BAŞKENT ÜNİVERSİTESİNDE 25 Şubat
2021 Perşembe günü düzenlenen “DENİZ
JEOPOLİTİĞİNDE TÜRK – YUNAN İLİŞKİLERİ “ Panelinde Büyükelçi (E) Tugay Uluçevik’in
yaptığı konuşmanın metni
25 Şubat 2021
Saygıdeğer Başkan, Büyükelçi
Dr. Ahmet Zeki BULUNÇ,
Saygıdeğer Amiralim Cem
GÜRDENİZ,
Saygıdeğer Hocam Doçent Dr.
Fuat AKSU,
Seçkin Katılımcılar.
Türkiye ile Yunanistan
arasındaki münasebetlere ilişkin konuların yeniden kamuoyumuzun gündeminin üst
sıralarında yer aldığı bir dönemi yaşamaktayız. Böyle bir dönemde çok zamanlı
olarak bu Panel’i düzenlemiş olan Başkent Üniversitesi yönetimini kutluyorum.
Bana da görüşlerimi siz seçkin
katılımcılarla paylaşma imkânı, ayrıcalığı verildiği için, teşekkür ediyorum.
Devletler Hukukunda
İngilizce’den veya Fransızca’dan tercüme edilerek “kara suyu”, “münhasır
ekonomik bölge” ve “kıta sahanlığı” gibi teknik deyimlerle zikredilen bir
Devletin deniz yetki sahaları, aslında ülkenin, vatanın ayrılmaz, bölünmez
parçalarıdır.
Bu gerçek karşısında,
Saygıdeğer Amiralimiz Sayın Cem Gürdeniz’i, teknik deyimleriyle belirttiğim bu
deniz yetki alanlarının tamamını kapsayan “Mavi Vatan” kavramını ortaya atmış
olmasından dolayı kutluyorum.
Bu sayede, denizdeki millî
yetki alanlarımız “Mavi Vatan” kavramı içinde “Vatan” olarak kutsallaşmıştır.
Bu alanların değeri, önemi ve titizlikle korunmaları gerektiği hususunda
kamuoyumuz bilinçlenmiştir.
“Mavi Vatan” kavramının, millî
ve uluslararası literatüre yerleşmiş olması, Devletimiz ve Milletimiz için
kazançtır.
Bunun sağlanmasında başta,
saygıdeğer Tümamiral Cihat Yaycı olmak üzere, birçok seçkin şahsiyet rol
oynamıştır.
Bugün başlamış olan "Mavi
Vatan-2021" Tatbikatı'nı icra etmekte olan kahraman ve şanlı donanmamıza
üstün başarılar diliyorum. Tatbikat'ın fevkalâde zamanlı olduğuna inanıyorum.
"Mavi Vatan-2021"
Tatbikatı, Yunanistan'ın Türkiye’yi tahrik ve taciz hareketlerinde bulunma
cüretini gösterdiği, ABD'nin koltuğu altında NATO tatbikatı çerçevesinde
Türkiye'ye gözdağı vereceğini sandığı günlerde, Türkiye'nin milli çıkarlarını korumadaki
kararlılığını ortaya koymaktadır.
Türkiye dünyada en çok sayıda
sınırdaş komşuya sahip ülkelerden biridir.
Kuruluşundan itibaren,
Türkiye’nin komşularıyla elbette çeşitli, ihtilâfları, günümüzün Türkçesiyle,
uyuşmazlıkları olmuştur veya vardır.
Bununla beraber, Türkiye’nin,
kendisiyle ilişkilerinde sürekli şekilde kontrollü gerginlik havası içinde,
zaman zaman da silâhlı çatışma noktasına kadar gelinerek, çeşitli uyuşmazlıklar
yaşadığı tek komşusu, Batı’daki komşusu Yunanistan’dır.
Çünkü, Yunanistan, Türk
Milleti’ne bakışı, Türkiye ve Türkler hakkındaki algıları, tarihin akışı içinde
1453’de, 1919 – 1922 döneminde ve 1974’de yaşadıkları travmalarla oluşmuş ve
saplantılarla şekillenmiş, bir komşudur.
