Monday, April 30, 2018

A New U.S. Foreign Policy Narrative

Sunday, April 22, 2018

Tarih Bölümü öğrencisi Ayşe Kandemir'le "Büyük Yalan" kitabı hkkında röportaj


Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü dördüncü sınıf öğrencisi AYŞE KANDEMİR ile sohbet Oğuz ÇETİNOĞLU ocetinoglu1@gmail.com 21 Nisan 2018, 00:01 159 kez okundu.

Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü dördüncü sınıf öğrencisi AYŞE KANDEMİR’in, ERMENİ MESELESİ HAKKINDAKİ DİKKAT ÇEKİCİ YORUMLARI…

 

Oğuz Çetinoğlu: Asıl mesleği dış ticâret olan Şükrü Server Aya’nın, Ermeni yalanlarının çirkin iç yüzünü deliller ve bütün dünyaya meydan okurcasına mantıkla sorularla ortaya koyduğu BÜYÜK YALAN isimli kitabı hakkında inceleme yazısı yazdınız ve Târih Kritik Dergisi’nde yayımladınız.  Ermeni meselesine ilginizin nasıl doğup geliştiğini anlatır mısınız?

Ayşe Kandemir: Bendeniz, asıl ilgi alanı Osmanlı sosyal târihi olan bir târih öğrencisiyim. Öncelikle her ne kadar sosyal târih desek de siyâsî ve soysal olayları bütünüyle birbirinden ayıramayacağımızı belirtmeliyim ki biri olmadan diğerinin olamayacağı aşikârdır. Ermeniler çok milletli bir İslam devleti olan Osmanlı’nın hem siyâsî hem de sosyal hayatında var olmuş, hatta yüksek kademelere kadar çıkabilmiş bir millettir. Yüzlerce yıl süren ortak hayatın savaş döneminde sona ermesini, bağımsızlık düşüncesinin yayılması gibi sebeplerle açıklayabiliyoruz. Fakat ardından yaşandığı iddia ettikleri olayları -sözde Ermeni soykırımını- anlamak ve açıklamak ise oldukça güç.  Bu noktada aklımda birçok soru işâreti ile baş başa kaldığımı itiraf etmeliyim. Bir dönem ‘Tebaa-i Sâdıka’ olarak anılan Ermenilerin tamamı, isyancı kabul edilerek ortadan kaldırılmak mı istenmişti! Oysa ki Enver Paşa, isyancı Ermenilerin idamından vazgeçmiş ve Ermenilerin savaş dışındaki bölgelere nakil ve iskân edilmesini emretmişti. Bunun üzerine bir etnik temizliğe girişilmiş olması oldukça çelişkili duruyordu. En önemlisi, bu iddialara referans gösterilecek deliller ve kaynaklar neredeydi? Sorular arttıkça konuya merakım da arttı ve okumaya başladım. Çalışma alanlarımız ne olursa olsun, millî meselelerimize kayıtsız kalmamamız gerektiğini düşünüyorum.

Çetinoğlu: Şükrü Server Aya’nın kitabının varlığından nasıl haberdar oldunuz?

Kandemir: Büyük Yalan kitabıyla tanışmam, Saygıdeğer Hocam Hasip Saygılı’nın yönlendirmesi üzerine oldu. Bahsettiğim sorularıma cevap bulmam konusunda bu kitabın çok faydasını gördüm. Burada belirtmeliyim ki benim yapmış olduğum, bahsi geçen konuyu araştırarak kitabı okumak ve yalnızca bir inceleme yazısı yazmak oldu. Asıl başarı şüphesiz ki Sayın Şükrü Server Aya’ya aittir. Sorunuz vesilesiyle Şükrü Server Aya Beyefendi’ye ve değerli hocam Hasip Saygılı’ya teşekkürlerimi sunuyorum.

Çetinoğlu: ‘Târih şuuru’ kavramını kullanıyorsunuz. Sizce târih şuuru nedir?

