Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve ‘Küresel ve Bölgesel Güçlerin Ortadoğu Politikaları’ kitabının ortak editörü Dr. Ceyhun Çiçekçi, İsrail ile BAE arasında imzalanan anlaşmanın Türk dış politikasına yansımasını değerlendiriyor.
Ortadoğu bölgesi olağandışı zamanlardan geçiyor. İsrail ve bölgedeki Arap devletlerinin yakınlaşması, İkinci Dünya Savaşı sonrası bölgeyi şekillendiren temel dinamiğin artık dönüşüme yüz tuttuğunu da bizlere gösteriyor. Bu bağlamda Arap-İsrail çatışma tarihi, Filistin Sorunu henüz net bir çözüme kavuşturulmadan, farklı bir safhaya geçmiş görünüyor. Elbette ki söz konusu gelişmeleri salt kişisel/ulusal kapasitelerle yorumlamak mümkün değildir. Söz gelimi, ilgili devletlerin yönetici tabakalarındaki tercih farklılaşmaları, bizatihi kişisel nitelikleriyle açıklanamayacak bir boyuttadır. Her ne kadar “Filistin’e ihanet” olarak yaftalansa da en nihayetinde bu kimseler de temsil ettikleri devletler nezdinde rasyonalize edilen bir takım politikaların yürütücüsüdürler. Kısacası sistem, kişisel/ulusal tercihlerin sınırlarını belirler.
***
Bir süredir dönüşüm halinde olan sistemik ve bölgesel politik, Körfez’deki Arap monarşilerine daha geniş bir manevra sahası tesis etmiştir. Hatta o kadar ki Arap-İsrail çatışmasının temel dinamiği olarak tarihi bir önemi olan Filistin Sorunu, Filistinlilerin tercihleri hilafına, rafa kaldırılmış bir görünüm arz etmektedir. Bir diğer ifadeyle, bölgesel düzeydeki temel problem bir biçimde perdelenmiştir. Bu durumun da başlıca açıklaması, daha büyük bir problemin algılanmasıdır. Bu da kuşkusuz, Amerikan gücünün göreceli düşüşü ve İran’ın bölgesel yükselişiyle alakalıdır.
Bugün Arap rejimlerinin temel motivasyonu, 1979’dan bu yana bir seviyede hissettikleri “devrimci” retorikle/tehditle baş başa kalmış olmalarıdır. Daha net bir ifadeyle, İran’ın bölgesel yükselişi, Körfez’deki monarşiler açısından ontolojik bir tehdit kaynağı olarak görülmektedir. Temsil ettiği radikal söylem, bölgesel düzeyde hamisi olduğu kullanışlı devlet-dışı araçlar ve Arap Baharı’nın da sağladığı konjonktürel imkânlar vesilesiyle İran, bölgesel hegemonyanın öncü bir adayı niteliğine haiz görünmektedir. Bu durum da kuşkusuz, söz konusu bölgesel hegemonyanın birincil muhatapları olarak Körfez monarşilerindeki rejim güvenliğinin sorgulanmasını beraberinde getirmektedir.
Nihayetinde İbrahim Anlaşması olarak kamuoyuna lanse edilen yakınlaşma süreci, yukarıda kısaca ifade edilmeye çalışılan arkaplana yaslanmaktadır. Öncelikle Birleşik Arap Emirlikleri ve sonrasında da Bahreyn’in katıldığı bu süreç, İsrail’in bölgesel düzeyde normalleşmesi veya bölgesel entegrasyonu olarak görülebilir. Lakin bütün bu olan-bitene bakıldığında, Türkiye’nin bu gelişmelerden nasıl etkileneceğini de sorgulamak ivedilikle gereklidir. Basında da sıklıkla işlendiği üzere, söz konusu yakınlaşmanın tarafları pek çok konu başlığında bir biçimde Türkiye’yle ihtilaflı bir pozisyonda durmaktadırlar. Bu bağlamda Türk dış politikası, bahsi geçen sistemik/bölgesel depremin sonuçlarından bir biçimde etkilenecektir.
***
Türk dış politikasının Ortadoğu’da varlık gösterebilmesinin temel enstrumanı, tarihsel olarak Filistin Sorunu’nda edindiği konum sayesinde mümkün olabilmiştir. Bu pozisyon da aslında sistemik bir gelişme sayesinde zemin bulabilmiş ve ABD ile 1960’lı yılların başlarında yaşanan krizlerle şekillenmiştir.
