IRAK VE PKK TERÖR ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ
EMEKLİ TÜMGENERAL Armağan Kuloğlu*
Özet
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali sürecinde Türkiye ile ABD arasında yaşanan gelişmeler, iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Bu olumsuzlukların başında Irak’ın kuzeyindeki yönetimin statüsünün yükselmesi, PKK terör örgütünün gelişmesi ve terör eylemlerindeki artış ve Türkmenlerin statüsünde istenen durumun elde edilememesi gelmektedir. ABD, Türkiye ile başlangıçta yaşadığı kendi açısından olumsuz olarak nitelendirilen gelişmeler nedeniyle bölgedeki Kürtleri, Türkiye’nin yerine müttefik olarak kabul etmiş, bu durum Kürt yönetiminin statüsünün yükselmesi ve dolayısı ile Türkiye tarafından tehdit olarak kabul edilebilecek bir konuma kadar gelme tehlikesini yaratmıştır. ABD, Türkiye’nin Irak’taki etkinliğini tamamen kırdığından PKK terör örgütü kendisine gelişmesi, destek alması ve eylem planlayıp icra etmesi için güvenli ve rahat bir manevra alanı bulmuştur. ABD, Türkiye’nin PKK terör örgütü ile mücadelesine yardımcı olma karşılığında, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyindeki yönetimle resmi temaslara kadar uzanan bir iletişim kurmasını sağlamıştır. Anahtar kelimeler: Türkiye, ABD, Irak, İran, PKK, Terör, Türkmen, Kerkük.
GİRİŞ
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalini müteakip Irak’ın kuzeyinde oluşan otorite boşluğu PKK terör örgütünün yeniden hayat bulmasına imkân sağlamış ve örgüt bu bölgede kendini güven içinde hissetmiştir. Örgüt, insan kaynağı, finans ve lojistik desteğini kolaylıkla sağlayabilmiş, yeniden teşkilatlanmış, eğitim yapmış ve terör eylemlerini planlama ve sınırı geçerek Türk topraklarında terör eylemi gerçekleştirme ve yeniden güvenli olarak nitelendirdiği Irak’ın kuzeyine dönme fırsatını elde etmiştir.
PKK terör örgütü, Türkiye’ye karşı bir tehdit oluşturduğu, zarar verdiği, ayrıca sözde Büyük Kürdistan’ın Türkiye ayağını oluşturmasına hizmet ettiği, bu süreçte yapının liderliğinin Kuzeydeki yönetimde olmasına yardımcı olduğu ve zaman içinde Türkiye’ye karşı bir yaptırım aracı olarak kullanabileceği düşünceleri ile Irak’ın kuzeyindeki yönetim tarafından himaye ve destek görmüştür.
PKK terör örgütü ABD açısından ise, Türkiye’ye karşı 1 Mart teskeresinden dolayı cezalandırma aracı olarak nitelendirilmiş ve Türkiye’ye karşı yine zaman içinde bir pazarlık konusu olarak kullanılabileceği düşünülmüştür. PKK terör örgütü, ABD tarafından, ayrıca PEJAK uzantısı vasıtasıyla İran’a karşı da kullanılmaktadır. Diğer taraftan örgüt, kuzeydeki istikrarı bozmadığından, ABD’ye ve kuzeydeki yönetime zararı dokunmadığından, hatta faydası olduğu düşünüldüğünden, ABD’nin çıkarları açısından en azından müdahale edilmemesi gereken bir unsur olarak görülmüş ve dolaylı olarak ABD tarafından himaye edilmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin terörle mücadelesinde sınır ötesi operasyon yapması ABD tarafından sürekli engellenmiştir.
Türk Hükümeti de, ABD ile bozulan ilişkilerin daha da kötüye gitmemesi için, terörle mücadeleyi sadece askeri alanda olmak üzere yurt içinde yapmayı tercih etmiş ve ABD’nin Türkiye’nin sınır ötesi harekât yapmasına olan muhalefetine uyum göstermiştir. ABD’nin Kürt Gruplara karşı müsamahalı davranışı, bu gruplarla olan müttefiklik çerçevesindeki ilişkileri ile PKK konusundaki düşünceleri, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin ve PKK’nın Türkiye’ye karşı tutum, davranış ve eylemlerinde tırmanışa sebep olmuştur.
ABD’NİN PKK KONUSUNDAKİ POLİTİKA DEĞİŞİKLİĞİ VE TÜRKİYE’YE SAĞLADIĞI DESTEK
PKK’nın tırmanan eylemleri Ekim 2007 ayı içinde tahammül edilemeyecek sınırlara ulaşmış, Türk Hükümeti, toplumun terör konusundaki tepkileri ve sınır ötesi operasyon yapma zarureti karşısında reaksiyon gösterme zorunda kalmıştır. Bu nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) sınır ötesinde operasyon yapmasına imkân sağlayacak olan teskereyi meclise sevk etmiş ve meclisten gerekli olan yetkiyi almıştır. Ancak bu yetki, çeşitli çekingenliklerden dolayı hemen kullanılmamış, sınır ötesi operasyon yetkisini almış olarak bu konuda ABD başta olmak üzere uluslararası mutabakat sağlamak maksadıyla, komşu ülkeler de dahil birçok ülke ve kuruluş ile terörle mücadeledeki haklılık ve kararlılık konusunda diplomatik temaslarda bulunulmuştur. Bu çerçevede ABD ile de 5 Kasım 2007 tarihinde ABD Başkanı ve Türkiye Başbakanı arasında bir görüşme yapılmıştır.
Bu görüşmenin basına yansıyan kısımları olduğu gibi, her ne kadar yok deniyorsa da, yansımayan ve çeşitli yorumlara sebep olan kısımlarının olduğu da bir gerçektir. Görüşmelerin açıklanan kısmına baktığımızda, PKK terör örgütünün müşterek düşman olarak nitelendirildiği, Türkiye’nin terörle mücadelesinin haklı nedenlere dayandığı, bu mücadelede ABD’nin Türkiye’ye gerekli desteği vereceği, bu maksatla istihbarat paylaşımı yapılacağı ve Türkiye, ABD, Irak Genelkurmay İkinci Başkanları seviyesinde üçlü bir mekanizma oluşturulacağı görülmektedir. Bu durum ilk bakışta, TSK’nın sınır ötesi operasyon yapabileceğini, ancak operasyonun bir noktada ABD’nin verdiği istihbarata bağlı olarak ve istihbaratı verdiği yere yapılabileceği şeklinde algılanmıştır. Ancak daha sonra Türkiye’nin, ABD’ye bağımlı olmadan; ancak ABD’yi bilgilendirerek kendi inisiyatifi ile de hareket ettiği görülmüş ve bundan sonrada bir müddet için bu şekilde devam edeceği anlaşılmıştır.
ABD ile yapılan görüşmelerin kamuoyuna yansımayan, ancak ABD’nin tutum değişikliğine sebep olan konular hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Doğal olarak bu yorumların dayandığı birçok açıklama ve olaylar bulunmaktadır. ABD’nin bu zamana kadar sıcak bakmadığı, hatta ısrarlı olduğu bir konuda neden ve nasıl tutum değiştirdiğini analiz ettiğimizde aşağıdaki hususların ön plana çıktığı görülmektedir.
Bunlardan birincisi, ABD’de yapılan görüşmelerde Türk tarafının, artan ve büyük zayiat verdiren terör olayları neticesinde Türkiye’deki kamuoyu tepkisinin çok yükseldiği, bunu tutmanın mümkün olamadığı, Türkiye’nin sınır ötesi operasyon yapma mecburiyetinde olduğu, kendi kararı ve inisiyatifi ile yapmak zorunda olacağı bu harekâttan ötürü zaten bozuk olan ilişkilerin daha da bozulacağı, bu nedenle operasyonun sağlanacak mutabakat çerçevesinde yapılmasının her iki ülkenin de menfaatlerine uygun olacağını dile getirdiği şeklinde değerlendirilmiştir. ABD’nin de Türkiye’nin kendi inisiyatifi ile vereceği kararla operasyon yapmasının kendisini de zor durumda bırakacağını düşünerek, bunu Türkiye’deki gittikçe bozulan ABD imajını düzeltmek için bir fırsat olarak kullanılabileceği kanaatine vardığı kıymetlendirilmiştir.
Diğer bir konu da, ABD’nin bugüne kadar müttefik olarak kabul ettiği Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimin, nüfusu ile orantılı olmayan bir güç elde ettiğidir. Bu yönetimin, Irak’ın bütününü ilgilendiren konularda aşırı isteklerde bulunduğu, bir noktada istek ve tavırlarında şımarıklığa varan bir konuma geldiği, artık bu durumun ABD yönetimini de rahatsız etmeye başladığı düşüncesinin hâkim olduğu kıymetlendirilmiştir (Milliyet, 02 Şubat 2008: 18). Bu nedenle ABD tarafından, PKK ile mücadelede sınır ötesi operasyon konusunda Kürtleri gücendirmemek için Türkiye’ye karşı tavır almaya devam etmenin artık fayda değil zarar getirdiği, hatta Türkiye’ye imkân tanımanın ABD menfaatleri açısından daha uygun olacağı sonucuna varıldığı düşünülmüştür. Ancak ABD’nin bu tutumunun kısa vadeli olduğu, orta ve uzun vadede ABD eski başkanı Wilson’un 14 ilkesinden başlayıp, Sevr ile devam eden ve Lozan Anlaşması ile akamete uğrayan Kürdistan Projesi’nden vazgeçtiği anlamına gelmemesi gerektiği değerlendirilmektedir (Akbaş, 2007).
