Türkiye için yeniden demokratikleşme sahiden mümkün
mü?
07.10.2020 02:01Güncelleme: 07.10.2020
12:36
Boğaziçi
Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde akademik
çalışmalarını sürdüren Edgar Şar “Muhalefet partileri sınırlarını iktidarın
çizdiği çerçevenin dışına çıkıp siyaset yapmalı” diyor.
Türkiye’de 2010’lara damgasını vuran
ve halen devam eden otoriterleşme süreci iki temel üzerine oturuyor. Birincisi,
temelde bir demokrasi için olmazsa olmaz nitelikteki kurumların içi
boşaltılarak gerçekleştirilen rejim değişikliği. İkincisi ise, siyasi iktidar
tarafından bu sürecin tamamında ve her alanda uygulanan kutuplaştırma
politikalarıyla hali hazırda gerçekleşen rejim değişikliğine rıza üretilmesi.
Bu çerçeveden bakıldığında
Türkiye’de yeniden bir demokratikleşme sürecinin mümkün olabilmesi için en az
iki önkoşulun varlığından söz edilebilir. Birincisi, iktidarın kutuplaştırma
politikasının boşa çıkarılması, ikincisi demokratik kurumların kapsayıcı olarak
yeniden inşası.
İktidar bloğunun kutuplaştırma
politikalarının boşa çıkarılması meselesi, son zamanlarda muhalefetin siyaset
biçimi üzerinden epey tartışıldı. Örneğin CHP, Ayasofya’nın ibadete açılması
vb. kararları iktidarın toplumdaki seküler-dindar fay hattını kendi lehine
derinleştirmek amacıyla yaptığı hamleler olarak okuyup, yüksek sesle tepki
vermemeyi tercih etti.
Ancak iktidarın kutuplaştırma
politikalarının boşa çıkarılması da bundan çok daha aktif bir siyaseti
gerektiriyor. Öyle ki iktidar, kutuplaştırıcı söylem ve uygulamalarıyla kendi
bloğu dışında kalan tüm siyasi ve toplumsal kesimleri kendi millet tanımının
dışında bırakarak kriminalize ediyor. Bu şekilde bir ulusal güvenlik sorunu
olarak hedef gösterilen muhalefet de iktidarın çizdiği sınırların dışında
siyaset yapamaz hale geliyor.
Demokratikleşme için ikinci önkoşul
olan demokratik kurumların kapsayıcı bir şekilde yeniden inşası ise, her ne
kadar çok daha sonraki bir aşama olsa da kutuplaştırıcı siyasete alternatif bir
siyasetin örülmesiyle doğrudan ilişkili. Yakın tarihimize bakarsak bunun birçok
örneğiyle karşılaşabiliriz. Örneğin, 1961 Anayasası’nın kapsayıcı bir şekilde
yapılmamış olması, cumhuriyet tarihinin en demokratik anayasal metni olmasına
rağmen bu anayasanın bir toplumsal sözleşme olmasını engellemiş ve nihayetinde
yeni otoriterleşme dalgalarının önüne geçememiştir. Bu sebeple, Türkiye’ye
demokratikleşme vadeden aktörlerin, kendi siyasi maharetlerinin ötesinde yeni
bir sözleşme oluşturmak için toplumun değişik kesimlerini bir araya getirebilme
becerisine de sahip olmaları gerekiyor.
***
Şimdiye kadar üzerinde durduğum bu
dar çerçeveden bakıldığında dahi, Türkiye’de demokratikleşmenin yeniden mümkün
olabilmesi, bu iradeye sahip siyasi aktörlerin bugünden başlayarak bu koşulları
mümkün kılacak bir siyaseti örmesine bağlı. Bu da anlaşılır sebeplerle ancak
geniş tabanlı bir ittifakla mümkün olabilir. Çünkü ancak toplumun mevcut
kimliksel çeşitliliğini kendi içinde barındıran böyle bir oluşum, kimliksel
kutuplaşmayı hafifletip demokratik anlamda kapsayıcı adımlar atabilir. Buradaki
asıl soru bu oydaşmanın (konsensüs) asgari müştereklerinin neleri
kapsayacağıdır.
