Friday, November 27, 2015

Düşürülen Rus uçağı

E. Büyükelçi Osman Korutürk'ün 24ncü dönem milletvekilliği süresince danışmanlığını yapan Muzaffer Ayhan Kara'nın, "Düşürülen Rus uçağının maliyeti ne olur?" başlıklı 26 Kasım 2015 tarihli yazısını aktarıyorum.


RTE-Davutoğlu ikilisinin dümenine geçtiği Türk dış politikasının Suriye yöneliminin başımıza ne belalar açacağını daha işin başında ortaya koymuştuk. Danışmanlığını yaptığım, zamanın CHP dış politika kurmayı Osman Korutürk, Meclis’te AKP Grubunun gözünün içine bakarak bugün yaşanan vahim olayları birçok kez projekte etmişti. Odatv’nin arşivi o konuşmalara da atıf yapan makalelerimle doludur.
Daha dört buçuk sene önce asitmetrik savaşın olası sonuçlarına da vurgu yaptık, Suriye’nin müttefiki olan Rusya ve İran gibi devletlerin alacağı pozisyona da. Bütün riskleri ortaya koyduk. Tabii, en başta da Türkiye’nin Suriye’nin iç ihtilafında taraf olmasının nereden bakarsanız bakın uygun olmayacağının da altını çizerek.


DÜŞEN UÇAK DA TAVAN YAPAN GERİLİM DE SÜRPRİZ DEĞİL
Dün sabah angajman kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle Rus uçağının düşürülmesinin ardından birdenbire zaten kontrollü gerilimle seyreden Türk-Rus ilişkilerinin gerilimi tavan yaptı.
Ne var ki, sınırdaki elektrikli ortamda bir uçağın düşürülmesi de sürpriz değil, ardından uçağı düşürülen devletle düşüren devletin geriliminin doruğa sıçraması da sürpriz değil. Olmaması gereken, Türkiye’nin de Rusya’nın da Suriye topraklarındaki bir iç savaşta taraf olması. Temelden yanlış olan bu… Suriye’de bir sorun varsa (ki, var) bunu Suriyeliler çözecek. Uluslararası toplum, Suriye’nin müttefikleri veya muarızları ise ancak ve ancak Suriyelilere (gerek rejim yanlılarına gerek meşru muhaliflere) insan hakları ve demokrasiye ilişkin sorunlarını çözmede yardımcı olacak.
Yeniden düşürülen uçağa dönelim… Önce şu soru geliyor insanın aklına: Örneğin Türk –Yunan hava hattında onca ihlal oluyor ama kimse kimsenin uçağını düşürmüyor. Türk hava sahasını başka devletlerinde ihlal ettiği oluyor arada bir ama yine uçak düşürme yoluna gidilmiyor. O halde neden olası riskleri hesaba katılmadan bir Rus uçağı (ihlal etmiş olsa bile) düşürüldü? Oysa daha iki ay önce Cumhurbaşkanı Erdoğan Moskova’da Merkez Camii açılışı yapmamış mıydı? Putin’le bir araya gelmemiş miydi?
İşte düğüm burada… İki ay içinde Rusya Suriye’de rejimi domine eden faaliyetlerini iyice arttırdı. Son günlerde ise Hatay’ın hemen güneyindeki Bayırbucak Türkmenlerinin bombalandığı iddiaları AKP hükümetini bir tepki göstermeye itti.
Peki, iyi de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu (bir savaş çıkmayacağını kestirebilirler ama) düşülecek bir uçağın nelere mal olacağını kestiremezler miydi? Uçak düştükten itibaren Rusya’nın Türkiye karşıtı bir pozisyon alacağını bilemezler miydi?


