Monday, October 12, 2020

Şostakoviç Türkiye'de

 Şostakoviç Türkiye’de

(Önder Özar'ın ANA kültür sanat dergisinin Eylul - Ekim 2020 sayısında yayınlanan yazısı)

Yıl 1935, aylardan Nisan. Odessa’dan hareket eden “Franz Mehring” yolcu gemisi 13 Nisan 1935 günü İstanbul’a varıyor. Gemi yolcuları arasında, Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün davetlisi olarak şu ünlü Rus (Sovyet) sanatçıları yer alıyor.

  • Orkestra Şefi, Devlet Sanatçısı Lev Steynberg,
  • Besteci Dimitri Şostakoviç,
  • Piyanist Lev Oborin,
  • Keman sanatçısı David Ostrakh, (kafileye iki gün sonra katıldı.)
  • Opera sanatçıları Valeriya Borsova (soprano), Maria Maksakova (mezzo soprano),  Aleksandr  Pirogov (bas)
  • Opera sanatçıları  Jadan(tenor) ile Nortsov (bariton),
  • Konsert meister Andrey Makarov,
  • Leningrad balesi artistleri Natalya Dudinskaya, Asaf Messerer,
  • Bolşoy Tiyatrosu İkinci Müdürü, heyet başkanı  Arkanov.


Sovyet sanatçılar, İstanbul’da Vali ve Konservatuvar Müdürünü makamlarında ziyaret ettiler, onurlarına düzenlenen ve Sovyet Başkonsolosu, Konservatuvar Müdürü, Halkevi Başkanı, besteci ve orkestra şefi Cemal Reşid’in de hazır bulundukları öğle yemeğinden sonra akşam ekspres trenle Ankara’ya gittiler.

Sovyet sanatçılarının 35 gün süren Türkiye turnesinde ağırlık noktası Ankara oldu. Topluluk üç şehirde (Ankara, İzmir ve İstanbul)  toplamda yirmiüç konser verdi. Bunlardan onbeşi  Ankara’da, üçü İzmir’de, beşi de İstanbul’da düzenlendi.

Sovyet (Rus) sanatçılarının 1935 Nisan-Mayıs aylarında gerçekleşen bu konser turnesinin Türkiye – Sovyetler Birliği ilişkilerinde önemli bir yeri olduğu kuşkusuzdur... Bununla beraber, bu yazımızda Sovyet sanatçı topluluğundaki yıldızlar arasında yer alan Dimitri Sostakoviç üzerinde durmak istiyoruz.

Şostakoviç Türkiye’ye geldiğinde 29 yaşında olmasına karşın,  dünyadaki klasik müzik çevrelerinde ismini duyurmuş, yeteneği kabul edilmiş bir piyanist ve besteciydi.

Dimitri Şostakoviç’in yaşamını kısaca anlatmakta yarar var.  25 Eylül 1906 günü Rusya’nın St. Petersburg kentinde doğan Şostakoviç’in büyük babası Polonyalı veteriner Pyotr Şostakoviç idi. Babası Dmitri Boleslavoviç Şostakoviç , Mendeleyev ile birlikte çalışan ünlü bir kimyacıydı. Annesi Sofya Vasilyeva ise bir piyanistti. Dmitri Şostakoviç piyano derslerine dokuz yaşındayken başladı. İlk öğretmeni annesiydi. Bundan sonra profesyonel öğretmenlerden dersler almaya başladı. İlk bestesi olan Devrim Kurbanlarının Anısına Cenaze Marşı'nı bu dönemde yaptı. 1919 yılında, henüz 13 yaşındayken ülkenin en iyi müzik akademisi olarak gösterilen Petrograd Konservatuvarı'na başladı. Zor şartlar altında eğitimine devam ederken zaman zaman öğretmeni Leonid Nikolayev'in evinde derslere devam etti. . 1917 yılında Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşti. 1922 yılında babası öldü. Sinemalarda piyanist olarak çalışmak zorunda kaldı. Bununla beraber kompozisyon öğrenimini sürdürdü. 1924 yılında Lenin öldü. Konservatuar bitirme sınavı için, ilk senfonisini besteledi... 1927 yılında Varşova’da yapılan Chopin Piyano Yarışması’na katıldı ve mansiyon kazandı. 1932 yılında   Nina Vasilevna ile evlendi... 1934 yılında ‘‘Mtsensk’li Lady Macbeth’’ operası, Komünist Parti yöneticilerince “Batı burjuvazi özentisi”olmakla suçlandı ve gösterimden kaldırıldı.

