TÜRKİYE YUNANİSTAN
İLİŞKİLERİ, SORUNLAR VE DEĞERLENDİRMELER
GİRİŞ
Her şeyden önce, Türk-Yunan dostluk ve işbirliğinin her 2 ülkenin mutlak yararına olacağına inanan bir kişi olarak, bu konuda pek iyimser olmadığımı belirtmek isterim. Bu duygumun nedenlerini ve birşeyler yapılabilir mi konusundaki düşüncelerimi yazımın 2. Bölümünde irdelemek istiyorum. Bu arada, birkaç hafta önce yazdığım “ Türkiye ile Yunanistan arasında Hava sahası sorunları “ ile ilgili yazımda bazı hususlara değinmiştim. Şimdi bu konular da dahil ilişkilerin genel bir analizini yapmak, tabir caizse, MR’ını çekerek, sorunlara kendimce çözüm yolu bulmak için bazı ipuçları bulmaya, uyuşmazlık konusu sorunların bir çözüme ulaştırılıp ulaştırılamayacağını incelemeye çaba göstereceğim. Özünde basit görünen ancak çeşitli nedenlerle karmaşık hale getirilmiş bulunan konulara, bazen umud veren, bazen umud kırıcı şekilde değinmek zorunda kalacağımı biliyorum.
Bu yazıda amacım Türkiye ile Yunanistan arasındaki gelişmelerin tarihini ve bu tarihten gelen veya günümüzde ortaya çıkan sorunları ayrı ayrı irdelemek değildir. Esasen bu konular birçok tarihçi ve siyasi analist tarafından ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bununla birlikte, okuyucunun hafızasını tazelemek amacıyla, tarihi gerçekleri ve günümüzdeki çeşitli sorunları kısaca gözden geçirmenin yararlı olacağını ve bu suretle ikili ilişkilere bütüncül bir açıdan bakmanın mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Yazıyı bugünlerde yazmanın zamanı mı sualinin cevabı okuyucuya göre değişebilir.
PSİKOLOJİK ETKENLER
Türk ve Yunan halklarının iki ülke ilişkilerine genel bakışındaki temel farklılıkları gözlemlememek mümkün değil. Türkler tarihten gelen askeri özgüven duygusu, ülkenin stratejik derinlik yaratan coğrafi büyüklüğü, nüfusu, sanayileşmedeki başarıları gözönünde tutarak, sanki Yunanistan’ı ciddiye almayan bir düşünce yapısına sahipler. Yunanistan’ın her fırsatta ülkemiz aleyhine çalıştığını, bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmak istemediğini bildikleri halde, genel bir endişe ve düşmanlık havası sezilmiyor, sanki bir çatışma çıkması durumunda Türkiye’nin tehlikeyi kolaylıkla bertaraf edeceğine kesinlikle inanılıyor ve Yunanistan’ın niye böyle davrandığını anlamakta zorluk çekiliyor. Türkiye’de Yunanistan karşıtı genel bir hava yaşanmıyor, sistematik şekilde Yunan düşmanlığı aşılayan bir kurum yok. Genellikle Türk halkı ve kurumları Yunanistan’ın tahriklerine, gayri hukuki davranışlarına tepki göstermekten ileri gitmiyor, son derece sakin ve sabırlı davranıyor, sadece haklarını korumak istiyor ve olayları büyütmek amacı taşımıyor.
Yunanistan tarafından bakınca durum hiç de normal bir görünüş arzetmiyor. 400 yıla yakın Osmanlı buyruğunda yaşamış olmanın yanısıra istiklal savaşı ve Kıbrıs barış harekâtı ile yaşananlanlar sanki Yunanlıların bitmez tükenmez hırsları ile kinlerinin birleşmesine neden oluyor ve bu da olumsuz bir hava yaratıyor. Bu konuda kilise, politikacı ve fanatiklerin etkisi tartışılamaz. Yunan politikası, üçüncü ülkelere güvenerek Türkiye üzerinden avantaj sağlamaya devam etmek üzerine dayanıyor izlenimi veriyor. Bu durumda iki ülke arasında, dostça, adalete ve hakkaniyete dayalı çözümler bulmak zor gözüküyor. Bu yaklaşımın daha önce, 20. yüzyıldaki 2 olayda ne kadar maliyetli olduğunu anlayamamaları esef vericidir. Gene de, genel olarak bakıldığında, Türkiye ve Türk halkının önemli bir kısmının, Yunanistan ve Yunan halkı ile dostça ilişkiler içinde yaşamak istediği açıkça görülmektedir. Aynı duyguların Yunan halkının önemli bir bölümü tarafından da paylaşıldığına inanıyorum. Tarafsız bir gözle bakıldığında dünyada , dil, din ve etnik farklılıklarına rağmen yaşam tarzları, eğlenceleri, yemek kültürleri vs açısından birbirine bu kadar yakın komşu iki Ege ülkesi halklarının böylesine düşmanca bir ortamda yaşamaya mahkum edilmeleri anlaşılır gibi görünmüyor. Bununla birlikte, iç dinamikler ve olumsuz gelişmelerden yarar sağlayan politikacıların, her ülkede bolca mevcut fanatik kişilerin, aşırı milliyetçilerin, bölgeye müdahil olmak isteyen üçüncü ülkelerin, iki ülke arasında kalıcı bir uzlaşma ortamı sağlanmasını engellemek için her türlü çabayı sarfettikleri gözden kaçmıyor.
Bu arada, Yunan iç savaşı, Albaylar rejimi, son ekonomik kriz dönemi sürecinde, Türkiye’nin, özel bir çıkar sağlamaya çalışmadığını, Yunanistan’ın NATO’ya dönüş sürecinde zorluk çıkarmadığını, İstiklâl savaşı sonrası Atatürk ve Venizelos arasında iki ülke arasında kurulmak istenen dostluk ilişkilerini, 1930 Ankara anlaşmasını, 1934 Balkan Antantını, 1976 Bern mutabakatı dahil çeşitli uzlaşma girişimlerini ve 20. Yüzyıl sonlarında deprem dönemindeki karşılıklı yardımlaşma ve dostluk havasını hatırlamak gerekir. Tüm bunlara rağmen günümüze uzanan kalıcı bir barış ortamı yaratılamamıştır. Yazımızın bundan sonraki bölümünde iki ülke arasındaki anlaşmazlıklara kısaca değineceğiz ve daha sonra, Ege’nin bir dostluk ve işbirliği denizi olabilmesi için genel olarak neler yapılabileceği hususlarını değerlendirmeye çalışacağız.
