24 NİSAN VE “SOYKIRIM”
Namık
Tan
Büyükelçi (E)
Her
yıl, 24 Nisan öncesi, başta Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere, ilgili devlet
kurumlarında bir rahatsızlık yaşanıyor. ABD Başkanının, o yıl yapacağı
açıklamada “soykırım” sözcüğünü kullanıp, kullanmayacağı meselesi ülkenin
gündeminde en baş yere oturuyor. Kullanmazsa, yönetimin, açıklama metninde yer
verdiği, “soykırım”dan dahi ağır ifadelere rutin bir tepki gösteriliyor,
fakat metinde “soykırım” sözcüğünün kullanılmamış olması bir şekilde yeterli
görülerek, mesele bir sonraki 24 Nisan tarihine kadar tamamen gündemden
çıkarılıyor.
Bu
durum yıllardır böyle devam ediyor. Hatta bu yöntem, toplum nezdinde öylesine
kanıksanmış durumda ki, sokaktaki insana, artık, meseleye dair “Soykırım
sözcüğünü kullanırlarsa, kullansınlar. Ne olur ki...” şeklinde bir yaklaşım
hâkim olmaya başlamış vaziyette. Ne yazık ki, bu yaklaşımın siyasi çevrelerde
de epey zemin kazandığı görülüyor.
Peki,
özgüvenle karışık bir vurdumduymazlığın sebep olduğu bu yaklaşım doğru mu? ABD
yönetiminin, her yıl yaptığı açıklamada “soykırım” sözcüğünü kullanmaması bizim
için neden önemli?
Her
şeyden önce, ABD’de meselenin tamamen siyasi zeminde ele alındığını ve bizim de
bu çerçevedeki mücadelemizi uzun bir süredir jeostratejik siyasi ağırlığımızı
kullanmak suretiyle yürüttüğümüzü bilmemiz gerekir.
Diğer
yandan, tarihi gerçekler temelinde geliştirdiğimiz argümanlar ve görüşlerimizin
bilimsel olarak gerekçelendirildiği son derece az sayıdaki akademik yayın ile
Amerikan toplumunu etkileme imkânımız, bu aşamada maalesef mevcut
değildir.
Zira
Amerikan toplumunun yararlanabileceği, Ermeni soykırımı iddiaları konusunda
bilim insanlarımız tarafından kaleme alınan görüşlerimiz istikametindeki yayın
sayısı, Ermeni yanlısı yayınlara kıyasla, yok denecek kadar azdır. Akademik
yayınlar arasındaki bu orantısızlık, onlarca yıldan bu yana devam edegelmiştir.
Bu
durum, sadece Amerika’da değil, hemen bütün Batı ülkelerinde aynıdır. Ermeni
yanlısı görüşler, halkın zihninde ve akademik camiada bir doğru olarak çoktan
yer etmiştir. Dolayısıyla, bu aşamadan sonra, muhataplarımızın görüşlerini,
objektif bir çizgiye getirebilmek neredeyse imkânsızdır.
Öte
yandan, Ermenilerin iddialarının yanlışlığını, tarihi gerçeklerle
bağdaşmadığını, tamamen siyasi temele oturtulmuş olduğunu ilgili çevrelere
anlatmak, sadece devlet kurumlarımızın sorumluluğu olarak görülmüş, sivil
toplumumuzca bu zorlu mücadelenin hiçbir evresinde anlamlı katkı
yapılmamıştır.
Bunun
muhtemel bir nedeni, insanlarımızın bir gün alınlarında “ataları soykırım
yapmış bir milletin ferdi” şeklinde bir damga ile gezmek zorunda
kalabilecekleri endişesini akıllarına dahi getirmek istememelerinden
kaynaklanıyor olabilir.
