14 Aralık 2020 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TÜRKİYE’YE YÖNELİK YAPTIRIM POLİTİKASININ İFLASI
Büyükelçi (E) Selim Yenel
Global İlişkiler Forumu İcra Komitesi Başkanı
Son haftalarda uzun bir aradan sonra
kamuoyunda ve medyada Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri artan şekilde
tartışılmaya başlandı. Bunun başlıca nedeni özellikle Doğu Akdeniz’deki
faaliyetler nedeniyle Türkiye’ye yönelik yaptırımlardan söz edilmesidir.
Esasında Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsünden beri ilişkiler daha da kötüye
giderek Türkiye’ye karşı yaptırımlar arttı. Diğer bir deyişle 10 – 11 Aralık
tarihlerindeki AB Zirvesi bildirisinde Türkiye’ye yönelik açıklanan tutum ilk
kez görülmüyor.
Bunun
nedenlerine inmeden önce yaptırımın ne demek olduğuna bakalım. Genel anlamıyla
yaptırım yasaya, kurala karşı yapılmış olan aykırı davranışlara verilen ceza
olarak tanımlanmaktadır. Kısacası yapmak istemediğiniz bir davranışı veya almak
istemediğiniz bir kararı zorla yaptırmak diye de özetlenebilir. AB bugüne kadar
otuz dört ülkeye karşı yaptırım uyguladı. Bunların yarısı Birleşmiş Milletlerin
almış olduğu yaptırımlara uymak şeklindedir. Adaylar arasında AB’nin yaptırım
uyguladığı tek ülke Türkiye’dir.
Türkiye 1999
yılı sonunda AB’ye aday olduğundan beri AB’nin müktesebatını üstlenmeyi kabul
etti. Yani, temel Avrupa Birliği antlaşmalarında ve diğer yardımcı hukuk
kaynaklarında (tüzük, karar, yönerge vs.) yer alan kural ve buna benzer
hususları kendi hukuk sistemimize uyarlamayı benimsedi. Nihayet sonuçta üye
olmak vardı. Ancak bu düzen Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin 2004 yılında AB’ye üyeliğe
kabul edilmesiyle bozulmaya başladı. Türkiye’ye yönelik AB yaptırım
kararlarının çoğu Kıbrıs meselesi nedeniyle alındı. 2004 yılında Türkiye ile
üyelik müzakerelerinin başlama kararının kabul edilmesinin koşullarından biri
Ankara Anlaşmasının ve bunun doğal uzantısı olan Gümrük Birliği’nin 2004
yılında AB’ye üye olan ülkeleri de kapsamasıydı. Bunu için bir Ek Protokol
imzalandı. Ancak Türkiye bu Ek Protokolün Güney Kıbrıs’tan doğrudan gelen
malları kapsamayacağını ilan etti. AB bunun tüm üyelere eksiksiz bir şekilde
uygulanmasını talep etmesine rağmen bu istek gerçekleşmeyince, Aralık 2006’da
AB Konseyi, ilk yaptırım kararını aldı. Üyelik müzakerelerinden sekiz faslın
açılmamasına ve Komisyon tarafından Türkiye’nin Ek Protokolü tam olarak
uyguladığı teyit edilinceye kadar da bütün fasılların geçici olarak
kapanmamasına karar verdi. Türkiye tutumunu sürdürünce bu kez Güney Kıbrıs
2009’da altı faslın daha açılmasına engel koydu ama bu AB’nin değil Güney
Kıbrıs’ın tek taraflı bir kararıydı.
Müzakerelere
ilişkin sıkıntılar sadece Kıbrıs nedeniyle çıkmadı. Ayrıca Fransa ve bir ara
Almanya da çeşitli nedenlerle engeller koydu. Ama sonuçta bunlar AB çapında
yaptırım sayılmayabilir. Esas yaptırımlar 2016’dan sonra başladı. Göç krizinin
önlenmesi için varılan 18 Mart 2016 mutabakatı müzakere fasıllarının
geliştirilmesini, vize muafiyetinin hızlandırılmasını, Gümrük Birliği’nin
güncellenmesini, Zirvelerin düzenli yapılmasını öngörüyordu. Ancak Aralık
2016’da AB, Türkiye’deki siyasi durum, yani FETÖ ile mücadele GİFGRF
çerçevesinde insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü uygulamalarındaki
gerilemelere işaret ederek yeni fasılların açılmayacağına hükmetti.
Yaptırımların
alanı 2018’den sonra daha da genişledi. Haziran 2018’de AB, mevcut koşullar
altında (insan haklarındaki durumu kastederek), Türkiye’nin AB’den gittikçe
uzaklaştığını ve dolayısıyla yürütülen katılım müzakerelerinin fiilen durma
noktasına geldiğini vurgulayarak, bundan sonra bir faslın açılmasının ya da
kapatılmasının mümkün görünmediğini tekrarladı ve ayrıca Gümrük Birliği’nin
güncellenmesine yönelik ilave çalışmalar yapılmasının hâlihazırda
öngörülmediğini açıkladı. Kıbrıs meselesi ilişkileri etkilemek bakımından
hiçbir zaman eksik kalmadı. Doğu Akdeniz’deki faaliyetler nedeniyle Temmuz
2019’da AB bu kez kapsamlı yaptırım kararları aldı.