 1935 Nisan ayında Şostakoviç Türkiye gezisine katılır ve dönemin ünlü Türk bestecilerinden Cemal Reşid ve Hasan Ferit ile tanışır. Aynı yıl dünyaca ünlü Rus bestecisi Sergei Prokofiev ABD ve Avrupa’daki ikametinden Rusya’ya kesin dönüş yapar.  1939- 1945 yıllarında 2. Dünya Savaşı’nın tüm felaket ve zorlukları sürerken Almanya Rusya’ya saldırır, doğal olarak Şostakoviç’in  yaşamı da etkilenir. 1942 yılında Şostakoviç’in ‘‘Leningrad’’ adlı yedinci senfonisinin ilk çalınışı zor koşullar altında gerçekleşir. Bu senfoni, İkinci Dünya Savaşında Leningrad halkının aylarca süren kuşatma altındaki dramının etkileyici bir müzikal anlatımıdır.  Halkın direnme gücünü yükseltir ve bestecinin kariyerinde bir dönüm noktası oluşturur. Şostakoviç adı Batılı ülkelerin müzik çevrelerinde önemli bir besteci olarak kabul edilir. ... 1949 yılında ABD’de New York’ta yapılan ‘‘Dünya Barışı İçin Kültür ve Bilim Kongresi’’ne Şostakoviç de katılır... 5 Mart 1953’de  gelmiş, geçmiş en kanlı diktatörlerden biri olan Stalin ölür, yerine Nikita Kruşçov geçer. Bu yeni dönemde, Şostakoviç üzerindeki baskılar nisbeten hafifler. Ancak, yakın takip altındadır. Komünist Partisine üye olmaya ikna edilir ve 1957 yılında  “Lenin Ödülü’’ne layık görülür. 1968 yılında yapılan Prag Baharı etkinliğinde  besteci olarak yer alır.. Şostakoviç’in son senfonisi sayılan ‘‘15. Senfoni’’, 1972 yılında seslendirilir. Yaşamı boyunca, Komünist Partisi’nin baskıları ile mücadele eden,“ama ben güçlüklerden yılmam” diyen  Şostakoviç, 1975 yılı 9 Ağustos günü yaşamını yitirir. Çağdaş müzik repertuarına senfoniler, konçertolar, operalar, piyano ve yaylı çalgılar için oda müziği eserleri vb. armağan eden Dimitri Şostakoviç büyük bir besteci olarak adını müzik tarihine yazdırmıştır.