EGE HAVA SAHASI VE FIR
Daha önceki bir yazımızda Ege hava sahası ve FIR konularındaki anlaşmazlıkların, Yunanistan’ın hiçbir hukuki temele dayanmadan, Ege denizinin tümünde anlamsız bir hakimiyet iddiasında bulunmasından kaynaklandığını ve salt bu nedenle iki ülke arasında çeşitli krizlerin çıkmasına neden olduğunu açıklamıştık. Bu yazımızda diğer anlaşmazlık konularına kısaca değineceğiz. Bu arada, genel olarak, hukuk, ikili ve çok taraflı anlaşmalar hükümlerine uyulduğu ve adalet, hakkaniyet ve iyi komşuluk kurallarına saygı duyulduğu taktirde, kolay olmasa bile, Ege’de sürdürülebilir bir dostluk ve barış ortamı sağlanmasının mümkün olduğuna inandığımı tekrar belirtmek isterim. ( Hava sahası konusunda bakınız: www.istemi parman,com.tr / Ege hava sahası ve FIR konusu )
BATI TRAKYA KONUSU
Osmanlı imparatorluğunun., Balkan savaşları ve 1. Dünya savaşındaki mağlubiyetleri sonucu, Batı Trakya Yunanistan egemenliğine geçmiş ve Lozan ‘da bu durum kabul edilmek zorunda kalınmıştı. Türkiye, halkının büyük çoğunluğu Türk olan bölge konusunu 1967’de Yunanistan’da Albayların iktidarı ele geçirmesine kadar, siyasi bir sorun haline getirmemişti. 1967’de Albaylar rejimi Lozan Andlaşmasının açık hükümlerine rağmen, eğitim, tapulu mallara el koyma, halkı bölgeden uzaklaştırma ve müftü seçimi gibi konularda, bölgede yaşayan Türk toplumu üzerinde baskı yapmaya toplumu her vesileyle tahrik etmeye başlamıştır. Toplumun seçtiği müftüyü tanımayan Atina,müftüyü kendi atamış, zaman zaman müftüleri hapse mahkum etmiştir. Bu ihlallere karşı Türk toplumu tarafından açılan davalarda AİHM ‘nin, Türk toplumunun dini özgürlüğüne müdahale olarak kabul ettiği kararları da israrla tanımamaya devam etmektedir.
Türkiye sözkonusu olduğunda, hukuk devleti ve insan hakları ihlalleri konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan Avrupa Birliği ve üye ülkeler, AİHM kararları, Avrupa Konseyi’nin uyarıları ve Lozan Andlaşması hükümlerinin insan haklarına ilişkin hükümlerinin ihlali karşısında herhangi bir tepki göstermemekte, çifte standart uygulamasının tipik örneklerini vermeye devam etmektedirler. Türkiye, daha sonra birçok konuda da açıklayacağımız gibi, bu alanda da, uluslararası hukuk ve andlaşmalar çerçevesinde tanınmış haklarına riayet edilmesi dışında bir talepte bulunmuyor, ancak Türkiye’nin her türlü girişimi Yunanistan tarafından tarafından bir tehdit olarak gösteriliyor ve bu yaklaşım AB tarafından kabul görüyor. Bu durumda AB’nin kendi kuruluş felsefesine aykırı bir davranış içinde olduğunu ve uluslararası alanda giderek tarafsızlığını ve saygınlığını yitirdiğini ileri sürmek her halde yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede, hemen her konuda tarafsız ve adil davranmayan AB’nin , bu tutumunu değiştirmedikçe, muteber bir arabulucu olarak kabul edlmesi ve Yunanistan ve Kıbrıs’la olan anlaşmazlıkların çözümüne olumlu katkıda bulunması güç gözüküyor.
EGE’DE KARASULARI
Karasuları ülkelerin kara parçalarını çevreleyen denizlerde , aynen karalar üzerindeki gibi, mutlak egemenlik haklarına sahip oldukları bölgelerdir. 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi karasularının en çok 12 deniz mili olabileceğini öngörmüştür. Bu ifade, diğer kıyıdar devletlerin hak ve çıkarlarının gözetilmesi gerektiğini dikkate alarak, karasuları hududunun 12 milin altında saptanabileceğini anlamına geliyor. Böylece, özel denizlerde kıyıdar ülkeler arasında, belki asırlar boyu sürecek anlaşmazlık ve çekişmelere engel olma amacı açık olarak belirtilmiştir.
Adaların karasuları vardır, İki ülkenin ulusal karasularının toplamının karalar arasındaki mesafeden fazla olması, bir başka deyişle karasularının çakışması halinde, karasuları hududu, iki ülke karasına eşit mesafedeki noktaların oluşturacağı bir hatla saptanmaktadır (ortay hat).
Ege yarı kapalı, dolayısıyla özel bir denizdir. Türk ve Yunan’ın karasuları 6 mildir. (Türk karasuları Akdeniz ve Karadeniz’de 12 mil, aynı şekilde İyon denizinde de Yunan karasuları 12 mil). Bu konuda Yunanistan’ın Ege’de karasularını 12 mile çıkarmak için uygun ortam kolladığına kuşku yoktur. Yunanistan’ın böyle bir karar alması halinde ise, iki ülke arasında çok ciddi sorunlar çıkabilecektir. Nitekim, Türkiye, TBMM’nin 1995 yılında kabul ettiği bir kararla, Yunanistan’ın karasularını Ege ‘de 12 mil’e çıkartması halinde , bunun neticesine katlanmak durumunda kalacağını belirterek kararlılığını açıkça göstermiştir. Bu ifadenin savaş nedeni (casus belli) anlamına geldiğine kuşku yoktur. Bu suretle, Yunanistan yanlış bir davranışta bulunmaması ve barış’ın tehlikeye düşmemesi için peşinen uyarılmıştır.
