Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı: Ahlak İslam’ın şartı değil
mi?
01/03/2021
Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, yeni çıkan kitabı dolayısıyla Taha Akyol’un sorularını
cevapladı.
İmanın şartı
6, İslam’ın şartı 5. Bin senedir kitaplarımız bu şemayla yazıldı ama hiçbirinde
ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî ödevlere ilişkin yüzlerce ayet var.
Asırlar gösterdi ki eski akılla yeni dünyayı yönetmek
imkânsız. Toplumu yöneten kurallar canlı olmalı. Kurallar geçmişte donup
kalırsa işlevini kaybeder.
Din âlimlerimiz ana kaynaklardaki fikriyata hiçbir
yenilik katmadı. Bugün bile İslam şeriatına göre köleliğin meşru sayılması
gerektiğini düşünenler çoğunlukta.
Müslümanların yapması gereken akıl ve bilime mesafeli
duruşu bırakıp, Batı’nın başaramadığı bilim ile din ve ahlak arasındaki o mutlu
ilişkiyi kurmaları.
İmanın şartı altı, İslam’ın şartı beş... Bin senedir
fıkıh ve akaid kitaplarımız ulemanın oluşturduğu bu şemaya göre yazıldı. Ama bu
on bir maddenin hiçbirinde ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî ödev ve
erdemlerin Müslümanlığın olmazsa olmazları olduğuna ilişkin yüzlerce ayet
var.
İlim geleneğimizde fıkıh dondurulmuştur... Asırlar
gösterdi ki, eski akılla yeni dünyayı yönetmek imkânsızdır. Öyleyse hayatı
düzenleyen, toplumu yöneten kurallar da canlı olmalıdır. Kurallar geçmişte
donup kalırsa, er veya geç işlevini kaybeder. Nitekim öyle de oldu.
En büyük sorumlu, eski ve yeni din âlimlerimizdir. Ana
kaynaklardaki fikriyata hiçbir yenilik katmadılar. Bugün bile İslam şeriatına
göre köleliğin meşru sayılması gerektiğini düşünenler, keza “insan hakları”
kavramının önemine aklı yatmayanlar çoğunluktadır.
Kitabınız ‘Din ve Değişim’ adını
taşıyor. Dinî konuları ele aldığınız kitabınızda ‘değişim’i neden
önemsiyorsunuz?
Çünkü Rabbimiz “halleri
değiştiren”dir; değişim “âdetullah”tır; O’nun sürekli yaratıcılığının
tezahürüdür. İslam düşüncesinde Allah için “kendisi hareket etmeyen hareket
ettirici” denir ki, “kendisi değişmeden her şeyi sürekli değiştiren” demektir.
Buna göre dünya da biz de değişiyoruz. Önemli olan değişimi yönetmek, değişimin
nesnesi değil öznesi olmaktır. Peygamberimiz ve ilk Müslüman nesiller özne
oldular; hem kendilerini hem dünyayı değiştirdiler.
Allah ve O’nun ilkeleri değişmez;
ilkelerin değişen zamana, tarihe, insana, topluma bakan tarafı ise sürekli
değişir ve bizi değiştirir. Bunun bilincinde olursak, değişimin öznesi biz
olacağımız için sorunlara hem ilâhî ilkeye hem de kendi talep ve ihtiyacımıza
uygun çözümler üretiriz. Değişimi reddedersek yine değişiriz ama bu kez
değişimin nesnesi olacağımız için değişimi yönetenlerin iradesine göre
değiştiriliriz.
220 yıl önce Fransızlar Mısır’ı
işgal ettiğinde Napolyon’un Mısır için açıkladığı değişim ile bugün Macron’un
“Fransız İslam’ı” derken kastettiği değişim mahiyetçe aynıdır ve bunun nedeni o
günkü Osmanlı Mısır’ının da bugünkü Müslüman dünyanın da kendi değişimini ve
yenileşmesini kendisinin yapmamış olmasıdır.
‘FIKIH MERKEZLİ’ İSLAM
2. Kitabınızda “ahlâkî özü boşalmış
fıkıh merkezli Müslümanlık” kavramı var. Ne demek bu?
Çocukluğumuzdan beri hepimize
“İmanın şartı altı, İslam’ın şartı beş” diye öğretildi. Aşağı yukarı bin
senedir fıkıh ve akaid kitaplarımız da ulemanın oluşturduğu bu şemaya göre
yazıldı. Ama bu on bir maddenin hiçbirinde ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî
ödevlerin ve erdemlerin Müslümanlığın olmazsa olmazları olduğuna ilişkin
yüzlerce ayet var.