Türkiye’nin zafer, şeref ve
şölen günleri, Yunan için birer bozgun, hezimet ve zilletle yüzleşme
günleridir.
İstanbul’un Türkler tarafından
fethi, Bizans Devleti’nin ortadan kalkışı, Yunan toplumunda “büyük ülküler”
anlamına gelen “megali idea’nın” doğmasına sebep olmuştur.
“Megali idea” Ortodoks Kilisesi
tarafından benimsenmiş ve desteklenmiştir.
“Megali idea” 11 kalem hedeften
oluşmaktadır. Zamandan tasarruf için sadece şunu vurgulamak istiyorum:
Nihai hedef İstanbul’un işgal
edilmesi ve Bizans İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasıdır.
Osmanlı Devleti’ni parçalama ve
bölüşme emeliyle 18. Yüzyıl sonlarından itibaren plânlar hazırlayan Avrupa’nın
o zamanki Büyük Devletleri İngiltere, Fransa ve bilhassa Ortodoks Rusya,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Yıkılma Devri’nin başlarında “megali idea’yı”
canlandırmış ve yaygınlaştırılmıştır. Bu çabalara bazı Balkan devletleri de
katılmıştır.
Büyük Güçlerin tahrik ve
teşvikleriyle Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Mora’da 1821 yılında başlatılan
isyan hareketleri neticesinde, 1830 yılında Yunanistan Devleti ortaya
çıkmıştır.
Yani, Yunan Devleti, Avrupa’nın
Büyük Devletleri’nin Türk vatanı aleyhinde kurdukları tezgâhta, sonradan maşa
olarak kullanılabilecekleri bir yan ürün olarak imâl edilmiştir.
Kuruluşundan itibaren
Yunanistan, Büyük Güçler tarafından Türkiye’ye karşı maşa olarak kullanılmayı
kabullenmiştir. Türkiye’ye olan yaklaşımlarını, arkasını büyük güçlere
dayayarak yapmayı da bir dış politika davranış kuralı haline getirmiştir.
“Megali idea’yı”, Devlet’in dış
siyaset ideolojisi olarak benimsemiştir. Osmanlı Devlet’inin aleyhine intikamcı
ve yayılmacı bir siyaset izlemeğe koyulmuştur.
Bağımsızlığının ilk yüzyılı
içinde topraklarını, Osmanlı Devleti’nin aleyhine üç misli genişletmiştir. Eski
Osmanlı toprakları üzerinde kurulan öteki millî devletlerin hiçbirinde,
Yunanistan’ınki kadar fanatik ve sürekli bir yayılma emeli görülmemiştir.
Türkiye’nin Batı komşusunun
resmî adı “Helen Cumhuriyeti’dir” (Hellenic Republic).
Büyük İskender’in M.Ö. 300
yıllarında kurduğu öne sürülen uygarlığa bağlılığın ifadesi olarak
kullanılmaktadır. Helenizm’in dünyasına Yunanlar Kıbrıs’ı da dahil etmektedir.
Oysa Yunanlar tarihin akışı içinde hiçbir dönemde Kıbrıs Adası’nda egemen güç
olmamışlardır.
1923 Lozan Barış Andlaşması,
tarihî önemdeki diğer sonuçları meyanında, genel olarak dış siyasetimizin, özel
olarak da Kıbrıs ve Türk - Yunan münasebetlerine dair strateji ve
politikalarımızın yürütülmesinde on yıllar boyunca gözettiğimiz dengelerin
oluşturulmasını sağlamıştır.
Bu dengeler manzumesi dış siyaset
terminolojimize “Lozan dengesi” olarak girmiştir.
Bu stratejik dengenin korunması
on yıllar boyunca Dış Politikamızın ana hedeflerinden birini oluşturmuştur.
Bununla beraber, “megali idea”
saplantısı, Yunanistan’ın Türkiye ile işbirliğine yönelik makul ve mantıklı
politikalar geliştirip uygulamasına mâni olmuştur.
