Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa arayışı
29.12.2020 01:28 Selin Nasi
Boğaziçi
Üniversitesi’nden Selin Nasi “Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini
normalleştirmeye yönelik atacağı adımlar, Ankara’nın “bağımsız dış politika”
yöneliminde batıyla ilişkilerin daha dengeli bir zemine oturtulması ve aynı
zamanda kimlik temelli dış politikadan, çıkar temelli, realist bir dış
politikaya dönüşün işaretleri olarak değerlendirilebilir” diyor.
Geçtiğimiz Mayıs ayında, Koronavirüsle
mücadele kapsamında Türkiye ve İsrail arasında gidip gelen
dayanışma mesajları, 2018 yılından bu yana büyükelçilerin geri çekilmesi sonucu
maslahatgüzar seviyesinde yürütülen diplomatik ilişkilerin normalleşeceği
yönünde beklentileri artırmıştı.
İki ülke arasında bu yönde
istihbarat yetkilileri düzeyinde görüşmelerin sürdüğü, hatta Ankara’nın
İsrail’e büyükelçi olarak, Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA)
Dış Politika Direktörü Ufuk Ulutaş’ı atamayı planladığına ilişkin basına
yansıyan haberler ardından, geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın “İsrail ile ilişkileri daha iyi bir noktaya taşımayı” arzu
ettiklerini söylemesi, “Türkiye-İsrail arasında buzlar eriyor mu?” sorusunu
yeniden gündeme taşımış oldu.
Aslında uzun süredir, gerek Doğu
Akdeniz gerekse Ortadoğu’daki gelişmeler ışığında, Türkiye’nin jeopolitik
çıkarları gereği yalnızca İsrail ile değil, arasının bozuk olduğu diğer bölge
ülkeleriyle de ilişkilerini tamir etmesi gerektiği tartışılıyordu.
Yaz aylarından bu yana Doğu
Akdeniz’de aralıklı olarak tırmanan gerilim, Amerika Birleşik Devletleri’nde
(ABD) yönetim değişikliğinin olası bölgesel etkileri, Türkiye’ye S-400 alımı
sebebiyle yaptırım öngören Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’nın ABD
Kongresi’nden geçmesi, yine Türkiye’ye yönelik yaptırımları Mart 2021’e
erteleyen Avrupa Birliği (AB) Zirvesi kararları, Koronavirüs salgınıyla
derinleşen ekonomik sorunlarla üst üste gelince, Ankara’yı mevcut diplomatik
sıkışıklığın aşılması yönünde harekete geçmeye teşvik etmiş görünüyor.
En azından son dönem üst düzey
yetkililerin -İsrail de dahil olmak üzere- gerek AB gerekse ABD ile ılımlı
ilişkiler kurulması yönündeki beyanatları, dış politikada olası bir revizyon
için nabız yoklandığını düşündürüyor. Bu açıdan Türkiye’nin İsrail ile
ilişkilerini normalleştirmeye yönelik atacağı adımlar, Ankara’nın “bağımsız dış
politika” yöneliminde batıyla ilişkilerin daha dengeli bir zemine oturtulması
ve aynı zamanda kimlik temelli dış politikadan, çıkar temelli, realist bir dış
politikaya dönüşün işaretleri olarak değerlendirilebilir.
***
Türkiye-İsrail ilişkilerinin inişe
geçtiği 2009’dan bu yana, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarının keşfine
paralel, İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs-Mısır arasında gelişen enerji iş
birliği, yeni üye ülkelerin katılımıyla zaman içinde, stratejik ortaklığa
evirildi.
2020 başında kurumsal bir çerçeve
kazanan Doğu Akdeniz Gaz Forumu üyelerinin (İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs
Rum Kesimi, Mısır, Fransa, İtalya, Ürdün, Filistin, Birleşik Arap Emirlikleri
(BAE), ABD-gözlemci statüsünde) büyük çoğunluğunun Türkiye ile sorunlu
ilişkilere sahip olması, Ankara’da kendisine düşmanca yaklaşan bir grup ülke
tarafından çevrelenmeye çalışıldığı algısını tetiklemekte.
