Doğu Türkistan neyimiz olur?
18/02/2021 01:42Güncelleme: 18/02/2021
11:53
Gelecek
Partisi Politika İzleme Kurulu üyesi ve Dış Politika Uzmanı Hasan Kösebalaban
“Türkistan coğrafyasının çığlığını duymayan sadece İslam ülkeleri ve onlar
arasında da Türkiye kaldı” diyor.
Doğu Türkistan’da akrabalarından
haber alamayan Uygur protestocularının günlerdir Ankara’da sürdürdükleri
gösterilerine engel olmak isteyen bir polis memurunun “Kabak tadı verdiniz”
sözü aslında Uygur meselesine toplum ve siyaset olarak kayıtsızlığımızın trajik
bir ifadesiydi.
Bütün dünyanın gözleri önünde bir
halk yok edilirken, Türkistan coğrafyasının çığlığını duymayan sadece İslam
ülkeleri ve onlar arasında da Türkiye kaldı.
Bu konuda, kuşkusuz iktidar
ortakları ve konuyu görmezden gelen iktidar kontrolündeki medya birinci
derecede sorumlular. Onların bu kayıtsızlığı nedeniyle, toplumun geneli de bu
meleseleye olması gerektiği kadar ilgili değil.
“Dünya beşten Büyüktür” sözüyle
bütün dünyanın dikkatini dünyanın ilgi gösterilmeyen sorunlarına çeken ve bu
nedenle kendi destekçi çevresi tarafından “ezilen halkların lideri” sıfatıyla
anılan Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, bu soykırıma yönelik izahı güç bir
suskunluk içinde.
Oysa Filistin, Mısır, Myanmar ve
diğer insan hakları sorunları iktidar tarafından en üst seviyeden uluslararası
platformlarda gündeme getirilmiş, iç siyasette de araçsallaştırılmıştı.
Ancak iktidar bloğu, Uygurlara Çin
rejimi tarafından yapılan ve bugün dünyada bir çok ülke ve lider
tarafından soykırım olarak nitelendirilen zulümler karşısında hem kendisi
sessiz, hem de kendi kamuoyunu tepkisizliğe sevkediyor.
Türkiye’nin Uygur insani krizindeki
garip tepkisizliği uluslararası platformlarda da sürüyor. 2019’da 22 ülke Çin’e
Doğu Türkistan’daki Uygur ve diğer Müslüman toplumlara karşı uyguladığı baskı
ve zulüm politikalarını kınayan bir protesto mektubu verirken, bu ülkeler
arasında tek bir Müslüman ülke dahi yer almamıştı.
Geçen yıl, ekim ayında, 39 ülkenin
BM’de yayınladıkları Çin’i kınama beyanına Türkiye katılmadı. Aslında
Türkiye’nin bu suskunluğu, İslam dünyasına da (kötü) örnek teşkil ediyor. Uygur
Türklerinin meselesinde Türkiye sessiz kalırken, örneğin Pakistan ya da
Endonezya gibi Müslüman ülkelerin Çin’le sahip oldukları stratejik ilişkilerini
riske atmasını da bekleyemeyiz.
Ancak Türkiye ve İslam dünyasının
suskunluğuna rağmen, karşılık şartların giderek ağırlaşmasıyla, Uygur krizi
dünya kamuoyunda gündeme oturdu. Bu konuda uluslararası kuruluşların protesto
ve boykot kampanyalarının yanısıra, birçok lider de konuya dikkat çekiyor.
Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda
Ardern, Uygur kadınların maruz kaldığı sistematik tecavüzlere dikkat çekerken,
Finlandiya Başbakanı Sanna Marin, 3 Şubat 2021 tarihinde yayınladığı bir sosyal
medya mesajında şu çarpıcı ifadelerle tepkisini ortaya koydu: “Uluslararası
toplum Çin’in insan hakları ihlallerine ve azınlıklara uyguladığı baskılara
gözlerini kapatamaz. Ticaret ve ekonomi bu ihlaller karşısında suskunluğun
bahanesi değildir. İnsan Hakları, ikili ve çok taraflı müzakerelerin merkezinde
yer almalıdır.”
