ERMENİ KİMLİĞİ ÜZERİNDEKİ KAVGA - TAL BUENOS
Daily Sabah gazetesinde 21 Aralık 2015 tarihinde yayınlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun değişik kültürlerin biraraya gelmesinden oluşan sosyal yapısı,Ermenilerin kimliğini değiştirmek ve imparatorluktaki değişik kültürlerin arasına nifak ve gerginlik sokmak isteyen Protestan Amerikan Misyonerlerinin gayretleri sonucu 19. asırda çökmeye başladı.
Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlık halk gruplarından biri olarak, asırlarca barış içinde yaşadılar. Müslüman olmayan bir azınlık olarak Osmanlı toplumundaki yeri, dinsel yönden düşük görülmüşse de, aslında saygın ve kıymetli bir halk grubu olarak imparatorluktaki yerleri gayet önemli idi. İstanbul’un ileri gelen politik liderleri olarak lokal idarelerde işgal ettikleri mevkilerle oldukça tanınmış ve etkin durumları vardı. Yahudi azınlığın o zamanlar yaşadıkları ve geçirdikleri tecrübelerin de gösterdiği gibi, Avrupa’da Hristiyan azınlık olarak yaşamak, Osmanlı idaresi altında yaşamaktan çok daha zor ve ağırdı. Peki, Osmanlı Ermenilerinin yaşam şartlarındaki o dramatik kötüye dönüşün sebebi ne idi?
Osmanlı Ermenilerinin dinsel bir grup yapısından politik bir grup yapısına dönüşmelerine ne sebep olmuştu? Birinci Dünya Savaşı esnasında görülen o kanlı ayaklanmaları ve katliamları tetikleyen ne idi? Ermenilerin, politik arzu ve emelleri için, Osmanlı hükümranlığı ile olan kavgalarındaki ani patlama ve yükselmeyi izah eden teori ne idi?
AMERİKAN SOYKIRIMI
Soykırım bilim adamları, bu kavganın doğup büyüme sebeplerine kafi derecede bakmadan, sadece feci sonuçlarını anlatan yazılara önem verdiler. Soykırım uzmanları, bugünkü modern çağ Ermeni kimliğinin anahtarı olan hafıza kontrolünü kullanma konusunda kararlı görünüyorlar.
Bu yüzden, şimdiye kadar sorulmamış olan önemli bir sorudan kaçınmaya devam ediyorlar: Osmanlı Ermenilerinin kimlik yapısına ve anlamına ne oldu ? Bunun cevabı, Amerikan misyonerlerinin Osmanlı topraklarındaki faaliyetlerinde yatmaktadır.
Yabancı Misyonlar Derneği (American Board of Commissioners for Foreign Missions) temsilcileri, önceleri, 1820 başlarında, Ermenileri tanımaya ve ardından da zaten Hristiyan olan Ermenileri, Amerikan tipi Protestan olarak değiştirme konusunda, basın yayın ve eğitim kurumlarını da kullanarak, çok büyük gayret ve uğraşı içine girdiler. Ermeni toplumu, bir nevi, kültürel emperyalizmin hedef tahtasına oturtulmuştu. Buna itirazı olanlar, başarılı bir fikir değişikliği ve oluşumu ile, etrafa gönderilebilecek seviyede yetişmiş kıymetli politikacı kimliği haline getirildiler.
Birinci Dünya Savaşı esnasında, American Bible Society (Amerikan İncil Derneği) adlı dinsel bir dernek, Osmanlı İmparatorluğu içinde, bazı yazı ve kitapların tercüme, basma ve dağıtma masrafları olarak, o zamanki değerle, 3 Milyon Dolar civarında para harcadı. Bu miktarın bugünkü ekonomik değeri birkaç yüz milyon doları aşar. Bundan daha da fazla bir para, Osmanlı İmparatorluğu içinde Amerikan okulları inşa edip öğretime açmak için arazi satın alımına harcanmıştı. Bebek, İstanbul’da, Ermeni talebeler için, sonraları Robert Kolej olarak bilinen ilk Amerikan yatılı okulu 1840’da açıldığında, o zamanki Ermeni Patriği, okulun müdürü Cyrus Hamlin için, ‘çok tehlikeli bir adam’ diyerek memnuniyetsizliğini belirtmişti. 19. asrın sonlarına doğru bu okul, önemli yerlere yerleştirilecek ve Ermeni kimliğini politik ortamlarda öne sürecek, Osmanlı Ermenilerini bu yeni kimlikle uyandırmak ve harekete geçirmek üzere mezunlar vermeğe başlamıştı.