Gerçekten, Yunan kıta karası ve Ege adalarının karasularının toplam alanı, bugün için, Ege’nin % 40’ını kapsarken, karasularının 12 mil’e çıkması ile bu oran % 70 olacak, Ege açık deniz alanları % 51’den % 19’a inerek ciddi şekilde küçülecektir. Türk karasuları Kuzey Ege’deki %’10’luk payı yaklaşık aynı oranlarda kalacaktır.. Böyle bir gelişme Ege sahillerinde Türkiye’ye sadece vatandaşlarının ve turistlerin yüzeceği kadar bir su parçası bırakacak, tüm Ege’yi, ortasında “açık deniz havuzu” bulunan bir Yunan denizi haline getirecek, önemli bir sanayi ve yerleşim bölgesi olan Türkiye’nin batısı açık denizlerden koparak “landlock” bir kara parçası haline gelecektir. Bunun sonucu olarak, ekonomik kayıpların yanısıra, Türk donanması ve hava kuvvetleri Yunanistan’dan izin almadan Akdeniz’e açılamayacak, Ege’de manevra ve tatbikat yapamayacaktır. Böyle bir durumun oluşmasına hiçbir şekilde izin verilemeyeceği açıktır ve TBMM’nin kararı her zaman geçerliliğini ve önemini koruyacaktır.
Yunan karasularının 12 mile çıkarılması, bugün için, gayri hukuki ve anlamsızbir şekilde ileri sürülen 10 mil hava sahasının da otomatik olarak 12 mile çıkarılmasını sağlayacağını belirtelim.
EGE KITA SAHANLIĞI
Ege denizinde ve denizin altındaki zenginliklerin paylaşılması hususu Türkiye Yunanistan arasındaki başka bir anlaşmazlık konusudur. Kıta sahanlığı tarifi icabı, açık denizlerin karasuları hududundan başlayan ve 200 mile kadar uzayabilecek kısmında kıta ülkesine bazı özel haklar tanınmasına olanak sağlayan bir kavramdır. Ege denizinde bu ölçüde mesafeler sözkonusu olmadığı cihetle, kıta sahanlığı sınırlarının 2 taraf arasında bir anlaşma ile belirlenmesi gerekiyor. Batı Anadolunun jeolojik yapısı Anadolu kıta sahanlığının, Ege denizinin açık deniz bölümünün önemli bir kısmını kapsayacak şekilde, Yunan kıtasına yaklaştığını göstermektedir ve Ege’nin derinlik haritası en derin bölgelerin Yunan kıtasına yakın olduğuna işaret etmektedir. Ege denizinin açık deniz bölümünde, kıta sahanlığı sınırı, derinlik esasına, bir başka deyişle kıta sahanlığının coğrafi ve hukuki tanımına uygun olarak veya ortay hat ya da düz hat çizgisi ilkesine göre saptanabilir. Bu ilkelerden birinin tercihinin 2 ülkeden biri için daha avantajlı bir durum yaratacağı için, 1976 Bern mutabakatından bu yana, yarım asra yaklaşan bir süredir gündemde olan bu konuda bir uzlaşma zemini bulunamamıştır ve 2 taraf da, mevcutsa Ege’nin yeraltı zenginliklerinden , gerektiği gibi yararlanamamaktadır. Bu konuda , Türkiye ana kıta’ya uzak adaların kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge’ye (MEB) sahip olmadığını ileri sürmektedir ve bu görüş Uluslararasında da kabul görmektedir. Kaldı ki, Kuzey ve batı Ege adaları ile 12 ada, Rodos ve Meis adasının Anadolu ve Trakya kıta sahaları üzerinde ve hatta bazıları Türk karasulaı mesafesi içinde bulunuyor. Bu çerçevede sözkonusu adaların kıta sahanlığı olmadığını, ancak 6 mil karasuları olduğunu tekrar hatırlatalım.
Ege’de Yunan karasuları 12 mile çıkarıldığı taktirde, sınır hangi yöntemle kabul edilirse edilsin, Yunanistan hakkı olmayan bir büyüklükte kıta sahanlığı alanına da sahip olacaktır. Salt bu husus bile, Türkiye’nin Ege’de karasularının 6 mille sınırlandırılması konusundaki kararlı tutumunda ne kadar haklı olduğunu açıkça göstermektedir.
KUZEY VE DOĞU EGE ADALARI
Batı Anadolu’yu kuşatan adaların bir kısmı Balkan savaşları sırasında, 1912 ekim aralık döneminde, Yunanistan tarafından işgal edilmiştir. ( Sakız, Midilli, Sinam, İkarya, Dozbaba, İpsara, Semadirek, Taşoz, Gökçeada, Bozcaada, Tavşan adası ) 1913 Londra konferansında 6 büyük devlet, 12 adayı İtalya’ya, Yunan işgali altındaki doğu ve Kuzey Ege adalarını da Yunanistan’a vermiş, Sevr anlaşması ile de bu durum aynen kabul edilmiştir. Dolayısıyla, Birinci Dünya savaşı sonunda Osmanlı imparatorluğu egemenliğinde hiçbir ada kalmamıştı. Lozan andlaşması ile işgal altındaki adalarla ilgili fiili durum kabul edilmek zorunda kalınmış, ancak bu arada, Osmanlı devletinin Sevr anlaşması ile tüm haklarından vazgeçtiği Gökçeada, Bozcaada ve tavşan adasının geri alınması mümkün olabilmiştir. Lozan heyeti Meis’i de geri almak için çok çaba sarfetmiş ise de, 1. Dünya savaşı galibi ve o dönemde dünya’nın hakimleri durumundaki, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın sert baskı ve muhalefeti sonucu bu mümkün olamamıştır.
