’e verilecek.

Çin, ekonomik açıdan ABD’yi yakalamış, kimi yorumculara göre geçmiş bulunuyor. Çok önemli ekonomik ve siyasal bir güç olarak ortaya çıkmış bulunuyor.

Rusya da Karadeniz, Kafkaslar, Ortadoğu ve Akdeniz’de gücünü artırmıştır.

Biden’dan dış politikada realist bir yaklaşım izlemesi bekleniyor.

Biden, Obama döneminde yürütülen Asya’ya ağırlık verme ve Çin’in etrafını ABD dostları ve müttefikleriyle kuşatma yoluna gidecektir.

Biden, NATO sistemi çerçevesinde Avrupa ile ve ikili ilişkiler yoluyla Japonya ve Güney Kore ile ilişkileri güçlendirme yoluna gidecektir.

Biden, göreve başlarken, “İttifak ilişkilerimizi onaracağız, dünya ile yeniden yakın ilişki kuracağız ve liderlik yapacağız. Barış, kalkınma ve güvenlik için güçlü ve muteber bir ortak olacağız” demişti.

 Beyaz Saray Sözcüsü Jen Psaki, ilk gün düzenlediği basın toplantısında Çin’le ilgili bir soruya şu yanıtı verdi:

“Biden, Çin ile ilişkilerde çok taraflı bir yaklaşımı benimsiyor… Pekin şu anda güvenliğimizi, refahımızı ve değerlerimizi ciddi biçimde zora sokuyor. Bu nedenle Çin’e karşı yeni bir politika benimsenecektir.” 

 ABD, bir yanda Japonya, Hindistan ve Avustralya; diğer tarafta Vietnam, Endonezya ve Malezya gibi Güneydoğu Asya coğrafyasındaki ülkelerle Çin’in etrafını kuşatma stratejisi benimseyecektir.

Çin, sadece siyasi ve askeri açıdan değil, ekonomik açıdan da ABD ekonomisine bir tehdit olarak değerlendiriliyor. Ülke içindeki sosyal kutuplaşma gerilimini azaltmak için Biden’ın da tıpkı Trump gibi, yatırımları Çin’den çekip diğer Asya ülkelerine yayma ve ABD’ye taşıma hamlesine devam edeceği belirtiliyor.

Biden, NATO sistemi çerçevesinde Avrupa ile ve ikili ilişkiler yoluyla Japonya ve Güney Kore ile ilişkileri güçlendirme yoluna gidecektir.

RAND KURUMU’NUN ÖNERİLERİ

Rand, araştırma-geliştirme anlamında Research and Development’in baş harflerinden üretilmiştir. ABD Silahlı Kuvvetleri için araştırmalar yapan şirket, “ABD için yeni dönemde diplomasi önerisi” adını taşıyan bir rapor yayımladı.

Raporda yönetim için yeni diplomasi önerileri şöyle özetlenebilir:

- İran ve Rusya ile işbirliğini öne çıkaran bir yaklaşım öneriyor.

- ABD için en büyük potansiyel tehlikenin Çin olduğunu belirtiyor.

- ABD’nin Ortadoğu’da askeri varlığını azaltmasını, İran’a karşı Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail dengesinin sağlanmasını öneriyor.

- Rusya ile İran’ın bugünden daha güçlü hale gelmesi durumunda bölgedeki devletlerin buna karşı olabilmelerinin hazırlanmasını önermektedir.

- Bu rapor Biden’ın izleyeceği dış politikada yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.

 Bu rapora göre, ABD’nin en büyük jeopolitik rakibi olarak Çin, ikincisi İran gösteriliyor.

Rapor, Türkiye’nin Karadeniz’de Rusya’ya karşı ve Ortadoğu’da İran’a karşı dengeleyici rol üstlenmesini çok açık olmasa da belirtiyor.