Gittikçe güçlü bir argüman olarak ortaya çıkan bir husus da, ABD’nin PKK’yı bir pazarlık unsuru olarak kullanma temayülüdür. Irak’ın kuzeyinde PKK terör örgütü için güvenli olarak nitelendirilen bölgede Barzani yönetiminin dolaylı desteğine sessiz kalan ve Ortadoğu politikaları için bu örgütü kullanabileceğini de hesaplayan ABD’nin, bu örgütün Türkiye’ye yeteri kadar zarar verdiğini ve artık menfaati karşılığında pazarlık konusu olarak kullanma zamanının geldiğini düşündüğünü söylemek de mümkündür. Bu nedenle PKK terör örgütü ile mücadeleye ortak olmanın karşılığında, kendisi için stratejik öneme sahip olan kuzeydeki yönetimin Türkiye tarafından kabullenilmesini, ona bir tehdit oluşturmamasını, onunla bir iletişim içine girmesini ve PKK ile yapılacak mücadelede ona zarar vermemesini talep ettiği değerlendirilmektedir.
Diğer taraftan ABD’nin gelişecek duruma ve takip edilecek politikaya göre zaman içinde azaltmayı düşündüğü asker sayısının Irak’ta yaratabileceği zafiyeti kıymetlendirerek, Türkiye ile ilişkileri düzeltme ve yeniden yakın müttefiklik çerçevesine oturtmaya çalıştığı da bir gerçektir. Özellikle bu kapsamda Irak’ın kuzeyi ile ilgili bir problem yaşanmamasını, bölgeden çekilmesi halinde dahi bu yapının muhafaza edilmesini ve yaşamasını hesapladığı anlaşılmaktadır.
ABD’nin dünya hâkimiyet politikasının önemli bir ayağı olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) gerçekleştirilmesinde, bölgede Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duymaya devam ettiği, “Ilımlı İslam” anlayışını Türkiye odaklı olarak bölgeye yerleştirmek arzusunda olduğu bilinmektedir. Bu nedenle birlikte çalışmayı tercih ettiği Türkiye’deki mevcut yönetimi, daha fazla zor duruma düşürmenin kendi menfaatlerine uygun olmadığı kanaatine vardığı da söylenebilir. ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin yayımladığı “Küresel Eğilimler 2025: Dönüşen Bir Dünya” başlıklı raporunda, diğer konuların yanında Türkiye’nin gelecekte daha az laik, daha az demokratik, buna karşılık daha fazla İslam bir görünümde olacağı belirtilmiştir (Gürsel, 2008). Bu tip raporlar, mevcut verilerden hareketle geleceğe yönelik beklentileri göstermekle birlikte, aynı zamanda görülmesi istenen durumu da yansıttığı düşünülmektedir.
ABD’nin Türkiye için düşündüğü “ılımlı İslam” anlayışının, yeni yönetim tarafından, değişim ve dönüşüm anlayışı çerçevesinde daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, insan haklarına saygı gibi insan yaşamında daima ön planda tutulacak yaklaşımlarla ön plana çıkarılabileceği ve bunların da laiklik karşıtı hareketlerin kılıfı olarak kullanılması tehlikesini yaratabileceği göz önünde tutulmalıdır.
Bilindiği üzere Afganistan’da Taliban güçleri ile mücadele devam etmekte ve istikrar henüz sağlanamamış durumdadır. Bu konuda ABD, diğer NATO ülkeleri ile birlikte Türkiye’den de mücadelede daha fazla rol oynamasını talep etmektedir. Nitekim ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e bir mektup göndererek bu katkıyı istediği ve bunu Türkiye’ye yaptığı ziyarette de dile getirdiği anlaşılmaktadır. Mektupta, “Türkiye’nin Afganistan’a operasyonel birlikler göndermesi ve bu birliklerin ülkenin güney ve doğusunda ABD komutasındaki NATO birlikleriyle birlikte Taliban ve El-Kaide’ye karşı operasyonlara katılması istenmektedir. Eğer daha fazla kuvvet gönderilemeyecekse halen Afganistan’da görev yapan Türk askerlerinin görev talimatında değişiklik yapılıp kısıtlamaların kaldırılarak, Kabil bölgesi dışında da harekât yapma olanağının sağlanması” talep edilmektedir (www.ulusalkanal.com.tr). Hatta ISAF’ın komutasının bir kere daha üslenilmesinin talep edildiği de söylenmektedir. Bu konun da 5 Kasım’daki görüşme ve sonrasında, PKK ile müşterek mücadeleye karşılık doğrudan veya dolaylı olarak talep edilenler içinde yer aldığını dair düşüncelere rastlamak mümkündür.
ABD Başkanlığına seçilen Obama’nın Irak’tan kuvvet çekme, kuvvetlerin bir kısmını Afganistan’a aktarma ve NATO’nun Afganistan’da daha aktif görev yapmasını planlaması ve Gates’e yeni kabinede, rakip partiye ait olmasına rağmen aynı görevi vermesi, ABD’nin bu konudaki politika ve düşüncelerinin devam ettiğini göstermektedir.
Ayrıca ABD’nin oluşturmak istediği Füze Savunma Projesinin bir ayağının da Türkiye’de tesis edilebilmesi için bazı temaslar yapıldığı bilinmektedir. Bu konunun da talepler arasında yer alabileceği kıymetlendirilmektedir. ABD’nin tutum değişikliğine sebep olan konular arasında, ABD-İran gerginliğinde Türkiye’nin desteğini kazanmak olduğu da düşünülebilir.
Stratejik ortaklık yaklaşımı
ABD’nin Türkiye’ye PKK terörü ile mücadelede verdiği desteğin karşılığında yukarıda belirtilen beklentiler içine girdiği, hatta Türkiye tarafından bu konuda tavizler verildiği söylenebilir ve bu konuda daha önce de açıklandığı gibi çeşitli değerlendirmeler de yapılabilir. Hatta bunların büyük bir bölümü doğru da olabilir. Ancak burada önemli olan Türkiye’nin menfaatlerini gözetmek ve ABD’ye sağlanabilecek olanakların Türkiye’ye zarar getirmemesini, mümkün olduğunda “kazan-kazan” anlayışı çerçevesinde fayda getirmesini sağlamak, konuyu körü körüne stratejik ortaklık çerçevesine oturtmamaktır. Türkiye ile ABD, ne geçmişte stratejik ortak olmuştur, ne şimdi, ne de gelecekte olacaktır. Stratejik ortaklık demek, uluslararası ilişkilerde müşterek politika üretmek ve bunu birlikte uygulamaktır. Bunun için de geniş çapta müşterek menfaatlerin olması gerekir. ABD küresel politika uygulamakta, Türkiye ise bölgesel politikaları esas almaktadır. Bölgedeki ABD çıkarları ile Türkiye’nin çıkarları üstelik çatışmaktadır.
Örneğin; Irak’ın istikrarı Türkiye için de önemli olmasına rağmen Türkiye’nin önceliği, Irak’ta kendi toprak bütünlüğünü tehdit edecek bir durumun ortaya çıkmasını önlemektir. Bu sebeple, Türkiye için, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumaktan daha önemli ve acil bir mesele bulunmamaktadır. Bölünmüş Irak, eğer ülkedeki tüm aktörleri memnun ederse istikrarlı olabilir. Fakat bu durum, Türkiye tarafından hoş karşılanmayacaktır. Benzer şekilde, birleşik bir Irak, istikrarsız olabilir ve komşularını tehdit edebilir; ama bu olasılık Türkiye tarafından, kendisi için ‘var oluş’ sorunu oluşturmadığı sürece kabul edilebilir (Aydın, 2008: 73).
Stratejik ortaklığa örnek olarak ABD-İngiltere, ABD-İsrail ve kısmen ABD-Kanada stratejik ortaklığını gösterebiliriz. Bizim ABD ile olan ilişkilerimiz, NATO ve ikili anlaşmalarla “Müttefiklik” anlayışı çerçevesindedir. Bu müttefiklik ilişkisini stratejik kapsamda düşünmek de mümkündür. Müttefiklik ve özellikle stratejik müttefiklik ilişkileri karşılıklı menfaate, al-ver ilişkisine dayanır. Müşterek menfaatleri ve karşılıklı olarak birbirinin menfaatine zarar vermeyen konuları kapsar. Bu nedenle PKK terörü ile mücadelede ABD’nin verdiği ve vereceği desteği bu anlayışla ele almakta yarar görülmektedir. ABD’nin bu ilişkiyi hep tek taraflı ve kendi menfaatine yönelik olarak düşündüğü hatırda tutulmalıdır. Bu nedenle tüm ilişkilerde ve özellikle güvenliğimizi ilgilendiren yaklaşımlarda, ABD’ye düşüncesizce güvenmenin birçok mahsur yarattığını geçmişte yaşanan olaylar göstermiştir.
TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNDE İRAN FAKTÖRÜ VE PKK
İran ve Türkiye’nin tarih boyunca çok büyük düşmanlıklar içinde olmamakla birlikte, bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile sürekli rekabet içinde olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşandığına şahit olmaktayız. İran’ın, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için terörü desteklediğini, rejimini muhafaza etmek ve yaymak için ihraç politikası uyguladığını yakın geçmişte yaşadık.