Balkan savaşı sırasında Ege adalarının kolaylıkla kaybedilmesinin temelinde, sultan Aziz’in çabalarıyla dünyanın 3. Büyük gücüne ulaştırıldığı ifade edilen Osmanlı donanmasının, Sultan Abdülhamit’in saltanatı boyunca çürümeye terkedilmesi, denizcilerin eğitimsiz ve silahlarının bakımsız ve yetersiz olması önemli bir etken olmuştur. Sultan Abdülhamit’in bu tutumuyla neyi amaçladığı hususunda çeşitli fikirler ileri sürülmektedir. Sonuç olarak, Balkan harbi sırasında, donanmanın Çanakkale boğazından çıkması ve savaşması mümkün olamamıştır. Nitekim, adaların işgali sırasında Çanakkale boğazından Ege’ye çıkmaya çalışan Osmanlı donanmasından geri kalan birkaç gemi, Yunan donamasının müdahalesi sonucu geri dönmek zorunda kalmıştır. Bu durumda, adalardaki birkaç kişilik kolluk gücünün, doğal olarak, Yunan işgaline karşı koyabilmesi de mümkün olamamıştır. Londra konferansında bu adalar Yunanistan egemenliğine bırakılırken, büyük devletler temsilcileri, Gökçeada ve Bozcaada dahil tüm adaların nüfusunun rumlardan oluştuğunu, adalarda bir tek türkün bulunmadığı tezini israrla ileri sürmüşlerdir. Bu husus Lozan konferansı sürecinde de tekrarlanmıştır. Ege denizindeki adaların kaybının, tarihsel 2 temel nedeni daha vardır. En önemlisi, Osmanlı’nın genel stratejik yaklaşımındaki yanlışlıklar toplamıdır. Güçlü olduğu dönemde doğu’da Irak’tan Yemen’e, Akdeniz’de Tunus’tan Cezayir’e, Avrupa’da Macaristan’dan Arnavutluk'a kadar geniş bir toprak parçası üzerinde yayılarak hakimiyet sağlayan Osmanlı imparatorluğu, bu bölgelerde hakimiyetini konsolide edemediği gibi, Anadolu ‘yu tamamen ihmal etmiş ve dolayısıyla Anadolu ‘nun devamı mahiyetindeki adalar da Türk nüfus ile iskân edilmemiştir. Bu konuda, Anadolu halkının, adalarda yaşamaya niyetli olmaması ve denize sırtını dönük yaşamak istemesi de etken olmuştur denebilir. Öte yandan , Barbaros döneminden sonra da , bazı adaların ele geçirilmesi ve Magreb ülkelerine kadar uzanılmış olmasına rağmen, deniz kuvvetlerinin stratejik öneminin kavranılamaması bir başka önemli etkendir. Genel olarak, Osmanlı İmparatorluğu bir kara devleti olma vasfını hep korumuştur. Donanmamızın Hindistan seferi ve İnebahtı bozgunu bu gerçeği açıkça gösteriyor. Tüm bunlara ilaveten, sanayi devrimini yakalayamamış olmamız, gemi inşa teknolojilerindeki yenilikler, yeni silahlar edinilememesi gibi hususları da belirtmek gerekir.
12 ADA
Trablus savaşında İtalya’nın galip gelmesi sonucu, İtalya ile Osmanlı imparatorluğu arasında 18 ekim 1912 tarihinde Lozan kentinin Ouchy semtinde imzalanan barış anlaşması ile 12 ada geçici bir süre için İtalya’ya bırakılmış ancak daha sonra İtalya adalardan çıkmamıştır. Balkan savaşında Yunanistan’a mağlup olan Osmanlı Devleti, Adaların Yunanistan’ın hakimiyetine geçmesini engellemek amacıyla, adaların İtalya’nın işgalinde kalmasına itiraz etmemiş, 1. dünya savaşı sonunda İtalya’nın galip gelmesi üzerine de Sevr anlaşması ile adaların İtalyan’ın egemenliğinde kalmasını kabul etmiştir. Lozan anlaşması ile Sevr’in hemen tüm hükümleri geçersiz hale gelmiş olmasına rağmen, fiili işgal altında olmaları ve tüm devletlerin de ağır baskısı sonucu, Rodos ve Meis ile birlikte 12 adanın, hukuken İtalya’nın egemenliği altına girmesi tanınmak zorunda kalınmıştı. 2. Dünya savaşı sırasında Yunanistan ve adalar Almanya’nın işgaline uğramış ve savaş’ın sonlarına doğru Almanya ve İtalya’ya savaş ilan eden Yunanistan adını galip devletler arasına yazdırmıştı. 12 Ada’nın savaşa girmemiş olan Türkiyenin egemenliğine bırakılması konusu gündeme gelmişse de, özellikle Yunanistan’ın İtalya’ya savaş ilan ederek galip devletler safında yer alması sonucu, 10 şubat 1947 Paris Andlaşması ile 12 Ada ile Rodos ve Meis adaları, savaş mükâfatı olarak, Yunanistan egemenliğine verilmiştir. 2. Savaş sonrası dönemde, Balkanlarda birçok ülkeyi işgal etmiş olan Sovyetler birliğinin, Türkiye’den Boğazlar ve 3 Doğu vilayetimize ilişkin taleplerinin 12 ada konusunda ısrarlı olmamızın başlıca nedeni olduğu kuşkusuzdur.
On iki Ada : Astypalia, Halki, Kerpe, Kasos (çoban), Tilos (ilyaki), Nisiros (İncirli), Kalemnoz (Kelemez), Leros (İleriye), Patnos (Batnaz), Lipsos (Lipsi), Simi (Sömbeki), Kos (İstanköy). Bunlara Rodos ve Meis’i de eklemek gerek.