TÜRKİYE, İLİŞKİLER VE İLK GÖSTERGELER

Trump döneminde, ABD-Türkiye ilişkileri bir noktada kurumsallıktan kişisel ilişkiye evriliyordu. Örneğin, Trump’ın 29 Haziran 2019’da Erdoğan’a gönderdiği mektup anımsanmalıdır. O mektup şöyleydi:

 “Sayın Cumhurbaşkanı,  

Hadi iyi bir anlaşma yapalım! Siz binlerce kişinin öldürülmesinin sorumlusu olmak istemezsiniz. Ben de Türk ekonomisini yok etmek istemem ki yaparım!  Yapabileceklerimin küçük bir örneğini Rahip Brunson konusunda size göstermiştim.

Sizin sorunlarınızı çözmek için çok çalışıyorum. Dünyayı hayal kırıklığına uğratmayın. 

Eğer bunu doğru ve insani şekilde yapabilirseniz tarih size olumlu bakacaktır. Eğer iyi şeyler olmaz ise sizi sonsuza kadar şeytan olarak görecektir. 

Sert adam olma. Aptal olma!

Sizi daha sonra arayacağım.

Saygılarımla,

Donald Trump.

Bu kişisel mektupta Trump hem “tehdit” hem “aşağılama” hem de “havuç” gösteriyordu. “Sert adam olma, aptal olma” diye hitap edilebiliyordu. 

Artık böyle işler olmaz. Devlet deneyimlerinden gelen Biden, ilişkileri kurumsal düzeyde yürütecektir. 

Türkiye –ABD arasında şu anda en önemli konu S-400’ler olarak görünüyor.

S-400’ler konusunda AKP siyasal iktidarı ödün vermeye her an hazır olduğunu zaten açıkladı. Her yönden çözülecek bir sorun olduğunu AKP medyası, Milli Savunma Bakanı Akar düzeyinde “S-400’lerin tetik kontrolü müşterek komutaya verilebilir” dedi.

O halde Biden yönetiminde Türk- Amerikan ilişkilerinin en önemli sorunu sanıldığı gibi S-400’ler olmayacaktır. Asıl sorun Suriye’nin kuzeydoğusunda konuşlanan ve adım adım oluşturulan PYD özerk devletidir.

RUSYA VE TÜRKİYE İLE BİRLİKTE ÇALIŞILMALI

ABD’nin son Şam Büyükelçisi Robert Ford, Trump’ın Suriye politikasının başarısız olduğunu, Biden’ın farklı bir strateji izlemesi gerektiğini söyledi. 

Ford, bir terör örgütü olan IŞİD’le mücadele başta olmak üzere bölgede sorunların çözümünde Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışılması gerektiğini belirtti.

Türkiye ve Rusya’nın Suriye’de ulusal çıkarlarını kabul etmek gerektiğini, bunun daha iyi sonuçlar doğuracağını ileriye sürdü. 

ABD’nin eski Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Türkiye ile ilişkilerde Biden döneminde iyileşme beklemediğini söyledi. İşte çelişkiler… Biden’ın bu konudaki kararları yakın bir zamanda belli olur. 

ANKARA’YI İLGİLENDİREN ATAMALAR

Biden, çalışacağı ekibi kuruyor. Bu ekipte Türkiye’yi ilgilendiren önemli birkaç kişiyi kısaca ele almalıyız.

Anthony Blinken (Dışişleri Bakanı)

Kariyer Diplomat Blinken, Obama döneminde Dışişleri Bakan Yardımcısıydı.

Blinken, Senato’daki soruşturmasında S-400’leri ileri sürerek Türkiye için “sözde stratejik ortak” ifadesini kullandı.

S-400’lerin NATO sistemleriyle bağdaşmaz olduğu iddiası öne sürülüyor. Oysa S-400’lerin bir önceki modeli S-300’ler Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya gibi NATO ülkelerinin silahlı kuvvetlerinde kullanılıyor.