Ancak İran son yıllarda Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi topraklarında, hem de sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün uzantısı olan PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, teröre karşı Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu gözlemlenmektedir. Bu yakınlaşmayı, üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemesi, aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi oluşumunun ve bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya cevap verdiğini, ancak bunu güven sorunu nedeniyle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür.
Ancak İran’ın bu mücadeleyi, ABD’nin PEJAK üzerinden İran’a karşı yürüttüğü “Vekâleten Savaş’tan” dolayı ABD’ye karşı yaptığını da göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca İran, bölücü terör örgütü PKK’nın ve Irak’ın kuzeyindeki yapının Türkiye’ye verdiği rahatsızlık ve bu konulardaki ABD desteğinin, ABD-Türkiye ilişkilerini zedelediğini ve Türkiye’yi ABD’den uzaklaştırdığını görmekte, bu gelişmelerin Türkiye’yi kendisine yakınlaştıracağını hesaplamaktadır. İran, ABD ile olan anlaşmazlıkta Türkiye’nin desteğini aramaktadır. ABD de, Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi gerginlik safhasında, kendi istediği istikamette hareket etmesini, Batı Kulübü içinde kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir (Kuloğlu, 2007). Bu nedenle İran’ın; PKK ile mücadelede Türkiye ile yapmakta olduğu anlaşılan işbirliği ve koordinasyonu belli bir noktaya kadar götüreceği, PKK terörünün sona ermesinin, Türkiye’yi İran’dan yeniden uzaklaştırıp, ABD’ye yaklaştıracağı kaygısıyla sınırlı ve kontrollü tutacağı değerlendirilmektedir.
ABD’nin İran ile ilgili yeni politikasında İran’a karşı bir açılım öngörülmektedir. Bu açılımla birlikte alt seviyeden başlayıp, gelişecek duruma göre üst seviyelere çıkabilecek diplomatik temasları gerçekleştirecekleri ve buna bağlı olarak da diğer sahalarda görüşmeler yapabilecekleri ifade edilmektedir. Bu açılımların olumlu sonuçlanmaması halinde, uluslararası topluma ve BM’ye, ABD’nin iyi niyetle elinden geleni yaptığını, ancak sonuç almanın mümkün olamadığını göstererek İran’a karşı yaptırımlar uygulama ve uygulatmayı düşündükleri, sonuçta müdahaleye kadar giden bir yolu takip edecekleri söylenmektedir.[1] Diğer taraftan nükleer bir İran’ın bölgesel etkinliği ve inisiyatifi doğal olarak ele geçireceği ve Türkiye’nin etkinliğini sınırlayacağı, tehdit algılamasında değişikliklere sebep olabileceği de dikkate alınmalıdır.
PKK İLE MÜCADELEDE GERÇEKLEŞTİRİLEN SINIR ÖTESİ HAVA VE KARA OPERASYONLARI
PKK ile aralıksız olarak sürdürülen mücadele, başlangıç bölümünde yaşanan gelişmelerin ardından hükümetin TSK’ya sınır ötesi harekât yetkisini vermesini müteakip, 16 Aralık 2007 tarihinden itibaren sınır içinde yapılan operasyonlarla birlikte sınır ötesi hava operasyonları ile de devam ettirilmiştir. Mevsim şartları nedeniyle ve ABD ile bu konuda mutabakat sağlanamadığı düşüncesi ile sınır ötesi operasyonun yapılamayacağı beklentisi hâkimken, aralıklarla yapılan hava operasyonlarının ardından beklenmedik bir şekilde ve baskın tarzında bir kara operasyonu da gerçekleştirilmiştir.
Özellikle hava operasyonlarının, PKK’nın lojistik, komuta kontrol ve muhabere tesislerinde etkili hasarlara sebep olduğu anlaşılmaktadır. Kara operasyonu ile de bu etki derinleştirilmiş, PKK’ya zayiat verdirilmiş ve üzerinde baskı oluşturulmuştur. Aslında terör örgütünün haberleşme, malzeme depoları ve terör eylemlerini planladıkları yerler için bu ifadelerin kullanılması mahsurlu gibi görülebilir. Ancak PKK terör örgütü, Irak’ın kuzeyinde kendisini o kadar güvende hissetmiş, o kadar rahat bir şekilde finans, lojistik ve insan kaynağı desteği almış, o kadar elverişli bir ortamda eğitim yapmış, organize olmuş, terör eylemleri için planlama yapmış ki, artık bir terör örgütünün sahip olması gereken olanakların çok üstüne çıkarak düzenli orduların sahip olabileceği imkânlara sahip olmuştur. Bu nedenle yukarıda ifade edilen tabirlerin, gelinen durumun vahametinin anlaşılması açısından kullanıldığını bilmekte yarar bulunmaktadır. Tabii bu gelinen aşamada, ABD’nin duyarsız kalmasının, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonunu arzu etmediğini defalarca söylemesinin etkisi büyüktür. Irak’ın kuzeyindeki yönetimin PKK’ya verdiği desteğin ve örgüte sağladığı himayenin de bunda etkisi olmuştur.
Sınır ötesi hava operasyonları ve uzun menzilli silahlarla hedeflerin etki altına alınmasının ardından yapılan kara operasyonu; mevsim şartları, planlama, teknolojik imkân ve buna olan hâkimiyet, malzeme ve teçhizatın uygun kullanımı, koordinasyon, eğitim yeteneği, dayanıklılık, azim, irade ve cesaret açısından askeri okullarda ve akademilerde ders olarak okutulabilecek düzeyde olağanüstü başarılıdır. Derin karda ve şiddetli soğuklarda uygulanan muharebe teknikleri, gece icra edilen uçarbirlik harekâtı ve bu harekâta hava, taarruz helikopterleri ve topçu ile sağlanan ateş desteği ve harekâtın devamındaki lojistik destek son derece koordineli ve başarılı olarak gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen harekâttaki üstün planlama ve birliklerin uygulamadaki üstün kabiliyetinin yanında, planlanan zamanda icra edilen çekilme harekâtı da son derece senkronize ve başarılı olmuştur. Çekilmede esas, düşmana hiçbir emare vermeden ve birlikleri zafiyete düşürmeden harekât icra etmektir. Ayrıca taktik alandaki çekilme harekâtının strateji ve politika ile uyumlu yapılması da önemlidir. Bu uygulama da ders mahiyetindedir. Çekilme, bölgeden çekilme ile ilgili değil, sadece bu sınırlı harekât ile ilgili bir durumdur.
Harekâtın maksadının; PKK terör örgütünün etkisiz hale getirilmesi, alt yapısının bozulması, Irak’ın kuzeyinin örgüt için sürekli ve güvenli bir bölge olmaktan çıkarılması olarak belirtilmiştir. Bugüne kadar yapılan operasyonlarla bu maksadın gerçekleştirilmesinde önemli adımlar atıldığı görülmektedir. Örgütün başarı ümidinin, mücadeleye devam etme azim ve iradesinin zayıfladığı müşahede edilmekte, yer yer çözülmelerin başladığına şahit olunmaktadır.
Ancak ne kadar zayıflarsa zayıflasın örgütün, bir terör örgütü olması özelliğinden dolayı illegal olduğu, sürekli saklandığı, kendi istediği yerde, zamanda ve tarzda eylem yapabilme inisiyatifine sahip olduğu unutulmamalıdır. Ayakta kalmasının eylem yapmasına bağlı olduğu dikkate alınmalıdır. Yer yer yaptığı ve yapacağı eylemlerin, onun çok güçlü olduğu anlamına gelmemesi gerektiği, onunla mücadelede şehit vermenin de gazi olmanın da işin tabiatında olduğu bilinmelidir. Yapılan eylemleri onun başarısı imiş gibi göstermek ve TSK’nın itibarını zedelemeye çalışmak işbirlikçilik olarak nitelendirilmelidir.
PKK terör örgütü ile mücadeleye bundan sonra, elde edilecek istihbarata göre ve duyulacak ihtiyaca göre, sınırlarımız içinde olduğu gibi sınır ötesinde de hava ve kara operasyonları şeklinde devam edilmesi beklenmektedir. Sınır ötesi kara operasyonlarının da çoğunlukla küçük birliklerle uçarbirlik harekâtı şeklinde gerçekleştirilecek bir seri nokta operasyonları olarak uygulanacağı değerlendirilmektedir. Ayrıca, örgütü etkisiz hale getirmek ve askeri alanda mağlup etmek, başarı ümitlerini yok etmek için yeri ve zamanı geldiğinde, ABD ile düzeldiği varsayılan müttefiklik ilişkileri çerçevesinde fırsatları da iyi değerlendirerek yapılacak kapsamlı bir kara harekâtı ve bunun devamının getirilmesi de gerekli görülebilir. Bu harekât hem PKK’nın daha da etkisiz hale getirilmesine imkân yaratacak, hem de Irak’ın kuzeyindeki yönetimin siyasi gücünü biraz daha aşağıya çekerek tehdit oluşturma olanağını zayıflatacak ve güçlü yönetim sürecini kesintiye uğratacaktır. Bu konuda duyulacak ihtiyaç, hiçbir düşünce ile ertelenmemeli veya bundan vazgeçilmemelidir. Örgüt üzerinde oluşturulan bu baskı devam ettirilmeli, yakalanan ivme sürdürülmelidir. Bu konuda gerektiğinde ABD’ye rağmen inisiyatif kullanmaktan çekinilmemelidir. Çünkü bu konu, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanması anlamını taşır.