Yunanistan, 1923’de kurulan
stratejik dengeleri içine sindirememiştir.
Kıbrıs adasına yönelik “enosis”
saplantısından kurtulamamıştır.
Her fırsat ve imkânı,
Türkiye’ye karşı “irredantist” emellerle “yayılmacı” adımlar atmak için
kullanmıştır.
Bir komşu ülkeye karşı izlenen
husumet ve kontrollü gerginlik politikası hiçbir ülkede Yunanistan’da olduğu
kadar politikacıya iç siyasette puan kazandırmamıştır.
Türkiye hakkında “düşmanımın
düşmanı benim dostumdur” zihniyetini terkedememiştir. Bu zihniyetle PKK
teröristi Öcanlan’ı kucaklamada, korumada bile beis görmemiştir. Günümüzde bu
zihniyetin tezahürlerini Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı oluşturduğu şer
ittifakları şeklinde görüyoruz.
Yunanistan, Türkiye ile nadir
ve istisnai iyi komşuluk dönemlerini dahi, dostluğu halka mal ederek sürekli
kılmak için değil, kendi saplantılı hedefleri yönünde istismar etmek için
kullanmıştır.
Bugün, iki ülke arasında
arasındaki uyuşmazlık konularından bazılarının tohumunu, Yunanistan, siyasî
tarih kitaplarında iki ülke arasındaki “dostluk dönemi” olarak geçen, 1930 –
1955 döneminde ekmiştir.
Türkiye ile Yunanistan arasında
“Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakemlik Antlaşması” 1930 yılında Ankara’da
imza edilmesinden sadece 1 yıl sonra, Yunanistan millî hava sahasını,
karasuları 3
mil olmasına rağmen, 10 mile
genişletmiştir. Bu genişleme sonucunda Ege’de uluslararası hava sahası yüzde 50
oranında azalmıştır.
Yunanistan 1936 yılında da
karasularını Lozan’da zımnen öngörülen 3 milden 6 mile genişletmiştir.
Bunları iç düzenleme şeklinde
ve gizli kararnamelerle yapmıştır.
1952 yılında uluslararası sivil
havacılıkla ilgili teknik bir hizmet olarak üstlendiği “Uçuş Bilgilendirme
Bölgesi” (Flight Information Region – FIR) görevini, millî egemenlik alanlarına
giren bir yetki olarak kullanma yoluna gitmiştir.
Türkiye’nin, 1950’li yılların
ilk yarısında kendisiyle ortak çıkarlara ve kadere sahip olduğunu sandığı ve
beraberce NATO’ya girdiği Yunanistan, Kıbrıs’ı ilhak için 1954’de BM Genel
Kurulu’nda girişimlere başlamıştır.
On yıllardır Türkiye ile
Yunanistan arasındaki ilişkilerin gündemini işgal eden uyuşmazlıklar başlıca
şunlardır:
--Karasularının genişliği;
--Kıta sahanlıkları ve münhasır
ekonomik bölgeler dahil Ege’de deniz yetki alanlarının ve deniz sınırlarının
tespiti;
--Egemenliği uluslararası
andlaşmalarla Yunanistan’a bırakılmamış ada, adacık ve kayalıkların aidiyeti;
--İki Devletin hava sahalarının
genişliği;
--Ege’deki uluslararası
andlaşmalarla askersizleştirilmiş [demilitarized] statüye bağlanmış adaların bu
hukukî statülerinin Yunanistan tarafından ihlâli;
-- FIR (Uçuş Malûmat Bölgesi)
sorunları;
--Arama Kurtarma (SAR)
Faaliyetleri için yetki alanlarının belirlenmesi;
--Batı Trakya’daki Türk
Azınlığı’nın Lozan Andlaşması ve çok taraflı sözleşmelerden kaynaklanan
haklarının Yunanistan tarafından ihlâli.
Kıbrıs’taki durum hakkındaki
uyuşmazlık, elbette Türk – Yunan münasebetlerinin genel tablosuna ve
atmosferine dahildir.