Şostakoviç, Türkiye’deki konser turnesini “olağanüstü ilginç bir geziydi”diye tanımlıyor ve “ülkenin yüksek ekonomik ve kültürel düzeyine tanık olduk. Türk sanatçılarıyla ve sıradan vatandaşlarla tanıştık. Ve Türk halkına  Sovyet kültürünün başarılarını gösterdik.” diye ekliyor. Şostakoviç şöyle devam ediyor: ” İstanbul’da iki genç Türk besteciyle tanıştım. Cemal Reşid ve Hasan Ferit. Piyano eserlerini kendilerinden dinledim. İcralarında büyük bir virtüozitenin teknik parlaklığı yanında, daha önce bilmediğim  yeni bir müzik rengi arıyordum. Ve büyük bir zevkle aradığım, ayırt edici orijinal sesleri buldum. Daha sonra, Ankara’da onbeş yaşındaki besteci, Sabahattin (Kalender) ile tanıştım. Ben ve meslektaşlarım, onun kendi bestelerini piyanoda seslendirmesini büyük bir ilgiyle dinledik…Arkadaş olduğumuz Türk bestecileri bana geniş bir Türk halk müziği koleksiyonu sundular. Daha ilk bakışta bunlarda keşfedilmemiş ne kadar zengin bir hazine olduğunu fark ettim. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’de bir müzik reformu yapmak için çaba harcıyor…Eski durgun müzik biçimlerinin yerine Türk ulusal  müziğinde çağdaş bir üslubun gelişmesini özendiriyor. Ulusal bir operanın yaratılması, orta ve yüksek müzik eğitimi sisteminin örgütlenmesi için büyük çaba harcıyor… Türkiye’den ayrılmadan önce, Mustafa Kemal Atatürk benim yeni bestelerimde Türkiye izlenimlerimin yankısının görüleceğini ümit ettiğini bildirdi. Memnuniyetle şunu söylemek isterim ki, yakın zamanda başlayacağım çalışmalarımda dost Türkiye’ye gerçekleştirdiğim bu verimli ziyaretin bende yol açtığı yaratıcılık duyguları ifade bulacaktır.”

Şostakoviç, müzikolog dostu Sollertinsky’e yazdığı mektuplarda, Türkiye seyahatini, arkadaşlarının  ve kendi konserlerini ayrıntılı olarak anlatıyordu. Bir mektubunda,”neredeyse her gün konserlere katılıyorum. Önceki gün daha başarılıydım. 24 prelüdümü ve piyano konçertomu icra ettim.”ifadesine yer vermişti.  Şostakoviç’in bu konserinde, konçertonun orkestra partisyonunu  ünlü piyanist Lev Oborin ikinci piyanoyla seslendirmişti.

Şostakoviç’in, Türkiye’deki etkinlikleri konserlerle sınırlı değil. İstanbul’da Mayıs ayında düzenlenen Cumhuriyet bestecileri yarışmasında diğer sanatçı arkadaşları ile (David Oistrakh, Lev Oborin ve Andrey Makarov) birlikte organizasyon komitesinin ricası üzerine jüride yer aldı. Türk hükumetinin davetlisi olarak İstanbul’da bulunan ünlü Alman besteci, müzikolog ve orkestra şefi Paul Hindemith de jüride yer almıştı. Yarışma sonunda alkışlar arasında sahneye davet edilen Şostakoviç, kendi bestelediği iki eseri seslendirdi.

Şostakoviç ve Türkiye’yi ziyaret eden Sovyet sanatçı topluluğu hakkında basında çok olumlu yazılar, yorumlar yayınlandığını belirtmek gerekir. Bir örnek olarak,  Ulus gazetesinin 16 Nisan 1935 tarihli nüshasında yer verilen haberden bir alıntı yapıyorum: “Sovyet musiki yaratıcılığının bariz bir mümessili olan Dimitri Şostakoviç, inkılabın yetiştirdiği sanatkarlardan biridir. Şostakoviç’in kendisine göre bir stili, teknik uslubu, beliğ bir musiki dili vardır. Onun bu ifadesi grotesk türlerde keskin bir özelliği haiz olduğu gibi lirik bestelerde derin heyecanları yaşatmaktadır. “Mtsensk kazasının Lady Macbeth’i” operası  böyle bir olgunluğun ve üstadlığın eseridir ve Sovyet opera sanatının gelişmesinde bir başarıdır. Şostakoviç’in piyano konçertosu , birinci senfonisi, “Cıvata” ve “Altın Devir” adındaki iki bale musikisi yeni enstrümantal stilin nişaneleridir(göstergeleridir). Şostakoviç işte böyle yaratıcılığı derin ve gerçek bir heyecan dolu bir coşkunlukla amacına doğru gitmektedir…”

