Sunday, January 10, 2021

Türkiye ve Dış Politika Gürsel Tokmakoğlu

 

Gürsel Tokmakoğlu : Türkiye ve Dış Politika

26 Aralık 2020

Türkiye’nin dış politikasına etki eden gelişmeler ve ilişkilerdeki esaslar nelerdir? Başat güçler açısından Türkiye’nin dış politikasını etkileyen konular hangileridir? Türkiye’nin Orta Doğu politikasını yönlendirmek isteyenler ne yapmaktadırlar? Dönemlere, temalara ve coğrafyalara göre inceleyelim.

Günümüzde dış politika çok boyutlu ve taraflı bir etkileşimle gerçekleştirilmek zorundadır. Sorunlar, ülkeler ve örgütler iç içe girmekte ve taraflar bazen sahada çapraz ilişkilerle sahne almaktadırlar. 

ABD dış politikasının odak noktası ağırlıklı olarak George W. Bush ve Barack Obama dönemlerinde Orta Doğu idi. Donald Trump döneminde Afrika ve Pasifik’te açılma ve Çin’i önemseme konuları tartışıldı, ama yine de Orta Doğu odaklı fiili durum yaşandı. Bu dönemde İbrahim Anlaşması (Abraham Accords, normalleşme planı) ile Orta Doğu’da bir ilerleme sağlansın, daha sonra küresel çapta başka alanlara odaklanma sağlanır, diye düşünüldü. Joe Biden döneminde odak noktası daha çok coğrafi olarak Arktik Bölge, Afrika, Güney Çin Denizi, Hint-Asya; konu olarak, nükleer, uzay, siber olacak ve Çin’e karşı şimdiden ateşlenecek yerler Uygur Özerk Bölgesi ve Hong Kong olacaktır.

Türkiye’nin dış politik konularına bakıldığında, ABD’nin bu dönemlerine paralel gelişmelerin yaşandığı görülecektir. Biden ile süreç nasıl işleyecek konusu şimdiden tartışılmaktadır. Ancak çok boyutlu ve kutuplu anlayış çerçevesinde gayet aktif bir sürece girileceği açıktır.

Bu genel açıklamalardan sonra biraz gerilere giderek analizimizi yapalım.

ABD, Orta Doğu’daki faaliyetlerini stratejik ortağı İsrail ile sürdürmektedir. Bunu iyi bilen ve çıkarına kullanan İsrail aynı zamanda ABD politikalarının belirlenmesinde de etkilidir. 

ABD açısından, günümüzün Orta Doğu konulu uluslararası ilişkiler ve dış politika kavramları, köklü Arap-İsrail meselesi için normalleşme, çıkar için enerji, ülkeleri yönlendirmek için siyasal İslam ve İran’ın Şii yayılmacılığı olmakta; küresel rekabette Orta Doğu’daki hakimiyetini kaybetmemek için Rusya ve Çin’in adımlarını yakinen takip etmekte, varsa ilerlemeleri durdurmaya çalışmaktadır. 

Kavramlara bakın, normalleşme ve siyasal İslam. Bunların ortaya çıkmasında ABD kadar İsrail’in de payının olduğunu söylemeden geçmek eksiklik olur. İsrail’in enerji piyasasında rol almaya başlamasıyla da Doğu Akdeniz (Levant) konuşmaya başladık. İran’ın Şii yayılmacılığı politikası en fazla İsrail’in işine gelmektedir. Birbirine düşman bu iki ülke sonuçta Orta Doğu’da çözümsüzlüğün de ortaklarıdır.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesinde ABD, Rusya ve Çin ile rekabet halindedir. Bu bölgede kronikleşen meselelere sahip ülkeler Suriye, Libya ve Yemen’dir. ABD ve İsrail’in uyguladıkları yöntemlerindeki taraftarlar, Avrupa’dan Fransa, Yunanistan, Güney Kıbrıs; Orta Doğu’dan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, Ürdün; taşeron olarak Libya’dan Halife Hafter (ikili oynadığından güvenilmez görülmektedir, bu ismi Rusya da kullanmaktadır; ilginç olan nokta şu, Batı dünyası Hafter’i “anti-İslamcı” olarak tarif etmektedir) ve PKK terör örgütüdür. 

Rusya, Suriye’de (askeri üsleri var) ve Libya’da varlık göstermektedir. İran, Lübnan, Suriye ve Yemen’de etkilidir. Çin ise ekonomik ve altyapı yatırımlarıyla bölgededir. 

Çin’in bölgedeki yatırımları İsrail, Yunanistan, Cezayir ve Afrika’nın en az yüzde 40’luk bölgesini ele geçirir mahiyettedir. Çin çok taraflı ve ekonomik çıkarla bölgededir ve ABD (Joe Biden) bu konuda önümüzdeki dönemde önemli adımlar atarak Çin’in ilerlemesinin önüne geçmek istemektedir. 

