Popülizm Trump ile gelmedi, onunla da gitmez
20.11.2020 01:42 EMRE
ERDOĞAN
‘Siyaset’teki
Gölge: Korku’ kitabının yazarı Emre Erdoğan “Trump’ın gitmesi küresel zevklere
sahip elitlere ya da işlerini ellerinden aldığını düşünen göçmenlere karşı
öfkesini dindirdi mi? Bilakis, hayır” değerlendirmesinde bulunuyor.
Kasım 2020 tarihinde yapılan ABD Başkanlık seçimlerini Demokrat Joe
Biden’ın kazanması ve dünya kamuoyu tarafından pek de sevilmeyen “Reality Show
Yıldızı” Donald Trump’ın kaybetmesi, tabir yerindeyse küresel bir öforiye yol
açtı. Biden’ın başkanlığı döneminde ABD’nin uluslararası itibarını yeniden
kazanması; “USA First!” diyen bir tek taraflı bir politika geliştirme döneminin
sona erip yeni çoktaraflılığa bırakması; Trump’ın neredeyse imha ettiği
diplomatik kurumların yeniden inşası uluslararası ilişkiler alanındaki
beklentiler arasında.
Daha geniş perspektiften baktığımızda, Biden’ın seçilmesinin en önemli
küresel sonuçlarından birinin küresel popülist dalganın sona ermesinin
ipuçlarını verdiğini düşünenler olduğunu görüyoruz. Biden’ın seçilmesiyle
Johnson, Orban ve Bolsonaro gibi popülist liderlerin de önümüzdeki dönemde
seçim kaybedeceklerine inanan yorumcular bulunuyor.
Özellikle de uluslararası alanda Trump’ın desteğinden ve sempatisinden
yararlanıp iktidarını pekiştiren Orta Avrupalı liderlerinin işlerinin daha zor
olduğuna dair bir kanı da yaygınlaşıyor. Bu görüşe göre Biden, “liberal
olmayan” liderlerin yerel politikalarına karşı daha hoşgörüsüz olacak. En
azından Biden’ın “ötekine oy vermek istemeyenlerden” bir koalisyon kurma
stratejisinin, kutuplaşma üzerine inşa edilmiş popülist lider iktidarlarına
karşı bir oyun planı olarak kullanılabileceği düşünülüyor. İktidarı
düşürmeye odaklı bir minimum kazanan koalisyonun popülizme karşı bir çare
olacağına inananlar var.
AMERİKAN İSTİSNACILIĞI İŞ BAŞINDA
Elinden geldiğince dünya ve yurt meselelerine karşılaştırmalı bakmaya
çalışanların önünde önemli bir engel var: Amerikan istisnacılığı… ABD’nin
kendisine özgü tarihsel, coğrafi ve siyasal koşulları nedeniyle dünyanın geri
kalan kısmından çok farklı olduğunu, dolayısıyla karşılaştırılamayacağını
savunan bu görüş nedeniyle şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Herhangi bir şey
ABD’de olmadan olmuş sayılmıyor; ABD’de olan bir şeyin dünyanın geri kalanında
olacağı düşünülüyor.
Bu genellemenin çok da yanlış olduğunu söyleyemeyiz, başta demokrasi olmak
üzere birçok kurum önce ABD’de doğdu ve oradan dünyaya yayıldı. ABD’nin siyasi
hayattaki bu öncü rolünü yadsımak yanlış olur.
Ancak popülizmin yenilmesi konusunda ABD’nin bir örnek teşkil etmesinin pek
mümkün olduğunu söyleyemeyiz.
Popülizmin Trump ile sona ermemesinin sebebi, tarihsel olarak önce vuku
bulması ile ilgili değil. Trump kadar “stereotipik” bir karakterin mağlubiyeti
bir salgına dönüşebilirdi, küreselleşmiş dünyada siyasi modalar da tiktok
videoları kadar hızlı yayılıyor. Trump’ın “son popülistlerin ilki” olmamasının
sebebi, popülizmin doğmasına yol açan faktörlerin hala var olması. Popülizm,
krizlerin evladı… Ne zaman bir siyasal ya da iktisadi kriz olsa ve ülkenin
müesses nizamı bu krizi çözmekte başarısız kalsa; bu krizleri farklı bir
yöntemle, genelde de “saf ve temiz” halkın bağrına dönerek çözeceğini iddia
eden popülist liderler/hareketler ortaya çıkıyor.