Peygamberimiz birçok hadisinde
mümin, Müslüman ve dindar tanımlarının içine ahlakı da almıştır. Mesela “Sizin
en iyilerininiz ahlakı en güzel olanlarınızdır”; “İnsanların en hayırlısı
insanlara yararlı olandır” der; üç defa yemin ederek “Komşusuna güven vermeyen
insan mümin değildir” buyurur.
Demek ki, Kur’an ve hadislerdeki
Müslümanlık ahlak merkezli, toplumların zihinlerini inşa eden ulemanın yazdığı
kitaplarındaki Müslümanlık ise fıkıh merkezlidir.
ŞER’Î HİLE VE FAİZ
3. Fıkıhtaki “hiyel” (hileler)
anlayışını, bunun yarattığı toplumsal kültürü bize anlatır mısınız?
TDVİslâm Ansiklopedisi’nin “HİYEL”
maddesinde Prof. Dr. Saffet Köse bu kavramı şöyle tanımlamış: “Şekil bakımından
hukuka uygun bir işlemi vasıta kılarak yasaklanmış bir sonucu elde etmek
amacıyla yapılan muamele anlamında fıkıh terimi.” Bu açıkça “kanuna karşı hile”
ya da “kanunu arkadan dolanma”dır.
Ancak hiyel kültürü bir sıkışmanın
sonucudur. Çünkü ilim geleneğimizde fıkıh dondurulmuştur; hayat ve toplum ise
canlıdır, sürekli değişir. Asırlar gösterdi ki, eski akılla yeni dünyayı
yönetmek imkânsızdır. Öyleyse hayatı düzenleyen, toplumu yöneten kurallar da
canlı olmalıdır. Yoksa hayat değişirken kurallar geçmişte donup kalır, er veya
geç işlevini kaybeder. Nitekim öyle de oldu.
Hiyel konusunda asıl problem şurada:
Fıkıhta –Mecelle’nin “Ezmânın tegayyürü ile ahkâm tegayyür eder” şeklinde
formüle ettiği gerçekçi bir ilke benimsenmiştir. Fakat diğer taraftan “Mevrid-i
nasta içtihada mesağ yoktur” şartının son derece katı uygulanışıyla bu ilke
büyük ölçüde işlevsiz kılınmıştır. Fıkıhtaki bu kapanmışlık hem hukuki çözüme
ihtiyacı olanları hem de onların sorunlarını çözme konumunda olanları, çoğu
ahlâkî olmayan hileler aramaya mecbur bırakmıştır.
Günümüzde de aynı durum sürmektedir.
Söz gelimi “faizsiz” finans kurumlarında uygulanan sistem, –Kur’an’daki “riba”
yasağının hikmeti, maksadı, gerekçesi, hangi şartlarda ne tür uygulamalar için
konulduğu, modern ekonomiyle ilişkisi değerlendirilmeden- benimsenmiş olan
mutlak faiz yasağını delmek için üretilmiş zorunlu bir hiledir.
‘AHLAKÎ DİNDARLIK’
4. Kitabınızda “ahlâkî dindarlık”
kavramını savunuyorsunuz. Nasıl tanımlarsınız?
Din, nihayetinde insan içindir.
İnsanlar arası ilişkiler ancak adalet, dürüstlük, nezaket, hoşgörü,
saygı-sevgi, dayanışma gibi pek çok ahlâkî ilke ve kuralların işlerliği ile
sağlıklı ve huzurlu yürütülür. O nedenle Kur’an Allah’a iman ve ibadet ile
ahlak arasında ayırım yapmaz.
Mesela İsrâ suresi 22-39. ayetlerde
sıralanan ödevlerden ikisi iman ve ibadetle, on ikisi ahlakla ilgilidir.
Peygamberimiz, “Ben ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim”;
“Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe Müslüman olamazsınız”
buyurur. Bunlar ahlaksız dindarlığın olamayacağının açık
kanıtlarındandır.
‘FORMEL DİNDARLIK’
5. Müslümanlık anlayışının “kılık
kıyafete, formel ibadetlere, bazen de siyasi aidiyetlere indirgeyen zihniyeti”
eleştiriyorsunuz. Açar mısınız?