Esasen, 1960 Kıbrıs
Andlaşmalarına giden yolda ilk adımı Türkiye ile Yunanistan 1959’da Zürih’te
vardıkları mutabakatla atmışlardır. Bununla beraber, sonradan ihtilâfa çözüm
arama yöntemi itibariyle teknik sebeple, Kıbrıs uyuşmazlığı şimdiye kadar iki
Devlet arasında doğrudan ele alınan bir uyuşmazlık konusu olmamıştır.
Kıbrıs için “Egemen eşitlik
temelinde iki devletli” çözüm arayışına gidilmesi; bu çerçevede BMGS’nin
şimdiki “iyi niyet” görevinin tâdil veya iptal edilmesi sağlanabilirse, o zaman
uygulama farklı olabilir.
Doğu Akdeniz’deki durumla
ilgili olarak Yunanistan ile yaşadığımız gerginlikleri de Türk – Yunan
uyuşmazlıkları listesine dahil etmiyorum. Bu konunun istikşafî görüşmeler
gündemine de dahil edilmemesini temenni ederim. Çünkü, Yunanistan’ı Doğu
Akdeniz havzasına dahil bir ülke olarak görmüyorum.
İki Devlet arasındaki
uyuşmazlıkların ortaya çıkmasının temel sebebi Yunanistan’ın uluslararası
münasebetlerin temel ilkesi “ahde vefa” (pacta sund servanda) ilkesine
sadakatsizliğidir.
Yunanistan Lozan barış
Andlaşması’nın hükümlerini ve kendisinin de imzaladığı 1960 Kıbrıs
Andlaşmalarını ihlâl etmiştir.
Yine de, Atatürk’ün “Yurtta
Sulh, Cihanda Sulh” düsturuna sadık kalan Türkiye, Yunanistan ile olan
uyuşmazlıklarını barışçı yollardan halletme çarelerini araştırmıştır.
İki ülke ilişkilerinin 1974’den
sonraki seyrine göz atıldığı zaman, diyalog başlatma teşebbüslerinin hep
Türkiye’den geldiği görülür.
--1975’deki Demirel–Konstantin
Karamanlis Brüksel buluşması;
--1976 Bern Anlaşması;
--1978’de Ecevit – K.
Karamanlis Montrö Zirvesi;
--1988 Özal – Andreas
Papandreou Davos görüşmesi ve yaratılan sözde “Davos barış ruhu”;
--1992 Demirel – Mitostakis
Davos buluşması ve varılan mutabakatlar;
--Mart 2002’de başlatılmış olan
İstikşafî Görüşmeler;
--2002 sonundan itibaren iki
ülke arasında cereyan eden yüksek düzeyli ziyaretler ve 2010 yılında imza
edilmiş olan 22 işbirliği anlaşmaları,
iki Devlet arasındaki
uyuşmazlıkların halli yönünde sonuç vermemiştir.
Bunun ilk ana sebebi,
Yunanistan’ın, Türkiye ile Yunanistan arasında tek bir uyuşmazlık bulunduğu;
bunun da iki Devletin Ege’deki deniz sınırlarının ve “kıta sahanlıklarının”
belirlenmesi olduğu şeklindeki anlayışı ve yaklaşımıdır.
Yunanistan’a göre, bunun
dışında, yukarı da saydığım uyuşmazlıklar, Türkiye’nin ortaya attığı temelden
yoksun ve Yunanistan’ın egemenlik haklarına tecavüz teşkil eden tek taraflı
iddialardır.
İkinci ana sebebi de,
Yunanistan’ın AB’ne tam üye kabul edildiği 1981’den ve bilhassa 1987’de
Türkiye’nin AB tam üyeliği için müracaatta bulunmasından sonra, Türk – Yunan
ilişkilerindeki diplomasi dengesinin, hem ikili ve hem çok taraflı plânda,
belirgin şekil ve ölçüde, Yunanistan’ın lehine bozulmuş olmasıdır.