Tarihçi Jeromy Salt’ın, “ Imperialism, Evangelism and the Ottoman Armenians, 1878-1896 “ adlı kitabı, o zamanki kamuoyu üzerine Amerikan etkisinin neticelerini ve Misyonerlerin elindeki bilgilerin kamu oyunun Osmanlı Ermenileri’nin kaderi hakkındaki bilgilerinin şekillenmesinde oynadığı rolü derinlemesine izah eder. Yazar Jeromy Salt, Osmanlı Ermenilerinin Birinci Dünya Savaşı ve 19. asrın sonlarına doğru Osmanlı Ermenilerine ait bilgileri anlatan ve şekillendiren misyonerlerin rollerini ve çalışmalarını “ tek taraflı “ olarak nitelendirmiş ise de, misyonerlerin, Ermenilerin politik bağımsızlıklarını elde etmek arzu ve fikirleri kuvvet ve şiddet kazanmadan 20-30 sene önce bile, Osmanlı Ermeni kimliğini Anglo-Amerikan menfaat ve beklentilerine göre nasıl değiştirdikleri konusunda öğrenilecek çok şey var. James Bryce ve benzeri yazarların 1876 ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki Ermeni sorununu ortaya çıkarıp tanıtmadan önce ve hattâ Osmanlı idaresinin gittikçe kötüleşmesi, reform yapmamaları ile izah edilmeye başlanmadan önce bile, Ermeni kimliğini değiştirme konusunda yabancıların plan ve programları vardı. Amerikan etkisinde kalmadan önce, Ermeni kültürü, Osmanlı yaşam tarzına tamamen uyum sağlamış durumda idi. Osmanlı Türkçesi konuşuyorlar ve günlük hayatlarındaki temaslarda eski Ermeni diline lüzum bile hissetmiyorlardı. Daha da ilerisi, Anglo-Amerikan etkisinin bir sembolü olan “Ermeni” kelimesini yabancı buluyorlar, kendilerini “Haik” diye tanımlıyorlardı. Osmanlı Ermenilerine kültürel değişim uygulama projelerini mazur ve haklı göstermek için, Ermeni kimliğini değiştirme konusunda Amerikan gayretlerine öncülük etmiş olan H.G.O. Dwight, bu konudaki çalışmalarına başlamadan önce, Ermenilere “cahil ve dar kafalı“ derdi. Ermenileri, Hristiyan geleneklerinde zengin bir toplum olarak Anglo-Amerikan propaganda malzemesi olarak kullanmaya başlamadan önce, Dwight, onları, “geleneksel adetleri ve inançları değiştirilebilir insanlar” olarak tanıtmıştı. Osmanlı Ermenilerinin kendilerine özel adet ve alışkanlıkları, Dwight tarafından, köksüz, soysuz, uydurma ve boş şeylere inanan, ruhsuz ve gereksiz insanlar olarak tanımlanıyor, kilise dinsel liderleri ise zalim, ahlâksız, yalancı ve sadece kendini düşünen iki yüzlüler olarak tanıtılıyordu. Amerikalılara göre, Ermeni dinî inanç ve hisleri “ çok derin hataları olan bir inanç sistemi “, Ermeni Ortodoks Kilisesi ise Şeytan’ın işlerinden biri olarak düşünülüyor, Dwight ise, Amerikaların getirdikleri reform hareketlerini, saf Hristiyanlığın başarı ile yayılmasını temin edecek “temizleme” harekâtı olarak görüyordu. Ermeni kimliği üzerindeki kavga, 1846 yılında en önemli noktasına ulaştı. O zamanki İstanbul Ermeni Patriği Mateos, Osmanlı Ermenileri arasında Amerikan Protestanlığını yayan birisi olarak, Vertanes adlı bir Ermeni papaz hakkında nefret dolu bir mektup yayınladığı zaman ilişkilerdeki bozukluk tamamen gözüktü. Mateos, Vertanes’i, lider olarak “kötülüğü” Judas’a benzeyen, “ nefret edilen bir alçak “ olarak tanıtıyordu. Osmanlı Ermenileri, kendi dinî liderleri tarafından ikaz ediliyor, Vertanes hakkında “ bu adam, sizin yavrularınızı ağzındaki pis dişleri ile yemek üzere evinizi girmeye çalışan kuzu postuna sarılmış kurttur “ şeklinde bilgilendiriliyorlardı.
Osmanlı Ermenileri, kendi geleneksel adetlerinin ve yaşam şekillerinin yabancı millet ve dinler tarafından değiştirilip yıkılmasından korumak için, Protestanların, Ermeni toplumları içinde sosyo-ekonomik olarak kalıp başarı ile yerleşmesine mani olmak için çok çalıştılar. Amerikan misyonerleri, bunun bir nevi baskı olduğundan şikayet ederek, Ermeni Hristiyanlığının kendi Protestan anlayış ve görüşlerine uygun olarak kabulünü sağlamak üzere, İngiliz diplomatik çevrelerinin de yardımı ile, kurumsal hak ve özellikler kazanmayı başardılar. O zamanlar, Osmanlılar, İngiliz dostlarına güveniyorlardı ve Protestan papazların, Ermeni toplumunun dini liderleri olduğu konusundaki talimatlarını yerine getirmekte ve kabul etmekte bir mahzur görmediler.