ARTIK TÜRKİYE KARŞITI BİR RUSYA’DAN SÖZ EDEBİLİRİZ
E. Büyükelçi Uğur Ergun’un şu paylaşımını gördüm bugün sabah sosyal medyada ve çok da gerçekçi buldum. Şöyle demiş E. Büyükelçi Ergun:
“Bugünden itibaren Rusya'nın Türkiye'nin en büyük karşıtı olacağına kendimizi hazırlamalıyız. Türkiye kendisini zorlayan dört önemli konuda Rusya'yı karşısında görecektir:
1. Kıbrıs konusu ve Türk-Yunan ilişkileri,
2. Ermeni konusu,
3. Kürt konusu,
4. Suriye konusu.
Rusya'nın ekonomik yaptırımları daha ilk anda ortaya çıkmıştır. Akdeniz turizminin çökeceği anlaşılmıştır. Doğal gaz konusu ve çeşitli ekonomik projeler de sıkıntılar doğurabilecektir. Bu istikrarsız ortamda Ortadoğu bataklığına batarken Rusya gibi güçlü bir devletle ilişkilerin bozulması Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği üzerinde büyük sorunları beraberinde getirecektir.”
Hakikaten de bugün gün boyu cereyan edilen gelişmelere baktığımızda E. Büyükelçi Ergun’un saptamalarının ne kadar gerçekçi ve yerinde olduğu görülmüştür. Şöyle ki; Rusya’da parlamentoda Ermeni ‘soykırımı’ yasa tasarısı peydah olmuştur hemen… Kürt meselesiyle ilgili demeçler yüksek sesle servise koyulmuştur. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde Rusya’nın ne kadar etkili olduğu ve KKTC ile ilişkilerde yansımalarının görülebileceği açıktır. Rusya, Yunanistan’la stratejik olarak yakın bir devlet. Bunun Rusya-Türkiye gerilimi yüksek dozda sürdüğü sürece Türk-Yunan ilişkileri açısından ne kadar handikap oluşturacağı ortadadır. Buna karşın AKP hükümeti neden Rusya ile açıktan dalaşmayı tercih etmiştir, hakikaten mantıklı bir izah bulamıyorum. Kısa zamanda bir özür, manevra söz konusu olmazsa Türkiye açısından artık müthiş bir karşıtımız var demektir, yalnızlığımız iyice artacak demektir.


DÜŞÜRÜLEN UÇAK VE TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASIYLA KAYIPLARI
Suriye’de artık Türkiye’nin savunduğu geleneksel toprak ve devlet bütünlüğü tezi AKP’nin izlediği politikayla maalesef çökmüştür. ABD, Suriye’nin kuzeyinde PKK ile ittifak halindeki PYD’yi destekleme marifetiyle Kuzey Irak’takine benzer bir yapılanmayı hemen hemen gerçekleştirmiştir. Rusya’nın ise bir zamanlar yüzyılın ilk yarısında Fransa’nın yaptığına benzer bir şekilde bölünmüş bir Suriye’de Nusayri devletini garantileme, giderek olabildiğince genişletme gayretinde olduğu gözlenmektedir. Yani, Fransa yerine bugün Nusayrilerin hamisi Rusya’dır fiilen. Bu tablo, zaten GKRY ile de müttefik olan Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu da iyice güçlendirmektedir.
Özetle, şu aşamada ABD’de de Rusya da Suriye’de asgari olarak istediğini almış görünmektedir. Şimdi geri kalan Sünni bölgesindeki IŞİD etkisini kırmak ve böylelikle aynı zamanda Kürt ve Nusayri devletlerini garantiye almak istemektedirler. ABD bu yüzden Rusya-Türkiye itişmesinde geri planda kalmayı yeğlemektedir. Türkiye’nin ise bu iç ihtilafta kazanmadığı hiçbir şey yok ama kaybettiği çok şey var. En başta Suriye’nin parçalanması ulusal çıkarlarımıza çok aykırıdır. Güney sınırlarımızın riskinin artması söz konusudur. Suriye, İran, Rusya üzerinden ekonomik kayıplar çok ciddidir. Onca mülteci sorunu ortaya çıkmıştır. Tabii Türkiye’nin bir iç ihtilafa taraf olarak bölgede güvenilirliğini yitirmesi de çok büyük bir zaaftır.
Düşürülen Rus uçağı meselesine bakarken büyük fotoğrafı da görmek gerekiyor.
Muzaffer Ayhan Kara
Odatv.com

