12 Adalar konusunda akademik çalışmalar yürüten Dr. Hazal Pabuççular, Taha Akyol'a konuştu.
"Ege’de Türkiye’nin devrini açıkça kabul ettiği adaların dışında Kardak, Eşek, Bulamaç gibi ada ve adacıklar da var. Ancak gri bölgeleri kabul etmeyen Atina, buralarda fiilî durum yarattı. Doğu Akdeniz ve Ege’deki sorunlar çok karmaşık. Alanda askeri gücünüzle var olmak önemli ancak bu tek dayanak haline gelmemeli. Türkiye diplomaside elini güçlendirmeli. ‘Değerli yalnızlık’ bir opsiyon olamaz. Kamu diplomasisini de daha aktif kullanmak gerekiyor."
"Doğu Akdeniz ve Ege çok karmaşık sorunlar. Müzakere ile hemen kabul ettirilecek ya da kolayca yargıya taşınacak bir sorun değil. Alanda askeri gücünüzle var olmak önemli ancak Türkiye’nin diplomatik olarak elini güçlendirmesi gerekiyor. ‘Değerli yalnızlık’ olmaz."
“Ege denizindeki Eşek ve Bulamaç gibi ada, adacık ve kayalıklarda fiilî bir durum yaratmış halde. Ben Ege’deki bu durumun Doğu Akdeniz kadar önemli olduğunu düşünüyorum.”
"Lozan’daki Türk delegasyonu açısından en önemli husus, sınırları ne olursa olsun kapitülatif sistemden arınmış, bağımsız ve tam egemen bir Türkiye’nin kabul ettirilmesidir. Bunun dışındaki her şey ikincil önemdedir."
Öncelikle “12 Adalar” nedir, diğer Ege’deki diğer adalardan farkı nedir?
Ege Denizi kabaca 5 farklı ada grubundan oluşur. Oniki Ada bu ada gruplarından biridir. Tarih boyunca Güney Sporadlar, Menteşe Adaları ve Oniki Ada gibi çeşitli isimlerle anılmıştır. Bizim Boğazönü ve Saruhan Adaları dediğimiz ada gruplarıyla beraber Anadolu’ya coğrafi olarak en yakın olan adalardır. Daha da basitçe açıklamak gerekirse, Anadolu kıyısından bakıldığında Samos’un güneyinden başlayarak Meis’e kadar inen hatta bulunan adaları bu gruba sokuyoruz. Hem Anadolu’ya hem de Mısır ve Suriye’ye yakınlığı sebebiyle tarih boyunca ticari ve stratejik olarak önemli olan bir ada grubu diyebiliriz.
Türkiye 12 Adalar’ı nasıl kaybetti? Uşi anlaşmasında kesin kayıp yok, değil mi?
Son dönemde hem siyasette hem de kamuoyunda çokça tartışılan bir konu bu. Biraz da kayıptan siyasi ve hukuki olarak ne anladığınızla yakından ilişkili. “De facto” yani fiili olarak Oniki Ada’nın kaybı, Trablusgarp Savaşı sırasında, 1912’de gerçekleşmiştir. İtalyanlar, Libya’daki durumu nihayete erdirmek için savaşı Akdeniz’e yaymış ve pek de zorlanmadan Oniki Ada’yı işgal etmiştir. Ben de kitabımı 1912’den başlattım, zira bu kaybı Lozan Antlaşması’na yükleyip konuyu 1923’ten başlattığınız vakit hata yaparsınız. Çünkü mesele 1912’de başlıyor.