Her ne kadar Rusya ile birlikte Çin, MENA’da İran’ı da yanlarına alarak etkili oluyor gibi bir cümle kurmak mümkünse de günümüzün çok taraflı ve boyutlu etkileşimleriyle bu durum tam olarak böyle gerçekleşmemektedir.

Böyle bir ortamda politikalarını geliştirebilmek için ABD, İsrail, Fransa, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE, Suudi Arabistan, Mısır gibi birbirini destekleyen ülkeler kendi güvenlikleri için çaba sarf edenlerdir. Buna karşılık bölgesel barış ve istikrarı tesis etmeye çalışan, hatta enerji kaynaklarının hakça bölüşülmesinden yana olan Türkiye ve Katar’ı engellemeye gayret etmektedirler. 

Türkiye’yi ve Katar’ı (her ikisine de yaptırım uygulaması söz konusu oldu) siyasal İslam kavramıyla birleştiren politikanın İsrail ve ABD olduğu açıktır. Filistin meselesinden tutunuz, Libya’ya kadar, her konuda İsrail ve ABD, Türkiye’nin (ve Katar’ın) önünü kesmek için bu söylemi ileri sürmektedir.

ABD’nin (ve dolayısıyla İsrail’in) Türkiye aleyhine ürettiği bir diğer propaganda konusu, Türkiye’nin “yalnız” olduğuyla ilgilidir (her ne kadar vaktiyle Türk diplomasisinde de bu kavram kullanıldıysa da bu tamamen dış menşeilidir, yanlış kullanılmıştır). Türkiye’nin yalnızlığını bozması için istenen şey ise kendileriyle anlaşma masasına oturmasıdır. Masaya oturduğunda ABD ve İsrail’in bütün politikalarına ve kurdukları işbirliği ağına “evet” demek gerekecektir. 

İşte bu iç içe geçmiş yapıda normalleşme, enerji, siyasal İslam ile Şii yayılmacılık, hatta vekalet savaşı yöntemi, teröristlerin, milislerin ve paralı askerlerin kullanılması söz konusu olmaktadır. Bunu böyle olsun isteyenler bölgeye dışarıdan gelenlerdir ve inisiyatifi elinde tutmak isteyen bölge ülkelerinden İsrail ve İran’dır. ABD bu duruma bakarak bölgede kaygan bir zemin olduğunu göstermektedir. İsrail ise bölgenin alabildiğine kaygan, sorunlu, bölünmüş olmasından yana adımlar atmaktadır.

Hatırlayacak olursak, 1999 yıllarından bu yana yaşananlar özetle şöyledir: 

11 Eylül 2001’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne ait ikiz kulelere radikal terör örgütü tarafında küresel terör saldırısı, dünyada iki kutuplu denge döneminden tek kutuplu dengesizlik ve küresel radikal terör düşmanının hortlatılması dönemine geçiş yapıldı. 20 Eylül 2001’de George W. Bush’un teröre karşı savaş ilanetti. Bush dönemi ABD’nin Gayri Nizami Harp uygulamaları dönemi idi. 2001’de Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) öne sürüldü. Bu proje 2004’te daha geniş biçimde uygulanmaya başlandı. Ama Amerikalılar Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirdiler.

İsrail, 1999-2000 yıllarında sınırlarını geliştirme, bir Filistin devletini kurdurtmama kararını kendince vermişti, zira denizde doğalgaz vardı, bu uğurda her şeyi yapacaktı. ABD hep Orta Doğu’da ama esasen 2001’den itibaren Doğu Akdeniz’deydi. Avrupa (özellikle Fransa) 2000’de duruma vakıf oldu, 2004’te Güney Kıbrıs hamlesini yaparak Doğu Akdeniz’e girdi. Kendi döneminde vekalet savaşı modelini ileri süren Barack Obama 2009’da işbaşındaydı. 

2009 yılı önemli, çünkü İsrail Doğu Akdeniz’de zengin hidrokarbon yataklarının olduğundan artık emindi. 2010’da ABD Jeoloji Araştırma kuruluğu Leviathan Havzası gaz rezervini açıkladı, böylelikle İsrail bilgilerini teyit etti. Politikalarını zenginleştirebilir ve sertleştirebilirdi. Bunun bir başka açıklaması, artık bazı ülkelere daha net rest çekebilir, bazılarına da rest çekebilirdi. Plan ve projeleri büyüyebilirdi. Türkiye ile İsrail’in yolları 2009’da ayrıldı. 