SINIR ÖTESİ OPERASYONLARIN SONUÇLARI
Operasyon uygulamaları, uluslararası alanda Türkiye’nin hem siyasi, hem de askeri açıdan güçlü bir bölge devleti olduğunun bir göstergesi olarak algılanmıştır. TSK’nın elinde bulunan imkânların üstünlüğünün ve bunları kullanmadaki maharetinin, eğitim düzeyinin, mücadele azim ve iradesinin dosta güven, düşmana korku verdiği görülmüştür. Operasyonların, PKK terör örgütünün yeniden güç kazanıp, silahlı güç sayısını 10.000’e kadar arttırma ve yeni eylemler yapma imkânını ortadan kaldırdığı öğrenilmiştir.
Örgütün güçlenmesinin aksine güç kaybetmesine, alt yapısının bozulmasına, Irak’ın kuzeyinin artık kendileri için güvenli bir bölge olmadığı kanaatinin oluşmasına sebep olmuştur. Örgütün zayıflamasının yanında, örgüt içi liderlik mücadelesi ve birbirini suçlamalara varan bir yolun açılması sürecinin başladığı görülmüştür. Bazı çözülmelerin olduğu da gözlemlenmiştir. Sınır ötesi operasyonlar, Türkiye’nin ABD yönetimindeki Irak’a operasyon düzenleyemeyeceği, özelliklede kara harekâtı yapamayacağı düşüncelerinin kırılmasına, sürdürülen menfi propagandanın da sona erdirilmesine imkân yaratmıştır (Balbay, 10 Mart 2008). Barzani yönetiminin kendi bölgesindeki ve Türkiye’deki siyasi etkinliği zayıflamıştır.
KARA OPERASYONU SONRASI YAŞANAN GELİŞMELER
TSK’nın gerçekleştirdiği kara operasyonu bilindiği üzere sekiz gün kadar sürmüş ve ardından birlikler geri çekilmiştir. Bazı çevreler tarafından, bu harekâtın devam ettirilmesi imkânının bulunduğu ve PKK terör örgütünün tamamen etkisiz hale getirilmesine kadar sürdürülmesi gerektiği, çekilmenin ABD istek ve baskısı ile icra edildiği ifade edilerek hem yönetim, hem de TSK bu konuda ileri düzeylere varacak tarzda tenkit edilmiştir. Özellikle TSK tarafından yapılan açıklamalarda, harekâtın bu şekilde planlandığı ve planın gereği olarak çekilmenin gerçekleştirildiği, ABD’nin bu konuda bir baskısının söz konusu olmadığı ısrarla belirtilmiştir.
Derin karda ve şiddetli soğuklarda uygulanan muharebe teknikleri vardır. Birliklerin bu ortamda muharebe edebilmesi için uygun teçhizat, malzeme ve eğitime sahip olması bir zarurettir. TSK da bu şartlarda muharebe ettiğini ve edebileceğini ispatlamıştır. Derin karda ve şiddetli soğuklarda sınır ötesinde terörle ve teröristle mücadele konusunda dünyada bir uygulama olmadığı gibi, bu konuda bilgi ve tecrübe de mevcut değildir. Bu nedenle TSK’nın sınır ötesinde gerçekleştirdiği harekâtın zorluğunu, harekâtın örgüt üzerinde yarattığı baskın tesiri ve şaşkınlığı ve bu zor şartlar altında elde ettiği başarıyı görmemezlikten gelerek tenkitte bulunmak, TSK’da kırgınlık yaratmış, harekâtta verilen şehitlere saygısızlık olarak algılanmış ve bunlar mücadele kararlığını zedeleyici davranışlar olarak nitelendirilmiştir. Bu harekât arzu edilmeyen şekilde bir siyasi malzeme olarak kullanılmak istenmiştir.
İç siyasetteki bu talihsiz yaklaşımlar, maalesef ülkenin hem dış itibarını zedelemekte, elde edilen askeri başarının siyasi kazanıma dönüştürülmesini engellemekte ve TSK’nın yaptığı mücadeleye zarar vermektedir. Bu yaklaşımlardan ve düşüncelerden süratle uzaklaşılması ve bu konuda bir daha polemiğe girilmemesi önem arz etmektedir.
ABD İÇİN IRAK’IN KUZEYİNİN ÖNEMİ
ABD BOP’un gerçekleştirilmesi maksadı ile Afganistan’a askeri harekât gerçekleştirmiş ve buradaki mevcudiyeti ile Orta Asya’da etkili olmayı planlamış, Kafkasya’da renkli devrimler yaptırarak bu bölgeyi kontrol edeceğini düşünmüş, Irak’a müdahale ederek de Ortadoğu’da hâkimiyet kuracağını hesaplamıştır. Ancak Afganistan’da henüz tam bir istikrar sağlanamamış, hatta bu durumun NATO’nun geleceğini ilgilendirdiği de ifade edilmiş, NATO üyelerinin katkılarını arttırmaları talep edilmiştir (Milliyet, 11 Şubat 2008).
Irak’a müdahale ile İran ve Suriye üzerinde kurulması düşünülen baskı ise, ABD’nin Irak’ta istediği sonuca ulaşamaması nedeni ile gerçekleşememiştir. ABD, iç politikanın da etkisi ile Irak’ta güç azaltma durumu ile karşı karşıya gelmiştir. ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerinin büyük bir kısmını çekmesi halinde dahi, Irak’ın kuzeyinden vazgeçmesinin pek mümkün olamayacağı düşünülmektedir. ABD ile Irak arasında varılan güvenlik anlaşmasına göre ABD kuvvetlerinin 2011 sonuna kadar Irak’tan çekilmesi öngörülmektedir. Ancak bu durum ABD’nin Irak’ta etkinliğini sona erdireceği şeklinde algılanmamalı, Irak’ın kuzeyindeki düşüncelerinden vazgeçeceği anlamında hiç düşünülmemelidir.
ABD çekilirken kuzeye yaslanabileceği dikkate alınmalıdır. Irak’ın kuzeyi, ABD açısından, sadece yüksek kalitede ve zengin petrol kaynaklarına sahip olmasının ötesinde stratejik öneme sahip bir bölge olarak nitelendirilmektedir. Çünkü bu bölge, İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi ve Türkiye’yi doğrudan ve diğer Ortadoğu ülkelerini de dolaylı olarak etki altına alma özelliğine sahip, Doğu Akdeniz ile birlikte bölge üzerinde kontrol sağlamaya imkân veren bir özelliğe sahiptir. İsrail’in güvenliği açısından tampon oluşturacak durumdadır.
Suriye ile İran’ın arasında işbirliğine ve birbirini desteklemeye engel olabilecek niteliktedir. Bu nedenlerle Irak’ın kuzeyi, ABD tarafından vazgeçilemeyecek bir bölge olarak görülmekte, bölgede kurulacak ABD hâkimiyetindeki bir yönetim ve bölgede geliştirilecek üslerin, ABD etkinliğine hizmet edeceği hesaplanmaktadır. ABD’nin Irak ve kuzeyi ile ilgili politikasını bu çerçevede mütalâa etmekte fayda görülmektedir. Ancak bu politikanın Türkiye’nin aleyhine oluşmaması için de dikkatli olunmalı, böyle bir duruma müsamaha gösterilmemeli ve müsaade edilmemelidir.
ABD POLİTİKALARININ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ
ABD’nin Irak’ta hâkim güç olduğu ve bu bölgede yapılacak her türlü girişimin kendi inisiyatifiyle ve bilgisi dahilinde yapılmasını arzu ettiği bir gerçektir. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) geçerliliğini muhafaza etmektedir. ABD, Türkiye’yi bu projede kullanmak istemekte ve hatta bu projenin bir parçası olarak görmektedir. ABD’nin “ılımlı İslam” anlayışını Türkiye’ye yerleştirme çabası içinde olduğu, ayrıca ABD’de barındırdığı bir cemaat lideri vasıtasıyla Türkiye’ye ve bölgeye etki etmeye çalıştığı, aslında bir aldatmaca olan “Medeniyetler İttifakı Projesi”ne Türkiye’yi de ortak ederek bu açılımı güçlendirmeyi düşündüğü değerlendirilmektedir. Türkiye’deki yönetim de buna uyum sağlamaktadır. Irak’ın ve özellikle Irak’ın kuzeyinin ABD açısından stratejik öneme sahip olduğu da bilinmektedir.
AB’nin de, Türkiye’nin AB giriş sürecindeki aşırı hevesinden istifade ile birtakım siyasi isteklerde ve yaptırımlarda bulunduğu, bunların başında da Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımız olmak üzere başlıca etnik nüfusa kolektif haklar tanınması ve bunların azınlık olarak kabul edilmesi yönünde baskı yaptığı bilinmektedir. ABD’nin bölge kontrolünde etkili olabilmesi için bir Kürdistan projesinin bulunduğu ve bunu gerçekleştirebilmek için, Irak, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK ve Türkiye’deki iç siyaset arasında bir denge kurmayı ve buna AB’nin de katkı sağlamasını planladığı değerlendirilmektedir.