Tal Buenos'un "Kukla Papa" başlıklı yazısı (Daily Sabah - 13 Ekim 2015)

ABD’nin son dönemde Papa ile yakınlaşmasının ardında neyin yattığı bilinmemektedir. Ancak, Amerika, dış çıkarlarını meşru kılmak üzere Papa’yı etkisini kullanması için razı etmiş gibi görünüyor.
Geçtiğimiz Nisan ayında Papa Francis’nın Osmanlı tarihini siyasallaştırması, daha sonra Amerikan güdümündeki Associated Press’in dikkatlice ambalajlayarak dünya kamuoyuna sunduğu, tertip edilen bir gösteri niteliğindeydi. Avustralya kanalı ABC, BBC, CNN ve Huffington Post gibi medya kuruluşları tarafından da benzer bir şekilde ele alınmıştı. Haberlerin içeriği, Papa’nın Ermenilerin sevk ve iskanını ve I. Dünya Savaşı’ndaki kayıplarını soykırım olarak nitelendirmesi sebebiyle, Türkiye’yi inkarcılıkla bağdaştırmak ve Türk hükümetini öfkeli olarak tanıtmak üzere hazırlanmıştı.
Tahmin edilebileceği üzere, birçok Türk, Papa’nın bu tartışmalı konuyu daha da alevlendirmesini olumlu karşılamamıştır. Verilen tepkilerden biri, tarihi gerçeklerin dışına çıkarak ve o dönemde yaşanan diğer acıları görmezden gelerek, Müslümanların katliamlar yapması üzerine vaaz veren Papa’nın Müslüman karşıtı duyguları dile getirip getirmediği olmuştur. Tarihte Avrupa’da din adına zulümlerin yapıldığını bilenler Papa’nın dikkatleri, yüzyıllar boyunca Hristiyan olmadıkları için belirli gruplara karşı işlenmiş, hiçbir zaman soykırım olarak nitelendirmediği ve de nitelendirmeyeceği suçlardan başka tarafa çevirirken yüzünün nasıl kızarmadığını muhtemelen merak etmiştir.
Fakat, Papa Francis’in Amerika’ya yakın zamanda gerçekleştirdiği ziyaret incelendiğinde, Papa’nın sadece dini önyargılara dayanarak Türklere karşı duyarsız davranmadığını, daha ziyade Amerikan etkisinin bir aracı olarak hareket ettiği inanmak görülmektedir. Dünya üzerindeki en büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri, Papa aracılığıyla, gündemi istediği gibi şekillendirebilmekte ve kendini ele vermeden etkisini ortaya koyabilmektedir. Peki, Amerika’nın Papa aracılığıyla ulaşabileceği insanlar hangileridir? Papanın dünya kamuoyu üzerindeki etkisi sadece Katoliklerle sınırlı değildir. Hem Katolikler, hem de Katolik olmayanlar Papa’yı genelde bağımsız bir figür olarak görmektedir. 1 milyardan fazla Katolik Papanın sözleriyle, düşüncelerinin Amerika’nın çıkarlarına hizmet etmek üzere şekillendirildiğinin farkında bile olmadan, belirli inanç ve tercihleri benimsemesi sağlanabilir. Ayrıca, Papa, geriye kalan milyarlarca insan tarafından, her ne kadar onlar için ahlaki bir otorite olmasa da, büyük bir dini temsil eden ve Amerikan olmayan bir ses olarak itibar görmektedir.
Papa’nın bağımsız bir figür olduğu yönünde yaygın bir algı olsa d, Vatikan’ın Amerikan etkisi altında olması imkansız değildir. Siyasal realizm, dünyadaki en güçlü devletin daha zayıf devletleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye mecbur bırakmayı hedeflediğini söylemektedir. Emperyalist çıkarların kitlelere karşı güç kullanma ve teşvik edici unsurlar sunma yoluyla sağlandığı eski sömürgecilik anlayışından farklı olarak günümüzün yeni sömürgeci uygulamaları, daha çok devlet liderlerinin atanmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, 1929’dan beri bağımsız olan bir şehir devletinin lideri olan Papa, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği düşünülen, Afrika, Asya ve Orta Doğu’daki belirli küçük devletlerin siyasi liderlerinden farklı değildir. Unutulmamalıdır ki, Aziz Petrus Bazilikasında yürüyen en son emperyalist askeri birlik, Haziran 1944’de, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika liderliğindeki Müttefik Devletler adına hareket eden İngiliz birlikleridir.