Bugün Türkiye muhalefeti de siyasi
olarak kendi içinde büyük bir çeşitlilik barındırıyor ve Türkiye’nin geleceğine
ilişkin çok önemli birçok konuda fikir ayrılıklarının olduğu da sır değil.
Fakat buna rağmen muhalefet içinde yer alan hemen tüm aktörler, hukuk
devletinin inşası, rasyonelleştirilmiş bir parlamenter sistem, tarafsız
Cumhurbaşkanı, kamu görevlerinde liyakat gibi rejimin otoriter niteliğini
ortadan kaldıracak birtakım hususlarda oydaşmaya varmış gibi gözüküyor. Bu
oydaşmanın temeli, Türkiye’de asgari demokratik koşulların sürdürülebilir
olarak sağlanması ve otoriterlik sarmalına tekrar girilmemesi olacak ise
muhalefet partileri iktidarın çizdiği çerçevenin dışında siyaset yapmak
durumunda. Türkiye’de yeniden demokratikleşmenin mümkün olması için sadece
birilerinin değil, herkesin bu cesareti göstermesi gerekiyor.
Peki iktidarın çizdiği çerçeveden ne
anlamalıyız? Burada ilk akla gelen şey iktidarın “yerli ve milli” söylemine
uygun olarak belirlediği “makbul” siyaset çerçevesi. Aslında “siyasetsizlik”
olarak adlandırabileceğimiz bu çerçeveye göre muhalefet partileri,
muhalefetlerini sadece iktidarın kutuplaştırma politikaları sonucunda
sıkıştıkları kimliksel cephelerden yapmalı, iktidarın tanımına göre “milli”
menfaatler söz konusu olduğunda hiçbir sorgulama yapmadan iktidarın yanında yer
almalı ve bu çerçevenin dışına adım attığı anda karşısında devasa propaganda
makinesi, normal bir ülkede yurttaşların canlarını ve mallarını emanet ettiği
“güvenlik” ve “hukuk” sistemi ve diğer tüm imkanlarıyla devleti bulacağını
bilmeli.
***
İktidarın bu stratejisinden tamamen
bihaber olmasa da, bugün itibariyle muhalefetin gerektiği kadar yetkin ve cesur
bir şekilde bu çerçevenin dışına çıkıp siyaset yapamadığını görüyoruz. Bu durum
en çok İYİ Parti ve kısmen CHP’nin, iktidarın milliyetçi duyguları harekete
geçirmeyi amaçladığı hamlelerine karşı verdiği tepkilerde kendini gösteriyor.
Buna yakın zamanda Kuzey Suriye’ye düzenlenen askeri operasyonlar, Doğu
Akdeniz’deki gerginlik ve HDP’lilere yönelik operasyonda tanıklık ettik.
Özellikle İYİ Parti’den tamamen siyasi nitelikteki bu operasyona karşı hiçbir
itirazın yükselmemiş olması muhalefetin buluşması beklenen asgari müştereklerin
içeriğini sorgulamak gereğini ortaya çıkarıyor.
Söz gelimi, Kürt meselesinin çözümü
geniş tabanlı muhalefet ittifakının asgari müştereklerinin arasında mıdır? İYİ
Parti haricinde diğer tüm partiler “Kürt meselesi”nin varlığını bu kavramı
kullanarak kabul etseler de, bu meselesin tanımı, içeriği, çözüm önerileri ve
çözüm için izlenecek yol haritası konusunda fikir ayrılıklarının ortaya çıkması
herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Ancak, eğer Türkiye’yi demokratikleştirmeyi
amaçlayan bir ittifaktan bahsediyorsak; eşit yurttaşlık, hukuk devleti ve seçim
sonuçlarının kabulü gibi ilkeler mutlak surette bu ittifakın asgari
müştereklerinin ayrılmaz birer parçası olmalıdır.