Kandemir: Târih, geçmişe dayanan bir ilim olsa da asıl maksadı geleceğe hizmet etmektir. Yalanlarla dolu düzmece bir târih, sâdece geçmişimiz değil, bugün ve yarın için de oldukça tehlikelidir. Benim için târih şuuru, bunun bilincinde olmak, târihimize sâhip çıkmak ve gerçeklerden şaşmamak demektir. Zaten Ermeniler ‘soykırım’ propagandası yaparken Türkler geçmişte bu meseleye gerekli önemi vermediğinden, bugün kamuoyunda problem yaşamıyor muyuz? Bugün, târihi yalnızca siyâsetçilere ve senaristlere bırakmamamız ve gerçeklerin peşinden gitmemiz gerektiğine inanıyorum.

 

Çetinoğlu: Bu girişten sonra, makalenize ve Sayın Aya’nın kitabı hakkında yazdıklarınızı konuşalım. Hakkında makale yazdığınız kitabın alaka çeken yönleri nelerdir?

Kandemir: Şükrü Server Aya, kendisini -1985’ten bu yana- Ermeni soykırımı iddiaları üzerinde çalışmaya adamış değerli bir araştırmacıdır. Bu alana nasıl yöneldiğini anlatırken hayatı boyunca çok sayıda Ermeni arkadaşının olduğunu ve yaptığı çalışmaların hiçbir milleti, inancı veya kuruluşu hedef almadığını ehemmiyetle belirtmektedir. O’nun asıl gayesi; saptırılmış belgelere dayanan Ermeni soykırımı iddiasını aydınlatmak ve tüm gerçekleriyle halka sunmaktır.

 

Çetinoğlu: İddiasını kabul ettirme hususunda başarılı mı?

 

Kandemir: Son derece başarılı olduğu kanaatindeyim. Ermeni soykırım yalanını resmî belgeler ışığında incelediği ‘Büyük Yalan” adlı eseri, Şükrü Server Aya’nın diğer kitaplarının devamı niteliğindedir ve yalnızca Türkçe değil, Almanca, Fransızca ve İngilizce dillerde de yayınlanmakta olan bir araştırmadır. Şükrü Server Aya, ‘Büyük Yalan’ adlı eserini ‘rivayetlerle Yaşatılan Ermeni Soykırım İddialarını İnkârı Mümkün Olmayan Resmî Belgelerle, Yasalara Dayalı Bir İnceleme’ olarak tanıtır. Eser bir miktar incelendiğinde dahi bu isimlendirmenin ne kadar yerinde olduğunu görmek mümkündür. Çünkü kitabın en belirgin özelliği, Ermeni soykırımı iddialarının reddedilmesi ve bu konunun belgelere dayalı olarak ele alınmış olmasıdır. Okuyucuların internet üzerinden ulaşılabilecekleri belge, araştırma ve tezlerin erişim adreslerine kitapta yer verilmiş ve böylece eserde çeşitlilik ve fotoğraflarla da ön plana çıkmıştır.

 

 Çetinoğlu: Kitabın kapak resmini yorumlar mısınız?

Kandemir: Son derece etkileyici, esprili ve düşündürücü... Kitabın içeriğini, karikatür anlayışı ile yansıtıyor.  Kapak resminin tesadüfen seçilmemiş olduğu muhakkaktır. Resimde görülen uzun bir insan burnunun ucundaki havuç, ona ulaşmaya çalışan insanların uçurumdan aşağıya düşmesine sebep olmaktadır. Yâni bir yalancının elinde gösterdiği hedef, insanları yanıltmaktan ve onlara zarar vermekten başka bir şeye sebebiyet vermemektedir. Gösterilen hedef Ermeni soykırımı yalanıdır ve bu insanlar da Ermenilerden başkası değildir. Çünkü araştırmacımızın da görüşüne göre; sözde soykırım iddiaları, Ermeni milletinin bizzat kendisine de zarar vermektedir.

 

Çetinoğlu: Osmanlı yönetiminin ‘Sâdık millet’ dediği Ermenilerin, ‘hâin millet’ hâline dönüşmesinin de yalan ile sağlandığını mutlaka biliyorsunuzdur

Kandemir: Evet! Rus Çarlığının en büyük hedefi, sıcak denizlere açılmaktı. Bu hedefe Karadeniz ve Adalar Denizi üzerinden ulaşamayacaklarını anlayınca, Osmanlı topraklarında yaşayanlarla dünyanın dört bir tarafındaki Ermenilere bağımsız bir Ermenistan devleti vaadinde bulundular. Bu yalana kanan Ermeniler, bulundukları yerlerdeki huzurlu ve güvenli hayatı terk ederek, günümüzde ‘Ermenistan’ olarak anılan topraklara geldiler. Çarlık yönetimi devrilip Lenin yönetiminde Komünist Rusya kurulunca, bir müddet de ‘Halklara hürriyet / milletlere bağımsızlık’ yalanı ile avutuldular. Ve sonunda Komünizmin demir pençesi altında perişan oldular. Türkiye Cumhuriyeti ile de dostluk ilişkilerini kuramadılar.