Eğer Osmanlı idarecilerinin, kendi imparatorluklarında Ermeni mevcudiyetinin zayıflaması konusunda bir rolleri olmuşsa, o da, Ermeni kimliğinin çalınması ve kaybolması konusunda dinî özgürlük fikrine itiraz etmemeleri olmuştur. İmparatorluk, Anglo-Amerikan politik gücünün Osmanlı Ermeni toplumu üzerine baskı yapıp liderlerini bir nevi koloni liderleri gibi görüp o şekilde davranmasına mani olmadılar. Protestanların bu bürokratik başarıları, Ermeni kilisesinin Amerikan gözetimi altında yeniden organize edilmesinin temel taşı oldu. Bu durum, Anglo-Amerikan politik liderlerinin Osmanlı Ermenilerinin politik liderlerini tayin ve kontrol etmeleri demekti. Böylelikle, Anglo-Amerikan menfaatleri ve Osmanlı Ermenilerinin yaşam tarzları, Anglo-Amerikalıların kendileri tarafından belirtilmeye ve seslendirilmeye başlandı.
Osmanlı kapitalizmi, artık Ermenilerin elinde değildi. Osmanlı hükümetleri ile gayet iyi ilişkileri olan ve Ermeni toplumu içerisindeki kendi durumlarını devam ettirmek için kendi patriklerini seçen Ermeni bankerler, artık Amerikalı misyonerlerce düşman olarak görülmeye başlanmışlardı. Anglo-Amerikan propagandasının Ermeni davasında inandırıcı olması için Osmanlı Ermeni ileri gelenleri artık karalanmalı, gözden düşürülmeli ve değiştirilmeli idi.
OSMANLI DÖNEMİNDE MİLLET-İ SADIKA
Amerikalıların etkisi ile, Ermeni bankerlerin nüfuzları ve güçleri azaltılmış, iş hayatlarındaki liderliklerine son verilmişti. Geleneksel Ermeni kilisesinin sağlam bir direği olarak hizmet vermiş olan Mateos, sahtekârlıktan suçlu bulunmuş ve Ermeni kimliğinden Osmanlı etkisinin ve geleneksel iyi ilişkilerin kaldırılmasına ve toplumun Amerikanlaştırılmasına karşı verdiği savaş durdurulmuştu. Mateos’un, Ortodoks Osmanlı Ermenilerinin popülaritesi kaybolmak üzere iken, Ermeni dindar kardeşlerine 1846’da yaptığı konuşma, aslında oldukça acıklı idi. Onlardan, Protestanlarla temas kurmuş olanlara yaklaşarak, onlara “ evlerinde zehirli bir yılanı beslediklerini ve bu yılanın bir gün kendilerini ölümcül zehri ile ısırarak büyük zarar vereceğini ve ruhlarını kaybedeceklerini “ söylemelerini istedi.
Geleneksel Osmanlı Ermenisi kimliğini kaybeden pek çok kişi, takip eden yıllarda, ruhları da dahil, her şeylerini kaybettiler. Amerika destekli soykırım iddialarının, Ermeni hafızasına kendi hikâyelerini anlatma arzusundan ötürü, mesuliyet sahibi Ermenilerin ortadan kaldırılıp yerlerine Osmanlı içindeki Amerikan gizli kurumlarının getirildiğinin kabul etmemektedir.
Bugüne kadar, Ermeni kimliği, büyük ölçüde, Amerikalıların propaganda gücünün Ermenilerin Türklerle olan münasebetleri hakkında söylediklerine inanmaları ile tarif edilegelmiştir.
* Yazar Tal Buenos, Utah Üniversitesinde doktora adayı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
** Yazı Türkçeye Ş. Dinlenç tarafından tercüme edilmiştir.
Monday, December 28, 2015
Friday, December 25, 2015
Tarih Vakfı ve kripto Ermeniler
E. Kurmay Albay Ömer Lutfi Taşçıoğlu'nun 1991'de kurulan "Tarih Vakfı" ve kripto Ermeniler hakkındaki bilgi notunu aktarıyorum.
1991'de kurulan Tarih Vakfı, AB fonlarıyla beslenerek Karen Fog'un hedeflediği "Türk tarihinin hakkından gelmek" görevini yerine getiren bir vakıf. Tarih Vakfı, başkanlığını Orhan Silier 'in yaptığı dönemde AB'den aldığı 10 milyon Avro karşılığında Osmanlı tapu kayıtlarını araştırarak İstanbul başta olmak üzere Türkiye'de azınlıklar adına kayıtlı tapuları bulup tescil ettirmek için hukuk davaları açmasıyla gündeme gelmişti. Osmanlı belgelerini okuyabilmek için o dönemde özel Osmanlıca kursları düzenlemişlerdi. Osmanlı belgelerine bu kadar ilgi duymalarının diğer sebebinin de Ermenilere soykırım yapıldığını ispatlama çabalarından kaynaklandığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Ama çabaları boşuna. Vuku bulmamış bir olayın ispatlanması mümkün değildir. Vakıfta faaliyet gösterenlerin büyük çoğunluğu Kripto Ermeni.