İsrail ile yakınlaşmanın her şeyden
önce bu güç bloğunu zayıflatması ve uzun vadede diğer ülkelerle ilişkilerin
tamirine katkıda bulunması bekleniyor.
***
Konjonktürel gelişmelerin İran
tehdidini ön plana çıkarırken, Filistin meselesini gölgede bıraktığı bir arka
planda, İsrail ile Körfez ülkeleri arasında gelişen yakınlaşma, geçtiğimiz
Ağustos ayında BAE ile İsrail arasında imzalanan (sonradan Bahreyn ve Fas’ın da
katıldığı) Abraham Anlaşmasıyla resmiyet kazanmış oldu. İsrail’in yeni
dostlarının kırılgan iktidar yapıları göz önüne alındığında bu iş birliğinin
ömrü ya da derinliği üzerine bugünden yorum yapmak pek sağlıklı
olmayacaktır.
Ancak, her şekilde Arap Baharı’ndan
bu yana gelişen bu yakınlaşmanın, İsrail’in bölgesel yalıtılmışlığını büyük
ölçüde azalttığı gerçeğini teslim etmek gerekiyor. Öyle ki, ABD Başkanı Donald
Trump’ın İsrail yanlısı kararlarına (ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşınması,
Golan Tepeleri’nin ilhakının tanınması ve tartışmalı Barış Planı gibi) Arap
ülkelerinden gelen tepkilerin cılızlığı, Filistin Yönetimi’nin Arap Birliği’nde
İsrail’in BAE ile ilişkilerini normalleştirmesini eleştiren bir tasarıyı kabul
ettirememiş olması bu değişimin en açık göstergelerinden.
Aslında, 2018 yılında, Trump
yönetiminin büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararını protesto amacıyla
büyükelçisini geri çeken Türkiye’nin, Başkan Trump ile yakın şekilde çalışmaya
devam etmiş olması başlı başına çelişkili bir durum. Aynı şekilde, geçmişten
bugüne, Ankara’nın İsrail ile ilişkilerinde daima Arap dünyasıyla denge gütmeye
çalıştığı göz önüne alınırsa, Arap ülkelerinin birbiri ardı sıra İsrail ile
ilişkilerini normalleştirdiği bir dönemde iki ülkenin arasının açık olması da
bir hayli düşündürücü. Üstelik, Türkiye-İsrail arasında sağlıklı ve yapıcı
diyalogun, Ankara’nın duyarlı olduğu Filistin meselesinde bugüne dek, daha
etkin rol oynamasına olanak sağladığı ortadayken.
***
2010 Mavi Marmara Krizi’nden bu yana
Türkiye-İsrail ilişkileri pragmatik bir yaklaşımla, kompartmantalize şekilde
yürütülmekte. İki ülke arasında siyasi gerilimlere rağmen katlanarak büyüyen
ticaret hacmi, tarafların karşılıklı olarak ilişkilerin koparılmasını
istemediklerini ve kazan-kazan durumunun söz konusu olduğu alanlarda iş
birliğini sürdürme niyetlerini ortaya koyması açısından önemli.
2010’dan bu yana, savunma ortaklığı
askıya alınmış olmasına rağmen, Türkiye ve İsrail’in askeri istihbarat
paylaşımına devam ettikleri de basına yansıdığı kadarıyla biliniyor. Tehdit
öncelikleri farklılaşsa dahi, Türkiye ve İsrail, başta güvenlik olmak üzere
ekonomi, enerji iş birliği gibi birçok konuda ortak çıkarlara sahip.
Ancak, yakından bakıldığında,
2016’da imzalanan Normalleşme Anlaşması’ndan bu yana, Türkiye ve İsrail
arasında normalleşmenin önünü tıkayan birçok sorun bugün hala geçerliliğini
koruyor. Türkiye, İsrail’in Filistinlilerin haklarını hiçe sayan güvenlikçi,
maksimalist siyasi yaklaşımından şikayetçi. İsrail açısından ise, Türkiye ile
ilişkilerde en büyük sorun, Ankara’nın Hamas’a ve Müslüman Kardeşlere
desteğinin devam ediyor oluşu.