TÜRKİYE VE DOĞU TÜRKİSTAN
MESELESİ
Aslında Türkiye, Doğu Türkistan
sorununa tarih boyunca her zaman duyarlı olmuş ve bu meseleyi dünya kamuoyunda
dile getirmiş bir ülkeydi. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve Soğuk Savaş’ın
bittiği 90’lı yılların başlarında, Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetleri
bağımsızlıklarını kazanmışlardı.
O dönemde Başbakan Süleyman Demirel
“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” bir Türk Dünyası’ndan bahsederken, Cumhurbaşkanı
Turgut Özal ise 21. yüzyılı “Türklerin yüzyılı” olarak ilan ediyordu. 1992’de
Türk dış politikasının Batı Asya’daki çok taraflı diplomasi enstrümanı olan
Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO), yeni bağımsız cumhuriyetleri de içerecek
şekilde genişletildi ve canlandırıldı.
Bu ortamda Doğu Türkistan da
Ankara’nın radarına girmeye başladı. Uygur lider İsa Yusuf Alptekin bu meseleyi
gündeme taşımak için yoğun diplomatik çabalar yürütüyor, hem hükümet, hem
de muhalefet liderleriyle görüşüyordu.
İsa Yusuf Alptekin Nisan 1991’de
İstanbul’da yayınladığı tarihi mesajında Doğu Türkistan’daki durumun vehametine
dikkat çekmiş ve Çin’in giderek şiddetini artırdığı etnik temizlik ve kültürel
asimilasyon politikasının devamı halinde, Doğu Türkistan’ın tarihten silinmesi
tehlikesi ile karşı karşıya olunduğunun altını çizmişti.
O dönemde Alptekin ile görüşen
Cumhurbaşkanı Özal, Sovyet yönetimi altındaki Türk cumhuriyetlerinin
bağımsızlıklarını kazandığını ve şimdi sıranın Doğu Türkistan’a geldiğini
söylemişti. Özal’ın bu açık desteği Uygur halkını sevindirirken, Çin’in sert
tepkisini çekmişti. Özal, bu dönemde, Türkiye’nin Asya politikasında Japonya ve
Güney Kore ile çok yakın ilişkiler kurarak, Çin’e karşı denge arayışına
gitmişti. Ağustos 1995’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Sultanahmet
meydanındaki bir parka Alptekin’in adının verilmesi, konuya dair gösterilen
ilginin önemli bir işaretiydi.
Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı Erdoğan, açılış töreninde yaptığı konuşmada, “Doğu Türkistan’ın
şehitleri bizim şehitlerimizdir” sözleriyle soruna dikkat çekmişti. Bu törenden
birkaç ay sonra İstanbul’da vefat eden Alptekin “Doğu Türkistan davasını
sizlere emanet ediyorum” diyerek davasını halkına ve Türkiye’ye miras bıraktı.
Erdoğan’ın Uygur meselesine ilgisi
AK Parti’nin iktidar döneminden sonra da devam etti. 2009 yılında Başbakan
Erdoğan’ın Çin’in politikalarını bir soykırım olarak nitelendirmesi Pekin’in
sert tepkisiyle karşılaştı. Ancak Erdoğan, sözlerini diplomatların yumuşatma
girişimlerine karşı sözünde ısrar etti: “Kullandığım ifadeyi bilerek
kullanıyorum, inanarak kullanıyorum. Dışişleri’ndeki arkadaşlar benim ifademin
dışında bir ifadeyi kullanamaz...Şu anda Çin’deki bu olay adeta bir
soykırımdır.”
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise
2009’da şunları ifade ediyordu: “Dökülen kan Uygur Türklerinindir, döken Çin
Halk Cumhuriyeti’dir. Televizyonlarda etnik çatışma diye milleti kandırmaya
hakkınız yok. Orada bir zihniyet ve yönetim etnik temizlik yapmaktadır.”