Kripto denilince nedense insanımız konuya aşırı kibar bir yaklaşım gösteriyor ve Ermeni vatandaşlarımızı kırmaktan çekiniyor. Hiç kimsenin anne ve babasını seçme gibi bir hakkı olmadığını elbette biliyoruz ve herkesin kökenine saygı gösteriyoruz. Bizim Türk tarifimiz Atatürk'ün 1930 yılındaki Türk tarifidir; "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir".
Ancak Türk kimliği ile kendini saklayarak ekmeğini yediği bu ülkeye iftiraya yeltenenlerin gerçek kimliklerini açığa vurmanın da bir vatan görevi olduğunu düşünüyorum.
Ermeni yazar Ruben Melkonyan, "The Problem of Islamized Armenians in Turkey(Erivan, 2008, s.97)" adlı eserinde Ermeni yazar Karen Khanlarian'ın çalışmasına atıfta bulunarak Türkiye'deki gizli Ermenilerin sayısının 2 milyon kadar olduğunu, bunlardan 700.000- 750.000'inin kripto Ermenilerinden, 1.300.000'inin ise Müslümanlaşmış Ermenilerden oluştuğunu yazmaktadır.
Türkiye’nin kendi Ermeni vatandaşlarıyla hiçbir sorunu yoktur. Hattâ içlerinde Artin Penik gibi haksız soykırım iddialarını protesto etmek için kendisini yakan vatanseverler de vardır. Ancak zorunlu göçten kurtulmak için din değiştirerek Türk adı ve soyadı alanların bir bölümü köklerini asla unutmamıştır. Devlet güçlüyken sessiz kalan bu grup devletin zayıf düştüğünü hissettikleri dönemlerde yeniden sahneye çıkarak Ermeni iddialarını gündeme taşımaktadır. Son yıllarda Türkiye'yi soykırımla suçlayan makale ve kitaplar yazanlar, konferanslar verenler, "özür kampanyaları" başlatanların büyük bir bölümü bu grup içinde yer alanlardır. Türk milletinin Ermeni iddialarını dillendirenleri değerlendirirken bu gerçeği ve Atatürk'ün aşağıdaki ikazını hatırda tutmalarının içinde bulunduğumuz dönemde daha da önem kazandığını düşünüyorum:
" Baylar, sırası gelmişken, saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerimki: Bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın”...(Nutuk.s.295) MustafaKemal Atatürk
Selamlar ve en iyi dileklerimle.
Dr. E. Kur. Alb. Ömer Lütfi Taşçıoğlu / 24 Aralık 2015
1991'de kurulan Tarih Vakfı, AB fonlarıyla beslenerek Karen Fog'un hedeflediği "Türk tarihinin hakkından gelmek" görevini yerine getiren bir vakıf. Tarih Vakfı, başkanlığını Orhan Silier 'in yaptığı dönemde AB'den aldığı 10 milyon Avro karşılığında Osmanlı tapu kayıtlarını araştırarak İstanbul başta olmak üzere Türkiye'de azınlıklar adına kayıtlı tapuları bulup tescil ettirmek için hukuk davaları açmasıyla gündeme gelmişti. Osmanlı belgelerini okuyabilmek için o dönemde özel Osmanlıca kursları düzenlemişlerdi. Osmanlı belgelerine bu kadar ilgi duymalarının diğer sebebinin de Ermenilere soykırım yapıldığını ispatlama çabalarından kaynaklandığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Ama çabaları boşuna. Vuku bulmamış bir olayın ispatlanması mümkün değildir. Vakıfta faaliyet gösterenlerin büyük çoğunluğu Kripto Ermeni.
Kripto denilince nedense insanımız konuya aşırı kibar bir yaklaşım gösteriyor ve Ermeni vatandaşlarımızı kırmaktan çekiniyor. Hiç kimsenin anne ve babasını seçme gibi bir hakkı olmadığını elbette biliyoruz ve herkesin kökenine saygı gösteriyoruz. Bizim Türk tarifimiz Atatürk'ün 1930 yılındaki Türk tarifidir; "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir".
Ancak Türk kimliği ile kendini saklayarak ekmeğini yediği bu ülkeye iftiraya yeltenenlerin gerçek kimliklerini açığa vurmanın da bir vatan görevi olduğunu düşünüyorum.
Ermeni yazar Ruben Melkonyan, "The Problem of Islamized Armenians in Turkey(Erivan, 2008, s.97)" adlı eserinde Ermeni yazar Karen Khanlarian'ın çalışmasına atıfta bulunarak Türkiye'deki gizli Ermenilerin sayısının 2 milyon kadar olduğunu, bunlardan 700.000- 750.000'inin kripto Ermenilerinden, 1.300.000'inin ise Müslümanlaşmış Ermenilerden oluştuğunu yazmaktadır.