Papa Francis’in en etkili olduğu yer Latin Amerika’dır ve bu coğrafyadaki insanları etkileme becerisi Washington’ın işine gelmektedir. Çin, İran ve Rusya, ABD hegemonyasına meydan okuyan başlıca güçler olarak düşünülmekle birlikte, ABD’nin günümüzdeki hakim devlet olarak ortaya çıkmasının sebebinin öncelikle kendi bölgesinde hakimiyet kurması olduğu yönünde akademisyenler arasında bir görüş birliği vardır. Yani, Amerika’nın Amerika kıtasındaki mevcut hakimiyetinin statükosunun sürdürülmesi ki bu tür bir hakimiyet hiçbir devlet tarafından dünyanın hiçbir bölgesinde kurulamamıştır, 20. yüzyılın başından beri ABD’nin adım adım başardığı olduğu şeyin temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Latin Amerika’daki kamuoyu üzerinde çok büyük etkisi olan Arjantinli Papa’yı kullanabilmenin neden önemli olduğu anlaşılabilir. Belki bu durum, kamuoyunu etkileme görevini etkin bir şekilde gerçekleştirememiş olması muhtemel Alman Papa XVI. Benedikt’in beklenmedik bir şekilde görevinden ayrılmasının ardındaki sırrı da açıklayabilir.
VATİKAN D.C.
Papa Francis’nın ABD’yi ziyaret etmesinin ardın yatan fikir, Papa’nın Amerika’da kamuoyu yaratmasını hedeflediğinden oldukça iddialıdır. Çıktığı Doğu yakası turu boyunca dikkatlerin Papa’nın iplerini tutanlara yönelmesini engellemek için çaba sarf edilmiştir. New Jersey Valisi Chris Christie, Senatör Marco Rubio ve Milletvekili Paul Gosar gibi Katolik Cumhuriyetçiler’in Papa’yla olan siyasi fikir ayrılıklarını, Papa’nın görüşlerinin ille de Amerikan yanlısı olmadığı algısı yaratmak isteniyormuşçasına basın önünde dile getirmeleri sağlanmıştır. Benzer şekilde, sanki Papa ABD’nin başkentine gelerek düşüncelerini açıkça ortaya koymuş gibi, New York Times’da “Papa Francis’in Amerika’ya Meydan Okuması” başlıklı bir başyazı yayımlanmıştır. Bu gibi girişimler, Amerikan halkını Papa’nın Amerika’nın kuklası olduğu fikrinden uzaklaştırmayı amaçlamıştır. İnandırıcı ve etkili olmak için Papa, devlet eliyle desteklendiği şüphelerine yer vermeden, saygın ve değerli bir olarak tanıtılmıştır.
Washington’ın Papa’nın ziyaretini sayesinde elde ettikleri, Amerikan kamuoyunun Papa’nın Kongre’de yaptığı konuşmada üzerinde durduğu konularla aynı fikirde olmasını gerektirmemiştir. Bu bağlamda elde edilenler, Papa’nın dedikleriyle inandırıcı bir söylem yaratma becerisinde saklıdır. Bilgi, halkın benimsediği veya benimsediğini düşündüğü görüşler ne olursa olsun, söylem önceden tasarlanmış bir dizi seçenek içerisinde kalacak ve öngörülen dengeyi yaratacak şekilde kontrol edildiği müddetçe insanlar A veya B görüşünü veya A ve B arasındaki herhangi bir görüşü benimsemekte özgürdür. Papa’nın söylem şekillendirilmesine dair önceden tasarlanmış bir planın parçası olduğu tezi, ABD Başkanı Barack Obama’nın danışmanı Jim Wallis’in de aralarında bulunduğu 36 dini liderin, Papa’nın Kongre’deki konuşmasının iklim değişikliği konusuna ivme kazandıracak bir mesaj vereceğini nereden bildiğinin ve New York Times’ın konuşmanın ertesi günü çıkacak olan sayısında tüm bir sayfayı Papa’nın verdiği mesajı desteklemek için nasıl ayırdığının mantıklı açıklamalarından biridir. Reklamın yapıldığı gazete Papa’nın konuşmasının ertesi günü yayınlanmış olabilir; ancak, reklam yerleştirme çalışmalarının konuşmadan önce başlamış olduğu görülmektedir. Wallis, kamu yararına çevrenin korunması ile ilgili olarak yapılan “küresel tartışmanın” değiştiğini Papa Francis aracılığıyla söylemiş olabilir; ancak Wallis’in konuşmayla ilgili Papa’dan daha fazla bilgiye sahip olması muhtemeldir.