 

Çetinoğlu: Teşekkür ederim. Sayın Aya’nın kitabına dönüp ileri sürdüğü hakîkatlere baktığımızda dikkatinizi çeken birkaç hususu özetler misiniz?

Kandemir: Şükrü Server Aya, kitabının birinci bölümünde sunduğu deliller ve alıntılar ile Ermenilerin para aşkını ve ABD Hükümetinin yardım bağışları ile milyonlarla oynadığını inandırıcı bir şekilde ortaya koyuyor.  Yardım ve bağışları alabilmek için düzenlenen kampanyalarda, birçok propaganda afişi ve posterleri kullanılmış ve yazarımız bunların çoğuna eserinde yer vermiştir. Haç üstünde Hilal posterinde; Müslüman’ın palasından damlayan kan, Hıristiyan insanlık haçını kirletmektedir. Aya, ABD nüfusunun beşte birinin bu yardımlara katıldığını ve bu yardımlar ile Ermenilere silah ve cephâne temin edildiğini vurgulamaktadır. Propagandalar yalnızca yardım kampanyaları afişleri ile sınırlı kalmamış, çarpıtmaları yaymak adına resmî ABD Devlet Posterlerinde, Türk milletinin tamamı katil sıfatıyla itibardan düşürülmeye çalışılmıştır. Bu resimlerden birinde Mustafa Kemal Atatürk, ayağının dibinde, Ermeni olduğu ve Türkler tarafından öldürüldüğü iddia edilen bir kız çocuk cesedi ile poz vermiş olarak gösterilmiştir. Oysa fotoğrafın aslında, ayak dibinde duranlar Latife Hanım’a gönderilecek olan kedi ve köpek yavrularıdır. Büyük Yalan eserinin on ikinci bölümünde karşılaştığımız bu çarpıcı fotoğraf, saptırmaların en belirgin örneklerinden birini teşkil etmektedir. Öyleyse gerçeklerin saptırılmasının altında bir takım büyük menfaatler aramak yerinde olacaktır. Büyük Yalan isimli eserde sözü edilen büyük menfaatlerden en önemlisinin para aşkı olduğu anlaşılıyor. Araştırmacımız, Ermeni soykırımı iddialarının arkasında planlı bir örgütlenme yattığını, kilise ve ruhban sınıfının silah ticareti yaparak bu örgütlenmenin başlıca destekçisi olduklarını belirtir. Ona göre silah ticareti papazlar için çok kârlı bir vatanseverliktir ve papazların, silahları kilisede saklayarak oradan dağıtmaları mümkündür. Aya’nın bu iddiasını destekler nitelikte ortaya koyduğu delillerde; Ermeni halka daha az yemek yiyerek silah almalarını vaaz eden din adamlarının varlığı ve gerek Fransızların, gerekse İngiltere ve ABD’nin Ermenilere yardım ettiği ortaya konmaktadır. Eserin sonraki bölümlerinde ise örgütlenmenin Ermeni okullarında da var olduğu ele alınır. Hiçbir eğitim kurumunda sevgi yerine nefretin öğretilmemesi gerektiğini şiddetle savunan Aya, Ermeni okullarındaki kasıtlı eğitim sistemini tenkit eder. Kitabında sunduğu delillere göre; Ermeni okullarının ders programlarında, soykırımın intikamı ve nefreti çocuklara öğretilmekte, Türk nefreti aşılanmakta ve ‘Aptal Türk’ başlıklı bir şiir sıklıkla okutulmaktaydı. Bu şekilde soykırım iddialarını gelecek kuşaklara aktarmaları mümkün olur iken henüz iddialar ispatlanabilmiş değildi. Dünya ‘barbar Türkler’ sözü ile korkutulmaktaydı fakat delil göstermeleri söz konusu bile olmamıştı. Bu husus, Şükrü Server Aya’nın kitabının ikinci bölümünde ‘1.500.000 Ermeni’nin katline ait delil var mı?’ sorusu üzerinden şu şekilde ele alınmıştır: ‘Bu güne kadar, Türklerin Ermeni’yi katlettiklerine dair milletlerarası komiteler veya tarafsız göz şâhitlerine ait otantik hiçbir belge görebilmiş değiliz. Türklerin bilmem ne kadar sayıda Ermeni’yi keyif için öldürdüklerine dair (…yer-…târih) veya cesetlerin nereye gömüldüğüne ait bir belge veya ‘güvenilir tarafsız göz şahidi’ ifâdesine rastlanmamıştır. Bu konuda Ermeni arşivlerinde belgeler varsa, bunlar masaya konmalıdır.’ Şükrü Server Aya’nın; ‘ne çiğnenebilir ne yutulabilir’ özelliklere sâhip demir leblebi gibi sorularına Ermeniler, sâdece: ‘İspat etmeye ne gerek var. Türkler 1.500.000 Ermeni’yi kesti. Bütün dünya bunu kabul ediyor…’ diyorlar. Oysa ki soykırım kavramının târifi yapılmıştır. 1915 olaylarının, târifi yapılan soykırım hareketiyle örtüşen hiçbir tarafı yoktur.  ‘Büyük Yalan’ isimli kitapta bu husus, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde ispat ediliyor.

