ABD’de restorasyon dönemi mi yoksa sonun başlangıcı
mı?
31.10.2020 03:01Güncelleme: 31.10.2020
15:32
SELİN NASİ
Boğaziçi
Üniversitesi’nden Selin Nasi “ABD başkanlık seçimleri yalnızca ülkenin siyasi
rotasını ve kimliğini belirlemekle kalmayacak aynı zamanda küresel liberal
düzenin geleceğini de şekillendirecek olması bakımından oldukça kritik” diyor.
ABD seçimlerine günler kala,
anketler Demokrat Parti adayı Joe Biden’ı Başkan
Donald Trump’ın 8.5 puan önünde gösteriyor. Üstelik, genellikle
seçimlere katılımın düşük (%50-55 aralığında) olduğu ABD’de erken oylamalara
bakarak, bu yıl rekor düzeyde bir katılım olacağı öngörülüyor. Demokrat parti
kampanyasının 3 Kasım seçimlerini, ülkeyi
Başkan Trump’dan kurtararak, rotasına yeniden oturtmak için son
fırsat olarak sunması, anlaşılan her iki tarafın seçmenini de oy kullanmaya teşvik
ediyor.
Araştırma şirketleri, 2016’da
Hillary Clinton’ın yenilgisini öngörememiş olmalarından ders çıkarmış olacak
ki, bu yıl örneklemlerini farklı eğitim düzeylerini temsil edecek şekilde
revize etmişler. Sahadan elde edilen veriler 2016 seçimlerinden farklı olarak,
bu kez Biden’ın yalnızca genel oy oranı açısından değil, seçim
sonuçları üzerinde belirleyici role sahip salıncak eyaletlerin
birçoğunda Trump ile arayı açmış olduğunu göstermekte. Dahası,
seçmenin başkanla birlikte Senato’nun üçte biri ve Temsilciler Meclisi
üyelerinin tamamını oylayacağı başkanlık seçimlerinde, Demokrat Parti’nin
Senato’da çoğunluğu ele geçirebileceği güçlenen bir olasılık.
Adayların Covid19 salgını
dolayısıyla, olağanüstü koşullarda yürüttüğü bir seçim kampanyası dönemi
ardından, yine fazlasıyla gergin bir ortamda sandığa gidiyor Amerikalı
seçmenler. 2020 başkanlık seçimleri denince, birçoğumuz salgını kontrol amaçlı
kapanma kararı alan eyaletlerde, aralarına silahlı grupların da karıştığı maske
karşıtı gösteriler, Mayıs ayında Afrika-Amerikalı George Floyd’un polis
şiddetine kurban gitmesi ardından birçok eyalete yayılan “Siyah Hayatlar
Önemlidir” protestoları, Başkan Trump’ın St John kilisesi önünde
elinde İncil’le güvenlik güçlerini protestoları bastırmak için göreve çağırması
ve başkan adaylarının kakofoniden ibaret TV tartışmasını hatırlayacağız.
Tüm bunlar, ABD siyasetine dair, özellikle kurumların erozyonu ve toplumsal
kutuplaşma hakkında çok şey söylüyor aslında. Ancak saydıklarımız içinde,
Başkan Trump’ın seçimi ancak olası bir usulsüzlük sebebiyle
kaybedeceği, böylesi bir durumda ise sonuçları tanımayabileceği yönündeki
beyanatı diğer gelişmeleri gölgede bırakan nitelikte.
Bu yıl, salgın sebebiyle birçok
Amerikalı seçmen, eyaletlerin izin verdiği kurallar dahilinde, posta yoluyla oy
kullanacak. Dolayısıyla, postadan gelen oyların tasnifi, sayılması daha uzun
süreceğinden, şayet adaylardan biri açık ara seçimi almadığı takdirde- nihai
seçim sonucunun açıklanması, büyük ihtimalle birkaç hafta sarkabilir.
Partilerin eyaletlerden çıkardıkları delegeler başkan ve yardımcısını seçmek
üzere 14 Aralık’ta oy kullanacaklar. Ürküten senaryo ise, bu zaman
zarfında Trump’ın seçim sonucunu oldu-bitti’ye getirmesi.