Çok farklı gelişmelerin birbiriyle etkileşiminden doğan krizlerin iktidar
sahiplerini başarısız kılması kaçınılmaz, başarısızlıklarını halka izah etmekte
de zorlanırlar haliyle… İşte, krizin yarattığı sorunlar çözül(e)mediği zaman
ellerinde sihirli değnekleriyle büyücüler ya da kılıçlarıyla İskenderler gelir
ve düğümü tek hamlede keserler… Ya da kestikleri izlenimini yaratırlar.
Eğer şansları yaver gitmezse, kesmeleri mümkün olmadığından; çözümü bir
müsebbip, bir günah keçisi aramakta bulurlar. Başa gelen kötü şeylerin bir
sorumlusu olmalıdır -çünkü insanlık hali olarak başımıza gelen kötü şeylerin
sorumlusu başkalarıdır- onlar da büyük olasılıkla “saf ve temiz”,
idealleştirilmiş halkın dışında kalanlar; yani ötekilerdir.
Kimleri ekleyebiliriz bu ötekilere? Adı üzerinde popülist bir politikacı
için elitler -müesses nizam olarak okuyabilirsiniz- bunların başında gelir.
Siyasetçiler, gazeteciler, generaller, sanayiciler ve benzeri iktidar sahipleri
günah keçilerinin başında gelir. Yaşam tarzları nedeniyle halkına
yabancılaşmış, halkının iyiliği yerine kendi menfaatlerinin peşine düşen bu
elitler, hedefe ilk konulanlar olur.
Bunları, harici düşmanlar ve onların dahili işbirlikçileri izler; yaşam
tarzı, ideolojisi, eğitimi ya da oturduğu mahalle itibariyle, bunlar da halkına
yabancı unsurlardır. Sonra sıra bizimle yaşama şanssızlığını taşıyan
azınlıklara gelir, onlar zaten kan itibariyle “öteki” olduklarından, hedef
tahtasına koymak zor olmaz. Bütün bu süreçte liderin ağzında her şeyi halkına
vermek bulunsa da; sonuçta gidenlerin yerini başka bir elit alır, ancak liderin
ve ekibinin halktan biri olma iddiası asla sona ermez.
Eski popülizmleri geride bırakalım, günümüz popülizminin neden beslendiğine
bir bakalım. Üzerinden yeterince zaman geçtiği için neredeyse emin olarak
biliyoruz ki popülizmin son dalgasının en önemli sebebi 2008 Finansal Krizi…
Yaz aylarında ABD’de başlayan ve bütün dünyayı saran bu finansal kriz çok kısa
zamanda ekonomik krize evrildi. Bir iddiaya göre bankacılık sistemi
kuruluşundan bu yana ürettiği bütün katma değeri birkaç ay içerisinde berhava
etti, insanlar işsiz ve evsiz kaldılar. Aradan geçen 10 yıla baktığımızda başta
ABD olmak üzere bazı ülkelerin ekonomik açıdan büyümeyi ve işsizliği azaltmayı
başardığını görüyoruz; ancak krizin yarattığı eşitsizliklerin ve
kırılganlıkların çözülmesinde bir arpa boyu yol alınmamış.
İşte bu koşulların doğurduğu hınç ve öfke duygusu, popülist politikacıları
iktidara taşıyan temel faktör oldu. Trump’ın 2016’da “Pas Kuşağı” adı verilen
ve bugün hepimizin yerlerini ezberlediği eyaletlerden çok yüksek oy alması, ona
seçimi getirdi. Çünkü o bölgelerde kurulu fabrikalarda yaşamlarını harcamış
beyaz seçmenler, 2008 sonrasında fabrikaların kapanıp işsiz kaldıklarını,
ipoteklerini ödeyemediklerini görmüşlerdi; Obama yönetimiyse elindeki fonları
bankaları kurtarmaya akıtmaktaydı.
Üstelik yıllarca sahip oldukları “beyaz adamın üstünlüğü” inancı, siyahi
bir Başkan ve yakın çevresi tarafından alt üst edilmekteydi. Bunun sonucunda oy
verme günü geldiğinde kendileriyle hiçbir ortak yönü olmayan bir “Limuzin
Demokratı” yerine, milyarder de olsa onların gönlünü okşamayı bilen Trump’ı
seçtiler.
Son dört yılda Trump bu öfkeli ve etrafında olup bitenlere tiksinti duyan seçmenler
için bir şey yaptı mı? Hayır.