 

Çetinoğlu: Sayın Aya, 1.500.000 Ermeni’nin katledildiği yalanı hakkında ne diyor? Kandemir: Şöyle bir hesap yapıyor ve mızrağın çuvala sığdırılamadığını ispat ediyor: 1.500.000 kişiyi, nakil ve iskân uygulamasının devam ettiği 150 günde öldürmek için her gün 10.000 kişiyi öldürmek gerekir. Öldürme silahı nedir? Eğer tüfek kurşunu ise 100 ton kurşun gereklidir. Bu kadar kurşun, üç cephede birden savaşan ve vatanını kurtarmak isteyen, hayatta kalma mücâdelesi veren halkının can ve mal güvenliği için en lüzumlu ihtiyaçtır. Bu kadar önemli olan malzemeyi neden ‘sâdık millet’ dediği Ermenileri öldürmek için kullansın?   Dahası var… Her gün 10.000 cesedi gömmek için kazma kürekli 6.000 ameleye ve stadyum boyutunda mezarlıklara ihtiyaç vardır. Bu şekilde herhangi bir Ermeni toplu mezarı bulunmuş mudur? Kesinlikle hayır… Bulunan mezarlar Müslümanlara aittir ve tarafsız şâhitlerin huzurunda açılmıştır. Özetle ‘Büyük Yalan’, bütün dünyaya soykırım olarak sunulan Ermeni meselesinin arkasında, büyük örgütlenmeler ve menfaatler varken henüz kamuoyuna sunulabilmiş resmî belgeler olmadığını ortaya koyan bir eserdir. İçerisinde hem yazılı hem de fotoğraflarla desteklenmiş deliller, farklı kaynaklardan alıntılar, örnek gösterilebilecek belgeler sunar ve yer verilen çeşitli gazete kupürleri ile söz konusu mevzuların dünya basınında nasıl ele alındığını gözler önüne serer.

 

Çetinoğlu: Denilebilir ki Türkiye, Ermeni iddiaları karşısında haklı olmanın rahatlığı içerisinde. Belgeler, hesaplamalar, göz şâhitlerinin ifâde ve beyanları… sahte ve tahrif edilmiş belgeler ve fotoğraflar… Her şey Türklerin lehine… Fakat göz ardı edilen bir gerçek var: Türklerin tezlerini savunmak maksadıyla yazdığı kitapların sayısı son derece azdır. Ermeniler ise her yıl binlerce kitap ve broşür yayınlayıp bütün dünyaya dağıtıyorlar. Bilindiği gibi, musluktan damlayan suyun mermeri aşındırması ve delmesi, suyun gücünden kaynaklanan bir netice değildir. Israrlı denilecek şekildeki devamlılığının tabîi sonucudur. Dünya parlamentolarında ‘Soykırım yapılmamıştır diyenleri mahkûm edecek kararlar alınırken, biz Türkler beynini Ermenilere kiraya vermiş ve hatta satmış kendi içimizdeki bizden görünen sözde aydınları, hatâlarından alıkoyacak tedbirleri almayı bile düşünmüyoruz. Hep haklı olduğumuza inanmış olmamızdan dolayı… Bilindiği gibi vahşi batı, hak kavramını haklı olana değil, güçlü olana vermekten yanadır. Hatta güçlü gibi görünmek, güçlü olmaktan daha fazla işe yarıyor. Yaygara koparmak yeterli oluyor. Çığırtkan azınlık, sessiz çoğunluktan daha fazla itibar görüyor.  Ermenilerin Ruslara yardımlarını engellemek suretiyle başka bir bölgeye nakledilmeleri sırasındaki olayları nasıl yorumluyorsunuz?