Blinken ayrıca şunları da söyledi:

“Sözde stratejik bir ortağımızın en büyük stratejik rakiplerimizden biri olan Rusya ile aynı çizgide olması düşüncesi kabul edilebilir değildir. Türkiye bir müttefiktir ve birçok yönden bir müttefik gibi davranmıyor. Bu, bizim açımızdan çok önemli bir sınamadır.”

Blinken, ayrıca uygulamaya konmuş olan yaptırımların etkisine bakılıp, başka yaptırımlara gerek olup olmayacağına buna göre karar verileceğini söylüyor. Yani yaptırımların ağırlaştırılabileceği kartını masaya koyuyor.

Biden, görevi devralırken yaptığı konuşmada ABD’nin yeni dönemde “güvenilir bir ortak” olacağını söylüyordu.

Acaba Türkiye, “güvenilir ortak” ABD’nin PKK’nin uzantısı YPG ile Suriye’deki kurduğu ittifakı masaya getirerek bunun ne ölçüde müttefiklikle bağdaştığını sorabilecek mi?

Bir diğer önemli atama, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan sorumlu genel koordinatör Brett McGurk’tur. Bilindiği gibi Gurk, Obama döneminde DEAŞ’la Mücadele Özel Temsilcisi iken, YPG’li teröristlere plaketler dağıtıp onları öven bir görevliydi.

McGurk, şimdi daha da geniş yetkilerle bir göreve gelmiştir. Bu atama, Türkiye-ABD ilişkilerine ne derece yardımcı olacaktır? Daha da gerginleştirecek midir, yoksa olumlu yöne mi çevirecektir? Göreceğiz…

McGurk, görevi sırasında YPG’nin meşruiyet kazanması için çalışmıştı. Şimdi bu meşruiyetin sağlanması yolunda DEAŞ’ın yeniden canlanmasının söz konusu olabileceği yorumları yapılmaktadır.

 Ayrıca William Burns CIA Başkanı, Wendy Sherman Dışişleri Bakan Yardımcısı, Philip Gordon ve Jack Sullivan, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına getirildiler. Eski BAE Büyükelçisi Barbara Leaf, Ortadoğu İşleri Direktörü oldu. Lloyd Austin Savunma Bakanı oldu.

 Bu kişiler genel olarak liberal ideolojiye sahiptirler.

 Geçen hafta Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) resmi Twitter  hesabından bir ileti paylaştı. CENTCOM Komutanı General Kenneth F. McKenzie, Ayn el Arap’ın (Kobani) terör örgütü DEAŞ’tan alınmasının 6. yıldönümü dolayısıyla YPG’yi resmen kutladı.

 Bunlar, başkan değişse bile ABD politikalarının değişmediğini gösteren işaretlerdir. Durum ileride daha açık olarak görülecektir.

 Biden’ın yakın çalışma arkadaşlarının Türkiye’ye karşı pek de dostane tavır içinde oldukları söylenemez.

BIDEN’IN İÇ VE DIŞ POLİTİKA ÖNCELİKLERİ

Başkan seçilen Biden, deneyimli bir siyaset adamıdır. Uzun yıllar Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu Üyeliği ve Başkanlığı görevlerinden sonra 8 yıl Obama’nın Başkan Yardımcılığını yaptı. 

Biden’ın, göreve başlarken karşılaştığı sorunlar şunlardır:

1. Tüm dünyayı olduğu gibi ABD’yi de derinden sarsan Covid-19 pandemi olayı,

2. Pandeminin de etkilediği ağır ekonomik koşullar,

3. Trump’tan miras kalan bölünmüş ve aşırı kutuplaşmış bir toplum,

4. Dünya siyasal sisteminde ABD’nin yeniden ağırlığını kazanma gayretleri.

 

Putin's Davos Speech Defined the World War C Era

 

President Putin’s Davos Speech Defined The World War C Era

Written by Andrew KORYBKO on 30/01/2021

 

 The Russian leader’s speech at this year’s virtual Davos Summit thoroughly articulated the challenges and opportunities of the World War C era, the author’s term for referring to the full-spectrum paradigm-changing processes catalyzed by the international community’s uncoordinated efforts to contain COVID-19.