Öncelikle belirteyim ki, başka din
ve kültürlere mensup insanlar gibi Müslüman erkek ve kadınların da dış
kimlikleriyle kendilerini özgürce ifade etmeleri hem dinî hem insanî
haklarıdır. Onlara bu hakları tanımamak Kur’an’ın açık beyanlarına,
Müslümanların tarihî uygulamalarına ve insanlık değerlerine aykırıdır.
Benim eleştirdiğim tutum, dini,
kılık kıyafete, formel ibadetlere, siyasi aidiyetlere indirgeyip bunlarla
sınırlamaktır. Bu yanlış geçmişte yapıldı, bugün de sıklıkla yapılmaktadır.
Oysa asıl dindarlık özde, kalpte, ruhtadır. Şekil ve görünüşteki dindarlık özle
ve kalple uyuştuğu ölçüde anlamlı olur.
Kur’an’da kılık kıyafete ilişkin
birkaç ayet var. Haccın dışındaki ibadetlerin şekline dair ayetler de azdır.
Buna karşılık özümüzün, ruhumuzun imarına, ahlakımızın zenginleştirilmesine
dair yüzlerce ayet var. Buna rağmen geçmişten günümüze genel eğitimiz de din
eğitimimiz de ahlakı ihmal ettiği için ciddi derecede kusurlu ve sorun
kanağıdır.
İNSAN HAKLARI?
6. Peygamberimizin Veda Hutbesi’ni
bir insan hakları bildirisi olarak niteliyorsunuz. Tarihteki Müslümanlar niye
bir “insan hakları” düşüncesi geliştirmediler? Kölelik karşıtı bir İslâmî akım
bile olmadı tarihte.
Elbette ki bugün anladığımız
içeriğiyle “insan hakları” modern bir kavramdır. Bu anlamdaki insan haklarına
ilişkin belgelerin tarihi dünyada da üç asırdan daha geriye gitmez. Diğer
önemli bir husus da şudur: İslam tarihinin hiçbir döneminde, Batı
kapitalizminin yüzlerce yıllık tarihinde olduğu gibi kölelik ekonomik bir
kurum, köleler de ekonomik birer meta olmamıştır.
İslam’ın ana kaynaklarında modern
bir insan hakları belgesine kaynak ve referans oluşturacak yeterlilikte
ilkelerin bulunduğu muhakkaktır. Bu kavramların başlıcalarını içeren sistematik
ilk İslâmî belgenin Peygamberimizin “Veda Hutbesi” olduğu söylenebilir.
Kitabımda hutbenin içeriğinin kısa
bir analizi bulunmaktadır. Şu kadarını belirteyim ki, çağdaş insan hakları
belgelerinde olduğu gibi Veda Hutbesinde de en güçlü vurgu insanların ontolojik
eşitliği ve doğal hakları üzerinedir.
BAŞ SORUMLU ULEMA
Aslında Kur’an’ın ilk gelen
surelerine ve Hz. Peygamber’in ilk faaliyetlerine bakarsak İslâm’ın –o dönem
şartlarında- bir insan hakları hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat İslam
toplumlarının, böyle bir düşünce ve hareketten bir insan hakları düşüncesi
geliştirmek şöyle dursun, insan haklarının en çok değersizleştiği şimdiki
anlayışa gelmelerinin en büyük sorumlusu, toplumları aydınlatmakla görevli olan
eski ve yeni din âlimlerimizdir.
Ulema, realiteye kapalı zihniyetleri
nedeniyle ana kaynaklardaki fikriyata hiçbir yenilik katmadılar. Bugün bile
İslam şeriatına göre köleliğin meşru sayılması gerektiğini düşünenler, keza
“insan hakları” kavramının önemine aklı yatmayanlar çoğunluktadır. İslam
ülkelerindeki şiddet, iç savaşlar, sığınmacı dramları, kadın cinayetleri,
despotik yönetimler vb. sorunların ana nedeni, kendilerini “peygamberlerin
vârisleri” sayan âlimlerimizin Peygamber’in yolundan ve fikriyatından
sapmalarıdır.
MEDRESE NOSTALJİSİ
7. Çağımızda “medrese nostaljisini”
eleştiriyorsunuz. Medrese nasıldı?
Medrese denilince daha çok, 11.
yüzyılda Abbasiler döneminde vezir Nizâmülmülk’ün açtığı Nizâmiye medreseleri
hatırlanır. Bu medreseler, katılığıyla bildiğimiz Şâfiîlik ve Eş‘arîlik
anlayışını güçlendirmek için kurulmuş, yenilik karşıtı geleneksel zihniyetin
öncüsü olmuştur.