 

Kandemir: Nakil sırasında Ermenilerden ölenler olmuştur. Buradaki ölümleri, yönetimin hatâsı olarak değerlendirmek gerçekçi olmaz diye düşünüyorum. Osmanlı devleti savaş hâlindedir. Ülkede kıtlık vardır. Beslenme imkânları sıfıra yakındır. İlaç yoktur. Nakil vasıtalarının hepsi cephededir. Bu şartlar içerisinde yapılan nakillerde çok sayıda ölümlerin olması gayet tabîidir. Aynı olumsuz şartlardan Müslümanlar da etkilenmişlerdir. Müslümanlarda da çok sayıda can kaybı vardır.  Meselenin başka bir yönünü de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bilinmektedir ki Ermeniler, Osmanlı’nın aslî unsuru olan Türklere nazaran mal-mülk ve para bakımından çok iyi durumdadırlar. Onların malına parasına hatta altın dişine tamah eden Kürtler çok sayıdaki Ermeni’yi katletmişlerdir. Nakledilen kafilenin koruması için cepheden az sayıda asker çekilerek vazifelendirilebilmiştir.  Güvenlik tedbirlerinin yetersiz oluşu sebebiyle Osmanlı yönetimini suçlamak doğru değildir. Yönetim, savaş şartları içerisinde yapılabilecek her şeyi yapmıştır. Fazlasına ihtiyaç var idiyse de olumsuz şartlar ancak bu kadarına imkân vermiştir.  Bir de şu husus var: Dünyanın neresinde olursa olsun, savaş sırasında düşmanla işbirliği yapan hainlere verilecek ceza mutlaka idamdır. Osmanlının merhameti öylesine yüksektir ki, düşmanla iş birliği yapmış, hainliği ayan beyan bilinen Ermenilerin, devlet eliyle burnu bile kanatılmamıştır.   Osmanlı Devleti, kurulduğu târihten itibâren nakil ve iskân işlemlerini sıkça uygulamıştır. Bu bir devlet politikasıdır. Devlete isyan eden aşiretler, çevre ile uyum sağlamayan, huzursuzluk çıkaran aileler başka bölgelere nakil ve iskân edilmiş, kendilerine geçimlerini sağlayacak miktarda toprak verilmiştir. Bunun dışında, fethedilen bölgelerdeki insanlara, Türklük ve Müslümanlığı sevdirecek, bölgedeki yeni vatandaşların Osmanlı yönetimine ısındırılmasını sağlayacak yardımsever, çalışkan ve teşkilatçı insanlar gönderilmiş ve kendilerine arazi tahsis edilmiştir. Bu sistem Osmanlı’nın bir yönetim politikasıdır. 1915 yılında yapılan nakil ve iskân da Osmanlı’nın târih boyunca uygulayageldiği klasik bir işlemdir. ‘Soykırım’ niyeti kesinlikle söz konusu değildir. Aksi iddiada bulunanların, iddialarını ispat etmeleri de söz konusu olamaz.    Bu nakil ve iskân işleminin altında bir soykırım planının olup olmadığı tartışmaları günümüzde gerek târihçiler gerekse hukukçular tarafından hâlâ devam etmektedir. Tartışmaları netleştirmenin en sağlıklı yolu ise târihî geçmişi ve belgeleri incelemek olacaktır. O zaman târih bize gösterecektir ki Osmanlı Devleti’nin Ermenileri imha etmeye yönelik bir hükümet politikası yoktur ve Ermenilere yönelik ırkî bir nefretin izlerini bulmak da mümkün değildir. Zira Ermeniler, 1910’lardaki Balkan savaşlarına kadar Osmanlı bürokrasisinde istihdam edilmiştir. Gerek Türkler gerekse Ermeniler tarafındaki can kayıpları şüphesiz bir insanlık trajedisidir. Fakat bunun bir soykırım olduğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Çünkü soykırım yapmak için organize bir planın varlığı gerekir.  Şükrü Server Aya, geniş kapsamlı çalışmasının sonucunda, soykırım iddiasında bulunanlardan açıklama talep etmiş ve bu kişilere, hesaplamaların nasıl yapıldığı sorusunu yöneltmiştir. Fakat iddia sâhiplerinin bu yükümlülüklerini yerine getiremeyeceği anlaşılmıştır. Çünkü iddiaların varsayımlardan öteye götürülemediği, eser incelememiz sonucunda tarafımızdan düşünülmektedir. Büyük Yalan’da gözlemlediğimiz üzere; Osmanlıların Ermeni iddialarının tarafsız olarak araştırılması için gayretleri olmuşsa da bu nafile gayretler gerçekleştirilememiştir. Dolayısıyla bu tarafsız araştırmaları yapmak, araştırma gayreti içinde bulunmak, okumak ve sorgulamak bizlere vazife olarak intikal etmiştir. Şükrü Server Aya, Ermeni meselesinin iç yüzünü ortaya koymak adına değerli çalışmalar yapmış bir araştırmacıdır ve eserinin içeriği bahsettiğimiz görevi yerine getirir niteliktedir.