Bağımsız bir Papa Kongre’ye gitmeyebilirdi. Amerika’ya bağlı olmayan X. Pius, I. Dünya Savaşı’ndan önce, 1910 yılında dönemin Başkan Yardımcısı Charles W. Fairbanks ve daha sonra dönemin Başkanı Theodore Roosevelt gibi Amerikalı siyasetçilerle görüşmeyi reddetmiştir. Günümüzde Papaların, büyük siyasi güçlerin emrinde olduklarından, kendilerine verilen siyasi görevler vardır.
Peki Eylül’de gerçekleştirilen bu ziyarete ilişkin hangi ipuçları “Papa gösterisinin” bir Amerikan ürünü olduğunu işaret etmektedir? Bu ipuçları, Papa’nın sözlerindeki belirgin Amerikan deyimlerinde saklıdır. Papa’nın bir topluluk karşısında İngilizce konuşmayı tercih etmesi hafife alınacak bir durum değildir.  Papa’nın Amerika ziyaretinde İngilizce konuşmayı tercih etmesi, her ne kadar Amerikan basınında bunun Papa’nın tercihi olduğu vurgulanmaya çalışılsa da, Papa’dan beklenmesi doğal olan manevi rehberlikten ziyade Amerikan kamuoyunu etkileme görevini üstlendiğine işaret etmektedir.
Papa’nın Amerika’ya hizmet ettiğinin en önemli işareti, Amerikan Federal Hükümeti’nin Kızılderililere geçmişte nasıl davranıldığı hakkında yaptığı yorumdadır. Papa’nın rengi, ABD’nin soykırım söylemini nasıl kontrol ettiğinin farkında olanlar için, Kızılderililerin maruz kaldığı zulümler ve soylarının neredeyse tüketilmesi konusunda kullandığı sözlerle ortaya çıkmıştır: “İlk temaslar genelde sert ve şiddetli olsa da,  geçmişi bugünün ölçütleriyle yargılamak güçtür.”
Papa’nın Soykırımı
Bu sözler, Papa’nın I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kayıplarıyla ilgili yaptığı açıklamalarla karşılaştırıldığında, Türklere yönelik utanç verici önyargısı ortaya çıkmaktadır. Papa Francis, Ermenilerin mağduriyetinin “20. Yüzyılın ilk soykırımı” olarak nitelendirildiğini ileri sürmeden önce şu sözleri söylemiştir: “Bir kötülüğün üstünü kapatmak ya da kötülüğü inkar etmek, bir yaranın üzerini sarmayarak kanamasına izin veremeye benzer”. Bu benzetme sadece bir çifte standarda değil, aynı zamanda, Papa’nın Amerikan’ın söylemler mühendisliğindeki rolüne işaret etmektedir. Bağımsız bir Papa, 19. yüzyılda Anadolu’daki Amerikalı misyonerlerin gücü nasıl Ermeni Apostolik Kilisesinin geleneksel liderlerinin elinden alıp Ermeni papazları üzerinde Amerikan kontrolünü sağlayan bir eğitim sistemine aktardıklarını, böylece nasıl Ermeni Hristiyanlığını Amerikan Hristiyanlığına dönüştürdüklerini sorgulayabilirdi. Nitekim, Apostolik örgütlenmesi ortadan kaldırılmış ve Ermeni Kilisesinin başına, dış güçlerle işbirliği yapmaya hevesli olan ve kendi halkını Osmanlı İmparatorluğu’nda barış içinde yaşayan bir azınlıktan Osmanlı’ya karşı öfkeli siyasi gruplara dönüştürme amacı güden Amerikan ve İngiliz politikalarını gözü kapalı bir şekilde benimseyen yeni liderler getirilmiştir.
Papa, bağımsız hareket etmemektedir ve bu kadar nüfuz sahibi bir dini kurumun başında olması, Osmanlı’da Ermeni dini liderlerine yapılana benzer, güçlü bir Amerikan manevrasının sonucudur. Kitleleri harekete geçirme gücü olan kurumlar imparatorlukların değer verdiği bir araçtır. Amerika’nın bu tip kurumlara değer vermesinin sebebi,  görünürde güvenilir olan, fakat gerçekte dış güçlerin çıkarlarıyla uyumlu hareket eden liderleri kontrol etmek ve görevde tutmak kaydıyla, sadık grupları harekete geçirebilmesidir. Bu bağlamda Papa Francis, Amerikan çıkarlarına hizmet eden göstermelik papalar dizisinin sonuncusudur.
Konuşan Papa, ipleri elinde tutansa Amerika’dır.
*Tal Buenos, Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi doktora adayıdır.