Oysa
ABD’deki, sayıları sadece bir milyon civarında olan Ermeni toplumu, “soykırım”
iddialarını yaşamsal bir motivasyonla, Amerika’nın dört bir köşesinde, ara
vermeksizin ve yılmadan savunmaya devam etmişlerdir. ABD’deki Türk
temsilcilikleri önünde düzenledikleri protesto gösterilerinde daima büyük
kalabalıklarla hazır bulunmuşlar, Ermeni asıllı Amerikalılar, kongre üyesi,
savcı, hâkim, akademisyen, polis memuru vb. sıfatlarla, davalarını bütün ülke
sathında azimle savunmaya devam etmişlerdir. ABD’deki bir avuç Türk’ün, devlet
destekli, dönemsel ve derinliksiz, ancak fedakârane karşı faaliyetleri, Ermeni
tarafının düzenli, sistemli ve organize kampanyalarını dengelemekte çok
yetersiz kalmıştır.
Hal
böyle olunca, mücadelenin ön cephesinde hep devlet yer almış, bu da başarıyı,
ülkenin, bir bütün olarak, uluslararası planda sahip olduğu ağırlığın ve
itibarın ölçüsüne bağlı kılmıştır. Başka bir ifadeyle, diğer ülkelerle mevcut
ikili siyasi ilişkilerimiz sorunlu veya gergin olduğunda, Ermeni iddiaları
çerçevesinde yürüttüğümüz mücadelede de bundan menfi şekilde etkilenir
olmuştur.
Nitekim,
bu etkileşimin en bariz tezahürünün, ABD ile ilişkilerimizde görüldüğünü
söyleyebiliriz. Özellikle, ABD yönetimi ile mevcut ilişkilerimiz olumlu bir
çizgide devam ettiğinde, Ermenilerin ABD yönetimini ve Kongre’yi kullanmak
suretiyle Türkiye’ye baskı uygulamaya zorlama girişimlerinden etkili sonuç almaları
pek mümkün olamamaktadır.
ABD’deki
durum bakımından bugün geldiğimiz noktada, Ermeni meselesi çerçevesindeki
mücadelede denge, ne yazık ki aleyhimize görünmektedir. ABD ile
ilişkilerimizin son otuz yıllık tarihi içinde konuyu resmi sıfatla yakından
izlemiş bir devlet memuru olarak, bu sene de “soykırım” iddialarına dair,
yukarıda anlatmaya çalıştığım mutad sürecin bir tekrarını yaşayacağımızı
düşünüyorum. Bir başka ifadeyle Ermenilerle destekçileri “soykırım” lobisi,
Kongre’ye sunmuş oldukları karar tasarılarına yaptırım gücü sağlayacak bir
resmî açıklama yapılmasını temin etmek amacıyla, ABD yönetimi üzerinde her
türlü baskıya başvuracaklardır. Bunun için ortam, Ermenilerin lehinedir. Zira
ABD ile ilişkilerimiz halihazırda son derece gergin ve istikrarsız bir dönemden
geçmektedir.
Ayrıca,
ABD Başkanı Biden, Kongre’deki hassas dengeleri dikkatle gözetmek
ihtiyacındadır. Zira, iki yıl sonra yapılacak ara seçimlerde hem Temsilciler
Meclisinde hem Senatoda Demokratların lehine olan bıçak sırtındaki dengeyi
korumak zorunda olduğunun farkındadır. Bu yüzden, Kongre’de genel olarak
Türkiye aleyhine olan havayı yumuşatmakta, örneğin Senato Dış İlişkiler
Komitesi Başkanı Demokrat partiden Bob Menendez’in girişimlerini dengelemekte
oldukça zorlanmaktadır.
Bu
bakımdan ABD yönetimin, 24 Nisan açıklamasında, bu defa “soykırım” sözcüğünü
kullanması olasılığı hayli yüksek. Üstelik Biden, katıldığı tüm Başkanlık
seçimlerinin öncesinde, Ermeni asıllı Amerikalı seçmenlerine bu konuda
taahhütte bulunduğu da biliniyor.