ADALARIN ASKERDEN ARINDIRILMASI VE SİLAHSIZLANDIRILMASI SORUNU
Türkiye, Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında 1912 Birinci Lozan (Ouchy), 1913 Londra konferansı, 1947 Paris anlaşmaları ile egemenlik haklarını kaybettiği Ege adaları, 12 ada, Rodos ve Meis adaları konusunda, Lozan andlaşmasında temel bir kuralın yer almasını sağlamıştı. Buna göre ,Türkiye’ye yakın adalar askerden arındırılacak, Yunanistan buralarda kara ve deniz üssü kuramayacak, isthkâm ve yığınak yapamayacak, başka bir ülkeye üs veremeyecekti. Türkiye adalar üzeirindeki Yunan hakimiyetini kabul etmek zorunda kalmış, ilgili anlaşmalar hükümlerine saygı göstermiş, egemenlik iddiasında bulunmamıştır. Buna karşılık, Türkiye sözkonusu adaların gayri askeri statüde olması hususunda ısrarlıdır. Yunanistan sözkonusu adalarda ancak gereği kadar kolluk gücü bulundurabilecektir. Yunanistan bu hükümlere uymadığı gibi, bir süredir, Türkiye’ye yakın mülkiyeti belirsiz adacık ve kayalıkları işgal ve iskân etme girişiminde bulunmuş , askeri birlik ve ağır silahlar yerleştirmeye başlamıştır. Ayrıca Yunan Cumhurbaşkanı ve savunma bakanları, mülkiyeti belirsiz adacık ve kayalıkları da ziyaret ederek, askerlerle birlikte poz verip resim çektirmekte, hukuki dayanağı olmasa da, buraların sahibi olduğu mesajını vermeye çalışmakta, tüm ilgili tüm anlaşma hükümlerini birçok noktadan açıkça ihlal etmektedir. Bu gelişmeler, Famaz ve Koyun adaları gibi gri bölgelerde de egemenlik tartışmalarına da yol açmaktadır.
Tüm bunlara ilaveten, Türkiye’nin güvenliği için gerçek bir tehdit oluşturduğu halde , Yunanistan devamlı olarak Türkiye tarafından tehdit edildiğini ileri sürerek haklı görünmek için çaba sarfediyor. Son günlerde Meis adasında da benzer bir şov sergilendiği hatırlardadır. Ege’de binlerce ada üzerinde egemenliğe sahip olan Yunanistan’ın bu tahriklerinin tehlikeli bir oyun olduğu kuşkusuzdur. Bu oyunlar sırasında oluşabilecek kazaların askeri açıdan yaratabileceği tehlikelerin yanısıra, Yunanistan , anlaşmaları açıkça ihlal etmeye devam ettiği takdirde, Türkiye’nin özellikle Lozan Andlaşması ile kurulmuş olan dengenin bozulduğunu ileri sürerek Adalar üzerindeki Yunan egemenliği konusunu gündeme getirebileceği de değerlendirilmelidir. Limni adasının gayri askeri statüsünü Lozan’ın açık hükümlerine rağmen ihlal eden Yunanistan’a karşı, Türkiye’nin bölgede ilan ettiği son NAVTEX yukarıda işaret ettiğimiz muhtemel tehlikelerin hangi koşullarda ortaya çıkabileceğini açıkça göstermektedir. Bu arada, 1983 Limni ve 1996 Kardak krizleri hafızalarda tazeliğini koruyor. Bütün bunlara rağmen Yunanistan’ın, daha önce birçok örnekte görüldüğü gibi, gene de Türkiye’yi AB’ye şikayet ederek, saldırgan göstermeye çalışması ve bu satırlar yazılırken bu yönde yeni girişimler yapması şaşırtıcı olmayacaktır.
KIBRIS KONUSU
Kıbrıs konusunun Türkiye ile Yunanistan arasındaki en önemli sorunlardan biri olduğu şüphesizdir. !960 Londra ve Zürih anlaşmaları ile Türkiye ve Yunanistan arasındaki genel dengeye uygun bir çözüm ile soruna kalıcı bir çözüm bulunulmaya çalışılmış ise de, sözkonusu denge 1963,64 ve 67 yıllarında Rum tarafının Ada’nın Yunanistan’a ilhakı amacıyla, Kıbrıs Türklerine saldırması ve katliam yapmaları ile bozulmuştur. Türkiye her defasında hava gücü ile müdahale etmiş, olayların büyümesini ve bir soykırıma dönüşmesini engellemişse de, 1974 temmuzunda Rum tarafında gerçekleştirilen bir darbe ile hükümetin devrilmesi ve darbe’nin Ada’nın tümüyle Yunanistan’a ilhakı amacını taşıdığının açıkça belirmesi üzerine, Türkiye sorunu barışçı yollarla çözmek için ilgili ülkeler nezdine son bir çaba göstermiş, çabaları sonuç vermeyince de, yeni katliamlara mani olmak ve Türk toplumunun can güvenliğini sağlamak için tek başına Adaya müdahalede bulunmuştur. Ada’nın ve 2 toplumun fiilen ikiye bölünmesiyle sonuçlanan bu müdahale “Barış Harekâtı” olarak adlandırılmıştır. Bu suretle, 1960’da, Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasından önce ve sonraki süreçte Türk toplumuna karşı işlenen katliam ölçüsündeki cinayetler son bulmuştur.