Bahsettiğiniz Uşi Antlaşması’nda ise Oniki Ada’nın geleceği, Libya meselesine bağlanıyor. İtalyanlar, Türkler Libya’dan tam olarak çekildikten sonra adalardaki kuvvetlerini çekeceklerini taahhüt ediyorlar. Meselenin buradan sonrası iyi analiz edilmeli. İtalyanlar, Libya’da kalan Osmanlı askerlerini bahane ederek adalardan çekilmeyeceklerini duyuruyorlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun da bu duruma büyük bir tepki vermediğini söylemek gerek, çünkü 1912-1913 yılları, biz tarihçilerin “travmatik” olarak nitelendirdiğimiz Balkan Savaşı yıllarıdır. İtalyanlar çekildiği takdirde, Osmanlı İmparatorluğu’nun adaları elinde tutması zor, hatta imkânsız. Büyük ihtimalle Oniki Ada, Balkan Savaşı sırasında Kuzeydoğu Ege Adaları’nı da işgal etmiş olan Yunanistan tarafından işgal edilecek. İtalyanlar, katıldıkları tüm uluslararası toplantılarda bu söylemi kullanıyor: “Biz çekilmiyoruz, çünkü aslında Türkler de bunu istemiyor.” Kısa bir süre sonra da anlaşılıyor ki, İtalyanların adalardan çekilmek gibi bir niyetleri asla yok ve 1913 sonrası diplomatik pazarlıklarını da zaten bu yönde yapacaklar.
Burada özellikle altı çizilmesi gereken birkaç şey var: Birincisi, Balkan Savaşları ile birlikte Kuzey ya da Güney fark etmeksizin tüm Ege Adalarının bir Avrupa meselesi haline dönüşmesidir. Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya, Oniki Ada konusunun sadece kendilerini ilgilendirdiğini söyleseler de İtalya’nın o dönemde Almanya ile ittifak halinde olmasından ötürü Fransa ve İngiltere Oniki Ada meselesiyle yakından ilgileniyor. İkincisi ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun yumuşak karnını oluşturan adalar, güneydeki Oniki Ada’dan ziyade kuzeyde Çanakkale Boğazı’na yakın olan ve o dönemde Yunan işgali altındaki adalardır. Ve son olarak, Birinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen sahip olduğu hiçbir ada yoktu. Buna, 1914’te 6 Büyük Devletin Osmanlı İmparatorluğu ve Yunanistan’a tebliğ ettiği kararda Osmanlı’ya ait olduğu kabul edilen Bozcaada, Gökçeada ve Meis de dahildir.
Misak-ı Milli 12 Adalar’ı kapsıyor mu?
Sınır konusunda Misak-ı Millî’nin belirleyici diyebileceğimiz kıstası; 30 Ekim 1918’de, yani Mondros Mütarekesi imzalandığı vakit, bir yerin Osmanlı askerinin elinde olup olmadığıdır. Eğer Osmanlı askerinin elindeyse Misak-ı Millî’nin içindedir. Bu noktadan hareketle analiz ettiğimizde Oniki Ada, Misak-ı Millî sınırları içinde değildir. Zira önceden kaybedilmiştir.
LOZAN’DA 12 ADALAR
Lozan’da 12 Adalar sorunu nasıl cereyan etti?
Lozan’da Oniki Ada ile ilgili kıyasıya bir mücadele olduğu söylenemez. Lozan konusunda iki aşamalı bir öncelik sırası yapabiliriz. Birincisi, Lozan’daki Türk delegasyonunun genel önceliğinin ne olduğu, ikincisi ise mevzubahis adalar olduğunda delegasyonun neye özellikle önem verdiğidir. Birincisi açısından, bulunduğum her portalda söylediğim şeyi tekrar etmek isterim: Lozan’daki Türk delegasyonu açısından en önemli husus, sınırları ne olursa olsun kapitülatif sistemden arınmış, bağımsız ve tam egemen bir Türkiye’nin kabul ettirilmesidir. Bunun dışındaki her şey ikincil önemde ve tartışılabilir görünmektedir. Zaten İsmet Paşa’ya verilen talimatnamede, gerekirse görüşmeler kesilebilir denen iki madde vardır; biri kapitülasyonlar, diğeri ise Ermeni yurdu meselesidir. Bu talimatta adalarla ilgili duruma göre tavır takınılacağı ve durumun Ankara’dan sorulacağı yazılıdır. Bu noktadan anlıyoruz ki, adalar meselesi Ankara’nın önceliği değildi. İkinci aşamaya geçtiğimizde, yani adaların tartışılması konusunda, delegasyonun eforunu daha çok kuzeydeki, özellikle Boğaz’ın önündeki adalara yönelttiğini görüyoruz. Bu da güvenlik önceliğiyle alakalı bir durum. Oniki Ada konusunda ise kıran kırana bir mücadele yok ama, Meis için durum farklı.