Türkiye’nin kendi Ermeni vatandaşlarıyla hiçbir sorunu yoktur. Hattâ içlerinde Artin Penik gibi haksız soykırım iddialarını protesto etmek için kendisini yakan vatanseverler de vardır. Ancak zorunlu göçten kurtulmak için din değiştirerek Türk adı ve soyadı alanların bir bölümü köklerini asla unutmamıştır. Devlet güçlüyken sessiz kalan bu grup devletin zayıf düştüğünü hissettikleri dönemlerde yeniden sahneye çıkarak Ermeni iddialarını gündeme taşımaktadır. Son yıllarda Türkiye'yi soykırımla suçlayan makale ve kitaplar yazanlar, konferanslar verenler, "özür kampanyaları" başlatanların büyük bir bölümü bu grup içinde yer alanlardır. Türk milletinin Ermeni iddialarını dillendirenleri değerlendirirken bu gerçeği ve Atatürk'ün aşağıdaki ikazını hatırda tutmalarının içinde bulunduğumuz dönemde daha da önem kazandığını düşünüyorum:
" Baylar, sırası gelmişken, saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerimki: Bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın”...(Nutuk.s.295) MustafaKemal Atatürk
Selamlar ve en iyi dileklerimle.
Dr. E. Kur. Alb. Ömer Lütfi Taşçıoğlu / 24 Aralık 2015
Sunday, December 20, 2015
Yaşar Nuri Öztürk - İmamı Azam Ebu Hanife
Pazar günü (20 Aralık 2015) için uygun olduğunu düşündüğüm bir tefekkür yazısı:
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, "Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü
İMAMI AZÂM EBU HANİFE " kitabı ile ilgili takdim yazısında, İslam dünyasının Socrates'i olarak nitelediği Ebu Hanife ile Mustafa Kemal Atatürk'ün misyonları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor.
İmamı Azâm konusunda dile getirilmesi gereken en önemli gerçek şudur: İslam dünyasının ‘fıkıh yaratan mezheb’inin kurucusu olan, bugünkü Türkiye’de de ‘dokunulmaz, tartışılmaz’ kabul edilen İmamı Âzam (ölm. 150/767), yaşadığı günlerde, ‘dindışılık’, ‘dinî tahrip etmek’, ‘Peygamber’in sözlerine ve sünnetine kafa tutmak’, ‘Mürcie, Cehmiyye gibi sapık mezheplere mensup olmak’, ‘kafir’ olmakla itham edilmiş hâttâ ‘Yahudilik’, ‘müşriklik’ ve ‘deccallık’la suçlanmıştır.
İmamı Âzam, İslam dünyasının Sokrates’idir. Sokrates, Atina putperestlerinin içirdiği zehirle hayata veda etmişti; İmamı Âzam ise Arap-Abbasi saltanatının başındaki zorbaların içirdiği zehirle öldürüldü. Bu bakımdan iki anıt ismin kaderi aynıdır. Fark şurada: Batı, Sokrates’i yaşatılması gerektiği şekilde yaşatıyor; Müslüman Doğu ise İmamı Âzam’ı yaşatılması gereken şekilde yaşatmıyor, yüceltme adı altında her gün öldürüyor.
İmamı Âzam’ı şehit eden, sonra da onun esas fikirlerinin üstünü örten eski ve yeni saltanat dinciliğinin tasallutlarını, elinizdeki kitabın sayfalarında sanıyorum kahırlanarak okuyacaksınız. Ve şunu idrak ve itiraf noktasına geleceksiniz: İslam, Hz. Peygamber’den hemen sonraki Arap müdahalesiyle yozlaştırıldı. Bu yozlaşmanın hemen ardından ilk arındırma, İmamı Âzam eliyle oldu.
İlk dönemde yâni oluşum ve yerleşme döneminde Hz. Peygamber’e karşı çıkan zihniyetlerle, arındırma dönemi olan ikinci dönemde İmamı Âzam’a karşı çıkan zihniyetler aynıdır. Müslüman dünya, ‘Üçüncü Arındırma Dönemi’ni Mustafa Kemal Atatürk’le yaşadı. Bu dönemin öncüsü olan zat, aynı zamanda bir teşkilatçı deha olduğu için meseleyi teoride bırakmadı, icraatıyla hayata geçirdi. Hiç kimse ona, devrimlerinin faturasını canıyla ödetemedi. Tam aksine o, İmamı Âzam ve benzerlerinin intikamını da alan bir önder oldu.
İşe İslam dünyası açısından baktığımızda şunu söylemek zorundayız: İslam ümmeti bu üç dönemin üç öncüsüne de nankörlük etmiştir: Bu nankörlük, Hz. Peygamber’e, onun ehlibeytini katletme şeklinde; İmamı Âzam’a, din dışı ilan etme, işkence ve öldürme şeklinde; Atatürk’e ise mirasını ve kendini din dışı ilan etme şeklinde uygulandı.