Aynı katılık, yenilik karşıtlığı,
ilmî ve fikrî gerilik, Osmanlı medreseleriyle İslam dünyasındaki benzerlerinin
hâkim karakteri olarak günümüze kadar devam etmiştir. Halen birçok İslam
ülkesinde yaşanan geri kalmışlık, hoşgörüsüzlük ve sair kronik sorunların başta
gelen yapısal nedeni, sözünü ettiğim ulema zihniyetince medreselerde verilen
geleneksel din eğitimi ve öğretimidir.
TÜRKİYE’NİN YENİ SINIFI
8. “Türkiye’nin yeni sınıfı”
diyorsunuz? Nedir bu?
Son 10-15 senedir bazı “İslâmî”
kesimlerce İslâm, Müslüman, dindarlık gibi kutsalla ilişkili kavramların
giderek “ötekiler” karşısında “Müslümanlar”a dünyevi fırsatlar sağlamanın aracı
haline getirildiğini gösteren gelişmeler var; toplumda bu yönde oluşan ve
giderek yaygınlaşan bir kanaat var.
İslâm’ın böyle sınıfçı ve ideolojik
bir anlayışla temsili, Yüce Allah’ın bütün kullarını kucaklayan dinimizin
özündeki ahlâkî ruhu öldürür. Kendilerini dindar bilen çevrelerin bu hususta
nefis muhasebesi yapmalarını, böyle bir olumsuz gelişme varsa bundan en büyük zararı
yüce dinimizin göreceğini ve bunun vebalinin çok ağır olduğunu derin derin
düşünmelerini dilerim.
DİN VE BİLİM
9. Kitabınızın bir bölüm “Akıl ve
bilim çağında din” başlığını taşıyor. Bunu nasıl anlayalım?
Modern Batıdan gördük ki, dini
hesaba katmayan bilim belki insanlığın bir bölümüne konforlu bir hayat getirdi
ama hayal kırıklıkları da yaşattı ve yaşatıyor. Şu korona salgını sürecinde
bilimde ileri zengin ülkelerin aşı konusunda ne kadar bencil davrandıklarını
dehşetle izliyoruz.
DSÖ Genel Direktörü bu ilkelliği,
“Aşı milliyetçiliği hepimizi incitiyor ve kendi kendimizi mahvediyor”
sözleriyle kınamış. Şu günlerde İspanya’daki olaylarda görüldüğü gibi, kendi
içlerindeki en küçük bir haksızlık karşısında kıyameti koparan Batılı
toplumların, konu yüzyıllarca sömürdükleri yoksul toplumlar olunca tepkisiz
kalmaları insanlık için utanç vericidir.
Fakat bu bir bilim sorunu değil,
kültür sorunudur. Müslümanların yapması gereken, şimdiye kadar bilim konusunda
sergiledikleri, büyük zararlara mal olan akıl ve bilime mesafeli duruşu
bırakıp, Batının başaramadığı bilim ile din ve ahlak arasındaki o mutlu
ilişkiyi kurmalarıdır. “Âlemlere rahmet” olarak gönderilen Peygamber’in yolunda
olmanın gereği budur.
DİNAMİK DİNDARLIK?
10. “Dinamik dindarlık” diyorsunuz.
Nasıl bir dindarlıktır bu?
“Dinamik dindarlık”tan kastım, “İki
günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuran Peygamberimizin anladığı ve
yaşadığı dindarlıktır. Yani imkânlarımız elverdiği ölçüde kendimizi, çevremizi,
toplumumuzu, mümkünse insanlığı ve tabiatı geliştirici, dönüştürücü; ahlakta,
ruhta ve maddede zenginleştirici dindarlıktır, dinamik dindarlık.
Vaktiyle Müslümanların kurdukları
büyük medeniyetin arkasında böyle bir dinamik dindarlık ruhu vardı.
Medreselerin henüz oluşmadığı dönemde ve sonraki asırlarda Peygamberimizin
“Hikmet müminin yitik malıdır” anlamındaki vecizesini kendilerine rehber
edinerek aklın ve dinin irşadıyla kendi felsefe ve bilimlerini oluşturan
Müslümanlar, daha çok Müslüman Endülüs’te (İspanya’da) Arapçadan Latinceye yapılan
çevirilerle Batıda bilim ve felsefenin gelişmesine öncülük etmişlerdir. İşte bu
süreci başlatan, kaybettiğimiz ruhtur, “dinamik dindarlık”tan kastım.
No comments:
Post a Comment