MEİS’İ NEDEN ALAMADIK?
Meis, 12 Adalar’dan ayrı, Meis’i neden / nasıl alamadık?
Lozan Konferansı’nın ikinci döneminin açılmasıyla Türk delegasyonu, Meis’i kendi karasularında olması dolayısıyla istemişti. Meis, konferansın sadece ikinci döneminde müzakere edilmeye başlandıysa da konferansın sonuna kadar çözülemeyen bir konu olarak masada kaldı. Burada Türkiye, Meis konusunda uzun süre diretse de karşısında birleşmiş bir müttefik bloğu buldu. Önemle altını çizmek istiyorum: Millî Mücadele sırasında birbirlerinden giderek uzaklaşan bu devletler, Lozan’da birçok konuda birbirlerini destekledi. Türklerin Meis isteği karşısında Fransızlar, Meriç sınırını tartışmaya açtı; İtalyanlar ise müttefik tazminatları meselesini yeniden masaya getirdi. Meis, kapandığı düşünülen birçok konuyu yeniden açtı ve barış antlaşmasına giden yolda çözülemeyen en önemli problemlerden biri oldu. Sonuç olarak, İsmet Paşa bir açıklama yaparak, Türkiye’nin bu konuda haklı olduğunu ama barışa ulaşmak için bu fedakarlığı yaptığını belirtti. Meis müzakeresi bize, Lozan’ın diplomatik çerçevesi ile ilgili önemli bir şey söyler: Orada herkesin masaya koyacak bir meselesi vardı ve sonunda belirleyici olan şey de gücünüz dahilinde önceliklerinizdi. 1922’de Oniki Ada’nın karşısına konan şey kapitülasyonlar, 1923’te Meis’in karşısına konan şey ise tazminat ve Meriç talvegiydi. Bu nedenle meseleye çok yönlü bakmak gerekir.
VERDİLER, NİYE ALMADIK?
İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’ye 12 Adalar teklif edildi; kimler teklif etmişti?
Oniki Ada ve Türkiye meselesi 1939’dan 1945’e kadar sıklıkla masada olan bir mesele. İki savaş arası dönemde bu adalar, Türkiye’nin tehdit algısının en önemli unsuruydu. Bu sebeple ülkeler, Türkiye’den istediklerini adalar vasıtasıyla halledebileceklerini düşünüyordu. Almanya, Sovyetler Birliği, İngiltere bazen Türkiye ile, bazen müttefikleriyle, bazen de kendi kurumları ile adaların teklifini ya da geleceğini müzakere ettiler. Örneğin, daha 1939’da, Alman Büyükelçi von Papen’in Türkiye’yi Müttefiklerden uzaklaştırmak için Saraçoğlu ile birkaç adanın geleceğini konuşması, kendi Dışişleri ile arasını bozmuştu. Almanların Oniki Ada’ya dair bazen net, bazen de belli belirsiz teklifleri savaş boyunca da devam etti. 1941 Saldırmazlık Paktı imzalanmadan önce de Almanlar adalardan bir tanesini ve Bulgar sınırında Türkiye lehine değişiklik önermişti. 1943’te ise İtalyanlar ateşkes imzalayınca Almanlar Oniki Ada grubunu Türklere teklif ediyor. 1944’e dair de bu tarz teklifler bulmak mümkün. Ancak tabii ki farklı dönemdeki tekliflerin ya da müzakerelerin farklı hedefleri var.