 

Çetinoğlu: Sizce eserin tenkit edilebilecek noksanları var mıdır?

Kandemir: Vardır. Fakat bunları ‘kusur’ olarak isimlendirmek haksızlık olur. Eserin eleştirilebilecek tek yanı şekil özellikleri olabilir. İçerisinde kaynakça ve dizin barındırması araştırmacıların işini kolaylaştırıyor olsa da eserin şekille ilgili özellikleri ve gösterilen delillerin yer yer açıklamalardan fazla olması onu, herkes tarafından kolay okunabilecek bir eser olmaktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca bir başka örneği bulunmayan bu eşsiz çalışmanın daha kolay ulaşılabilir olması adına, tekrar basımının gerçekleştirilmesi ve bütün kitapçılarda satılması gerekmektedir. Her şeye rağmen incelediğimiz bu kitabın yalnızca Türkler tarafından değil, târih bilincine sâhip olan bütün dünya vatandaşları tarafından objektif bakış açısı ile okunması ve okutulması tarafımızca tavsiye olunur. Ancak bu şekilde, ecdadımızdan bize intikal eden millî bir vazifeyi yapmış olmanın vicdanî rahatlığını hissetmek mümkündür.

 

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Ayşe Hanım. 

AYŞE KANDEMİR Aslen Yozgatlıdır. 1996 yılında İstanbul’da doğdu.  Lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Târih Bölümü dördüncü sınıf öğrencisidir. 

Kaynak: 
http://www.oncevatan.com.tr/edebiyat-fakultesi-trih-bolumu-dorduncu-sinif-ogrencisiayse-kandemir-ile-sohbet-makale,41570.html

Önce Vatan Gazetesi

 

 

Saturday, April 21, 2018

Article by Stephen M. Walt


America Can’t Be Trusted Anymore

It's hard to be powerful when nobody believes a word you say.

By Stephen M. Walt

April 20, 2018 "Information Clearing House" -  One of the most overused cliches in contemporary U.S. diplomacy is Ronald Reagan’s invocation of a Russian proverb: “Trust but Verify.” Originally used in the context of the Cold War, it conveyed that Washington should be willing to reach agreements with its adversaries but only if it could be sure the other side would live up to its commitments. It was a nice way to indicate both flexibility and toughness, which is of course why people refer to it whenever the United States is contemplating new negotiations with one of its adversaries.

Implicit in Reagan’s dictum is the idea that Americans are honest, plain-speaking truth-tellers who can be counted upon to keep their word and fulfill their promises. America’s opponents, by contrast, are a slippery bunch of deceptive charlatans who will exploit any loophole and seize any opportunity to hoodwink the country. Accordingly, U.S. negotiators must insist on all sorts of intrusive measures — such as the extraordinarily stringent inspection regime incorporated into the Joint Comprehensive Plan of Action (JCPOA) with Iran — to make sure they can verify what others are really up to. Reagan’s proverb notwithstanding, the importance the United States attaches to verification is really a reminder that there is damn little trust involved.