Diğer
taraftan, ABD’nin öncelikleri pandemi yüzünden tamamen değişmiş durumda. COVID
ile mücadelede mutlak başarıyı başlıca hedef olarak belirlemiş olan Biden’ın
öncelikleri arasında Türkiye yok. Kurumsal ilişkilerin hem ikili hem
uluslararası planda yeniden güçlendirilmesi, demokrasi, insan hakları ve
özgürlükler gibi Biden yönetiminin öncelikleri arasında yer alan konular da
bizim gündemimizle çelişiyor.
Ancak,
bütün bu olumsuzluklara rağmen, Biden’ın, diğer bir yandan da tarafların çözüm
konusunda esneklik göstermeye yanaşmamaları halinde, ilişkilerde ciddi bir
kırılma yaşanması riskinin bulunduğunun ve açıklamada “soykırım” sözcüğüne yer
verdiği takdirde, olası bir açılımın imkânsız hale gelebileceğinin, bizden daha
fazla farkında olduğunu düşünüyorum. ABD, ayrıca, bir “süper güç” olarak,
Türkiye’nin batı kampındaki varlığının devamını önemsemek zorunda olduğunu da
biliyor.
Bu
mülahazalarla, soykırım iddiaları karşısında Biden’ın bu yıl Kongre’ye ve
özellikle Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Bob Menendez’e alan açacağını,
Türkiye’ye her türlü eleştirinin yapılmasına göz yumacağını, fakat yönetimin 24
Nisan açıklamasında, bilinen çerçevenin dışına çıkmayacağını düşünüyorum.
Peki,
ben yanılıyorsam ve Biden 24 Nisan açıklamasında meşum “soykırım” sözcüğünü
kullanırsa ne olur? Böyle bir açıklamanın hemen ertesinde, elbette hiçbir şey
olmaz. Ancak, sonu kestirilemeyecek, karanlık bir sürecin kapısı açılır.
Açıklamanın içeriği, Ermenistan’ın, Türkiye’den tazminat ve hatta toprak
taleplerinde bulunmalarına hukuki bir zemin oluşturacak mahiyette olursa,
Kongre’nin bugüne kadar aldığı yaptırım gücü olmayan kararlar, orta vadede
yasalaştırılarak, hükümlerinin uygulama zorunluluğuna bağlanması iyice
kolaylaşır. Bu yol, yakın gelecekte ülkemizin kurtuluş ve kuruluş mücadelesi
ile beraber, deyim yerindeyse, meşruiyetini dahi sorgulamaya kadar bile
gidebilir.
Mesele,
bu derece ciddidir. “Ellerinden geleni artlarına koymasınlar”, “Bize bir şey
yapamazlar” gibi, hamasetten öteye geçmeyen sığ sözlerle ve sloganlarla
yönetilmesi mümkün değildir. Ermenilerle “soykırım” lobisinin sistemli
kampanyalarına, devresel ve derinliksiz çalışmalarla karşılık verebilmemiz
imkânı da yoktur.
Konu,
sadece devletin resmî kurumlarını ilgilendirirmiş gibi davranmaktan bir an önce
vazgeçmeli, sivil toplum örgütlerimizin de aktif şekilde dahil olduğu, toplumun
bütün kesimlerini kapsayacak bir farkındalık ve bilgilendirme kampanyasını
vakit geçirmeden başlatmalıyız. Bu çerçevede, konuyla ilgili olarak ciddi
araştırmalar ve incelemeler yapan akademisyenlerimizi devreye sokmalı,
üniversitelerimizi kurumsal olarak konuya sahip çıkmaya davet etmeliyiz.
Zira, konuyla ilgili mevcut
yöntemlerimiz ve yaklaşımlarımız sürdürülebilir değildir. Manevra alanımız her
geçen gün daha da daralmaktadır. Bir an önce adım atmadığımız takdirde,
yaşanabilecek olumsuzluklardan, gelecek nesillerin, bizleri sorumlu tutacağı
unutulmamalıdır.
No comments:
Post a Comment