Türkiye ile Yunanistan
arasındaki ihtilâflı konular ve Kıbrıs konusu, Türkiye – AB ilişkilerinin
gündemine dahil edilmişlerdir. Giderek de, Türkiye ile ilgili sürecin
ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirilmişlerdir.
Ayrıca, Türkiye’nin AB tam
üyelik başvurusunu yaptıktan sonra “AB üyeliği ve buna ilişkin, meselâ, AB ile
Türkiye arasında Gümrük Birliği yapılması” gibi konular Türkiye’nin iç
siyasetinde de ağırlık taşıyan bir malzeme mahiyeti kazanmıştır.
Türkiye’de, Yunanistan ile
uyuşmazlıklarımızın, Kıbrıs uyuşmazlığının bir an önce çözülmesi gerektiği
yolunda bir anlayış oluşmuştur. Dış kaynaklı algı operasyonlarıyla da bu
anlayış kuvvetlenmiştir.
Bu durum, zamanla
Yunanistan’da, Türkiye’nin AB üyeliği için kilit bir Devlet olduğu kanaatini
uyandırmaya başlamıştır.
Türkiye’ye AB “katılım adayı”
statüsü veren Aralık 1999 Helsinki AB Konseyi Bildirisi’nin içeriği, özellikle
4. Maddesi, Türkiye’nin Yunanistan ile olan uyuşmazlıklarının halledilmesini,
AB üyeliğinin şartlarından biri haline getirmiştir. Böyle bir şart, başka
hiçbir aday ülke için zikredilmemiştir.
Bildiri’de, ayrıca, Kıbrıs
uyuşmazlığının, müzakereler yoluyla siyasî çözüme ulaşmasına lüzum kalmadan,
sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” AB tam üyeliğinin gerçekleşmesine yeşil ışık
yakılmıştır.
Türkiye’nin bu Bildiri’yi kabul
etmesiyle, Yunanistan, Türkiye’nin dış politika hedeflerini etkileme, engelleme
bakımından bizim için fevkalâde tehlikeli bir rol ve resmî gerekçe elde
etmiştir.
Benim değerlendirmeme göre, bu
kazanımları, Yunanistan’ı, Türkiye ile arasındaki uyuşmazlıkların
halledilmesine ihtiyaç duymaz, ihtilâfların devamından da rahatsız olmaz durum
ve konuma getirmiştir.
Yunanistan’ın Türkiye ile
arasındaki uyuşmazlıkları halletme iradesi yoktur. Amacı “üzüm yemek değil,
bağcıyı dövmek” daha doğrusu “dövdürtmektir”.
Bunun içindir ki 2002’den sonra
60 dönem istikşafî görüşme yapılmış olmasına rağmen uyuşmazlıklar listesinde
bir azalma olamamıştır.
Yunanistan günümüzde de
Türkiye’nin denizden Ege’den İskenderun Körfezi’ne kadar kuşatılmasını
amaçlayan emellere alet olan bir tutum izlediğini görüyoruz.
Diğer taraftan, Avrupa Birliği,
üyelik sürecimizle ilgili olarak, Türkiye’nin Yunanistan ile olan
uyuşmazlıklarını halletmesini veya Türkiye’nin kendi millî çıkarlarını ve
KKTC’nin çıkarlarını korumak için attığı adımları “gerginlik yaratan” tutum ve
davranışlar olarak niteleyen ve bunlardan vazgeçmesini talep eden bildiriler
yayınlamaktadır. Müeyyide uygulama tehdidinde bulunmaktadır. AB bir taraftan da
Türkiye ile “pozitif gündem”oluşturulmasından söz etmektedir. “Pozitif
gündemin” anlamı ve içeriği AB’nin son bildirisiyle ortaya konulmuş
bulunmaktadır. Türkiye’nin temel pozisyonlarından geri adımlar atması “pozitif
gündem” yaratılması demektir.
Türkiye’nin ABD ile olan
ilişkilerinin mevcut tablosu karşısında ABD’den de benzer çağrılar, tehdit
içeren talepler gelmiştir, gelmektedir.