Türkiye’yi müttefiklerden uzaklaştırmak, Türkiye’den transit geçiş hakkı istemek, Türkiye’yi savaş dışı tutmak ya da aksine Türkiye’yi savaşa sokmak gibi konjonktüre göre değişen farklı mantıkları var bu tekliflerin. Türk dış politikasını yönetenler de her şeyin çok farkında. Örneğin, Stalin’in İngiliz Dışişleri Sekreteri Eden ile yaptığı bir görüşmede Türkiye’nin Oniki Ada’yı alması, Suriye ve Bulgaristan sınırının da Türkiye’nin lehine değiştirilmesi gerektiğini söylemesi, Türkiye’de kesin Boğazlarla ilgili bir istek gelecek şeklinde yorumlandı.
Kısacası bu teklifler belgeleriyle duruyor. Bazen de çok şaşırtıcı bir şeymiş gibi kamuoyuna sunuluyor. Tarihçiliğin tam da burada devreye girdiğini görüyoruz, çünkü belgeye sahip olabilirsiniz ama onu yorumlamak ciddi bir birikim ister. Tabii, meselenin tarihçilikten ziyade siyasetle ilgili olduğunun da farkındayız. İnönü üzerinden erken cumhuriyet Türkiyesi ile hesaplaşılmaya çalışılıyor.
HİTLER’İN TEKLİFİ
Hitler nasıl bir ortamda 12 Adalar’ı teklif etti. Feridun Cemal Erkin’e göre alabilirdik. Siz ne diyorsunuz?
Dışişleri içinde önemli görevler edinmiş ve Türk-Sovyet ilişkileri üzerine kitap yazmış bir kişidir Erkin. Bu sebeple anılarını okurken Türkiye’nin, savaşın sonlarına doğru gelen Alman teklifini reddetmesini bir hata olarak görmesine şaşırmıştım. Çünkü bahsettiği dönem 1944, Türkiye’nin tehdit algısını Boğazlar meselesi sebebiyle Sovyetler Birliği’ne çevirdiği bir dönem. Üstelik bu tehdit karşısında, savaş dışı tutumu sebebiyle yalnız kalmış bir Türkiye var. Hatta savaşın sonlarına doğru Türkiye’nin temel hedefi bu yalnızlığı kırmak oluyor. Böyle bir konjonktürde, Türkiye’nin savaşı kaybedeceği belli olan ve zaten bu sebeple adalardan çekilmek isteyen Almanların teklifini kabul etmesini beklemek iyi bir analiz değil. Çünkü bu analiz Sovyetler dinamiğini içermiyor. Bu dinamiği, “savaş sonrası dönemde Türkiye neden Oniki Ada için daha aktif bir politika izleyemedi?” sorusunu cevaplarken de unutmamak lazım.
Bugün Yunanistan adaları anakara kıta gibi değerlendirip Ege ve hatta kısmen Akdeniz’i Türkiye’yi kapatmak istiyor. Yunan tezi nedir?
Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkiler, içinde farklı sorunları barındırıyor. Bugün Doğu Akdeniz’deki gergin durum için daha çok tartıştığımız mesele adaların kıta sahanlığı meselesi. Çünkü Yunanistan, 1982 BM Deniz Hukuku Sözleymesi’ne dayanarak adalarının anakaraya benzer bir kıta sahanlığına sahip olduğunu ileri sürüyor. Meis gibi Türkiye’ye Yunan anakarasından çok daha yakın ve coğrafi olarak küçük adalar düşünüldüğünde bu söylem Türkiye için kabul edilemez bir durum ortaya çıkarıyor. Fakat şunu da eklemem gerekiyor ki bugün Doğu Akdeniz sadece bir meseleyi oluşturuyor. Konunun bir de Ege boyutu var. Orada işin içine bir de egemenliği devredilmemiş adacıklar giriyor. Nedense, bu konu gündemde daha az tutuluyor.
EGEMENLİĞİ DEVREDİLMEMİŞ ADALAR Bir de ‘egemenliği devredilmemiş adalar’ var, bunlar nedir?