Bu plan gereği PKK’nın uzun bir süre Türkiye’yi yıpratmasına göz yumduğu, PKK’yı bölgede kullanabilmek amacıyla dolaylı olarak desteklediği, Türkiye olan ilişkiler kopma noktasına geldiğinde bir manevra ile PKK’yı müşterek düşman ilan ederek Türkiye’nin mücadelesine bir müddet için destek verdiği kıymetlendirilmektedir. Bu mücadelenin ardından Türkiye’nin PKK ile siyasi alanda bir çözüme gitmesi gerektiği konusunda yaklaşımlarda bulunduğu görülmektedir. Nitekim her ne kadar Beyaz Saray Sözcüsü tarafından düzeltme yoluna gidilmişse de, Irak’taki Çok Uluslu Kuvvetler Komutan Yardımcısı ve Merkezi Kuvvetler Komutanının, PKK ile diyalog ve uzlaşma gerektiği yönündeki açıklamaları bunun bir göstergesidir (Milliyet, 07 Mart 2008). Güvenlik başka bir ülkeye ve organizasyona devredilemeyecek kadar önemli, hatta hayati bir konudur. Bu konuda ABD dahil hiçbir ülke ve organizasyonun telkin ve isteklerine itibar edilmemeli, ilgi gösterilmemelidir.
TSK’nın Irak’ın kuzeyine PKK terör örgütüne yönelik yaptığı kara operasyonunu, ABD’nin isteğini dikkate alarak aniden sona erdirdiği şeklindeki algılamanın, ABD’nin yukarıda ifade edilen denge politikasının bir parçası dahilinde kasıtlı olarak yaptığı da düşünülmelidir. ABD politikası gereği Kürtleri müttefik olarak görmüş ve Irak’ın kuzeyindeki yapının güçlenmesini sağlamıştır. Türkiye’nin PKK ile mücadele kapsamında Irak’ın kuzeyine yaptığı harekât, yerel yönetimin politik gücünü aşağıya çektiği, sözde olan egemenliğini ihlal ettiği ve dava birlikteliğinde olduğu PKK’yı hedef aldığı için Kürtleri gücendirmiştir.
ABD’nin, Kürtlerin gönlünü almak için Türkiye’nin ABD’nin kontrolünde harekâtı başlattığı ve sona erdirilmesinin de kendi kontrolünde olduğunu göstermek için, harekâtın sona erdirilmesine yakın bir zamanda bu yönde ifadelerde bulunduğu düşünülmektedir. TSK’nın Irak’ın kuzeyine yaptığı her operasyondan, sağlanan mutabakat gereği ABD bilgilendirilmektedir. Bu nedenle ABD’nin, sınır ötesi operasyonun TSK tarafından ne zaman sona erdirileceği konusunda bilgi sahibi olduğu, ancak PKK’ya karşı yürütülen operasyonda Türkiye’ye verdiği destek ile Bağdat ve Erbil yönetimlerinin gönlünü alma noktasında bir denge sağlamak için böyle bir intiba yaratma yoluna gittiği değerlendirilmektedir.
Irak’ın kuzeyindeki Barzani yönetiminin önce Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı, buna paralel olarak Türkiye’nin güneydoğusundaki ayrılıkçı hareketleri destekleyerek ideallerinde olan sözde Büyük Kürdistan’ın kuzey ayağını oluşturmayı, daha sonrada doğu ve batı ayaklarını bu yapıya monte etmeyi hedeflediği bilinmektedir. Yönetim, bunun imkânlara ve zamana bağlı olduğunu söylemekten de geri kalmamaktadır. Bu gerçekten hareketle Talabani, Barzani, ve PKK’ın bir bütünün parçaları, onları birleştiren dış gücün ise ABD ve AB olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle Talabani’nin Türkiye’yi ziyareti, Bağdat, Erbil, PKK, Türkiye’deki bölücü siyaset temsilcileri ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır (Manisalı, 10 Mart 2008). Ayrıca ABD Başkan Yardımcısı Cheney’in, Türkiye ziyaretinden hemen önce Erbil’i ziyareti ve yönetime verdiği desteği de hesaba katmak gerekir. Erbil’de coşkulu bir şekilde karşılanan Cheney’in, “ABD ile Kürtler arasında 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte uçuşa yasak bölgenin hayata geçirildiği dönemde özel bir dostluk başladı. Bugün de ABD ve Irak arasındaki yeni stratejik ilişkiler oluşturulmasında ve önemli federal yasaların geçirilmesi konusunda “Sayın Barzani’nin liderliğine güveniyoruz” şeklindeki beyanı dikkat çekicidir (Vatan, 19 Mart 2008).
ABD’nin, Türkiye’nin Güneydoğusu ile Irak’ın kuzeyi arasında ekonomik ilişkileri yoğunlaştırarak tek bir ekonomik bölge oluşturma arzusunda olduğu ve bu konuya çaba sarf ettiği bilinmektedir. ABD Büyükelçiliği ve özellikle Adana Konsolosu’nun güneydoğudaki çeşitli girişimlerini ve bu bölgedeki kurum, kuruluş ve faaliyetleri Barzani’ye monte etme girişimleri de dikkate alınmalıdır (Akbaş, 2007).
Diğer taraftan Türkiye’deki yönetim tarafından önce ABD Savunma Bakanı Gates’e, daha sonra da kamuoyuna “Kürt Paketi” adı altında bir takım projeler açıklanmıştır. Bunun önce Türkiye’de bilinmesi ve tartışılması gerekirken, sanki hesap veriyormuş, ABD’nin siyasi açılım isteği yerine getiriliyormuş gibi öncelikle ABD Savunma Bakanı’na açıklanmasından endişe duyulmuştur (Milliyet, 07 Mart 2008). Bu ve buna benzer diğer uygulamalar, Türkiye’deki yönetimin, ABD ve AB’ye, özellikle ABD’ye bağlı olarak hareket ettiği hissini güçlendirmektedir.
Gelişen olaylar sonucunda Türkiye, Irak’ın kuzeyindeki yönetimle resmi sayılabilecek, en azından yarı resmi düzeyde iletişim kurmaya başlamıştır. Bu durum yerel yönetime politik güç kazandırmıştır. ABD’nin başkan seviyesinde yerel yönetim liderini Beyaz Saray’a kabul etmesi ve resmi görüşmeler yapması bu gücü daha da arttırmıştır. Obama’nın ABD Başkanı olarak seçilmesinin, bu konuda yeni bir gelişmeyi de beraberinde getirebileceği değerlendirilmektedir.
Obama seçim vaatleri içinde en kısa zamanda Irak’tan askeri gücünü çekeceğini, Afganistan konusuna önem vereceğini, NATO’yu ön plana çıkaracağını ifade etmiştir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekeceğini belirtmesi, Irak’ın kuzeyindeki yönetimde, Türkiye tehdidinin artacağı, dolayısı ile devletleşme politikasının zayıflayabileceği telaşını yaratmıştır. Nitekim yeni onaylanarak yürürlüğe giren ABD ile Irak arasındaki güvenlik anlaşması sonucunda, ABD askerlerinin 2011 yılı sonuna kadar Irak’tan çekilmesi söz konusudur. Bu nedenle yerel yönetim, kendilerini ilgilendiren bu konuda, ABD’nin Türkiye üzerindeki baskısını arttırmasını talep edebilir.
ABD de bölgeden çekilirken, Irak ve petrolü üzerindeki menfaatlerini korumak maksadıyla, kendisine müzahir olarak gördüğü Irak’ın kuzeyindeki yapının güçlenmesi yönünde hareket edebilir. Diğer taraftan yine güvenlik anlaşması gereği Irak hava sahasının kontrolü Irak’ın denetimine geçecektir. PKK ile mücadele ekseninde ABD ile sürdürülen mutabakata göre, TSK’ya ihtiyaç duyduğunda Irak hava sahasını açması ve kara çatışma kurallarını uygulaması konusunun Irak tarafından devam ettirilmesi konusu da önem kazanmaktadır. Bu konudaki muhtemel gelişmeleri önceden değerlendirip, tedbir almakta yarar görülmektedir.
TÜRKİYE’NİN IRAK VE IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI VE DEVLET KURUMLARININ BUNA BAKIŞI
Türkiye’nin resmi devlet politikası, Irak’ın siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğüdür. ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra çeşitli kesimler tarafından dile getirilen Irak’ın parçalanma düşüncelerine ve bu konuda gelişen olaylara rağmen bu politikada genel anlamda bir değişiklik olmamıştır. Ancak Irak’ın kuzeyindeki yönetimin, gittikçe devletleşme yolunda attığı adımları da görmezlikten gelmek mümkün değildir. Kuzeydeki yapının ABD tarafından himaye edilmesi sonucunda güçlenen otonom yapının, en azından bu konumunu muhafaza etmekle, devletleşme arasında gidip geldiğini söylemek mümkündür.
Kerkük merkezli Kürdistan hesapları yapan Mesud Barzani, Irak’a komşu ülkeler üzerinde operasyonlar yaparak hareket sahasını genişletmek istemektedir. Bu hesapların başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye üzerinde geçmişte bir tabanı olan Barzani farklı alanlar üzerinden Türkiye’ye karşı operasyonlar uygulamaktadır. Bu operasyonları; siyasi, ekonomik, nüfuz ve dini faaliyet alanlarında sürdürmektedir. Barzani’nin hedefi, önce Irak’ta federal devlet çerçevesinde federe Kürdistan, sonra Irak’ın parçalanması ile Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürdistan ve devamında Türkiye, Suriye ve İran’ın parçalanması ile oluşacak sözde Büyük Kürdistan’dır (Akbaş, 2007). Bu nedenle kuzeydeki yapının güçlenmesi ve devamında bağımsız bir devlete dönüşmesi Türkiye açısından tehdittir.