 

A Speech For The Ages

President Putin gave what can be regarded as the defining speech of the World War C era during his virtual address at this year’s Davos Summit hosted by his close friend Klaus Schwab, the founder of the World Economic Forum (WEF). The Russian leader intriguingly disclosed from the get-go that he first met the famous globalist in 1992 and regularly attended his organization’s annual gatherings all throughout the 1990s. Their last face-to-face meeting was in Putin’s hometown of Saint Petersburg in November 2019, during which time Schwab gifted him his book about the “Fourth Industrial Revolution”. President Putin evidently read it in full since he even cited this controversial concept during his address. All Russia watchers should read his speech in full at the official Kremlin website if they have the time since this world leader thoroughly articulated the challenges and promises of the World War C era, the author’s term for referring to the full-spectrum paradigm-changing processes catalyzed by the international community’s uncoordinated efforts to contain COVID-19.

COVID-19: Chaos Catalyst

Whether or not one actually does so, the present analysis should still be useful for summarizing Putin’s most important points and putting them in the context of this epochal moment. He began by praising the WEF for the crucial role that it’s playing in contemporary events by providing a much-needed discussion platform for the global elite to brainstorm solutions to the world’s many challenges. He noted that COVID-19 accelerated numerous preexisting structural problems, particularly the accumulated socioeconomic ones that he later postulated in his speech “are the fundamental reason for unstable global growth.” Expanding on this thought, Putin spent some time elaborating how the uneven socioeconomic development brought about by the latest version of globalization at the end of the Old Cold War only truly benefited the one percent of the population, primarily those who were invested in Western transnational corporations. Mostly everyone else, he said, ended up struggling in one way or another despite misleading macroeconomic growth indicators.

Whither The Washington Consensus?

The Russian leader attributed this to the Washington Consensus’ debt-driven development strategies which prioritized people as the means rather than the end that the global elite were pursuing this entire time. He importantly declared that Russia’s approach will be the opposite in that people will become the end instead of the means, a vision that he encouraged everyone else to embrace as well. In order to better understand why this is so necessary, one must become familiar with Putin’s criticisms of the status quo. The stimulation of macroeconomic growth through debt has “outlived its usefulness”, having directly resulted in the present predicament whereby citizens’ real incomes are stagnating even in economically developed Western countries, to say nothing of their current reversal there and all across the Global South as a result of World War C. The systemic economic flaws of the Washington Consensus have made increasingly desperate people vulnerable to social and political radicalization, which sometimes manifests itself by making an enemy out of “the other”.

Russia’s President Vladimir Putin during the session of Davos Agenda 2021 online forum organised by the World Economic Forum.

Averting The Hobbesian War Scenario

This isn’t just destabilizing on the domestic level, which is itself concerning for the rest of the world considering the complex interdependence brought about by globalization, but also on the international one once states start blaming other countries for their problems. On this note, Putin made a point of remarking that “the degree of foreign policy propaganda rhetoric is growing”, especially against “the countries that do not agree with a role of obedient controlled satellites, use of trade barriers, illegitimate sanctions and restrictions in the financial, technological and cyber spheres.” This was a thinly veiled reference to America’s unprecedented pressure campaigns against Russia, China, and others, but is also applicable to other states that have followed its lead in this respect, whether against those two targets and/or others. The uncontrollable breakdown of international development, governance, and security models is causing a dangerous chain reaction of instability that might lead to a “war of all against all” in the worst-case scenario, which must be averted at all costs.

