Eski Milli
Eğitim Bakanı Hikmet Uluğbay’ın
“Ayasofya’nın Müze Yapılma
Mantığını Anlamak” başlıklı, 02 Eylul 2020 tarihli yazısının son bölümünü
okuyabilirsiniz.
Ayasofya’nın müze olmasına yönelik 24 Kasım 1934 tarihli
kararname, Balkan ülkeleri ile karşılıklı güven ve barış ortamının
oluşturulduktan sonra atılan önemli bir sembolik adımdır. Bu
konuda Millî Eğitim Bakanlığı’nın Bakan Abidin Özmen (9 Temmuz 1934-9 Haziran
1935) imzası ile Başbakanlığa gönderdiği 4 Kasım 1934 tarih ve 94041 sayılı
yazıda şu bilgilere yer verilmiştir. “İstanbul’daki Ayasofya binasının salip
ve hilâl (haç ve hilal) arasında sürüklene gelen savaşların başlıca
rumuzlarından (sembollerinden, simgelerinden) birini teşkil ettiği, birçok
ihtiras (tutku, güçlü istek) bulutlarının Ayasofya’nın kubbesi etrafında
kümelendiği malûmu Devletleridir. Eşsiz
bir mimarlık sanat abidesi (anıtı) olan Ayasofya’nın bir müzeye
çevrilmesi bütün şark âlemini (doğu dünyasını)
sevindirecek ve beşeriyete (insanlığa) yeni bir ilim müessesi (kurumu)
kazandıracaktır. Esasen bu abideye Bizans ve Türk sanat
eseri olarak bakmak daha doğrudur. … Türk elinin ihtimamı
(özeni) ile bugüne kadar ayakta durabilen ve umumi heyetiyle bir müze olan bu
abidenin müzelik sıfatının tebarüz ettirilerek (belirtilerek) bir ilim müessesi
halinde cihana (dünyaya) ilan edilişi çok yerinde bir iş olacaktır. İçinde
bazı Bizans ve Osmanlı eserleri teşhir edilebileceği (sergilenebileceği) gibi
başlı başına bir müze olup teşhir için eski eserler konmaması da ilmi
mütalâalar (bilimsel görüşler) cümlesindendir. … Ayasofya müzeye
evrildiği takdirde İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır.
Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camilerde dini
vazifelerini yapabileceklerdir. …[67]”
Millî Eğitim Bakanı’nın yazısının fotoğraf tam metnine son notta yer alan
yazıdan erişilebilir.
Bakanın
yazısında, Ayasofya’nın Osmanlı Devleti’nin taraf olduğu birçok savaşın
nedenleri arasında olduğu da belirtilmektedir. Yukarıda Tablo 1 de özet olarak
sunduğum 1787-1918 döneminde yaşanan savaşları ve bu savaşlardaki Rusya’nın
emelleri Millî Eğitim Bakanlığının gözlemleri ile örtüşmektedir. Ayasofya’nın
tarihi süreç içerisinde Bizans ve Türk sanat eseri konumuna da geldiğine işaret
edilerek, kazandığı bu konum nedeni ile müze kimliğine kavuşmasının insanlık
açısından büyük bir kazanım olacağı da ifade edilmektedir.
Ayasofya’nın müze haline
getirilme kararı, lâik bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yurt içinde ve
yurt dışında izleyeceği politikaların, inanç çatışmaları üzerine kurulu
olmayacağını pekiştiren önemli bir simgesel adım olmuştur.
Batı,
Kuzey ve Kuzeydoğu komşuları ile güven ortamı sağlandıktan sonra, Türkiye
Cumhuriyeti Doğu ve Güneydoğu’da sınırdaş olduğu ülkelerle de benzeri güven
ortamı oluşturacak bir Pakt oluşturmak için girişimde bulunmuş ve sonuçta 8
Temmuz 1937 günü, Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Sadabat
Paktı imzalanmıştır. Bu Pakt çok taraflı bölgesel bir andlaşma olup, taraflar
birbirlerine saldırıdan kaçınmayı ve bölgede barışı korumak üzere iş birliği
yapma ortak ilkesini kabul etmişlerdir. Bu karşılıklı saldırmazlık ve iyi
komşuluk Paktı olup savunma için karşılıklı yardımlaşma konusunu içermemektedir[68].