Sözde Büyük Kürdistan’ın güney ayağını oluşturacak bu yapının, ABD desteğini devam ettirerek Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtçü hareketlerini siyasi, askeri ve sosyolojik olarak desteklemesi ve etkilemesi tehlikesi her zaman için mevcuttur. Hatta bu tehdidi yarı bağımsız sayılabilecek konfederasyon yapısı içinde güçlü bir yönetim olarak oluşturması da söz konusudur. Bu nedenlerle kuzeydeki yapının güçlenmesini önleyecek, ona bu imkânı vermeyecek politikalar üretilmesi ve uygulanması Türkiye açısından bir zarurettir. ABD’nin, Türkiye’nin bu yönetim ile barışık olarak yaşama niyet ve girişimlerine itibar etmemek güvenliğimiz açısından önem arz etmektedir.
Ancak son birkaç yıldır, devletin dış politikaya ilişkin açıklamalarında, Irak’ın kuzeyinde oluşacak bağımsız bir devletin veya güçlü bir otonom yönetimin, Türkiye için tehdit teşkil ettiğine ve buna engel olunması gerektiğine dair bir ifadeye rastlanmamıştır. Siyasi, askeri ve ekonomik uygulamalarda da böyle bir politikanın gerektirdiği tedbirlerin alındığı da görülmemiştir. Aksine, sanki federatif bir yapıya razı olmuşuz gibi hareket edilmekte, ticaret yapıyoruz diye bu yönetim ekonomik olarak desteklenmekte, ABD ile görüş ayrılığına düşeriz diye de siyasi ve askeri açıdan herhangi bir yaptırım düşünülmemektedir. Bu nedenle devlet kurumları arasında bazı görüş ayrılıkları oluşmakta, ancak dış politika hükümet tarafından yönetildiğinden, kurumlar arasında çatlak görülmesinin menfaatlerimize uygun olmayacağı düşüncesi ile şimdilik mutabakat varmış gibi hareket edilmektedir.
Bu konudaki politikamız, gerçeklere ve menfaatlerimize uygun olmayıp, uygulanabilme olanağı bulunan bir görünüm de arz etmemekte, bu konuda netlik bulunmamaktadır. Duruma göre reaktif (tepkisel) ve değişken politikalar uygulanmaktadır. Politikaların sık değiştirilmesi hatadır. Hatta stratejilerde dahi uygulama esnasında değişiklik yapmak zafiyet yaratabilir. Ancak taktiklerde değişiklikler yapılabilir. Bu gerçeğin bilinmesinde ve zikzaklar çizen politikalara son verilmesinde, jeopolitik konumumuz ve gücümüzle orantılı politika tespit edilmesinde, tespit edilen politikanın da reaktif değil, kararlılıkla ve proaktif (ön alıcı) bir şekilde uygulanmasında fayda görülmektedir.
Türkiye’nin kabul ettiği durum ve politikası, hatta uluslararası ilişkilerin doğası gereği, ülkeler arasındaki münasebetler devletten devlete yapılır. Ancak gerek ABD gerek Irak’ın merkezi yönetimi ve gerekse doğal olarak Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Türkiye’nin “Irak Kürdistan’ı” olarak nitelendirilen yönetimi muhatap almasını ve bu yönetimin bağımsız bir yapı gibi kabul edilmesini istemektedir. Türkiye ABD’nin telkinleri, PKK ile mücadelede sağlanan mutabakat ve Irak’ın kuzeyi ile kurulan ticari bağ sonucunda, Irak’ın kuzeyindeki yapıyı muhatap alarak görüşme süreci içine girmiş ve sonuçlarını göremeyecek kadar hatalı bir tutum sergilemeye başlamıştır. Son zamanlarda yetkililerce, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile resmi ve yarı resmi görüşmelere başlanmıştır. Bunun devam ettirileceği anlaşılmaktadır. Bu durum, devlet politikalarından sapmalar olduğunu göstermektedir. Uygulamaya geçirilen yeni politikanın Türkiye’nin menfaatlerine uygun olmadığı değerlendirilmektedir. Medyanın ve sivil toplum örgütlerinin konuyu gündeme taşıması, devletin bütün unsurlarının bu konuyu düzeltmek için harekete geçmesi ülke çıkarları açısından elzem görülmektedir.
PKK’NIN ETKİSİZ HALE GETİRİLMESİ MÜCADELESİ İLE TÜRKİYE’NİN IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI ARASINDAKİ İLİŞKİ
PKK, etnik esaslı bölücülüğü, uygulamadaki tabiri ile Kürtçülüğü esas alan, bunu terör yolu ile gündeme getiren, Türkiye’nin devleti ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğüne kasteden bir terör örgütüdür. Ülke için tehdittir. Mutlaka bu tehdidin bertaraf edilmesi gerekir. Bu konuda gerek yurtiçinde, gerekse sınır ötesinde TSK’nın örgütle mücadelesi devam etmektedir. Ancak, sadece güvenlik güçlerinin mücadelesi, maalesef uluslararası ortamda destek gören bu örgütle mücadeleye yetmemektedir. Örgütün yurt dışından aldığı politik, sosyal, medya, finans ve lojistik desteğin kesilmesi, mücadelenin devletin bütün organları tarafından koordineli bir şekilde ve halkın desteğini almış olarak yapılması önem arz etmektedir. Örgütün yurt içinde bölücü siyaset yapanlar tarafından desteklendiği ve ülkede bir taban yaratmaya çalıştığı da bir gerçektir.
PKK terör örgütü, Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerini Irak’ın kuzeyinden aldığı destekle yürütmektedir. Örgüt için bu bölge, başlangıç bölümünde de belirtildiği üzere Irak’ın ABD tarafından işgalinden sonra güvenli bir coğrafya haline gelmiştir. Kuzeydeki yönetim, kendi politik amaçlarına uygun olduğu için bu örgütü doğrudan ve dolaylı olarak desteklemekte ve himaye etmektedir. Diğer taraftan da kuzeydeki yönetim ABD tarafından desteklenmekte ve muhafaza edilmektedir. Ancak bu yönetimin güçlenmesinin Türkiye’ye tehdit oluşturduğu da bir gerçektir. Bu nedenle Irak’ın kuzeyine, PKK terör örgütünü etkisiz hale getirmek için yapılan her askeri harekât, bu yönetimde rahatsızlık yaratmaktadır. Çünkü yapılan operasyonlar kendisine karşı olmasa dahi, kendi davasını ve olmayan, fakat iddia ettiği egemenliğini zayıflatmaktadır. Bölgede ABD olduğu ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi desteklediği sürece Türkiye’nin kendisine tehdit olarak gördüğü bu yönetime ve bölgeye karşı doğrudan bir harekât icra etmesi imkânsız değil, ama sıkıntılı bir durum olarak görülmektedir.
Irak Cumhurbaşkanı Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette gazeteciler ile de bir sohbet toplantısı yapmıştır. Bu toplantıda dikkat çeken nokta, Celal Talabani’nin sık sık Mesut Barzani’yi kollayan, onunla Türkiye arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesini telkin eden tutum ve sözleridir (Cemal, 09 Mart 2008). Burada PKK ile mücadelede işbirliğinde adres olarak Irak’ın kuzeyindeki yönetim gösterilmektedir. Türkiye muhatap olarak Irak Devletini almakta, Irak’ın Devlet Başkanı Irak’ın kuzeyindeki yönetimin de muhatap alınmasını istemektedir. Gelinen durum, Irak Devlet Başkanı’nın dahi etnik düşüncelerle hareket ettiğini ve ayrıca ABD’nin arzusu istikametinde davrandığını göstermektedir. Bu nedenlerle PKK terör örgütünü etkisiz hale getirmek için Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilecek her operasyon, güçlenmesi durumunda Türkiye’ye tehdit teşkil edecek olan Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de politik açıdan tedirgin edecek ve zayıflatacaktır. Bu gerçeğin akılda tutulmasında yarar görülmektedir.
IRAK’IN YENİDEN YAPILANMASI KONUSUNDA BEKLENTİLER
Irak’ın yeniden yapılanmasında en etkili güç olan ABD’nin dahi, Irak’ın nasıl bir yapıda olacağı konusunda tam bir düşünce sahibi olmadığı anlaşılmaktadır. ABD, bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağına dair güçlü ifadelerde bulunurken, diğer taraftan Irak’ın bölünmesi durumunda nasıl bir yönetim olabileceğine ilişkin çalışmalar yapmaktadır. Mevcut durumu değerlendirdiğimizde, Irak’ın bölünmesi halinde 3 bölgeye ayrılacağı, bunlardan birinin Sünni, diğerinin Şii, bir diğerini de Kürt bölgeleri olacağı anlaşılmaktadır.
Ancak Şii bölgesinin ortaya çıkması, o bölgenin İran hâkimiyetine terk edileceği anlamına geleceğinden, ABD’nin böyle bir duruma sıcak bakması hem kendi bölge politikası, hem de buna paralel olarak İsrail’in güvenliği açısından tercih edilecek bir çözüm olarak düşünülmemektedir. Bölünmenin federal bir yapı içinde kalması durumunda dahi, bu konunun merkezi hükümetin gücü ile bağlantılı olarak oluşabileceği kıymetlendirilmektedir. Irak bayrağının yeniden düzenlenmesi ve bu bayrağın kuzey dahil diğer bölgelerde de müşterek bayrak olarak kullanılması, merkezi hükümetin olabileceği bir yapının kabul gördüğüne dair işaretler olarak algılanmaktadır.