Bunlara, Türkiye’nin İran konusunda
muğlak pozisyonu eklenebilir. İki ülkenin liderleri arasındaki (Erdoğan ve
İsrail BB Bünyamin Netanyahu) kan uyuşmazlığı ise herkesin malumu. Bugüne dek,
her iki tarafın da siyasi sorunları gerekli gördüklerinde iç politikada
seçmenlerini mobilize etmek için kullanmış olmalarının sorunları nasıl
derinleştirdiği biliniyor. İsrail’in Mart ayında yeniden seçimlere gideceği ve
Netanyahu’nun yeniden seçilme olasılığı düşünülürse, İsrail’deki iç siyasi
konjonktürün Ankara’nın arzu ettiği normalleşme adımları bakımından pek de
elverişli bir ortam yarattığı söylenemez.
Bu noktada, iki ülke arasında daha
sağlıklı ilişkiler kurulabilmesi açısından normalleşmeden tarafların ne
beklediklerini irdelemek faydalı olabilir. Öncelikle, büyükelçilerin
gönderilmesi meselesine fazlaca anlam yüklememek gerek. Öyle ki, 2018’de patlak
veren krizle, diplomatik ilişkilerin seviyesi düşürülmemiş yalnızca
büyükelçiler ülkeye geri çağrılmış olduğundan, elçilerin yeniden göreve
başlamasıyla aslında diplomatik bir prosedür yerine getirilmiş olacak.
Elbette, siyasi açıdan önemsiz
sayılması mümkün değil. Ancak Türkiye-İsrail arasında gerçek anlamda ve kalıcı
bir normalleşme, iki ülke arasında aşınan güvenin yeniden tesis edilmesine
bağlı. Bu da, ilişkileri geliştirme yönündeki niyet beyanının karşılıklı
edimlerle destekleneceği, istikrarlı ve zamana yayılacak bir restorasyon süreci
gerektiriyor. Taraflar, normalleşme önünde engel teşkil eden sorunlar üzerinde
uzlaşmadan böyle bir sürecin başlaması mümkün değil. Dolayısıyla, normalleşme
tartışmaları, tarafların mevcut pozisyonlarından taviz vermeye yanaşıp
yanaşmayacakları noktasında düğümleniyor.
***
Kuşkusuz, bölgenin iki büyük askeri
gücünün olası iş birliği, jeopolitik dengeleri şekillendireceğinden ötürü,
uluslararası kamuoyu tarafından ilgiyle ve yakından takip edilmekte. NATO’nun
2. en büyük ordusuna sahip olan Türkiye, Suriye, Libya ve son olarak
Azerbaycan’a sağladığı askeri destek ile sahadaki gelişmeleri yönlendirme
gücünü bir kez daha ortaya koymuş oldu. Birden çok cephede yürütülen askeri
operasyonlar, ülkenin içinde bulunduğu mevcut ekonomik sıkıntılar göz önüne
alındığında, bu stratejinin sürdürülebilirliğini sorgulanır kılıyor olabilir.
Ancak stratejik konumu itibariyle
Türkiye ile iş birliğinin geliştirilmesi, İran üzerindeki baskıyı
artıracağından, İsrail açısından arzu edilir bir gelişme olacaktır. Bununla
birlikte, Ankara ile diyaloğa açık kapı bırakılması, İsrail’in bölgesel yalnızlığının
azaldığı bir arka planda, bölgedeki yeni dostlarıyla kurduğu ilişkilerden
vazgeçeceği veya yıllar içinde geliştirilen bağları riske edecek yeni
angajmanlar içine girmeye hevesli olacağı anlamına gelmiyor.
Bu bağlamda, Hamas üyelerine Türk
pasaportu verildiğine ilişkin haberler, Kudüs’ün fethine gönderme yapan
videolar, perde arkasında yürütülen normalleşme girişimleriyle tezat bir
görünüm sergilediği gibi, Ankara’nın ideolojik tercihlerinden ödün vermeye
niyetli olmadığı izlenimi doğuruyor. Bu şartlar altında, büyükelçilerin yeniden
göreve başlaması, ilişkilerde normalleşmeye hizmet etmekle birlikte, ilk krizde
ülkelerine yeniden geri çağrılacakları kırılgan bir döngünün parçası olmaktan
öteye gitmeyecektir.
No comments:
Post a Comment