Başkanın daha aylar öncesinden-veriler aksini söylemesine rağmen- posta yoluyla
oy kullanmanın seçimlerde hileye yol açacağı yönündeki beyanatları ve aşırı sağ
eğilimli silahlı gruplara sandıklara sahip çıkmaları yönünde “beklemede kalın”
çağrısı, bir taraftan seçimlerin meşruiyetine gölge düşürürken, aynı zamanda
başkanın yaklaşmakta olan olası bir seçim yenilgisini olgunlukla kabul
etmeyeceğini düşündürüyor. 2000 yılı başkanlık seçimlerinde olduğu gibi,
adayların az bir farkla yarışı bitirmeleri ve sayıma yönelik tartışmalar
yaşanması durumunda, Yüksek Mahkeme kararı kader tayin edici olacak.
Cumhuriyetçi Parti’nin seçimlere bir hafta kalmışken,
Yargıç Amy Coney Barret’ın Yüksek Mahkeme üyeliğini apar
topar onaylamış olması, bu açıdan bakınca anlam kazanıyor.
ABD YOL AYRIMINDA
Trump’ın şimdiye kadarki
başkanlık performansı aslında ikinci bir dört yılın nasıl geçeceği hakkında az
çok fikir veriyor. Diplomatik teamülleri hiçe sayan, yerleşik nizamı kendisine
düşman gören, oturduğu koltuğun tanıdığını ayrıcalıkları kişisel servetini
katlamak için kullanan ve siyasete TV show’u mantığıyla
yaklaşan Trump’ın ikinci kez seçilmesiyle, Amerikan kurumlarında
yarattığı hasarın telafi edilemez hale gelmesinden endişe ediliyor. Ne var
ki, Trump’ı başkanlık koltuğuna taşıyan Amerika’nın ekonomik ve
kültür temelli iç sorunları hala çözülmüş değil. Pandeminin yarattığı
ekonomik krizle iyice derinleşen gelir eşitsizliği ve popülist siyasetin
körüklediği kültürel kutuplaşmanın önünü alacak kapsamlı politikalar
geliştirilmediği takdirde, 2024 seçimlerinde Trump’dan daha sinsi ve
güçlü bir adayla, Trump tarzı başkanlık
modeli Trumpizmin geri gelme olasılığı göz ardı
edilmemeli.
Bu arka planda, Biden başkanlığı,
içeride Amerikan kurumlarını yeniden yapılandıracak, dışarıda ülkenin imajını
ve güvenilirliğini tamir edecek bir restorasyon süreci başlatacak.
Ancak, Biden’ı fazlasıyla zor bir görev bekliyor. Özellikle,
Senato’da çoğunluk, (Filibuster-yani kürsüyü işgal ederek yasa tasarılarının
kabulünü engelleme pratiğini alt edebilmek adına), 60-40 oranında Demokrat
Parti’ye geçmediği takdirde, Biden’ın istediği yasaları Kongre’den
geçirmesi kolay olmayacak. Üstelik, Trump yönetiminin yaptığı 3.
atama ile Yüksek Mahkeme’de yargıç dengesi 6-3 Cumhuriyetçilerin lehine
değişmiş oldu. Bu durum, kürtaj, LGBT hakları, bireysel silahlanma, çevre,
sağlık ve göçmen politikaları gibi birçok konuda Amerika’nın
daha muhafazakar bir çizgiye kayabileceği anlamına geliyor. Yüksek
Mahkeme’nin, seçimlerden bir hafta sonra, Başkan Barack Obama’nın
imzasını taşıyan ve 20 milyon Amerikalıya sigorta olanağı
sağlayan “Affordable Care Act” sağlık sistemini tartışacak olması,
yaklaşmakta olan siyasi gerilime dair fikir verebilir.
Başkan hangi partiden olursa olsun,
Amerikan dış politikasında devamlılık arz edecek belli başlı trendler olduğunun
da altını çizmek gerek. Kamuoyu araştırmalarının desteklediği üzere, Amerika
Birleşik Devletleri, ulusal güvenliğine yönelik doğrudan bir tehdit gelmedikçe,
uluslararası sorunlara askeri müdahaleden kaçınmaya özen gösterecek. Buna ek
olarak, Çin ile derinleşen küresel rekabet, ABD dış politikasının odağını işgal
etmeye devam edecek. Trump’ın tek taraflı ve Amerikan çıkarlarını
önceleyen dış politika yaklaşımına kıyasla, Biden, uluslararası kurumlar ve
müttefiklerle eşgüdüm içinde hareket etmekten yana, çok taraflı bir profil
sunuyor. Bu açıdan Biden başkanlığı, transatlantik ilişkilerin tamiri ve
dolayısıyla liberal demokratik düzenin revizyonu için de fırsat
barındırıyor.