17 Aralık 2010’da ise Güney Kıbrıs ve İsrail Dışişleri Bakanları Lefkoşa’da bir araya gelerek MEB’inbelirlenmesi konusunda daimi bir anlaşmaya vardılar. 2011’de Noble Energy şirketi Kıbrıs’ın güney kesimindeki Afrodit gaz sahasını keşfetti. Rumlar da artık İsrail gibi hiçbir söz dinlemeden, hukuk ve adalet gözetmeden, uluslararası anlaşmaları yok sayarak dış politika uygulamaya gireceklerdi.

2011’de Türkiye Doğu Akdeniz’de var olma girişiminde kararlılık gösterdi. 2011’de Arap Baharı başlamıştı. Bu zamandan 2016 Temmuz’una kadar Türkiye iç meselelerle uğraştı. 

ABD ile İsrail 2013 yılında kendi Doğu Akdeniz (EastMed) planlarında anlaşmaya varmışlar. Bu konuda ABD önderliğinde İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan bir savunma ve ekonomi anlaşması içine girmişlerdi. (İsrail’den çıkarak, Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ı kat ederek, İtalya’ya uzayan doğalgaz hattı projesi EastMed bundan ayrıdır, bu proje 2012’de imzalandığı halde askıdadır.)

Doğu Akdeniz’de 2003-2012 yılları arasında İsrail, Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Lübnan kendi aralarında anlaşmalara vardırlar, hatta buna Avrupa’yı da dahil ettiler. Bir ilave yapalım, 2003-2019 tarihlerini esas alırsak, ABD, Fransa, İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Mısır gibi ülkeler kendi aralarında savunma işbirliği anlaşmaları konularını da tamamladılar. Bu savunma işbirliği konularının hepsinde bir şekilde Suudi Arabistan ve BAE yer aldı.

ABD ve İsrail tarafından dayatılmak istenen “Dubai modeli” diye bir konu var. Bu iki ülke MENA’da birçok ülkeyi parçalayarak Dubai modeli alanlar kurmayı planlamışladır. Filistin bunlardan bir tanesidir. Mısır lideri darbeci Sisi öncesinde seçimle işbaşına gelmiş Mursi’nin (1951-2019) “İslamcı” olduğunu işaret etmiştir. İslamcı kavramı bölge siyaseti için önemlidir. ABD ve İsrail, istedikleri ülke ve güçler için ötekileştirici olması adına bu kavramı kullanmaktadırlar. Bu söylem, yani “siyasal İslam” veya “İslamcılık” MENA’da birçok kapıyı açmak için anahtar görevi almaktadır, ama İsrail için en öncelikli mesele Filistin’in yok sayılması konusudur. Filistin yok sayılacak, Filistin için İsrail’e karşı mücadele eden örgütler siyasal İslam ile sindirilecek, sonra normalleşme süreci yaşanacak ve Dubai modeli yaygınlaştırılacaktır, plan budur. Sonuçta, XXI. Asırda bölgede kültürel kökü olan bir gerçeklik, ABD ve İsrail tarafından politik araç haline dönüştürülmüştür.

Sonunda Türkiye 2016’da “yerli ve milli” politikasını net bir biçimde uygulamaya koydu, 2017’de Enerji ve Maden Vizyonu’nu belirledi, 2018’de sondaj ve sismik gemi filosu kurmaya başladı, 2019’da BM’nin tanıdığı Libya güçleri ile anlaşmalar imzaladı. Libya ile yapılan anlaşmalarla Türkiye fiilen, Doğu Akdeniz’de, “bensiz olmaz,” demekteydi. Ayrıca Türkiye Katar’a askeri üs kurdu (2019’da tamamlandı, açık kaynaklarda bu üste 5 bin Türk askerinin olduğu söyleniyor). Orta Doğu’da dengeleri değiştiremezsiniz mesajı verdi.

Türkiye dış politika olarak; bölgede barış ve istikrarın olmasını, ülkelerin toprak bütünlüğünün esas kabul edilmesini, temel insani değerlerin açındırılmamasını, din ve mezhep bölünmesine gidilmemesini, kültürel yapıları bölüp parçalamak isteyenlere karşı birlikte hareket edilmesini, teröriste destek verilmemesini, “senin-benim teröristim” diye bir şey olmamasını, bölgeye dışarıdan gelenlerin meseleleri daha da derinleştirdiğini ve olumsuz etkilediğini işaret ederek ilişkilerde daha dikkatli ve adil hareket edilmesi gerektiğini, kazan-kazan ilkesiyle kaynakların bölüşülmesini savunmaktadır.