Barış harekâtının doğal sonucu olarak Türkiye’nin Yunanistan tarafından çevrelenmesi ve hassas merkezi bölgesinden tehdit edilme tehlikesi de bertaraf edilmiştir. Harekâtın ikinci olumlu sonucu ise, 1974 yılından bu yana geçen 46 yıllık sürede, Ada’da barış ortamının hakim olması ve 2 toplumun, ayrı ayrı da olsa huzur ve sükun içinde yaşamalarının sağlanması ve nihayet Türk toplumunun can güvenliğine kavuşabilmiş olmasıdır. Bu sürede, soruna siyasi çözüm bulmak için yapılan tüm girişim ve müzakereler, Rum tarafının Ada’nın tümü üzerinde tek söz sahibi olma arzusundan vazgeçmemesi nedeniyle, sonuçsuz kalmıştır. 2004 yılında, Yunanistan’ın AB’nin eski Sovyet bloku ülkelerinden Avrupa Birliğine sınırdaş olan ülkelerden bazılarının Birliğe katılmasını engelleme şantajı sonucu, rum yönetiminin tüm Ada’yı temsilen AB’ye üye olması ve Türk tarafına verilen sözlerin tutulmaması nedeniyle, iki taraf arasındaki bölünme iyice derinleşmiştir. Türk toplumunun temsilcisi ve Kıbrıs Cumhuriyetini ortak kurucusu, KKTC’nin bölge denizlerinin muhtemel zenginliklerinden tamamen mahrum bırakılmasına yönelik Rum-Yunan tutumu, Kıbrıs’ta ortak yaşamı adeta olanaksız kılmıştır. Yeni müzakerelerin başlaması ihtimalinden bahsedilirken, Rumlar yaklaşımlarını değiştirmedikleri taktirde, Einstein’in belirttiği gibi, sonucu aynı olacak şeyi, farklı bir sonuç verecekmiş gibi, yeniden denemenin akılla bağdaşan bir yönü olamayacağı açıktır..
KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Tatar’ın yukarıda belirtilen görüş yönünde düşündüğünü gösteren işaretler mevcuttur. Bununla birlikte , Rum yönetiminin hepimizi şaşırtacak bir politika değişikliği göstermesi halinde Sayın Tatar’ın da bu değişikliğe olumlu yaklaşması mümkündür. Kıbrıs Rum yönetimi politikasındaki her hangi bir değişikliğin anahtarının ise sadece Yunanistan’ın elinde olduğuna kuşku yoktur.
DOĞU AKDENİZ
Doğu Akdeniz’de gaz ve petrol yataklarının bulunduğunun anlaşılması üzerine, Yunanistan, Kıbrıs Rum yönetimi ile birlikte bir süredir, AB üyeliğinin sağladığı özel avantajı da kullanarak, tüm politikasını Türkiye’nin devre dışı bırakılmasına, KTTC’yi hukuki ve doğal haklarından mahrum etmeye ve dolayısıyla bölge’nin zenginliklerinden arslan payını ele geçirmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede, Yunanistan, Türk dış politikasında meydana gelen boşlukları da kullanarak, bölge ülkeleri ile ikili ve çok taraflı anlaşmalar yapmayı başarmış ve göreceli olarak diplomatik bir üstünlük sağlamıştır. Tarihte birçok örnekte görüldüğü gibi, hukuki ve adil bir temele oturmayan anlaşma ve uzlaşıların ömrü çok kısa olmuştur ve hatta çoğu kez yaşama geçmesi olasılığı dahi bulunamamıştır. Gerçekten, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya, ve 80 milyon’u aşkın nüfusa sahip Türkiye’nin böylesine bir hukuksuzluğu ve haksızlığı kabul etmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, Kıbrıs’ta hukuki ve fiili olarak mevcudiyetini sürdüren KKTC’nin haklarının ve payının tamamen ihmal edilmesi de kabul edilemez. Nitekim, Türkiye’nin, Libya ile imzaladığı MEB sınırlarını saptayan anlaşma ile Yunanistan’ın planları gerçekleşmemiş ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin dahil olmadığı, hukuk ve hakkaniyete uygun olmayan bir paylaşımın mümkün olamayacağı açıkça görülmüştür. Bu gelişmede Mavi Vatan yaklaşımının olumlu etkisi yadsınamaz.
Türkiye’nin MEB ilan ettiği bölgede ve Meis Adasının yakınlarında Türk araştırma gemilerinin sismik araştırmalar yapması üzerine Yunanistan ve GKRY, Türkiye’yi egemenlik haklarını çiğnemekle suçlamışlar, Yunanistan Kıbrıs ile birlikte bölgede gerilimi arttıracak askeri faaliyetlerde bulunmuş ve ısrarla AB’nin Türkiye’ye karşı yaptırım uygulamasını istemiştir. Son günlerde herkesin yakından izlediği bu konularda, sözkonusu çabalar Türkiye aleyhine somut bir sonuç vermemiştir. Her şeyden önce,Türkiye ve Yunanistan arasında, Ege ve Akdeniz’de kıta sahanlığı ve MEB sınırlarının saptanması konusunda bir anlaşma olmadığını belirtmek gerekir. Kıta sahanlığı ve MEB sınırlarının kıyıdar ülkelerin kendi aralarında yapacakları anlaşmayla saptanması gerekiyor ve ayrıca ana kıtadan uzak adaların kıta sahanlığı veya Münhasır Ekonomik Bölgeleri olmadığı kabul ediliyor.Her şeyden önce , Türkiye’nin, Kıbrıs’ın, Ege adaları ve Meis adası karasuları dışında, açık denizlerde araştırma yapmasının, iki ülkenin egemenlik haklarını ihlal ettiği iddiası hukuki bir temele dayanmamaktadır. Buna rağmen, salt Yunanistan ve Kıbrıs talep ediyor ve Fransa ısrarlı bir şekilde bu 2 üyenin görüşünü destekliyor, AB, aşağıdaki paragrafta açıklandığı gibi, uluslararası hukuk ve uygulamalar aykırı olarak Türkiye’ye yaptırım uygulama kararı alması zor gözüküyor. Gerçekten, böyle bir durum, AB’nin saygınlığına gölge düşürecek bir sonuç doğuracaktır.