Eğer salgın olmasaydı, yine seçim günü geldiğinde gidip Trump’a oy
verirlerdi -ki verdiler muhtemelen-, Biden’ın onlara vaat ettiği herhangi bir
şey yoktu çünkü. Tek fark, bu kez Trump’ın da sürekli aşağılayarak, ötekileştirerek
ve hedef göstererek öfkelendirdiği insanlar vardı, okumuş beyazlar, kadınlar,
okumuş siyah kadınlar; neredeyse tulum çeker gibi bütün bu segmentlerden
Biden’a oy yağdı ve Trump, Beyaz Saray’ı terk etmek zorunda kaldı.
Trump’ın gitmesi, sıradan insanların sadece kendisi için çalışan
siyasetçilere, küresel zevklere sahip elitlere ya da işlerini ellerinden
aldığını düşünen göçmenlere karşı öfkesini dindirdi mi? Bilakis, hayır.
Üstelik, eğer Demokratlar bizim bildiğimiz gibi davranırlarsa, kendilerine oy
veren diğer öfkelileri de kolaylıkla karşılarına alabilirler.
Dani Rodrik, eğer Trump’a oy veren 70 milyon seçmene empati duyulup
küreselleşmeden kaynaklanan kayıpları giderilmezse, 2024’ün şimdiden
kaybedilmiş sayılması gerektiğini savunuyor.
FARKLI BİR AKIL GELİŞTİRMEK GEREK
Görüldüğü üzere Biden’ın seçilmesinin yarattığı öforiyi herkes paylaşmıyor,
bu duygusal kutuplaşma bile durumun vehametine işaret edebilir. Tipik bir
Demokrat Partili siyasetçi olan 78 yaşındaki Biden’ın istenilen empatiyi
gösterip göstermeyeceğini zaman içerisinde öğreneceğiz, belki de bu duyguları
ve anlayışı beslediğini ifade etmek Kamala Harris’e kalacak; bununla birlikte
popülizm ateşi harlı olmasa da yanmaya devam edecek, herhangi bir kriz ya da
skandal bu ateşin Beyaz Saray’ı bu kez hem sağdan hem soldan sarmasını
kolaylıkla sağlayabilecek.
Küresel popülizme gelince, “popülist otoriter” liderler diye yaftalanıp
ideal bir siyaset tasvirinin ötekisi olarak “ötekileştirilenlere” ne olacak?
Onların iktidara gelmelerini sağlayan sorular da yerinde duruyor. AB ya da
diğer ulusötesi kurumların bu halklara herhangi bir faydasının dokunmadığını
salgın günlerinde hep beraber gördük.
Uluslararası ortamsa ne yazık ki dayanışmayı değil, rekabeti teşvik ediyor,
birbiri ardına keşfedilen aşıların “önce beyaz insanı” kurtarmak için
kullanılacağı, dünyanın geri kalanının kendi başının çaresine bakmak zorunda
kalacağı görülüyor. Ekonominin sarsılacağı, salgının daha büyük acılara yol
açıp insanlarda umutsuzluğa yol açacağı açıkça görülürken; rüzgara karşı bir
yolculuğa çıkıp dayanışma ve anlayışı savunacak bir uluslararası iklim
yaratılabilir mi? İrade gösterse dahi Biden bunları tek başına yapabilecek
kadar güçlü değil ne yazık ki. İrade gösterebilir mi, kafasını Demokratlara
2024 seçimlerini kazandırma çabasından öteye götürebilir mi, bilmiyoruz. Bunu
başarabilmek için kendi evinden öteye odaklanmış bir akıl gerekiyor, onun da
varlığı şüpheli.
EMRE ERDOĞAN KİMDİR?
Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nü bitirdi, aynı bölümde doktorasını tamamladı. 1996’dan
itibaren kamuoyu araştırmaları yapan Erdoğan, 2003 yılında bağımsız araştırma
şirketi Infakto RW’yu kurdu.
Emre Erdoğan dış politika ve kamuoyu, siyasal katılım, genç ve çocuğun iyi
olma hali; gönüllülük, sosyal sermaye ve sosyal gelişim konularında çok sayıda
araştırma yürütmüş ve yayın yaptı.
Son kitapları “Biz”liğin Aynasından Yansıyanlar: Türkiye Gençliğinde
Kimlikler ve Ötekileştirme”, “Fanusta Diyaloglar: Türkiye’de Kutuplaşmanın
Boyutları” ve “Siyaset’teki Gölge: Korku” adlarını taşıyor.
No comments:
Post a Comment