Ancak ister bölünsün, ister federal yapıda olsun, isterse siyasi bütünlük korunsun, her halükarda kuzeydeki yönetimin Irak içinde yegâne federatif yapıya sahip şimdilik özerk bir yapıda kalması, hem ABD tarafından, hem de bunu arzu eden Kürt yönetimi tarafından benimsenmiş durumdadır. Ayrıca bu duruma etnik bir yaklaşımla Irak Cumhurbaşkanı’nın da destek verdiği bilinmektedir. Bu özerk yapının merkezi hükümetle bağlantısının zayıf tutulması da her iki tarafça da tercih edilmektedir. Bu yapının bağımsız duruma gelmesinin ise zamana ve şartlara bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Tabii bu konuda Türkiye’nin ortaya koyacağı tavır ve kararlılık önemli rol oynayacaktır. Irak’ın kuzeyinin yeni yapılanmada alacağı durum, hem Türkiye’nin güvenliği, hem de Türkmenlerin güvenliği, yönetimdeki etkinliği, hak ve menfaatleri açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle konunun, olayların akışına terk edilemeyeceği, mutlaka etki sağlanması, yönlendirilmesi ve yönetilmesi gerektiği değerlendirilmektedir.
BEKLENEN YAPILAR İÇİNDE KERKÜK’ÜN OLASI STATÜSÜ
Bilindiği üzere Irak’ın kabul edilen anayasasının 140. maddesi gereğince Kerkük’ün statüsü konusunda bir referandum yapılması öngörülmüştür. Bu referandumun 2007 sonuna kadar gerçekleştirilmesi de karara bağlanmıştır. Ancak bu referandumdan önce normalleştirme çalışmalarının tamamlanması ve nüfus sayımının yapılması gerekmekteydi. Bu çalışmalar yapılamadığı gibi, gerçekleştirilecek referandumda Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil edilmesi yolunda karar çıkması için Kerkük’ün demografik yapısı Kürt yönetimi tarafından kasıtlı olarak değiştirilmiş, önceden planlı olarak tapu kayıtlarında tahrifat yapılmış, mezarlar dahi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu duruma ABD tarafından, işgalden sonra bilinçli şekilde göz yumulduğu da bir gerçektir.
Kerkük’ün bir Türkmen şehri olduğu bilinmektedir. Ancak buna rağmen, sahip olduğu petrol kaynakları, verimli toprak yapısı, geniş arazisi ve bu coğrafyadaki stratejik önemi nedeniyle bir Kürt vilayeti olarak mütalaa edilmesi ve Kürt bölgesine dahil edilmesi çalışmaları, bölgenin sahibi Türkmenler kadar, diğer Sünni ve Şii gruplar tarafından da kabul edilecek bir husus değildir. Ayrıca Türkiye’nin de, Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil olmasına, Kürt yönetiminin ekonomik güç kazanacağı ve bu yolla politik gücünü de arttıracağı düşüncesi ile güvenlik açısından itirazı bulunmaktadır. Diğer taraftan Kerkük’ün yapısı, bir noktada Irak’ın yapısının kopyası gibi olduğundan, burada oluşacak bir kaosun Irak’ın tümüne yayılacağı endişesi de bulunmaktadır.
Bir taraftan yapılacak referandumun sakıncaları anlaşıldığından, diğer taraftan da Türkiye ile ABD arasında başlatılan PKK ile mücadele ve bununla bağlantılı olarak diğer konulardaki işbirliği düşünceleri, bölgedeki Kürt yönetiminin eskisi kadar etkili olamayacağını göstermekte ve konu Türkiye’nin ve Türkmenlerin de isteği dikkate alınarak şimdilik ertelenmekte ve bir çıkış yolu aranmaktadır. Doğal olarak bu durum Kürt yerel yönetiminde hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
Kerkük konusunun bu duruma gelmesinin birçok sebebi vardır. Bunlardan en önemlisi, Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlamak üzere Türkmenlere gereken değeri vermemesi, ilgi göstermemesidir. Türkmenler, dil, din, ırk, tarih ve kültürleri itibariyle Türkiye’nin bir parçasıdır. Bu nedenle Türkmenlerin, Irak’ta, iyi bir Irak vatandaşı olarak Türkiye ile gönül bağı olan, can ve mal güvenlikleri sağlanmış, yönetimde hak ettikleri yeri almış olarak bulunmaları gerekmektedir. Ayrıca onların Irak’taki güçlü varlıkları, Türkiye için güvenlik konusudur. Bu nedenle geç kalınmış olsa da son 15 yıldır Türkmenlerin bu şekildeki imkânlara kavuşması için çalışma yapılmaktadır.
Türkmenler de, çalışmalarını sekteye uğratacak bazı iç hareketlere rağmen, olanakları ölçüsünde bu yönde gayret göstermektedir. Bunun önderliğini de Irak Türkmen Cephesi (ITC) yapmaktadır. Ancak son zamanlarda, ITC’nin milliyetçi tutumunun, Türkiye’nin Irak ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim kapsamında uygulamaya başladığı yeni politikasına uyum sağlamadığı, hatta engel olduğu düşüncesi oluşmaya başlamış, bu nedenle ITC’de bir yönetim değişikliği konusu gündeme gelmiştir. Siyaset yapıcılar tarafından Türkmenlerden, problem çıkarmamalarının, uysal bir kimliğe bürünmelerinin, varlıklarını fazla hissettirmemelerinin ve Türkiye’nin yeni politikasına uyum sağlamalarının istendiği değerlendirilmektedir. İşte kaygı verici bir gelişme de bu yönde yaşanmaktadır.
Aslında sorun sadece Türkmenlere ilgi gösterilmemesinden değil, Türkiye’nin “Dış Türkler” konusunda milli menfaatlerini gözeten politikalar üretememesinden kaynaklanmaktadır. Irak’taki Türkmenlere de, bu genel politika nedeniyle son 10-15 yıla kadar pek ilgi gösterilmemiştir. Gelişen olaylardan dolayı ilgi gösterilmesi gerektiği anlaşıldığında da, bu konuda geç kalındığından ve özellikle 1 Mart teskeresinden sonra da Türkiye’nin bölgedeki söz sahibi olma durumu zayıfladığından, etkili olunamamıştır. Türkiye bölgede ve Irak’ın yeniden yapılanmasında söz sahibi olabilseydi, öngörülen federatif yapı çerçevesinde Türkmenlerin de bir federasyona sahip olması, birçok konuya çözüm getirebilir ve yardımcı olabilirdi. Ancak şimdi o zamanki durumun iyi değerlendirilmemesinin yarattığı politik sonuçtan dolayı maalesef arzu edilen noktada değiliz.
Türkmenlerin ve Kürtlerin durumuna, Irak’ın nüfusu içindeki oranları itibari ile baktığımızda, Türkmenlerin Irak nüfusunun %10-12, Kürtlerin ise %14-15 kadarını teşkil ettiğini görüyoruz. Kürtlerin bu nüfus yüzdesi ile sahip olması gereken hak ve güçten çok daha fazlasına sahip olması ve özellikle kuzey bölgede Türkmenleri kendi içlerindeki azınlık olarak görme temayülü, ne Türkmenler tarafından, ne de Türkiye tarafından kabul edilebilecek bir durumdur. Kürtlerin bu konumu, Irak’ın tümünde de hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Hatta ABD’nin de Kürtlerin aşırı güç kazandığına ilişkin bir düşünce içine girmekte olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Kerkük gibi her bakımdan stratejik bir bölgenin Kürt yönetimine terk edilmesi, yalnız Türkmenler ve Türkiye açısından değil, aynı zamanda Sünni Araplar ve Şiiler tarafından da kabul görmemektedir. Bu konuda itirazlar sürmekte olup, bunun her an için eyleme dönüşme durumu da bulunmaktadır.
Bu nedenle Kerkük vilayetinin özerk bir yapıda olması, merkezi hükümete bağlı olması, kaynaklarının tüm Irak tarafından kullanılabilecek bir statüde bulunması tercih edilecek bir çözüm olarak görülmektedir. Kerkük’te yapılması planlanan referandumun ertelenmesi memnuniyet vericidir. Ancak bu geçici bir tedbir olup, bütün tarafların kabul edebileceği bir çözüm için çalışmalar sürdürülmektedir. Sürdürülen çalışmalar içinde Kerkük’teki yönetimin eşitlik esasına göre düzenlenmesini öngören, Irak il, ilçe ve nahiyeler meclisleri seçim yasasının Kerkük ile ilgili 24. maddesi 22 Temmuz 2008 tarihinde Irak Parlamentosu’nda kabul edilmiştir.
Yasa; Türkmen, Arap ve Kürtlere yönetimde eşit yetki vermektedir. Bu yasa, her ne kadar şehrin bir Türkmen şehri olma konumunu ortadan kaldırsa da, gelinen durum itibariyle Türkmenler açısından olumlu karşılanabilecek bir gelişme olarak nitelendirilmiştir. Ancak yasa derhal Devlet Başkanı tarafından veto edilmiş ve yeniden görüşülmek üzere meclise iade edilmiştir. Meclis komisyonları yeniden anlaşamamış, konu komisyonlar tarafından yeniden incelenmek ve meclis tatilinden sonra görüşülmek üzere Eylül 2008 ayına ertelenmiştir. Bu konuda baskı yaratmak maksadıyla Kerkük il meclisi hemen toplanıp, Irak Anayasası’nın 140. maddesini referans aldığını iddia ederek şehrin Kürt Bölgesine katılması karını almıştır. Ancak bunun gerçekleşmesi, tek taraflı alınacak bir kararla uygulamaya geçirilecek kolaylıkta olmadığından işlemsiz kalmıştır.