Şostakoviç, Türkiye’de gördüğü ve etkilendiği pek çok konuya ilişkin görüşlerini, izlenimlerini  Moskova’ya dönüşünde kaleme aldığı yazılarda dile getirdi. “Sovetskoye Iskutsstvo gazetesinin 23 Mayıs 1935 tarihli nüshasındaki  “Yeni Türkiye”başlıklı yazısına göz gezdirelim. “Bizim konser turnemizden önce,Türkiye müzik çevreleri sadece klasik Rus bestecilerini biliyordu; ama şimdi Sovyet bestecilerinin eserleriyle hem de en iyi şekilde icrasıyla, tanışma fırsatını buldular. Sanatçılarımız  Türk dinleyicisini çok hassas ve duygulu buldu. Dost ülkede bir dizi bestecimizin isimleri artık popüler oldu. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisini ziyaret ettim. Burada gördüğüm sulu boya ve yağlı boya tablolar ile grafik resimler Avrupa müzelerinde sergilenebilecek kadar güzeldi.  Fakat, Türk ressamların özelliği başkadır. Anayurttan manzaraların tasviri, tipik sahneleri ifade eden tablolarda yakaladığım milli özellikler, bu ressamların sanatlarını geliştirmeleri için zengin bir temel sağlayacaktır.

“İzmir’e giderken, yol üzerinde Bergama’da antik başkent kazılarına rastladık. Bundan elli yıl önce bu yerde Alman arkeologları buldukları tarihi servetleri açıkça çalarak Almanya’daki müzelere gönderiyorlardı. Şimdi bu rezalete son verildi. Bergama’daki kazılarda bulunan tüm eşyalar burada kurulan milli müzeye veriliyor.

“ İstanbul’da ziyaret ettiğimiz Aya Sofya muhteşemdi.  Fakat, eski bir kent olup genç ve özgür bir devletin başkentine çevrilen Ankara’nın sokaklarındaki yeni inşaatlardan gelen sağlam enerji insanı daha çok etkilemekte.

Türkiye turnesi, Sovyet sanatçıları yormuştu ama hepsi ülkelerine mutlu döndüler. Sanatçı topluluğunda bulunan balerin Natalya Dudinskaya izlenimlerini şöyle anlatıyordu: “Otel (Pera Palas) odasının penceresinden Haliç’e açılan manzara muhteşemdi. Ama otelde sadece birkaç saat dinlenebiliyorduk. Her şey bizim için yeniydi. Eski Eminönü’nün dar sokakları, Karaköy ticaret limanının gürültülü ortamı,  Marmara  kıyılarındaki bahçeler. İşte İstanbul’un renkleri… Avrupa kültürü tutkusu ile milli geleneklere bağlılık bir arada. Beş hafta içinde her şeye yetişmek zordu, ama biz dinlenmek nedir, bilmedik. Şostakoviç hiç yorulmak bilmiyordu, çocuksu içtenliğiyle yeni izlenimler peşindeydi. Zaman ona hiç yetmiyordu. Sabahları provalar ve görüşmeler yapılıyor, akşamları konser ve kabul törenleri düzenleniyordu.”

Türkiye turnesinin Dimitri Şostakoviç’in bir piyanist olarak gelişmesinde önemli rolü olduğunu, turnedeki değerli bir başka sanatçı, ünlü piyanist Lev Oborin şöyle ifade ediyor: “Şostakoviç, Türkiye’de piyano çalarken bundan önce hiç görülmemiş parlaklık ve coşkunluk sergileyerek, heyecan ve çekingenlikten kurtulmuştu. Başlangıçtaki irticali icra daha belirgin olmuştu. Konçerto ile prelüdlerin yorumunda bir çok yeni parlak renkler ortaya çıkmıştır.”