Aslında mesele Kürtlerin eşit
yurttaşlık hakları söz konusu olduğunda muhalefet partilerinin ilkesel olarak
değerlendirilebilecek bir söylem birliği içinde olduğu söylenebilir. Fakat hak
ihlalinin mağduru HDP olduğunda, aynı partilerin çok daha mütereddit davrandığı
da açık. Muhalefet partileri Kürtler ile HDP’yi birbirinden ayrı görmek ya da
HDP’yi PKK üzerinden okumak yerine, Türkiye’nin en büyük üçüncü partisini,
temsil ettiği seçmen ve onun talepleri üzerinden okumaya çalışmalı ve herhangi
bir yurttaşın hakkı hukuku ihlal edildiğinde geliştirdikleri ilkesel ortak
duruşu mağdur HDP olduğunda ondan esirgememelidir.
***
Elbette ki tüm bunlar muhalefet
partilerinin HDP’yi her koşulda destekleyeceği ya da hiç eleştiremeyeceği
anlamına gelmiyor. Burada asıl kıstas, Türkiye’ye demokrasi vadeden siyasi
aktörlerin tüm yurttaşlarla birlikte Kürtlerin de hak ve hukukunu savunması ve
onların da temel hak ve özgürlükler bağlamında eşit yurttaş olması ilkesine
sahip çıkmasıdır. Bu sağlandıktan sonra başta Kürt meselesi olmak üzere
Türkiye’nin çözüm bekleyen tüm meseleleri için muhalefet partileri kendi özgün
perspektiflerini ortaya koyabilir, HDP’yi eleştirebilir ve HDP’ye destek veren
Kürt yurttaşlara onları nasıl daha iyi temsil edeceklerini anlatabilir.
Türkiye’de yeniden bir
demokratikleşme tahayyülünün gerçekleştirilebilmesi için HDP’nin de oynaması
gereken önemli bir rol var. Elbette ki muhalefetin iktidarın çizdiği çerçevenin
dışında siyaset yapma ihtiyaç ve sorumluluğu HDP için de geçerli. Tıpkı diğer
muhalefet partileri gibi HDP de, iktidarın onu sıkıştırmak istediği kimliği
reddedip ısrarla ters istikamette siyaset yapmaya devam edebilirse Türkiye’nin
demokratikleşmesi için çok önemli bir rol oynamış olur.
Sonuç olarak tüm muhalefet partileri
kendi kimliklerini reddetmeksizin sınırlarını iktidarın çizdiği çerçevenin
dışına çıkıp siyaset yapmak ve kendi tabanlarının dışında kalan ve iktidarın
“gayri milli” olarak ilan ettiği toplumsal kesimlere hitap etmek için adımlar
atmalı. Bu adımlar iktidar bloğunun Türkiye’yi içine hapsettiği otoriter rejimi
konsolide etmek için kullandığı en büyük kozu olan muhalefet partilerini
kimliksel kutuplaşma üzerinden birbirlerine karşı kullanma silahını elinden
alacağı gibi Türkiye’de demokratikleşme hayallerinin yeniden kurulması için de
bir kapı aralayabilir.
EDGAR ŞAR KİMDİR?
2013 yılında Marmara Üniversitesi Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü dereceyle bitirip, lisans derecesini
aldı. Aynı yıl Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nde başladığı yüksek lisans öğrenimini, “Laiklik ve Demokrasi İlişkisi:
2000’lerde Türkiye Örneği” başlıklı teziyle tamamlayan Edgar Şar, aynı bölümde
doktora öğrenimine devam ediyor. Güncel araştırmalarında otoriterleşme
süreçleri, popülizm ve demokratik kurumların bu süreçlerdeki rolü üzerine
yoğunlaşıyor. Medyascope. tv’ye içerik ve yorum desteği sunan Edgar Şar,
İstanbul merkezli düşünce kuruluşu İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nün
(IstanPol) kurucularından.
KARAR gazetesi -08 Ekim 2020
No comments:
Post a Comment