Lozan’ın adalarla ilgili çizdiği bir çerçeve var. Bu çerçeveye göre Ege Denizi’nde, Türkiye’nin devrini açıkça kabul ettiği adalar ve onlara bağlı adacık ve kayalıkların dışında bazı ada, adacık ve kayalıklar var. Bu coğrafi formasyonlar ikinci bir ülkeye, yani İtalya veya Yunanistan’a antlaşmalarla açık bir şekilde devredilmemiştir. 1947 devri de farklı bir hüküm getirmemiştir. Ancak Yunanistan, Ege’de egemenliği devredilmemiş coğrafi formasyonların, gri bölgelerin olduğunu kabul etmiyor. Yani, tüm bu ada, adacık ve kayalıkların 1923 ve 1947 itibariyle kendisine devredildiğini iddia ediyor. Bu durum Türkiye ve Yunanistan arasında önemli bir sorun. Bu sorunun kamuoyunca en çok bilinen örneklerinden bir tanesi, Türkiye ve Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren Kardak Kayalıkları’dır. Ancak Kardak sadece bir örnek. Kardak’a benzer statüde bulunan ada ve adacıkların bir kısmının bugün Yunan işgali altında olduğunu basından okuyoruz. Eşek ve Bulamaç Adası bu açıdan sadece iki ama önemli örnek. Yani Yunanistan bu ada ve adacıklarda fiilî bir durum yaratmış halde. Ben Ege’deki bu durumun Doğu Akdeniz kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu durum da, Yunanistan’ın denizlerdeki yaklaşımının bir başka tezahürü; Ege’de yaşadığımız sorunların bir parçasını oluşturuyor. Ve tabii her şeyden önce bir egemenlik meselesi.
TÜRKİYE’NİN HAKKANİYET İLKESİ
Türkiye’nin savunduğu “hakkaniyet” ilkesi Doğu Akdeniz’de (Ege dahil) ne anlama geliyor?
Temel olarak uluslararası deniz hukukunun da gözettiği adilane bir yaklaşımı ifade ediyor bu ilke. Örnek vermek gerekirse, Meis, nüfusu 1000’in altında olan ve kendisinden çok uzaktaki anakaranın egemenliğindeki çok küçük bir ada. Karşısında ise 85 milyonluk bir ülkenin 1500 km’lik bir kıyı şeridi var. Burada hakkaniyet ilkesi, bu adanın Türkiye’nin haklarını orantısız bir biçimde sınırlandıramayacağını söylüyor bize.
Türkiye’nin “hakkaniyet” ilkesini kabul ettirmek için ne yapması lazım?
Bu etapta, bu sorunun kısa vadede çözülebileceğini düşünmüyorum. Zira tek bir meseleden de bahsetmiyoruz. Doğu Akdeniz’den bahsederken meselenin Kıbrıs boyutu var. Ege’de de kıta sahanlığı, egemenliği devredilmemiş adacıklar, adaların silahlandırılması gibi sorunlar var. Kısacası, müzakere edilip hemen kabul ettirilecek ya da kolayca yargıya intikal ettirilecek tek bir sorundan bahsetmiyoruz. Alanda askeri gücünüzle var olmak önemli ancak bu tek dayanak olmamalı. Türkiye’nin bu süreçte diplomatik olarak elini güçlendirmesi gerektiğini, bölge ülkeleri ile ilişkilerini gözden geçirmesi gerektiğini, orta büyüklükte devletler için “değerli yalnızlık” gibi söylemlerin kesinlikle bir opsiyon olmadığını düşünüyorum. Bunun yanında Türkiye, üyesi olduğu tüm uluslararası kurumlarda aktif bir politika izlemeli ve kamuoyuna ulaşma gibi de bir gaye gütmeli. Kamu diplomasisini daha aktif bir şekilde kullanmak gerekiyor.
HAZAL PABUÇÇULAR KİMDİR?
Dr. Hazal Papuççular İngilizce, İtalyanca, Yunanca ve Farsça biliyor. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi. Türkiye ve Oniki Ada (1923-1947) adlı araştırması Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıktı.
No comments:
Post a Comment