Türkiye turnesinden dönüşünde Dimitri Şostakoviç, piyano solistliğine daha çok ilgi gösterdi, bir süre bestecilik planlarını arka plana attı. Sovyetler Birliği’nin çeşitli kentlerinde konser turneleri gerçekleştirdi. Genç müzisyen sadece kendi besteleri ile yetinmiyor, diğer ünlü bestecilerin, örneğin Rahmaninov’un  eserlerini de repertuvarına dahil ediyordu. Şostakoviç’in belirli süre konserlerinde piyano’ya daha fazla ağırlık vermesinde Türkiye’deki başarısının payı büyüktür.

Sovyet sanatçıları topluluğunun 35 günlük turnesinin, genç Türkiye’nin senfonik orkestra yapısının gelişmesine sağladığı katkıları da vurgulamak yerinde olur.  Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası ile bir çok kez provalar yapan ünlü orkestra şefi Lev Steynberg bu konuda görüşlerini şöyle dile getirmişti: “Kardeş Türkiye’nin genç orkestrasının faaliyetlerinin olumlu sonuçları beni memnun etti. Orkestra en zorlu eserlerin üstesinden geliyor. Yakın gelecekte Filarmoni orkestranızın Berlin ve Londra’da konser verebileceğini düşünüyorum. Kaydetmek istediğim tek şey, orkestranızın profesyonel orkestra şefine ihtiyacı olmasıdır.”

Heyet Başkanı Arkanov, Türkiye’den dönüşünde konserler hakkındaki  izlenimlerini  İzvestiya gazetesine şöyle anlattı: “Yaklaşık bir buçuk ay boyunca bize gösterilen samimi konukseverlikten dolayı  Türk milletine ve hükümetine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Gösterilen samimi hüsnü kabulü, basında konserlerimizin muhteşem gösteriler olarak adlandırılmasını, Sovyet sanatçılarının Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından üç kez kabul edilmelerini, tüm bunları hiç unutmayacağız. Uzun sohbetler sırasında Atatürk, Türkiye’de gerçekleştirilmekte olan kültür devrimi üzerinde çok önemli fikirler açıkladı. Gerçek müzik kültürünün yayılmasında Sovyet sanatçıları topluluğunun çok büyük rol oynadığını belirtti, Türk milleti ve hükumetinin SSCB halklarına ve liderlerine saygı ve sevgisini defalarca vurguladı. Bizim için özel olarak düzenlenen konserlerde Türk milli müziği, şarkıları, dansları ve Avrupa müziğini öğrenen gençlerle tanıştık. Türk bestecilerin eserlerinin icrasına da katıldık…”

Şostakoviç 1935 yılındaki turneden sonra Türkiye müzik gündeminde unutuldu mu? Buna kolayca “ hayır” yanıtı verebiliriz.  İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile ilgili haksız talepleri nedenile ikili ilişkilerde yaşanan gerginlik dönemi dışında, Dimitri Şostakoviç, David Oistrakh ve diğer Rus sanatçılarının eserleri çeşitli müzikal etkinliklerimizde yer aldı ve yer almayı sürdürüyor. Konserlerde Şostakoviç’in eserleri icra ediliyor. Gerek Şostakoviç, gerek David Oistrakh’ın 100ncü doğum yıllarında (2006 ve 2008) İstanbul ve Ankara’da özel konserler düzenlendi.  Atatürk’ün öngörüsüyle temeli atılan iki ülke arasındaki kültür ilişkileri sürüyor.

Not: Bu yazının hazırlanmasında Azeri müzikolog Ferah Tahirova’nın “Şostakoviç ve Türkiye” başlıklı kitabından geniş ölçüde yararlanıldı. Piyasada mevcudu tükenmiş olan anılan kitabın bir nüshasını büyük bir incelikle temin eden PAN Yayıncılık’a teşekkürlerimi sunarım.

 

 

 


No comments:

Post a Comment