 

Lately, however, I’ve been wondering whether this wariness has things backward. Is the real problem that Washington can’t trust others, or rather that other states can’t trust it? Even before Deceitful Donald showed up, the United States had amassed a pretty good record of reneging on promises and commitments. At a minimum, Washington cannot claim any particular virtue or trustworthiness in its dealings with others. In the unipolar era, in fact, the United States repeatedly did things it had promised not to do.

To be sure, this is how one expects great powers to behave, especially when important matters are at stake. The Athenians famously told the Melians that “the strong do what they can and the weak suffer what they must,” and that logic did not escape U.S. leaders throughout the country’s history. Think about all the treaties U.S. officials signed with various Native American tribes and subsequently broke, modified, or reneged upon as the nation expanded steadily across North America. Or consider the Nixon shocks of 1971, when the United States unilaterally ended convertibility of the dollar into gold, in effect dismantling the Bretton Woods economic order it had helped create. President Richard Nixon also slapped a 10 percent surcharge on imports to make sure the U.S. economy didn’t suffer as the dollar rose in value.

Or consider some more recent events. As more and more documents come to light, it has become clear that U.S. officials convinced their Soviet counterparts to permit German reunification by promising that NATO would not expand further. Secretary of State James Baker told Mikhail Gorbachev that NATO would not go “1 inch eastward” and Gorbachev received similar assurances from a host of other Western officials as well. President Bill Clinton’s administration blithely ignored these assurances, however, in its overzealous rush to create what it thought would be a “zone of peace” well to the east. As a number of observers warned at the time, this decision poisoned relations with Moscow and was the first step leading back to the level of confrontation we are dealing with today. That blunder was compounded by the George W. Bush administration’s decision to abandon the Anti-Ballistic Missile Treaty in 2002. While technically not a breach of trust (i.e., the treaty permitted either party to leave if it wished, provided it gave adequate notice), it was still a clear signal that the United States didn’t care about preserving good relations with Moscow and was not going to take Russian sensitivities into account.

Similarly, America’s handling of the 1994 Agreed Framework with North Korea does not inspire confidence in its trustworthiness either. There is no question that North Korea violated the agreement by secretly working on an alternative enrichment path, but the United States never lived up to its commitments either. In particular, it failed to lift economic sanctions as promised, and the light-water power reactors it had pledged to provide were delayed for years and ultimately never arrived. As Stephen Bosworth, the veteran U.S. diplomat who headed the multinational effort to implement the agreement, later put it, “The Agreed Framework was a political orphan within two weeks after its signature.”

And then there’s the checkered history of U.S. policy toward Libya. Building on a successful multilateral sanctions program, the Bush administration successfully convinced Libyan leader Muammar al-Qaddafi to let American inspectors enter the country, dismantle his entire weapons of mass destruction program, and cart it away. To get the agreement, however, Bush promised Qaddafi that the United States would not attempt to overthrow his regime. It was a clear quid pro quo: Qaddafi gave up his weapons programs, and the United States promised not to do to him what it did to Saddam Hussein. But then a few years later, President Barack Obama’s administration ignored that earlier pledge and collaborated in Qaddafi’s overthrow.

But wait, there’s more! The multinational operation against Qaddafi was authorized by U.N. Security Council Resolution 1973, and Russia agreed to abstain on the resolution because its stated purpose was preventing Qaddafi from attacking civilians in Benghazi, not toppling the regime. However, as Stephen R. Weissman has shown in an important article, regime change was on U.S. officials’ minds from the get-go, and they soon blew right past the terms of the resolution. As former Secretary of Defense Robert Gates later recalled, “The Russians felt they had been played for suckers on Libya. They felt there had been a bait and switch.” And they were right. So, if you’re ever wondering why Russian President Vladimir Putin has repeatedly blocked Security Council action over the disaster in Syria, there’s at least part of your answer.

Needless to say, the lessons of Libya have not been lost on other countries. North Korean media have repeatedly invoked this example to justify the country’s nuclear weapons program and to warn against ever trusting assurances from the United States. And it doesn’t take a genius to figure out why. If you were Kim Jong Un, would you rather pin your survival on a nuclear deterrent of your own or promises from the United States?