U-2 casus uçak krizi ve İzmir’deki nükleer füzelerin sökülmesi, Sovyetler Birliği karşısında müttefiki tarafından terk edildiği izlenimi yaratması açısından, Türk dış politikasının aşırı Amerikan yanlısı görünümünün sorgulanmasını beraberinde getirerek, Türkiye-İsrail ilişkilerini de tartışmaya açan bir zemin hazırlamıştır. İlaveten ve belki de kırılma noktasını temsil eden gelişme ise kamuoyunda “Johnson Mektubu” olarak bilinen ve Amerikan yönetiminin Türk liderliğini, Kıbrıs’a askeri müdahale ihtimaline binaen, alenen tehdit ettiği diplomatik yazışmadır.
Bu tarihten itibaren Türkiye, salt sistemik pozisyonunu sorgulamakla kalmamış, Ortadoğu politikalarını da gözden geçirmiştir. Böylece Türk dış politikası, Amerikan hegemonyasından “göreceli özerklik” kazanmış ve bölgesel düzeyde de Arap yönetimleriyle yakınlaşmıştır. Türk dış politikası açısından Arap yönetimleriyle yakınlaşmak, Birleşmiş Milletler’de yürütülen Kıbrıs oylamalarında Türk tezlerine olan desteği arttırmak gibi stratejik bir amaca da hizmet etmiştir.
Arap yönetimleriyle yakınlaşmak elbette Filistin Sorunu’nda da daha aktif bir pozisyon almayı beraberinde getirmiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda bu yaklaşımın izleri çok kereler tespit edilebilir. Filistin Sorunu, artık Türkiye açısından stratejik bir araç olarak konumlanmıştır. İlerleyen yıllarda Arap dünyasının hem uluslararası sorunlarda diplomatik desteğini kazanmak hem de ekonomik desteğini sağlamak, Türk dış politikası açısından oldukça önem arz etmiştir.
Söz konusu süreç 1990’lı yıllarda farklı bir safhaya geçmiş ve Arap dünyasındaki bölünmüşlük, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de yeniden güçlendirilmesine imkân sunmuştur. Oslo Süreci ve Ürdün’ün İsrail’le barış anlaşması imzalaması, Arap tehdidinin kısmen ortadan kalkması (Özellikle Fırat ve Dicle nehirlerinin paylaşımı noktasında yaşanan ihtilaf ve Irak ve Suriye’nin bu konuyu bir “Türk-Arap Sorunu” olarak konumlandırmaya çalışması istisnasıyla) sonucunu doğurmuş ve Türkiye’nin İsrail’le yakınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Hatta Ürdün, 1996 yılında ulaşılan Türkiye-İsrail askeri işbirliğine de ortak olmaktan son anda vazgeçmiştir. Lakin bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin Filistin Sorunu’na yönelik söylemsel desteğini sonlandırmamış ve düşük yoğunluklu bir seviyede olmakla birlikte, siyaseten desteğin sürdürülmesine önem verilmiştir.
Filistin Sorunu ilerleyen yıllarda da önemli bir dış politika dosyası olarak öne çıkmıştır. Hatta Türkiye-İsrail askeri işbirliğinin zirve yaptığı ve Türk siyasetinde askeri figürlerin baskın olduğu 28 Şubat sürecinde bile Başbakan Ecevit, El Aksa İntifadası sürecindeki İsrail’in uygulamalarını “soykırım” olarak nitelendirebilmiştir. Her ne kadar sonrasında söz konusu değerlendirme “düzeltilse” de bu çıkış dahi tek başına oldukça açıklayıcıdır.
Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakan iken yaptığı ünlü “One minute!” çıkışı da benzer bir seyir izler. Türkiye-İsrail ilişkilerinin oldukça güçlü olduğu vehmedilen bir dönemde Davos’ta gerçekleştirilen bir panelde, İsrail-Suriye görüşmelerine arabuluculuk yapıldığı bir zamanda, Türk Başbakanı İsrail Cumhurbaşkanı’na “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz!” diyebilmiştir. Bütün bu çıkışlar, Türk dış politikası için Filistin Sorunu’nun bir dosya olarak her daim var olduğunu gösterir mahiyettedir.
Lakin yukarıda anılan bütün pozisyonlar, Arap dünyasını etkilemek/ dengelemek ile ulusal kamuoyunu teskin etmek arasındaki bir sarkaçta konumlanır. Günümüzde hala Filistin’in olası bir devletleşme sürecinde Türkiye’nin oluşacak bu statükodan nasıl bir stratejik kazanç elde edeceğine yönelik net bir beklenti listesi yoktur. Bu bağlamda, salt duygusal görünümlü bir takım çıkışlarla Filistin politikası “kotarılmaya” çalışılmaktadır.