2009 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül’ün ve 2010 yılında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Çin resmi
ziyaretlerine Doğu Türkistan’ı da eklemeleri, Türkiye’nin devlet ve hükümet
düzeyinde Doğu Türkistan sorununa karşı kayıtsız kalmayacağının işaretlerini
veriyordu.
Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın 2012’de
Çin’e yaptığı ziyaretini Uygur özerk bölgesinden başlatması da sembolik açıdan
büyük önem taşıyordu. Türkiye’nin bu kararlı tavrı sayesinde, Çin’in
politikalarında önemli ölçüde yumuşama sağlandı. Ancak Çin özellikle 2015
yılından itibaren terörle mücadele gerekçesiyle baskıları yeniden
başlattı ve giderek yüzlerce toplama kampı, sistematik tecavüz, kısırlaştırma
ve kültürel asimilasyon uygulamalarıyla Uygur nüfusunu kademeli olarak yok etme
politikasını uygulamaya koydu.
2016 SONRASI ÇİN’LE DEĞİŞEN
İLİŞKİLER
Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlıktan
istifa ettiği 2016 yılından itibaren Türkiye’nin Çin’le olan ilişkilerinde
farklı bir havanın içine girdiği görülüyor. MHP’nin Cumhurbaşkanlığı sisteminde
iktidar bloğuna dahil olmasına ve Doğu Türkistan’daki olayların giderek bir
kültürel ve etnik soykırım şartları taşımasına rağmen, Türkiye tam bir sessizlik
içerisinde kaldı. Bu durum, hükümetin ekonomik kriz karşısında Çin’den medet
uman yaklaşımı kadar, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında dış politikada
netleşen Avrasyacı yönelimle de açıklanabilir.
Uygur meselesine Çin zaviyesinden
bakan Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in bu konuda iktidarın yaklaşım
ve perspektifini belirlediği görülüyor. 2017 yılının Ağustos ayında Çin’i
ziyaret eden Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, bu ziyareti sırasında Türkiye’deki Çin
karşıtı güçlere karşı mücadele edileceğinin teminatını Çin’e vermişti.
Pekin’de Çinli mevkidaşı Wang Yi
düzenlediği basın toplantısı sırasında Çavuşoğlu, “Çin’in güvenliğini kendi
güvenliğimiz gibi görüyoruz. Gerek ülkemizde gerek bölgemizde Çin’e yönelik
hiçbir olumsuz faaliyete izin vermiyoruz. Aynı şekilde Çin’in aleyhine olan
yayınlar dahil her türlü faaliyetin de önüne geçiyoruz.” şeklinde konuşmuştu.
Dışişleri Bakanı’nın Pekin’den
verdiği mesajlar bir kaç yıl önesine ait olsa da, Uygur protestocularına karşı
gösterilen tutumun da ortaya koyduğu gibi, izlenen politikalar Çin’e verilen
sözlerle paralellik arzetmektedir. Türkiye’nin hangi çıkarları gözeterek Uygur
meselesinde böyle bir tavır içerisine girdiğini anlamak mümkün değil. Ancak
kredi anlaşmaları ve sağlık politikalarında yakınlaşma gibi bazı gerekçeler
akla geliyor.
Pandemi sürecinde Çinli Sinovac
şirketiyle yapılan aşı anlaşması, Türkiye’nin Çin’e bağımlılığını artırdı.
Dünyadaki farklı aşı türleri arasında etkinlik oranı en düşük olarak tespit
edilen bu aşının tercih edilmesinin bilimsel nedenleri bir tarafa, öngörülen
tedarik miktarı açısından da ciddi sıkıntılar yaşandığı anlaşılıyor. Bu
sorunun, suçluların iade anlaşmasının Meclis onayındaki gecikmeden
kaynaklandığına dair iddialar da dile getiriliyor.