Bu yaklaşımlar karşısında
Türkiye’nin Yunanistan’a “istikşafî görüşmeleri” başlatma çağrısını ve davetini
yapmış bulunmasının isabetli olmadığı düşüncesindeyim.
Bu tutumun Yunanistan’ı
uzlaşmazlıkta daha da cesaretlendiren algılamalara sebebiyet vermiştir.
Yunan Devlet yetkililerinin
mesajları bunu göstermektedir.
Türkiye, jeopolitik ve
jeostratejik önemi, değeri, tevarüs ettiği asırlar boyunca kazanılmış Devlet
olma tecrübesiyle, büyük zaferler kazanmış ordusuyla NATO ve AB tarafından
“ortaklığı, müttefikliği olmasa da olur” denilerek vaz geçilebilecek;
Türkiye’nin yerinin Yunanistan ile doldurulabileceği tasavvur edilecek bir ülke
değildir. Akıl tutulması halinde dahi bu tasavvur edilemez.
Türkiye, Ege’de, Doğu
Akdeniz’de, Güney kara hududumuz boyunca ve terörle mücadelede millî
çıkarlarımızı korumak için atmakta olduğu adımları sürdürmelidir.
Türkiye’nin, özellikle,
Ege’deki adaların ve Oniki Ada’nın askersizleştirişmiş statülerinin Yunanistan
tarafından ihlâl edilmekte olduğu olgusunu ve gerçeğini ön plâna çıkaran ve
uluslararası çevrelerin dikkat alanına getiren bir tutum içinde olmasının
gerektiği görüşündeyim.
Temel gerekçesi Türkiye’nin
güvenliği olduğuna göre, anılan statünün ihlâline ilişkin her hareket, doğrudan
Türkiye’nin millî güvenliğini tehlikeye düşüren bir tehdit hareketi demektir.
Bu tehdit, Türkiye’ye gereken hallerde “meşru müdafaa” hakkı da vermektedir.
Bu konu Yunanistan ile
oluşturulması istenen pozitif gündem çerçevesinde başlayan eski adıyla
“istikşafî”, yeni adıyla “istişarî” görüşmelerin gündem maddelerinden biri
olması uygun ve doğru değildir. Çünkü sürüncemede kalmasına göz yumulamaz.
TBMM, Yunanistan’ın
karasularını 6 milin ötesine genişletmesi ihtimali karşısında bu yönde atılacak
bir adımın “savaş sebebi” [casus belli] olacağını ilân etmişti.
Aynı şekilde TBMM’nin Ege’de ve
Doğu Akdeniz’de (Oniki Ada) uluslararası andlaşmalarla askersizleştirilmiş statüdeki
adaların bu statülerinin ihlâlini de “savaş sebebi” olarak ilân etmesinde fayda
mülâhaza ediyorum.
Ortada Andlaşmalar var olduğuna
göre, Yunanistan’ın da bu andlaşmalara uymak vecibesi vardır. Uymuyorsa
sonucuna katlanmayı göze almıştır demektir.
Son olarak ifade etmek isterim
ki Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan’da hedeflerine ulaşabilmesi için
güçlü olması ve öyle kalması ve ayrıca, diplomaside sözü geçen duruma gelmesi
gerekir.
Diplomaside adımlarımızı, bölge
devletleriyle olan ilişkilerimizdeki kopuklukların giderilmesine öncelik
vererek atmalıyız.
ABD ve AB ile
münasebetlerimizin, pozisyonlarımızın temelini aşındırmadan, düzelmesine
ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
İç reformlarımızın millî
mutabakatla gerçekleşmesi dış ilişkilerimizi de olumlu etkileyeceğini
değerlendiriyorum.
Diplomasimizin bu yöndeki
başarı ölçüsü, ilişkileri normalleştirme çabalarında millî menfaatlerimizle
doğrudan ilgili konularda muhataplarımıza ödün verilmemesidir.
25 Şubat 2021
No comments:
Post a Comment