Big Tech Has Become More Powerful Than Many States

This risk of a Hobbesian war is made all the more acute by Big Tech becoming more powerful than many states. Putin recalled their recent role in the American elections and its aftermath to warn about this new threat to global security. He asked, “Where is the border between successful global business, in-demand services and big data consolidation and the attempts to manage society at one’s own discretion and in a tough manner, replace legal democratic institutions and essentially usurp or restrict the natural right of people to decide for themselves how to live, what to choose and what position to express freely?” This is an issue that concerns the entire world since unaccountable private companies are nowadays running amok and imposing their vision onto literally billions of people, which could exacerbate the preexisting and already naturally worsening social tensions that the Russian leader drew attention to in his speech. Left unresolved, this might quickly spiral out of control and lead to the worst-case scenario that he warned about regarding the war of all against all.

The World’s Four Most Urgent Priorities

The rule of the so-called “golden billion”also can’t be allowed to continue, Putin declared, and the trend of increasing state involvement in the economy and the even greater degree of complex interdependence across the world that this implies places an enormous responsibility upon all governments to do their part to avoid another World War. To this end, four key priorities must be jointly pursued by all: ensure comfortable living conditions for everyone; provide promising employment possibilities (made all the more urgent by Putin’s prediction that Schwab’s seemingly inevitable “Fourth Industrial Revolution” might prompt massive unemployment across the world that could thus lead to the uncontrollable radicalization of society); grant generous healthcare and other social benefits to the population; and guarantee a better future for the next generation through improved educational opportunities. Putin proposed that the state, the business community, and civil society prioritize these urgent tasks for the global good as soon as possible.

The Emergence Of New Multilateral Cooperation Platforms

On the international front, multipolarity is replacing the unipolar moment that he argued never actually came to fruition in the first place, but that existing institutions created after World War II are struggling to adapt to modern-day challenges. Nevertheless, Putin pleaded with everyone to retain and reform them instead of abandoning them since the existence of these platforms is still better than them not being used at all during these unstable times of unprecedented uncertainty. New and more flexible formats will arise to meet unexpected problems as they emerge, with the Russian leader citing his country’s trilateral cooperation with Iran and Turkey in Syria, Armenia and Azerbaijan in Nagorno-Karabakh, and Saudi Arabia and the US through OPEC+ as relevant examples. The author is personally of the view that at least two other frameworks might soon emerge as well between Russia, India, and Japan in the Russian Far East and Arctic, and Russia, Pakistan, and Afghanistan for managing affairs between Central and South Asia.

Epidemiological, Environmental, And Civilizational Security

In terms of epidemiological security, Putin is very passionate about the need for mass vaccination all across the world, particularly in the Global South with a strong focus on Africa. He implies that urgent need to create a global COVID monitoring structure for testing and vaccinating at-risk populations in order to finally eliminate this viral threat once and for all. He also suggested that more must be done to preserve the environment, but cautioned that a balance must be struck between this and economic development. Overall, Putin ended on an upbeat note and even answered a single follow-up question by Schwab about how eager he is for Russia and Western Europe to enter into a long-overdue rapprochement. He reminded his European counterparts that Russia is an inextricable part of their civilization, and that they can only survive this century by working together, including by building a United Europe all the way to Vladivostok. Russia is just waiting for them to reciprocate its love, which must be mutual, he said as his final point of the day.

A Russian-Led “Global Reset”?

Upon pondering the insight that Putin shared during his virtual address, it’s clear that his appearance at this year’s Davos Summit was intended to endear Russia to the West and position it as one of the global leaders in the unfolding “Great Reset”/”Fourth Industrial Revolution” (GR/4IR), exactly as the author accurately predicted that he’d seek to do in his analysis published on the first of the year about “Russia’s Five Most Important Tasks For Surviving World War C”. The primary difference between Putin and many of his peers who also believe in the inevitability of these processes is that he doesn’t blindly endorse them for principle’s sake but is very passionate about ensuring that they result in a better form of globalization that benefits everyone equally. Critics might describe him as naive, but there’s no doubt that he’s sincere in this respect. Putin truly believes that the ongoing GR/4IR can be a force for good if it replaces the Washington Census, improves socioeconomic equality, and leads to global peace, with Russia doing all that it can to help that happen every step of the way.