Günümüzde adaların kıta sahanlığı ve MEB’si olup olamayacağı ve deniz sınırlarının saptanması konularında uluslararası alanda birçok anlaşmazlığın olduğu görülmektedir. Bunların bir kısmı iki taraf arasında uzlaşma ile çözülmüştür. Diğer bazı anlaşmazlıklar ise devam etmektedir. Türkiye’nin adaların karasuları ötesinde kıta sahanlığı ve MEB’ne sahip olmadığı tezini savunduğunu daha önce belitmiştik. Nitekim, BM Adalet Divanı ve ayrıca çeşitli hakemlik kararlarında bu ilkenin kabul edildiği görülmektedir. Bu konudaki örnek kararların bazılarını kısaca hatırlayalım. Romanya ile Ukrayna arasındaki Yılan adası davasında Divan, Ada’nın 12 mil karasuları sınırı ötesinde MEB’ne sahip olmadığına hükmetmiştir. Yemen ve Eritre arasındaki “Hanish adası” anlaşmazlığı ile ilgili kararında, Hakem heyeti, 1999 MEB sınırının saptanması konusunda, “ortay hat” ilkesini kabul etmiş, Adalar üzerindeki egemenliği deniz sınırının saptanmasında dikkate almamıştır. Öte yandan, Yunanistan ile İtalya arasında geçtiğimiz aylarda yapılan İyon denizinde MEB sınırının saptanması anlaşmasında da, sözkonusu denizde Yunanistan egemenliği altındaki adaların MEB bölgesine sahip oldukları hususunda herhangi bir iddia ileri sürülmediği veya sürülemediği görülmektedir. Bunlara ilaveten, Türkiye karasuları mesafesi içinde ve Yunan ana karasına 500 km’nin üzerinde bir mesafede bulunan Meis adasının karasuları dışında ekonomik haklara sahip olma talebinin de Adalet Divanının, sözkonusu sorunların çözümünde benimsediği “ hakkaniyet “ ilkesine ters olduğu hususu da göz önünde tutulmalıdır. Bu durumda Türkiye’nin Meis’in batısında sismik araştırma yapmasının Yunanistan’ın egemenlik haklarını ihlal ettiği iddiasının geçerli olamayacağı açıktır. Bazı AB yetkililerinin tüm bu gerçekleri gözardı edip, Türkiye’den Doğu Akdeniz’de gerginliği arttırıcı davranışlardan kaçınmaya davet etmesini ise ciddi bir yaklaşım olarak değerlendirmek oldukça zordur.
GENEL DEĞERLENDİRME
Yukarıdaki paragraflarda Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları kısaca özetlemeye çalıştım. Amacım bu sorunların neden çözülemediğinin ve özellikle bugünkü ortamda çözülmezliğinin avukatlığını yapmak değildir. Tam tersine hemen tüm konularda, uluslararası hukuka uygun, iyi niyet, dostça komşuluk, hakkaniyet ve en önemlisi politik ve hissi yaklaşımlardan uzak akılcı bir arayışın çözümler getireceğine inanıyorum. İki ülke arasında adil, halkların öz çıkarını ön planda tutan ve Ege’de sürdürülebilir bir barış sağlayacak bir anlaşma ancak bu şekilde bulunabilir. İçinde bulunduğumuz ortamda, sadece bir tarafın haklı olduğunu kabul ederek iki ülke arasındaki anlaşmazlıklara çözüm getirilemeyeceği kuşkusuzdur. Böyle bir tutum çözümsüzlüğün devamını istemek anlamına gelir ve sadece bölge dışından üçüncü ülkelerin siyasi ve ekonomik yararlar sağlamasına yardımcı olabilir. Bu konuda en büyük zorluk, böyle bir gerçeği bilmelerine ve görmelerine rağmen, başta politikacılar ve kamuoyunu etkileme imkânına sahip birçok kişinin, çeşitli nedenlerle konuya doğru açıdan yaklaşmaya cesaret edememeleridir. Nedenlerini herkesin bildiği bu konuya girmeyeceğim.
Kendi açımdan yukarıdaki özetleri ve bu değerlendirmeyi yaparken olanak ölçüsünde konulara ve çözümlere tarafsız bir şekilde ve yaklaşmaya çalıştım. Bununla birlikte, birçok konuda Yunan tutumunun hukuki ve haklı dayanakları olmaması nedeniyle yazdıklarımın, eğer okuma olanakları olsa, Yunan komşularımız tarafından taraflı olarak değerlendirileceğine eminim. Aynı şekilde, Türk okurları arasında birçok kişi de Türkiye’nin çıkarlarının yeterince vurgulanmadığını ileri sürecektir. Yazımın son bölümü, Ege ve Doğu Akdeniz’deki sorunların Türkiye ve Yunanistan’ın ortak çıkarlarına uygun çözüme ulaştırılmasının mümkün olup olamayacağını irdelemeye ilişkindir. Bu bölümde aşırı iyi niyetli olduğumu ve hayal kurduğumu itiraf ediyorum. Gene de niçin olmasın diyorum.
EGE’DE TÜRK YUNAN SORRUNLARINA KALICI ÇÖZÜM BULUNAMAMASI
Her şeyden önce böyle bir durumda, her iki ülkenin de kesin olarak zarar göreceği bilmemiz gerekiyor. İki ülke arasında, kısa süreli de olsa, bir silahlı çatışmanın yaratacağı maddi ve manevi zararlardan söz etmek dahi istemiyorum. Burada sözkonusu olan, 2 komşunun devamlı bir çatışma tehdidi altında, belki çok uzun yıllar sürecek bir tedirginlik içinde yaşamaya devam etmesinin 2 halkın üzerinde yaratacağı olumsuzluklardır. Halklar birbirinden nefret edecek, İki devletin yöneticileri tüm dikkatlerini karşı taraftan gelecek tehlikelere karşı tedbirli olmaya yöneltecek, silahlanma yarışına girerek ülkelerinin ve halklarının refahı için değerlendirmeleri gereken milyarlarca doları, silah üretimine ve satın alınmasına harcayacaklardır. Bu suretle, silah satıcıları zengin edilecek, kendilerini destekleyecek ülkelere çeşitli tavizler vermek zorunda kalacaklar, hatta bu ülkelere bir tür bağımlı olacaklardır. Bölge’de oluşacak gergin ortam, 2 ülke ekonomisi için de çok önemli olan ve esasen pandemi nedeniyle büyük kayıplara uğramış olan turizm sektörüne ayrıca darbe vuracak, turizm gelirlerinin büyük ölçüde düşmesine yol açacak ve nihayet doğrudan yabancı yatırımlar için ciddi bir engel oluşturacaktır. Tüm bu olumsuz gelişmelerin, özellikle corona sonrası yaşanacak zor ekonomik koşullarda, tüm bölge halklarına büyük zarar vereceği kuşkusuzdur.