Türkiye’nin bölgede meselelere belirtilen ilkelerle bakması, sahada ve masada etkin olması, inisiyatifle hareket etmesi üzerine özellikle 1999’dan bu yana değiştirilmeye çalışılan dengelerde ve belli ülkelerin inşa etmeye çalıştıkları yeni bir düzen planında değişiklikler olmaya başlamıştır. ABD, Yunanistan, Fransa, İsrail gibi ülkelerin basın yayın organlarında Türkiye’nin güçlenmesinin bölgede çözümsüzlüğü getirdiği şekildeki anlatımlar bu kesimlerin çıkarları doğrultusunda sürdürdükleri politikaların da bir gereği olarak sürdürülmektedir.

Bugün Türkiye bölgesinde güçlü konumdadır, en azından Batı basını böyle olduğunu ifade etmektedir. Bölgeye şöyle bir bakalım: Pakistan, Balkan ülkeleri, Ukrayna, Azerbaycan, Libya, Suriye, Irak, Katar, ABD, Çin ve Fransa’nın özellikle ilgilendiği Afrika’da pek çok ülke, Orta Doğu’da ABD ve İsrail ile ilişkili politika yürüten iktidarlar ve liderler bir yana, esasen yerel yönetimler ve halkın kendisi Türkiye tarafındadır. Unutulmasın, Balkanlar’dan Çin’e kadar Türkçe konuşularak yürünebilmektedir.

Savunma ve güvenlik alanında Türkiye terörle mücadeleyi sınırlarının dışına taşıdı. ABD’nin kendi toprakları dışında yürürlüğe koyduğu Gayri Nizami Harp ve Vekalet Savaşı yöntemlerinin neler olduğunu öğrendi. Kendi savunma sanayii ve teknolojisini geliştirdi. Bu edindikleriyle bölgesinde istikrar ve barış amaçlı inisiyatif aldı. Bütün bunları diplomasiyle destekledi. Peki, kimin işine mani oldu dersiniz?

Dahası da olabilir. Türkiye, Rusya ile birlikte yürüttüğü Akkuyu projesi gereği nükleer güç santralini kurması için çaba içindeyken en fazla ABD ve İsrail’den tepki aldı. Belki sözle ifade edilmedi ama eylemde FETÖ bile bu işi durdurmak adına kullanıldı. FETÖ çok maksatlı ve küresel çapta kullanılan bir ABD ve İsrail aparatıdır. Enerji Bağımsızlığı ve savunma konuları Türkiye için önemli olduk.a rahatsız olanlar kendilerini göstermeye başladılar.

Şimdi, Türkiye’nin bu “güçlü” durumu Orta Doğu’da öncelikle İsrail’in işine gelmemektedir. İsrail için Türkiye bir “hedef” ülke olmuştur. Buna rağmen Türkiye, İsrail ile işbirliği için hazırdır, yeniden diplomasi başlatılabilir. Türkiye bazı konularda Rusya ile işbirliği içinde hareket ettiğinden, ABD’nin de işine gelmemektedir. Türkiye, “Yeniden Asya” demiştir. Bu politika ileride Hazar, Orta Asya ve Uzak Doğu, derken, ABD için başka zorlamalara yol açabilir şeklinde görülmektedir. Ancak ABD asıl hedefi olan Çin’e karşı, bu Biden döneminin en fazla konuşulacak çatışma konusudur, Uygur meselesinde Türkiye önemli bir ülkedir. Hatta Türkiye Orta Asya, Afganistan ve Pakistan doğrultusunda da eli güçlü ülkedir. ABD’nin dikkatle izlediği İpek Yolu ana projesinin Orta Asya ülkelerinde olanlar ve Pakistan Ekonomik Koridoru projeleri bellidir. Bu noktalarda Türkiye’nin nüfuzu vardır. Orta Doğu’da Türkiye’yi İsrail durdurmaya çalışıyor, Orta Asya’da ABD başka bir İsrail arayacak herhalde… Halbuki Türkiye çok kutuplu ve boyutlu politik ve diplomatik çabalarda yeteceğini göstermiş durumdadır, ABD bu gerçeği dikkate almalıdır.

Küresel rekabet bundan böyle bu şekilde sürdürülecektir, daha sorunlu günler bizleri beklerken, başat güçler kadar kırılganlıkları artırmakla ilgilenen küresel başka güçler de devrede olacaktır. Türkiye etki alanında güçlendikçe kazanımlarını ve gücünü artıracaktır.

NOT: Fikri mülkiyet hakları gereği bu bilgileri referans vererek kullanabilirsiniz.

Gürsel Tokmakoğlu

Not: Gürsel Tokmakoğlu, emekli kurmay albay (2007), Hava Kuvvetleri Komutanlığında İstihbarat dairesi eski Başkanı


--

No comments:

Post a Comment