TÜRK-AMERİKAN İLİŞİKİLERİNDE HENÜZ
EN DİBİ GÖRMEMİŞ OLABİLİR MİYİZ?
Geçmişten günümüze daima inişli
çıkışlı bir seyir izlemiş olan Türk-Amerikan ilişkileri, Soğuk Savaş’ın
bitişinden bu yana, iki ülke arasında tehdit algıları, çıkarlar ve önceliklerin
farklılaşması neticesinde, konjonktürel krizlerin etkisine giderek
daha açık hale geldi. Bugün vardığımız noktada, karşılıklı güven bunalımı,
tarafların hem kendi aralarındaki sorunları çözmelerini hem de uluslararası
sorunlar karşısında ortak hareket etmelerini zorlaştırıyor.
Yakın gelecekte Türk-Amerikan
ilişkilerinin dip noktadan kurtulması pek olası görünmüyor. Bu durum,
uluslararası güç dengelerindeki değişim kadar Ankara’nın siyasi tercihleriyle
de bağlantılı. ABD’nin küresel liderlik gücünün azalıyor oluşu, diğer
aktörleri-her ne kadar ABD’yi karşılarına almaktan çekinseler de- ortaya çıkan
güç boşluğunu doldurmaya, böylelikle kendi güç ve etki alanlarını genişletmeye
teşvik ediyor. Türkiye de bu gelişmelerden muaf değil. Hatta, 2010’dan bu yana,
iç ve dış siyasi gelişmelere paralel, giderek belirginleşen bağımsız bir dış
politika yöneliminin, 2016 darbe girişiminin batıyla ilişkilerde yarattığı
güvensizlik ve ertesinde Rusya ile geliştirilen askeri iş birliğiyle ivme
kazandığını söylemek mümkün. Bunun yanı sıra, gerek ABD gerek AB’nin
kendi değerleriyle ters düşen ikircikli politikaları neticesinde, liberal
demokratik düzenin kan kaybediyor oluşu Ankara nezdinde “batı medeniyeti
çöküyor” algısını güçlendirmekte. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı sonunda
Türkiye’yi ABD ile yakınlaşmaya ve NATO’ya katılmaya teşvik eden iki önemli
faktörden-kuzeyde, Sovyetler Birliği’nden algılanan tehdit ve batı ittifakının
bir üyesi olma,“muasır medeniyet seviyesine yükselme”
ideali-özellikle ikincisi, büyük ölçüde etkisini yitirmiş görünüyor.
Trump dönemi liderler arasında
gelişen ilişkiler, iki ülke arasında güvensizlik yaratan sorunlara yapıcı
çözümler getirmekten ziyade, krizleri ertelemeye hizmet etti. Hatta zaman zaman
krizlere yenilerini de eklemiş oldu. Trump’ın atipik/aykırı lider
profiliyle Ankara’ya sağladığı diyalog kanalı, bir bakıma, Amerikan Dışişleri,
Savunma Bakanlığı ve Kongre’de Türkiye’ye yönelik olumsuz algının düzeltilmesi
için gereken diplomatik girişimlerin ihmal edilmesine yol açtı. Şimdi tüm
sorunlu dosyaların, demokrasi ve insan hakları konularında daha duyarlı bir
çizgiye sahip Demokrat Partili bir yönetim tarafından devralınması, Ankara’yı
konfor alanından çıkarmış olacak. Önümüzdeki dönem, ikili ilişkiler S-400ler
meselesi, CAATSA ve Halkbank davası ile bağlantılı ekonomik yaptırımlar ve
kuvvetle muhtemel yeni 24 Nisan tasarıları ile test edilecek.
ABD başkanlık seçimlerine 2 hafta
kala, Sinop’ta S-400 füze sistemini test edilmiş olması ise Ankara’nın hesabını
Washington’ın Çin ile rekabete yoğunlaştığı dönemde, Tek Yol Tek Kuşak
projesinin “orta koridor”unda önemli bir durak teşkil eden Türkiye’yi
gözden çıkarmak istemeyeceği üzerine kurduğunu düşündürüyor. Bu noktada, olası
bir galibiyet durumunda, Biden yönetiminin dozu
nasıl dengeleyeceği, ne ölçüde değer temelli, ne ölçüde
çıkar temelli bir dış politika çizgisi benimseyeceği Türk-Amerikan
ilişkilerinin seyri üzerinde etkili olacak.
No comments:
Post a Comment