Which brings us to Donald Trump. The world is now dealing with a U.S. president who appears to have no firm convictions or beliefs, the attention span of a hummingbird, and who apparently makes important national security decisions on the basis of whatever fairytale he just saw on Fox & Friends. As near as one can tell, he never saw a treaty or agreement signed by his predecessor that he liked, even though he has trouble explaining what’s wrong with any of them. He just likes to talk about “tearing them up” no matter what the consequences may be.

Trump is also a serial fabulist who lies with facility and frequency yet has yet to pay any political penalty for his disinterest in truth. Determined to outdo his predecessor in every way, Trump uttered six times as many falsehoods in his first 10 months as president as Obama did in his entire two terms. Add to that the frenetic pace of turnover within the White House and the cabinet, and you have an environment where no policy utterance can be expected to have a shelf life greater than a week or two.

Under these conditions, why would any sensible government take America’s word for anything? Why would any halfway smart adversary make substantial concessions to the United States in exchange for U.S. promises, assurances, or pledges? Why offer up a quid in exchange for its pro quo? Based on its recent track record, and the character of the current U.S. president, no adversary would concede a thing unless it were 100 percent certain the United States would deliver as promised. “Trust but Verify” indeed.

Given this situation, how long will it be before those with whom the United States is negotiating start demanding intrusive verification procedures or other guarantees designed to ensure that America doesn’t sign a deal and then tear it up a year later or demand that it be renegotiated? How long before other important states decide they cannot base their foreign-policy decisions on expectations or assurances from the United States because Washington simply cannot be trusted to do what it says it will?

There are already worrisome signs of precisely this sort of trend. According to the Pew Research Center, the number of people who trust U.S. leadership has dropped from an average of 64 percent at the end of the Obama administration to roughly 22 percent during Trump’s first year in office. Even more remarkably, a larger percent of people around the world have confidence that Chinese President Xi Jinping and Putin will “do the right thing in world affairs” than the current U.S. president. When you’re trailing those two ruthless operators, it’s time to start asking why nobody trusts you.

To be sure, this is not to say that nobody trusts anyone from the United States anymore. U.S. business leaders continue to strike mutually beneficial deals with foreign counterparts; the beleaguered and understaffed diplomatic service continues to forge cooperative arrangements all over the world; U.S. intelligence agencies continue to collaborate with foreign countries under the protective umbrella of mutual confidence; and countless military-to-military engagements take place every day on a basis of mutual respect and regard. Indeed, given the time, money, attention, and lives that the United States has expended to reassure others about its credibility, it would be odd if other states had no confidence in Washington at all. It would be a vast overstatement, therefore, to conclude that past U.S. opportunism or the unreliable character of Trump had led others to conclude that the United States as a whole was totally unreliable.

Nonetheless, acquiring a reputation for being untrustworthy is costly. When trust disappears, reaching cooperative agreements inevitably requires more intrusive and formal stipulations and arrangements (like the JCPOA or most multilateral trade agreements) in an effort to cover every possible contingency and to make it easier to detect violations (and thus to deter cheating). A lack of trust also encourages states to make worst-case assumptions about what others will do and to prepare for those contingencies. The United States has troops in South Korea because it doesn’t trust the North, and North Korea went to enormous lengths to build a nuclear bomb because it doesn’t trust the United States.

And that’s why I’m not expecting a major breakthrough when Trump and Kim get together (assuming they do). Neither side is going to make significant concessions for the simple reason that they don’t want to be played for a sucker. We might get some sort of symbolic agreement (such as a temporary suspension of missile tests while broader talks on denuclearization continue ad infinitum), but I can’t imagine Kim will do anything that might put his own survival at risk should “perfidious America” change its mind.

Stephen M. Walt is the Robert and Renée Belfer professor of international relations at Harvard University.

This article was originally published by "FP

 

Wednesday, April 18, 2018

How the U.S. Occupied the 30% of Syria

,

How The US Occupied The 30% Of Syria Containing Most Of Its Oil, Water And Gas

While gaining control of key resources for partitioning Syria and destabilizing the government in Damascus, the U.S.’ main goal in occupying the oil and water rich northeastern Syria is aimed not at Syria but at Iran.