İMAMI ÂZAM’I FARKLI KILAN DEĞERLER
1. Kur’an’ın istediği ‘aklın işletilmesi’ni ve aklın egemenliğini dinin esas amacı olarak öne çıkardı,
2. Zulme karşı isyan ve ihtilalin dinin talebi olduğunu gösteren eylemli bir aydınlığın öncülüğünü yaptı,
3. Arapçı-zorba Emevî ve Abbasi yönetimlerine karşı çıktı ve bu yönetimlere karşı kılıç kullanılması için fetva verdi, kılıç kullananları maddeten de destekledi,
4. İslam’ın Arap ideolojisine dönüştürülmesine karşı çıktı,
5. Her Müslümanın kendi ana diliyle ibadet edebileceğine, bunun için de Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılınabileceğine fetva verdi,
6. Uydurma hadisleri reddetti; bunun bir uzantısı olarak, hadis diye nakledilen sözlerin Kur’an’a ve akla aykırı olanlarının Peygamberimize isnat edilmesine karşı çıktı,
7. Batı’dan bin küsur yıl önce laikliğin temellerini atıp ilk müjde ışıklarını yakan şu iki fikrî öne çıkardı:
a. İbadeti imanın ayrılmaz bir parçası sayarak dindarlığı insanlar arası ilişkilerde bir ölçü haline getiren anlayışa karşı çıktı. Kur’an’a dayandırdığı şu ilkeyi savundu: “İbadetler imanın olmazsa olmaz bir parçası değildir.”
b. Kavga ve savaşların din gerekçesine dayandırılmasına karşı çıktı.
8. Kadının evlenmede kimsenin velayet ve vesayetine muhtaç olmadığını ilan edip kadın özgürlüğünün yolunu açtı; böylece geleneksel fıkhın temel kabullerinden birini yıktı,
9. Riyakarlığı en büyük yıkım olarak gören anlayışının bir gereği olarak, fikir ve mücadele hayatında takıyyeciliğe asla tenezzül etmedi, sözünü hiç esirgemeden tam ve açık söyledi.
Tarih önünde, İmamı Âzam ile Mustafa Kemal Atatürk’ün savundukları ve uğrunda tavizsiz bir mücadele verdikleri değerler sâdece benzer değil, tamamen aynıdır.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü Kitap Özeti:
_İMAMI AZÂM EBU HANİFE-Yaşar Nuri Öztürk 11 12 2009 (1)
- See more at:
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, "Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü
İMAMI AZÂM EBU HANİFE " kitabı ile ilgili takdim yazısında, İslam dünyasının Socrates'i olarak nitelediği Ebu Hanife ile Mustafa Kemal Atatürk'ün misyonları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor.
İmamı Azâm konusunda dile getirilmesi gereken en önemli gerçek şudur: İslam dünyasının ‘fıkıh yaratan mezheb’inin kurucusu olan, bugünkü Türkiye’de de ‘dokunulmaz, tartışılmaz’ kabul edilen İmamı Âzam (ölm. 150/767), yaşadığı günlerde, ‘dindışılık’, ‘dinî tahrip etmek’, ‘Peygamber’in sözlerine ve sünnetine kafa tutmak’, ‘Mürcie, Cehmiyye gibi sapık mezheplere mensup olmak’, ‘kafir’ olmakla itham edilmiş hâttâ ‘Yahudilik’, ‘müşriklik’ ve ‘deccallık’la suçlanmıştır.
İmamı Âzam, İslam dünyasının Sokrates’idir. Sokrates, Atina putperestlerinin içirdiği zehirle hayata veda etmişti; İmamı Âzam ise Arap-Abbasi saltanatının başındaki zorbaların içirdiği zehirle öldürüldü. Bu bakımdan iki anıt ismin kaderi aynıdır. Fark şurada: Batı, Sokrates’i yaşatılması gerektiği şekilde yaşatıyor; Müslüman Doğu ise İmamı Âzam’ı yaşatılması gereken şekilde yaşatmıyor, yüceltme adı altında her gün öldürüyor.
İmamı Âzam’ı şehit eden, sonra da onun esas fikirlerinin üstünü örten eski ve yeni saltanat dinciliğinin tasallutlarını, elinizdeki kitabın sayfalarında sanıyorum kahırlanarak okuyacaksınız. Ve şunu idrak ve itiraf noktasına geleceksiniz: İslam, Hz. Peygamber’den hemen sonraki Arap müdahalesiyle yozlaştırıldı. Bu yozlaşmanın hemen ardından ilk arındırma, İmamı Âzam eliyle oldu.
İlk dönemde yâni oluşum ve yerleşme döneminde Hz. Peygamber’e karşı çıkan zihniyetlerle, arındırma dönemi olan ikinci dönemde İmamı Âzam’a karşı çıkan zihniyetler aynıdır. Müslüman dünya, ‘Üçüncü Arındırma Dönemi’ni Mustafa Kemal Atatürk’le yaşadı. Bu dönemin öncüsü olan zat, aynı zamanda bir teşkilatçı deha olduğu için meseleyi teoride bırakmadı, icraatıyla hayata geçirdi. Hiç kimse ona, devrimlerinin faturasını canıyla ödetemedi. Tam aksine o, İmamı Âzam ve benzerlerinin intikamını da alan bir önder oldu.
İşe İslam dünyası açısından baktığımızda şunu söylemek zorundayız: İslam ümmeti bu üç dönemin üç öncüsüne de nankörlük etmiştir: Bu nankörlük, Hz. Peygamber’e, onun ehlibeytini katletme şeklinde; İmamı Âzam’a, din dışı ilan etme, işkence ve öldürme şeklinde; Atatürk’e ise mirasını ve kendini din dışı ilan etme şeklinde uygulandı.