Atatürk'ün akıllı projeleri

Bugün ( 21 Kasım 2015) Caddebostan Kültür Merkezi 'nde "Atatürk'ün Akıllı Projeleri" konusunda bir söyleşi yapan araştırmacı yazar Sinan Meydan, Atatürk'ün mücadelesinin öncelikle üç ana eksene dayandığını vurguladı ve bunları şöyle sıraladı:
- bağımsızlık,
- ulusal egemenlik,
- uygarlaşma , çağdaşlaşma.
Atatürk'ün en önemli projesinin "insanlık ve barış" projesi olduğunu belirten konuşmacı, Atatürk'ün tüm mazlum milletlerin bir araya gelerek barış kuşağı oluşturmalarını önerdiğini, bu gerçekleştiğinde dünyada barışın da kurulacağını söylediğini ifadeyle, Atatürk'ün "kalabalığın sesi" olmamayı şiar edindiğini, mücadelesinin "hak" odaklı olduğunu belirtti ve bu konuda aşağıda aktardığım olayı dinleyicilerine anımsattı:
"1920 Nisan ayındayız. Ankara'da TBMM yeni açılmış,
bazı milletvekilleri Ankara'nın yoksulluğunu görünce, memleketlerine dönmeye karar verirler. Mustafa Kemal, kürsüye çıkarak, morali bozulan milletvekillerine şöyle seslenir:
-“İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim. Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.”
Sinan Meydan konuşmasını bitirdiğinde, tesadüfen yanımda oturan salondaki başı örtülü tek hanım dinleyici ayağa kalkarak alkışlara katıldı.

Kamran İnan'ın ardından (27 Kasım 2015)