***
İbrahim Anlaşması ile BAE’nin ve Bahreyn’in İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi, ilaveten diğer Körfez monarşilerinin de benzer bir yol takip edeceğine yönelik yoğun beklentiler, Türkiye’nin bölge politikalarını da yakından ilgilendiren bir gelişme olarak görülmelidir. Bu bağlamda Türk dış politikası, bölgesel düzeydeki pozisyonlarını yeniden gözden geçirmek durumundadır.
İlk senaryo, İsrail-Arap yakınlaşmasındaki aktörlerden bazılarıyla yakınlaşarak, söz konusu blokta gedik açmaktır. Bu bağlamda öne çıkan aday ülke ise Mısır olarak görülmektedir. Doğu Akdeniz’deki deniz yetki sahaları üzerinde yaşanan rekabet ortamında direkt muhatap olarak görülebilecek olan Mısır, Türkiye’nin bölgesel varlığına yönelik katkı sunabilir. Söz gelimi, Katar ile stratejik ilişkilerimiz de benzer bir yaklaşımın eseridir. Türkiye-Katar ilişkilerindeki stratejik boyut, tarihi Arap bloğunda açılmış bir gediğin de resmidir. Ayrıca Mısır, BAE’nin “liderlik” ettiği bir Arap milliyetçiliği projesinin parçası olmak noktasında pek istekli görünmemektedir. Her ne kadar Körfez monarşilerinin finansal desteğiyle ayakta duruyor olsa da Kahire’nin özgül ağırlığı, Arap dünyası için tarihsel öneme sahip bir pozisyondadır. Ayrıca Mısır, son yıllarda Amerikan gücünün gerileyişiyle de alakalı olarak, dış politikasını çeşitlendirme yoluna gitmektedir. Bu bağlamda Türkiye, İsrail-Arap yakınlaşmasındaki zayıf halkaları yanına çekmek için hamleler yapabilir.
İkinci senaryo ise İran ile yakınlaşmak olabilir. Nihayetinde söz konusu İsrail-Arap yakınlaşmasının temel motivasyonu, İran tehdididir. Ayrıca son gelişmeler ve açıklamalar net bir biçimde göstermektedir ki söz konusu Körfez monarşileri, Türkiye’yi de bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Bu doğrultuda düşünüldüğünde, Türkiye ile İran için ortak bir zemin yaratılmış olmaktadır. Kaldı ki İran’ın Basra Körfezi’ndeki varlığı, Arap monarşilerini rahatsız etmek ve bir biçimde dengeleyebilmek için de önemlidir. Fakat böylesi bir senaryonun realize edilmesi, peşi sıra dış politikada İslamcı bir diskurun öne çıkmasına da vesile olabilir. Lakin Irak ve Suriye’deki İran etkisi de hesaba katıldığında, Arap dünyasıyla karasal bir bağlantının konsolidasyonu da ancak İran’la yakınlaşarak gerçekleştirilebilir. Son tahlilde İran’la yakınlaşmak, Batılı müttefiklerimiz nezdinde de sorunlar yaratabileceği ve ulusal düzeydeki İran etkisini “mezhepçi” bir minvalde arttırabileceği ihtimaliyle, sorunlu bir opsiyondur.
Bir diğer senaryo ise Türkiye’nin İsrail-Arap yakınlaşmasına “yakınlaşması” olabilir. Bir diğer ifadeyle, özellikle de İsrail ile gerçekleştirilen Arap normalleşmesine eklemlenerek, bir rota takip edilebilir. Lakin bu, ancak son seçenek olabilecek kadar uzak bir ihtimaldir. Böylesi bir yakınlaşma, bugün itibariyle gerçekleştirilirse Türk dış politikasının pazarlık kapasitesi de ciddi bir biçimde aşınacak ve bölgesel ağırlığımız sıklet düşürmüş olacaktır. Popüler tabiriyle “tehditlere boyun eğilmiş” olunacak ve bölgesel düzeydeki caydırıcılık kapasitesinde erimeler gözlemlenebilecektir. Bu sebeplerden ötürü, söz konusu blokla yakınlaşmak için oldukça geç bir zaman diliminde olduğumuzun farkında olmalıyız.
Nihai kertede yukarıda anılan senaryolar, kurgusal bir nitelik taşır. Türk karar vericiler bu senaryolardan birini, eklektik olarak birkaçını ya da haricen geliştirecekleri bir senaryoyu da uygulayabilirler. Elbette ki Türkiye’nin ulusal çıkarlarını esas alan yaklaşımlar içerisinde optimum şıkkı hayata geçirmek, temel motivasyon kaynağı olacaktır.
No comments:
Post a Comment