İMAMI ÂZAM’I FARKLI KILAN DEĞERLER
1. Kur’an’ın istediği ‘aklın işletilmesi’ni ve aklın egemenliğini dinin esas amacı olarak öne çıkardı,
2. Zulme karşı isyan ve ihtilalin dinin talebi olduğunu gösteren eylemli bir aydınlığın öncülüğünü yaptı,
3. Arapçı-zorba Emevî ve Abbasi yönetimlerine karşı çıktı ve bu yönetimlere karşı kılıç kullanılması için fetva verdi, kılıç kullananları maddeten de destekledi,
4. İslam’ın Arap ideolojisine dönüştürülmesine karşı çıktı,
5. Her Müslümanın kendi ana diliyle ibadet edebileceğine, bunun için de Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılınabileceğine fetva verdi,
6. Uydurma hadisleri reddetti; bunun bir uzantısı olarak, hadis diye nakledilen sözlerin Kur’an’a ve akla aykırı olanlarının Peygamberimize isnat edilmesine karşı çıktı,
7. Batı’dan bin küsur yıl önce laikliğin temellerini atıp ilk müjde ışıklarını yakan şu iki fikrî öne çıkardı:
a. İbadeti imanın ayrılmaz bir parçası sayarak dindarlığı insanlar arası ilişkilerde bir ölçü haline getiren anlayışa karşı çıktı. Kur’an’a dayandırdığı şu ilkeyi savundu: “İbadetler imanın olmazsa olmaz bir parçası değildir.”
b. Kavga ve savaşların din gerekçesine dayandırılmasına karşı çıktı.
8. Kadının evlenmede kimsenin velayet ve vesayetine muhtaç olmadığını ilan edip kadın özgürlüğünün yolunu açtı; böylece geleneksel fıkhın temel kabullerinden birini yıktı,
9. Riyakarlığı en büyük yıkım olarak gören anlayışının bir gereği olarak, fikir ve mücadele hayatında takıyyeciliğe asla tenezzül etmedi, sözünü hiç esirgemeden tam ve açık söyledi.
Tarih önünde, İmamı Âzam ile Mustafa Kemal Atatürk’ün savundukları ve uğrunda tavizsiz bir mücadele verdikleri değerler sâdece benzer değil, tamamen aynıdır.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü Kitap Özeti:
_İMAMI AZÂM EBU HANİFE-Yaşar Nuri Öztürk 11 12 2009 (1)
- See more at:
Thursday, December 10, 2015
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın konferansı
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, bugün ( 10 Aralık 2015) Kadir Has Üniversitesinde “ Kıbrıs müzakereleri ve geleceği” konulu bir sunum yaptı.
Aldığım notları satırbaşı olarak ve kısa bir değerlendirmemi aşağıda sunuyorum.
- 2009’da aktif siyasetten ayrılmayı düşünmüş ve kitap yazmaya başlamıştım. Bir süre sonra, toplumdan gelen istekler üzerine siyasete döndüm ve Mart 2014’de Cumhurbaşkanı seçildim.
- 2004’de Annan Planı’nın kabul edilmesi için çok çalıştım. Ne gariptir ki; Annan Planına yüzde 65 oranında “hayır” diyen Rum tarafı AB’ne kabul edildi.
- Rum tarafı ile müzakerelerde, benim temel yaklaşımım, iki toplumu yakınlaştırabilen ortak noktaları esas almaktır.
- Geçmişle her iki tarafın da yüzleşmesi lazım.
- Ankara ile kardeşlik ilişkisi istiyorum. Amir- memur ilişkisi değil.
- Ankara, KKTC’yi tanıdı ama bunun gereğini tam olarak yerine getirmiyor. GKRY’ni tanımıyor ama bunun da gereğini tam olarak yerine getiremiyor. Size bir örnek vereyim: Futbol’da, bir Türk takımı, KKTC’nde dostluk maçı dahi yapamıyor. Ama, Türk takımları UEFA bağlamında GKRY kesimine geçip, orada maç yapıyorlar. Rövanş maçları için Rum takımları Türkiye’de maç yapıyor. Milli maçlarda, Kıbrıs Rum Bayrağı direğe çekiliyor ve Yunanistan milli marşı çalınıyor.
- 11 Şubat 2014 tarihli yedi maddelik KKTC-GKRY mutabakatını esas aldım. 15 Mayıs 2015’de müzakereler başladı.
- Halen, müzakereler altı başlık altında yürütülüyor. İlk aşamada, yönetim ve temsil ile ilgili üç başlık ele alındı. Bu başlıklarda, Rum tarafıyla yakınlık sağlandığını söyleyebilirim.
- Mülkiyet, toprak, güvenlik – garantörlük konularını kapsayan diğer üç başlık henüz ele alınmadı. Güvenlik-garantörlük konusu en sona bırakıldı.
- Müzakereler “integrated whole” ilkesine göre yürütülüyor. Yani, her şey topluca kabul edilmeden, hiç bir mutabakat geçerli olmayacak.