Dışişleri Bakanlığı'nda 1964 Şubat ayında göreve başladım. Altı aylık bir staj döneminden sonra çok taraflı ekonomik ilişkiler dairesine ikinci katip olarak atandım. Genel Müdürümüz Nazif Çuhruk (R), Genel Müdür Yardımcıları Necdet Tezel (R) ve Nurettin Karaköylü idi. Ekonomik İşlerle görevli dairelerin tümü, Genel Sekreter Ekonomik İşler Yardımcısı Kamuran Gürün(R)'e bağlıydı.Benim sorumlu olduğum konular BM Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Dünya Gıda Programı (WFP) ve gıda ve tarımla ilgili diğer çok taraflı anlaşmalar idi. FAO ve WFP' ın yönetim merkezleri Roma'da olduğundan yaklaşık altı ayda bir Roma'ya gidiyor, toplantılara çoğunlukla Roma Büyükelçiliğinde Başkatip olarak görevli olan Kamran İnan'la birlikte katılıyorduk. Benim, bir yandan çok taraflı diplomasi ile diğer yandan Kamran İnan'la tanışmam böyle oldu. Toplantılar dışında beni evinde ağırlar ve hafta sonuna denk gelen toplantılar olduğunda, Roma civarındaki bazı tarım yerleşimlerine birlikte giderdik. Roma'dan sonra, bir araya gelmedik; ancak politikaya atıldıktan sonra Ankara'da kendisiyle zaman zaman buluşmalarımız oldu. Fransızca ve İngilizce başta olmak üzere yabancı dillere hakim, uluslararası medyayı gayet yakından izleyen, müzakere tekniklerini iyi bilen, diplomatik ön hazırlıkları ayrıntılarıyla yapan, dik duruş sergileyerek muhataplarına görüşlerini kabul ettiren, en azından saygı uyandıran başarılı bir diplomat ve seçkin bir Devlet adamı idi. Sevmeyenleri olmuştur ama, attığı adımlarda Devlet menfaatlerini ön planda tutmuştur. Televizyon mülakatlarında, yazdığı kitaplar ve makalelerde,  Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerini savunmuştur.

Bu kısa bilgi notunu, internet ortamında Naci Akın imzasıyla yer alan 26 Kasım 2015 tarihli tanıtım yazısının son paragrafı ile sonlandırmak istiyorum.

"... Kürt kimliğine rağmen hakiki bir Türk milliyetçisiydi. Türkiye Cumhuriyetine başkaldıranları hain olarak görüyor ve Türkiye'nin haini en çok olan bir ülke olduğunu söylüyordu. Seyit'ti ama bu vasfını asla kullanmıyor, siyasete malzeme yapmıyordu. Cumhuriyetin değerlerine sonuna kadar bağlıydı ve Türkiye'nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması için çabalıyordu.
Hakiki Türk milliyetçisi olmak için illa ki, Türkçü ya da Türk soylu olmak gerekmiyor. Türkiye Cumhuriyetine ve onun değerlerine sadakatle bağlı olmak ve ülkenin birlik ve beraberliği için çalışmak yetiyor. Bu aynı zamanda milletin birliğine, ortak değerlerine ve hassasiyetlerine yönelebilecek saldırılara ve tehditlere milli reflekslerle tepki göstermeyi de gerektirir. Türk milliyetçisi olarak bilinenlerden hangisi Fransa'nın Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesi üzerine taşıdığı "Légion d' Honneur" nişanını iade etmiştir? Kamran İnan bunu yapmıştır.
Allah mekanını cennet eylesin. ."

Friday, November 13, 2015

Iran and the Middle East

MEF Research and Writing



Monday, November 9, 2015

Atatürk 10 Kasım 2015

Atatürk’ün ebediyete intikalinin 77nci yıldönümünde
Atatürk’ün hedefi neydi? Tek bir Türk milleti oluşturmak. (10 Kasım 2015)

Onsekizinci yüzyılın birinci yarısından itibaren yapılan reformlardan ve Birinci Dünya Savaşı sonundaki yenilgiden ve Anadolu’nun büyük kısmının işgal edilmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsuru olan Türk milletinin önünde Kurtuluş Savaşı ve devrimlerle gerçekleştirilmek istenen tek bir amaç vardı. Mustafa Kemal Atatürk bu amacı şöyle tanımlamıştı:
“ Milli, bağımsız ve bilimsel düşüncenin yöneteceği bir toplum kurmak.”