İki ülke arasında 2017’de imzalanan
bu anlaşma Çin Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi tarafından onaylanmasına
rağmen, TBMM’ye Muatafa Şentop tarafından 2019’da verilen kanun teklifi henüz
komisyonlardan oylama için Genel Kurul’a sevkedilmedi. İktidar cephesinin bu
konuda adım atamaması, anlaşmanın, Çin’de idam cezasının yasal olması
nedeniyle, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne açıkça
aykırı olmasından daha çok, muhalefetin ve sivil toplum kuruluşlarının artan
baskısı karşısında, bir meşruiyet kriziyle karşılaşmak istememesinden
kaynaklanıyor.
2019’da İyi Parti’nin Doğu
Türkistan’da uygurlara yönelik baskıcı uygulamaların incelenmesi amacıyla
hazırladığı önerge, TBMM’de reddedilmişti. Önergeye Ak Parti ret, CHP ve HDP
kabul oyu verirken, Milliyetçi Hareket Partisi ise çekimser kalmıştı.
İYİ Parti’nin bu konuya ilgisi başka
platformlarda da devam etti. Genel Başkan Meral Akşener’in Meclis grup
toplantısındaki konuşması arasında, misafir olarak kürsüye davet ettiği Doğu
Türkistanlı Nursiman Abduraşid’in yaptığı konuşma esnasında Meclis TV yayını
kesti. İç siyasi rekabet ortamında, PKK elebaşı Öcalan’ın mektubunu yayınlayan,
kırmızı bültenle aranan terörist Osman Öcalan’a mikrofon uzatan devlet
televizyonunun bu tutumu, çok geniş bir kesimin tepkisini çekti.
MUHALEFETİN ARTAN TEPKİSİ
Geçen yılın ekim ayında, ana
muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu da “Uygur halkına yapılan zulmü asla
kabul etmiyoruz. MHP’nin, Erdoğan’ın çağrı yapması lazım. Kendisi tüm dünyada
Türklerin haklarını koruma gibi bir görev yüklenmişse. Anayasa Mahkemesi ile
uğraşmayı bırakıp Doğu Türkistan’a bakmalı” sözleriyle tepkisini ifade etti.
Saadet Partisi lideri Temel
Karamollaoğlu ise, iktidar ortaklarını, Meclis’te onay bekleyen suçluların
iadesi anlaşması konusunda sert bir dille uyardı: “Uygurları terörist
yaftasından dolayı iade etmek zorunda kalacaksınız. Bu vebalin altından siz
değil sülaleniz bile kalkamaz. Böyle bir kanunu Meclis’’ten geçirmeyin.”
8 Şubat’ta Gelecek Partisi Genel
Başkanı Ahmet Davutoğlu ve Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Gelecek
Partisi Genel Merkezi’ndeki görüşmelerini müteakip düzenledikleri ortak basın
toplantısında, Uygur meselesine dair çarpıcı açıklamalar yaptılar. Davutoğlu
“Şu anda açık veya net bir şekilde bütün dünyanın üzerinde ittifak ettiği bir
gerçek var ki [Uygur halkına yapılan zulümler] ‘soykırım’ ifadesine uygun
şekilde seyrediyor.
Kadınlar toplu tecavüze uğruyor,
kısırlaştırılıyorlar. Çin’i meşrulaştırma çabası insan hakları konusunun yüz
karasıdır.” Babacan ise iktidara doğrudan sorular yöneltti: “Niçin mazlumların
yanında değilsiniz? Niçin bu kadar ağır insan hakkı ihlalleri varken
susuyorsunuz? Dünyanın gündeminde olan bu meselede niçin susuyorsunuz? Acaba o
ülkeyle olan ilişkilerimizde bilmediğimiz bir şey mi var?”
Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın
aynı zamanda geçmişte AK Parti hükümetlerinde Dışişleri Bakanı olarak görev
yapmış olmaları, hükümetin içerisine girdiği dış politika yöneliminin aslında
iktidar partisinin kurucu ilke ve perspektifiyle teşkil ettiği tezatı da
gösteriyor. İktidarın üçüncü ortağı olarak nitelendirilen Doğu Perinçek’in
“Türkiye’nin iç ve dış politikaları Vatan Partisi’nin çizgisine gelmiştir ve
böyle devam etmektedir” ifadesi bu tezatın altını çiziyor.
No comments:
Post a Comment