EGE’DE GENEL BİR UZLAŞMA SAĞLANMASI
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmaya, Güney Kıbrıs Rum kesimi ile KKTC’nin de katılmasıyla Doğu Akdeniz bölgesinde Benelux örneği bir grubun oluşmasına şahit olabiliriz. Büyük bir stratejik öneme ve güce sahip olacak bu grup, bölgedeki gelişmeleri, kendi ortak çıkarları doğrultusunda, şekillendirme ve yönlendirme imkânını da bulabilecektir.
İstikrarlı bir ortama girilmesi ile bölgeye daha çok doğrudan yatırım çekilebilecek, silahlanma yarışının sona ermesi ile önemli tasarruflar sağlanacak ve bu tasarruflar halkların refahı için harcanabilecektir. Öte yandan, Ege adaları ile Türk sahillerinin eşsiz güzelliklerinin birlikte çekiciliği artacak, turizm müthiş bir ivme kazanabilecek ve bölge dünya’nın en önemli turizm merkezlerinden biri haline gelecektir.
Tekrar belirtelim ki, bölge’de en uzun sahile ve büyük nüfusa sahip Türkiye, Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz zenginliklerinden kendine düşen payı almaması düşünülemez. Öte yandan, uyuşmazlıkların devam etmesi halinde bölge’ye gelmekte ve kalmakta tereddüt eden petrol ve doğalgaz şirketleri, istikrarlı bir ortamın oluşması ile birlikte çalışmalarına vakit geçirmeden başlayabilirler. Böyle bir gelişme gerçekleşebilirse, tüm bölge halklarının elde edilecek zenginlikten en kısa sürede paylarını almalarını sağlamalarının yararı tartışılamaz. Bu çerçevede, Suriye’de, siyasi bir çözüme ulaşılarak, ülkenin istikrara kavuşarak yeniden inşası ve bu çerçevede, göçmenlerin bir an önce ülkelerine dönmelerinin sağlanması bölgenin en öncelikli konusu olmalıdır. Bu amaçla bir uluslararası bir fon kurulmalı ve bu Fona, sahildar devlet olarak, Suriye’nin payı da dahil edilmelidir. Bölgede devamlı barışın sağlanması ve buna paralel olarak mülteci ve göç sorunlarını çözmek için belki de tek geçerli yaklaşım budur.
İnsanlığın büyük bir tehlike karşısında olduğu bugünlerde, tüm sorunlara iyi niyetle ve farklı bir şekilde yaklaşılması bir zorunluluktur. Elde edilecek olumlu sonuçlar tüm bölge halklarının lehine olacaktır. Son günlerde bazı tarihi uzlaşmaların görülmesi umut verici olsa da , birçok uyuşmazlığın devam etmesi ve hatta yeni anlaşmazlıkların belirmesi de o kadar umut kırıcıdır. Bu arada, bazı AB ülkelerinin, görünen veya görünmeyen çıkarları uğruna, hiçbir hakkaniyet ilkesiyle bağdaşmayan ve uluslararası anlaşmaların hükümlerini ve hukuki gerçekleri dikkate almadan, AB üyesi iki ülkeyi kayıtsız desteklemesinin bölgede adil olmayan bir durum yaratacağı, barış ve istikrarın sağlanması için büyük tehlike oluşturacağı açıkça görülmelidir.
Bölge sorunlarının genel bir uzlaşma anlayışı içinde çözülmesi ve Doğu Akdeniz’de ciddi bir işbirliği ortamının yaratılması için uluslararası bir konferans toplanması ve tüm sorunların ele alınarak hemen her alanda uzlaşmaya varılması hedeflenmelidir. Aslında bölge ülkeleri arasındaki sorunların, bölge dışından yapılacak müdahalelerle çözülmesini beklememek gerekiyor. Bununla birlikte, büyük devletlerin veya devlet gruplarının böyle bir gelişmenin dışında kalmaları da beklenemez. Bu arada sözkonusu konferanstan önce ikili uzlaşmazlıkların çözülmesi mutlaka gerekiyor. Bunların başında Türk – Yunan sorunları yer alıyor ve yukarıda kurmaya çaba sarfettiğimiz hayal dünyası bir anda yıkılıyor. Bununla birlikte, bundan sonraki bölümde hayal kurmaya devam edeceğim ve tüm zorluklarına rağmen Türk Yunan uzlaşmasının hangi temellere dayanarak sağlanabileceğine ilişkin düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım. Şimdiden, olmaz, olamaz, mümkün değil, ütopik, gerçek dışı, bence şu veya bu açıdan her 2 ülke tarafından kesinlikle kabul edilmez sesleri kulağımda yankı yapıyor. Gene de hayal kurmadan hiçbir amaca ulaşılamayacağına, hayal olmaz ise içimizdeki ümit ışığının söneceğine inanan bir kişi olarak çözüm önerilerimi kısaca açıklamaya çalışacağım.
EGE’NİN 2 YAKASI BİRARAYA GELEBİLİR Mİ ?
Yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı imparatorluğu, libya’da, Balkan savaşlarında ve 1. Dünya savaşında yenilmesi sonucu, Yunanistan tarafından işgal edilmiş olan Ege adalarının, Yunanistan egemenliğine, 1912 Lozan ouchy 12 adanın İtalyan egemenliğine verimesini kabullenmek zorunda kalmıştı. Lozan andlaşması ile sadece Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan adası geri alınabilmişti. Daha sonra, 1947 Paris anlaşması ile İtalyan egemenliğindeki 12 ada ve Meis adası nın da Yunanistan’a verildiğini belirtmiştik. Türkiye, Osmanlı imparatorluğu döneminde kaybedilmiş adaların egemenliği konusunda hukuki veya siyasi bir itirazda ve herhangi bir iddiada bulunmamıştır.
No comments:
Post a Comment