Yeniden toplanan Irak Parlamentosu, Kerkük’teki seçimler konusunda 23 Eylül 2008’de yeni bir karar almış, ancak bu karar eskisinden çok farklı ve Türkmenlerin aleyhine olan bir durum yaratmıştır. Ancak çıkan karar, birçok belirsizlikleri, anlaşılmada, anlaşmada ve gerçekleştirmede zorlukları içerdiğinden, uygulanması oldukça güç bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle konu yine zamana ve gelişmelere terkedilmiştir. Ancak bir sürprizle karşılaşmamak için sürekli takip edilmesi ve dikkatli davranılmasını gerektirmektedir.
Kerkük konusunun, Irak’ın yeni yapılanması içinde hem Türkmenlerin Irak içinde alacağı statü, hem de Kerkük’ün düşünülen özel yapısı açısından bir bütün olarak ele alınmasında yarar görülmektedir. Bu konuda ABD nezdinde yapılacak girişimlerin yanında, Irak’taki diğer tüm gruplarla yapılacak görüşmelerin, görüşmelerde gösterilecek kararlılığın ve uluslararası alanda yürütülecek diplomasinin önemi büyüktür.
Türkiye’nin hem kendinin, hem de Türkmenlerin menfaatlerini koruyabilecek, tehditleri önleyebilecek jeopolitik, siyasi ve askeri gücü vardır. Önemli olan bu gücün kontrolü, ihtiyaca ve şartlara göre sergilenmesi, kullanılması, diplomasinin de çok yönlü olarak etkili bir şekilde yürütülmesidir. Gücü kullanamamak, kolaya kaçmak, ülke menfaatlerini koruyamamak, geleceği iyi görememek ve bütün bunlara bilerek veya bilmeyerek sebep olmaktan kaçınmak için, sadece siyasi iktidarın değil, devletin ilgili bütün unsurlarının konuya gereken önemi vermesi ve hassasiyet göstermesi gerekmektedir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketi, ABD, AB, Irak, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK terör örgütü ve Türkiye’deki etnik esaslı bölücü siyaset yapanlar tarafından müşterek bir şekilde yürütmektedir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de belirtilen ve Türkiye müteveccih başlıca tehditlerden birincisi olan etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin silahlı propaganda aracı PKK terörünün etkisiz hale getirilmesi için, TSK tarafından icra edilen operasyonlara yurt içinde ve sınır ötesinde devam edilmektedir. PKK terör örgütünün yurt dışından aldığı desteklerin kesilmesi, mücadelenin koordineli ve halkın desteğini almış olarak yapılması önemlidir.
Türkiye’nin PKK terör örgütü ile mücadelesinde, özellikle sınır ötesinde Irak’ın kuzeyi bölgesinde operasyon yapılmasına ilişkin ABD’nin isteksizliği, sağlanan mutabakat çerçevesinde ortadan kalkmış görünmektedir. ABD tarafından yakın bir tarihe kadar verilmeyen destek, ABD’nin tutum değişikliği neticesinde verilmeye başlanmıştır. ABD ile sağlanan mutabakatın karşılıklı menfaate dayanan al-ver kapsamında müttefiklik ilişkileri çerçevesinde cereyan ettiği değerlendirilmiştir. ABD’nin tutum değişikliğinin dayandığı esasların; Irak’ın Kuzeyindeki yönetim ile barışık yaşanması başta olmak üzere, İran gerginliğinde ABD’ye destek olunması, Afganistan’daki mevcudun arttırılması ve/veya görev tanımlamasının operasyonel olarak yeniden yapılması, ISAF’ın komutasının yeniden alınması, ABD’nin Irak’taki kuvvetlerini azalttığında oluşabilecek zafiyetin tolere edilmesi için tedbirler alınması konuları olduğu kıymetlendirilmektedir.
ABD, AB ve Türkiye’deki ayrılıkçı siyaset yapanlar tarafından, PKK terör örgütü ile siyasi alanda görüşme yapılması da dahil olmak üzere, sözde Kürt sorunu için siyasi çözümler talep edilmektedir. PKK terör örgütü de silah bırakmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile masaya oturmak kaydıyla kabul edeceğini defalarca tekrarlamakta ve konuyu siyasileştirmeye çalışmaktadır (Milliyet, 17 Mart 2008).
Terör siyaseti, siyaset de terörü beslemektedir. Sonuçta konu siyaset alanına çekilmek istenmektedir. Terör örgütünün de, bölücü siyaset yapanların da, Barzani’nin de, ABD ve AB’nin de amacı budur. Türkiye’deki yönetim, Kürt Paketi veya Güneydoğu Paketi adı altında, Kürtçe yayın yapan TV ve bölgeye yönelik birtakım ekonomik ve istihdam sağlayıcı tedbirler içeren projeleri açıklamaktadır. Bu açılımların bir bütün halinde oluşturulacak planın parçası olmadan yapılması, siyasi taviz anlamına geleceğinden istenen faydadan çok zarar getirebilecek hususlardır. Üstelik bu açılımlar, ayrılıkçı siyaset yapan kesimler tarafından da çare olarak görülmemekte, sorunun temelinin dile ve etnisiteye dayalı ulus yaratmak olduğu ifade edilerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi olan “ulus devlet, üniter yapı”nın sona erdirilmesi istenmektedir.
İngiltere ve İspanya’daki IRA ve ETA uygulamalarının kendine has özelliklerinin bulunduğu gerçeğinden hareketle, Türkiye’de benzer uygulamalara teşebbüs edilmesinin birçok mahsur ortaya çıkaracağı ve tehlikeli olacağı kıymetlendirilmektedir. Örgütün uzun vadede kontrol edilebilir bir boyuta çekilmesinde askeri harekât ve bundan alınacak sonuç, birinci derecede önemlidir. Diğer taraftan terörizmle mücadelede devletin diğer organları tarafından alınacak birbiri ile koordineli ve bir bütün halindeki tedbirler de, en az askeri tedbirler kadar önemlidir (Kuloğlu, 10 Ocak 2008). Ancak bu tedbirlerin, terörün siyasallaşmasına imkân tanımayacak tarzda olması, etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketine siyasi ortam sağlamaması hayati öneme haizdir. Aksi yönde hareket “Terörle bir yere varılamaz” düşüncesini ortadan kaldırır (Pulur, 15 Mart 2008).
Terörle mücadele adı altında Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimin muhatap alınması, Türkiye’ye olan tehdidin kendi eliyle güçlendirilmesi ve kabullenilmesi anlamına geleceğinden hatalı bir politika olarak değerlendirilmektedir. Güneydoğu’daki Barzanicilik hareketi ile kesinlikle mücadele edilmeli ve etkisiz hale getirilmelidir. Irak’ın yapılanması konusunda devlet politikasının net bir şekilde ortaya konması ve devletin bütün kurumlarının bu politikaya göre koordineli bir şekilde hareket etmesi önem arz etmektedir. Bu politika ve uygulamalarında, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin hangi statüde olması gerektiği çok iyi hesaplanmalıdır.
ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması gereği 2011 yılına kadar kuvvetlerini tamamen Irak’tan çekmesinin yaratacağı boşluk dikkate alındığında, ABD’nin Türkiye olan ihtiyacının artacağı düşünülmekte ve bundan istifade yollarının aranmasının yararlı olacağı değerlendirilmektedir. Irak’ın kuzeyine PKK ile mücadele kapsamında operasyonlara devam edilmesi, hem PKK örgütü üzerinde kurulan baskıyı devam ettirecek, hem Irak’ın kuzeyindeki yönetimin siyasi gücünü zayıflatarak, Türkiye’ye yönelik muhtemel tehdidini etkisiz hale getirecek, hem de iç siyasetteki olumsuz gelişmeleri frenleyecektir. Türkmenler ve Kerkük konusunda oldu-bittilere imkân tanımayacaktır. Ayrıca bu operasyonlar, Türkiye’nin güvenliği konusunda hiçbir baskıya boyun eğmeyeceğini, kendi inisiyatifi ile hareket etme gücüne, cesaretine ve kabiliyetine sahip olduğunu gösterecektir.
ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması sonucunda Irak’tan askeri kuvvetini tamamen çekmesinin yaratabileceği yeni senaryolar ile Obama yönetiminin muhtemel uygulamaları üzerinde çalışılmalı ve gerekli önlemler şimdiden planlanmalıdır. Ortadoğu bölgesinde güç diplomasisi geçerlidir. Politik, ekonomik ve özellikle askeri güç gösterileri diplomasinin önünü açacak ve mili menfaatlerimize uygun sonuçlar alınmasına imkân yaratacaktır.
Bu hususların başarılmasında Türkiye’nin yeterli derecede coğrafi, politik ve askeri gücü vardır. Türkiye’nin jeopolitik gücü, tarihi, kültürel yapısı bölgesel ve küresel ilişkileri bunu sağlamaya muktedirdir. Siyasi kararlılık göstermek, enerjiyi doğru yerde ve doğru zamanda kullanmak, gerektiğinde kontrollü risk üstlenmek, dış politika ve güvenlikte başarının anahtarı olacak, en azından milli menfaatlerimiz açısından olumsuz gelişmeleri önleyecektir.
ÖZEL BÜRO İSTİHBARAT GRUBU
TÜRKİYE
No comments:
Post a Comment