Avrupa’da savaş tehdidinin hızla tırmanış içinde olduğu ortamda, Türkiye’nin
izlediği dış politikanın barışçıl içeriğini Atatürk, 1 Kasım 1937 günü TBMM’ni
açış konuşmasında şu şekilde açıklamıştır: “… Milletler Cemiyeti yüksek idaresi
altında cereyan etmiş olan müzakereler, Hatay halkının lâyık olduğu mesut ve
müstakil idareye kavuşması yolunda amaçladığımız gayeyi temin edecek
vesikaların (belgelerin) kabul ve imzası ile neticelenmiştir. Yeni Hatay
rejiminin meriyete (yürürlüğe) girmesine, kısa bir zaman kaldı. Bu rejimi,
kendileri ile en dostane bir zihniyetle emek birliği yapmış olduğumuz
Fransızların, iyi niyetle ve amaçlanan gayeyi temin edebilecek şekilde tatbike
başlayacaklarına şüphe edilmemelidir. Yarınki Türk-Fransız münasebetlerinin
dilediğimiz yolda inkişafına (gelişmesine), Hatay işinin iyi bir yönde
yürümesi, esaslı bir ölçü ve amil (sebep)olacaktır kanaatindeyim. Balkan
siyasetimiz, en mesut bir işbirliği yaratmakta devam ederek kendisine çizilmiş
olan sulh yolunda her gün daha verimli neticeler üretmektedir. Cumhuriyet
Hükümetinin, takip edegelmekte bulunduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir
kuvvetli adım attı. Sadabat’ta dostlarımız Efganistan, Irak ve İran ile imza
etmiş olduğumuz dörtlü muahede (andlaşma), büyük bir memnuniyetle kayda değer
sulh eserlerinden birisidir. … Sulh yolunda nereden bir hitap (istek, söz)
geldiyse, Türkiye onu tehalükle (istekle) karşıladı ve yardımlarını esirgemedi.
…[69]”
Karşılıklı
olarak oluşturulan bu barış ve güven ortamında, Cumhuriyet, yeni kuşakların
yetişmesine, önce kendi toplumunu bilgi ve belgeye dayanan inceleme ve
araştırmalarla eğitmeye ve toplumu bilinçlendirme adımlarını sağlam temel
kurarak başlamıştır. Bu çalışmalar çerçevesinde, Türklerin
ve Müslüman toplumların barbar olmadığına ve uygarlığın oluşmasına ve
gelişmesine tarihi süreçte önemli katkılarda bulunduklarına belgeler eşliğinde
yanıtlar da oluşturulmuştur. Atatürk’ün bu amaçla üzerinde özen
ve titizlikle durarak kurulmasını sağladığı kurumlardan biri Türk Tarih
Kurumudur. Kurum, yapacağı belgelere dayalı araştırmalarla bu gerçekleri
toplumumuzun olduğu kadar yüzyıllar boyunca toplumumuzu ve kurduğu devletleri
barbarlıkla suçlayan ülkelerin toplumlarına da sunma çalışmalarına başlamıştır.
Atatürk’ün kurulmasında büyük önem verdiği diğer kurum ise Türk Dil Kurumu
olmuştur. Zira Osmanlı Devleti dönemindeki eğitimin ağırlıklı olarak Arapça
üzerine kurulmuş olması ve kamu kurumlarının kullandığı Osmanlıcanın ise Arapça
ve Farsçanın ağırlıklı Türkçenin ise küçük ölçekte yer aldığı melez bir dil
olması da kamu ile halk arasında iletişimin zayıf ve kopuk olmasına yol açtığı
gibi eğitimin de anlamı bilinmeden ezbere dayanmasına neden olmuştu. Eğitimde,
kavram ve düşüncelerin anlaşılabilmesi ve öğrenilebilmesi, bunların ana dildeki
sözcüklerle ifade edilebilmesi ile mümkündü.
Osmanlı
Devletinin çöküş ve parçalanma sürecine ilişkin bilgiler ışığında, Ayasofya’nın
1934 yılında müze yapılması kararının, bana göre, hangi tarihi olaylar ve
gelişmeler zemini üzerinde, nasıl bir barış ve karşılıklı güven ortamı
oluşturma çalışmalarını tamamlamak üzere atılan sembolik bir adım olduğunu
anlatmaya çalıştım.
Ülkemiz ve toplumumuzun
tarihinin en karanlık günlerinde, ülkemizi bu karanlıktan ve esaretten
kurtarmak üzere, Tanrı’nın ulusumuza bahşettiği Mustafa Kemal Atatürk için
Tanrı’ya şükretmemiz ve Atatürk’e de ülkemize ve ulusumuza yaptığı çok büyük ve
çok değerli hizmetleri nedeni ile büyük teşekkür borçlu olduğumuzu bir an bile
aklımızdan çıkarmamamız gerektiğine inanıyorum.
No comments:
Post a Comment