Bu çerçevede AB:
- Türkiye ile yürütülen “Kapsamlı Hava
Taşımacılığı Anlaşması” müzakerelerini durdurmayı,
- Türkiye –
AB Ortaklık Konseyi’nin yanı sıra diğer (siyasi, ekonomik, enerji, ulaştırma
konularında) Türkiye-AB Yüksek Düzeyli Diyalog toplantılarını bir süreliğine
askıya almayı,
- 2020 yılı için Türkiye'ye yönelik katılım
öncesi mali yardımı azaltmayı ve Avrupa Yatırım Bankasına, başta devlet
destekli olmak üzere Türkiye’ye borç verme faaliyetlerini gözden geçirme
çağrısında bulunmayı kararlaştırdı.
AB, ayrıca, Kasım 2019'da, Türkiye'ye karşı
hedeflenen tedbirlere ilişkin bir çerçeve kararı kabul ederek, Şubat 2020'de,
söz konusu yaptırımlar çerçevesi dâhilinde iki Türk vatandaşını yaptırım
listesine ekledi.
Tekrarlamak
pahasına özetle, ya Kıbrıs, ya da Türkiye’deki adalet ve temel hakların durumu
gibi nedenlerle AB, önce müzakerelerin bir kısmını, daha sonra hepsini
engelledi, Gümrük Birliği’nin güncellenmesini durdurdu, mali yardımların
azaltılmasına karar verdi ve diyalog yollarını kapadı.
Ancak AB’nin bu kararları Türkiye’nin
politikasını değiştirmesine yol açmadı, bilakis güvensizlik ve karşılıklı
suçlamaları arttırdı. Özellikle Güney Kıbrıs ve onu destekleyen bazı ülkelerin
politikalarına arka çıkarak dengeli davranamadı ve itimat kalmadı.
Netice
itibarıyla, yaptırımların genelde istenen sonucu vermediği bir kez daha
saptandı. İşte bu yüzden AB, geçtiğimiz Ekim ayında bu kez kısmi bir havuç
uzattı. “Başta Gümrük Birliği ve ticaretin kolaylaştırılması olmak üzere,
insani temaslar, üst düzey diyalog ve 2016 AB – Türkiye Bildirisi uyarınca göç
konularına ilişkin işbirliğinin devam ettirilmesi konularının yer alacağı
pozitif bir siyasi AB – Türkiye gündeminin hayata geçirilmesi” çağrısında
bulundu. Ancak bunu yaparken yine “Yunanistan ve Kıbrıs’a yönelik yasadışı
faaliyetlerin durdurulması yönünde yapıcı çabaların sürdürülmesi halinde”
şeklinde bir şart koydu.
Geçen
haftaki AB Zirvesine dönecek olursak, yukarıda da izah edildiği gibi AB’nin
elinde Türkiye’yi rahatsız edecek malzeme kalmadığından topu deyim yerindeyse
taca atarak, Ekim GİFGRF Zirvesindeki teklifini yineledi ve önümüzdeki Mart
ayına kadar karar almak için kendine süre verdi. Zirve sonuçlarında en önemli
yenilik Türkiye’ye yönelik sorunları ve Doğu Akdeniz’deki durumu AB’nin ABD ile
koordine etme ihtiyacında olduğunu duyurmasıdır. Bu esasında AB’nin zafiyetini
göstermekte olup, Türkiye üzerinde baskı imkânının kalmadığının itirafıdır.
Zirve
sonuçları incelendiğinde orada yazılanlardan ziyade bazı eksik noktalar da
dikkat çekmektedir. Uzun bir süredir AB Zirve bildirilerinde Türkiye’nin aday
ülke olduğuna dair bir ifade bulunmamaktadır. Ne Ekim Zirvesinde, ne de geçen
haftaki Zirve sonuçlarında üyelik müzakerelerinin bahsi dahi geçmedi. Hâlbuki
ilişkilerde bir ilerleme bekleniyorsa esas bu havucun gösterilmesi gerekirdi.
En azından ifade edilmesi doğru olurdu. Öyle bir niyetin artık kalmadığı
görülüyor. Bu durum karşısında Türkiye’nin de kendini AB’nin kurallarına bağlı
hissetmesi için herhangi bir nedeni kalmamaktadır.
Üyelik olsun
olmasın, Türkiye – AB ilişkilerinin karşılıklı saygı içinde belirli bir
seviyeye oturması gerekir. İlişkilerin düzelmesi için karşılıklı adımlara
ihtiyaç var. Yunanistan ve Güney Kıbrıs tahrik etmezse Türkiye de ona göre
davranacaktır. Öte yandan, Türkiye de, adalet alanında duyurduğu reformları,
başta AİHM kararları olmak üzere, bir an önce uygulayarak göstermelidir. Küçük
ama sağduyulu adımlarla başlanırsa gergin havayı dağıtma imkânı doğacaktır.
Aksi takdirde bu kez “kim kimi kaybetti” gibi tartışmalar başlayacak ve
ilişkilerin düzelmesi için mucizeye ihtiyaç olacaktır.
No comments:
Post a Comment