Atatürk Devrimleri ve uygulamaları bu hedefi gerçekleştirmek içindir. Bunun için bir millet yaratmak zorunluydu. Başka bir deyimle, Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli milletler arasında var olan Türklerde millet bilincinin yaratılması gerekiyordu.
Ümmetçilik ve cemaatçilik Osmanlı İmparatorluğunun ayakta kalmasını sağlayan temel direklerdi. Ancak, milli bir Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ve yaşaması için ümmetçilikten vazgeçilmesi gerekiyordu.
Atatürk’ün tarih görüşü milliyetçi fakat ümmetçi olmayan bir tarih görüşüdür.
Milliyetçilik bütün devrimlerin esas amacı olarak kabul edilebilir. Millet kavramı , sosyolojik açıdan, bugün dünyada yaşayan toplumların aşamadığı bir sosyal gerçektir. Bağımsızlık da, bu açıdan tam milliyetçiliğin elde edilmesi için vazgeçilmez koşuldur.
Laiklik de yine bu milli toplumun gerçekleşmesini sağlayacak bir araç olarak kabul edilebilir. Dinin etkilemediği bir toplum ve eğitim düzeni yani laiklik, Ortaçağın rasyonellikten uzak egemenliğinden kurtulmak için gerekliydi. Bu nedenle laiklik, milliyetçilik ilkesini tamamlayıcıdır.
Milliyetçilik ve laiklik Aatatürk devrimlerini anlamanın ve değerlendirmenin ana unsurlarıdır.
Gerçekleştirilen bütün devrimler aynı amaca yönelmiştir: Millet'i gerçekleştirmek.
Tarihi perspektif içinde yerli yerine koyduğunuzda, Atatürk Devrimlerinin, Osmanlı İmparatorluğunu yok eden iç ve dış sorunlara ve çelişkilere çözüm getirmek üzere planlanmış ve uygulanmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
İmparatorluğu çöküntüye sürükleyen en önemli mekanizmalardan biri, 19ncu yüzyıldan beri emperyal Avrupa devletleri tarafından ustalıkla kullanılan milliyetçilikti. O halde Anadolu’da kurulacak olan yeni politik düzen cemaatlerden meydana gelen bir aglomera değil, fakat tek bir milletin örgütlenmesi olacaktı. Osmanlı İmparatorluğunu çöküntüye sürükleyen diğer bir güçlü faktör , düşüncenin Orta Çağ baskısından kurtulamamasıydı. Öyleyse, laiklik ve ona uygun eğitim gerekiyordu.
Osmanlı Devleti Hanedan ve Hilafet’e dayanıyordu. Öyleyse, yeni Devletin şekli Cumhuriyet olacaktı. Osmanlı ekonomisi milli olmayan dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin elindeydi. Osmanlı Maliyesini “duyunu umumiye” idaresi yönetiyordu. Öyleyse, milli bir ekonomi düzeni kurulmalıydı.
Osmanlı yönetim modeli Saray’ın ve kapıkullarının egemen olduğu ve son yüzyıllarda buna eyalet beylerinin ve büyük toprak sahiplerinin ortak olduğu bir oligarşiydi. Öyleyse, halkçılık ilkesi hayata geçirilmeliydi. Halkın konuştuğu dil kültür dili değildi. Öyleyse, Türkçenin egemenliği sağlanmalıydı. Kadın toplum yaşamının dışında bırakılmıştı. Öyleyse, kadına en ileri medeni haklar verilmeliydi.
Atatürk’ün , bütün bu devrimlere hiç bir zaman bitmiş olarak bakmadığını ve hepsine ulaşılacak hedefler olarak baktığını da kendi sözlerinden biliyoruz.
Milli sınırlar içinde gerçekleşecek bir sosyo – ekonomik değişim için minimum taban ortak bir milli bilinçtir. Biz, önce bir millet olma bilincine varmak zorundaydık.
İslami düşünce açısından bakıldığında, Atatürk devrimleri olumsuz yorumlanabilir. Zira, devrimlerin iki temel unsuru milliyetçilik ve laiklik, ümmet ve şeriat ile bağdaşmaz.
(Yukarıdaki metin, Doğan Kuban’ın, Türk Tarih Kurumu tarafından 1970 yılında Dördüncüsü düzenlenmiş olan Atatürk Konferansı’nda, “Atatürkçülük Üzerinde Yorumlar ve Çağdaş Uygarlığa Katılma Sorunu” konusunda yaptığı sunumdan derlenmiş bir kısaltmadır.)