- Rum tarafının güvenlik endişesi yok. Ama, KKTC’nin böyle bir endişesi var. Bunu Rum tarafına anlatmamız gerekiyor. Rum tarafında, aralarında yeşiller partisinin de bulunduğu fanatikler var. Bunları aşacağımızı ümit ediyorum.
- Müzakerelerden çekilmek doğru değil. 2000 yılında Sayın Denktaş’la bu konuda ayrı düştüm.
- Ankara’da, İsmail Cem döneminde görüştüğüm Dışişleri Müsteşarına, “Azerbaycan’ın KKTC’ni tanıması için neden girişimde bulunmuyorsunuz?” diye sorduğumda, Karabağ sorunu nedeniyle “Azerbaycan KKTC’ni tanıyacak en son devlet olur” yanıtı ile karşılaştım.
- Rum tarafının beklentileri boşa çıktı. Rum tarafında AB’ne girdikten sonra, KKTC’nin bir yıl dahi dayanamıyacağı, çökeceği beklentisi vardı. Bu gerçekleşmediği gibi, Rum kesiminde ekonomik kriz çıktı, finansal çöküntü yaşandı. Dolayısıyla, Rum tarafı, AB’den umduğunu bulamadı.
- Bir yandan da “güven artırıcı önlemler” üzerinde çalışıyoruz. Vaktim sınırlı olduğu için ayrıntılara giremiyorum.
- 1974’den bu yana KKTC’nde üçüncü nesil yetişti. Gençler çözüm istiyor. Yıllar değil, aylar içinde çözüme ulaşılabileceğine inanıyorum.
- Sorun üreten bir adadan çözüm üreten bir yapıya geçebiliriz.
- Bir yandan doğal gaz yataklarının değerlendirilmesi, Türkiye’den su boru hattının ve elektrik çevrim sisteminin devreye girmesinin bölgeye olumlu yansımaları olacaktır.
- Nüfusun ¼ oranına göre dondurulması hususunda mutabakat arandığı haberi doğru değildir.
- Nüfusun gelişmesi doğal akışında olacaktır. Aksi nasıl düşünülebilir?
- Türkiye’den 1974 sonrası adaya gelen yerleşiklerin geri gönderilmesi söz konusu değildir. Rum tarafı bunu kabul etti.
- İki bölgeli, iki toplumlu yapı esastır. Kanton söz konusu değildir.
Özet değerlendirme :
- Sayın Akıncı, kırk dakika içinde derli toplu bir sunum yaptı.
- Müzakere sürecinde, daha yolun başında olunduğu anlaşılıyor. Beş başlıkta anlaşmaya varılması (özellikle mülkiyet ve toprak) çok zor. Bu sağlansa bile, Rum tarafının garantörlük konusunda tutumunu değiştirmesi bugünkü konjonktürde mümkün görülmüyor. Daha bir kaç gün önce, Yunan Dışişleri Bakanı Fotias, Türk askerinin mevcudiyetini adada kabul etmeyeceklerini söyledi.
- Akıncı’nın ABD ve AB’den teşvik gördüğü söylenebilir.
- ABD ve AB’nin bu kez Rum tarafına daha çok baskı yaptığı izlenimi alınıyor.
- Akıncı, aylar içinde sonuca varılacağını söylemekle, çok iyimser bir görüntü verdi.
(Bu bilgi notu Önder Özar tarafından hazırlandı.)
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, bugün ( 10 Aralık 2015) Kadir Has Üniversitesinde “ Kıbrıs müzakereleri ve geleceği” konulu bir sunum yaptı.
Aldığım notları satırbaşı olarak ve kısa bir değerlendirmemi aşağıda sunuyorum.
- 2009’da aktif siyasetten ayrılmayı düşünmüş ve kitap yazmaya başlamıştım. Bir süre sonra, toplumdan gelen istekler üzerine siyasete döndüm ve Mart 2014’de Cumhurbaşkanı seçildim.
- 2004’de Annan Planı’nın kabul edilmesi için çok çalıştım. Ne gariptir ki; Annan Planına yüzde 65 oranında “hayır” diyen Rum tarafı AB’ne kabul edildi.
- Rum tarafı ile müzakerelerde, benim temel yaklaşımım, iki toplumu yakınlaştırabilen ortak noktaları esas almaktır.
- Geçmişle her iki tarafın da yüzleşmesi lazım.
- Ankara ile kardeşlik ilişkisi istiyorum. Amir- memur ilişkisi değil.
- Ankara, KKTC’yi tanıdı ama bunun gereğini tam olarak yerine getirmiyor. GKRY’ni tanımıyor ama bunun da gereğini tam olarak yerine getiremiyor. Size bir örnek vereyim: Futbol’da, bir Türk takımı, KKTC’nde dostluk maçı dahi yapamıyor. Ama, Türk takımları UEFA bağlamında GKRY kesimine geçip, orada maç yapıyorlar. Rövanş maçları için Rum takımları Türkiye’de maç yapıyor. Milli maçlarda, Kıbrıs Rum Bayrağı direğe çekiliyor ve Yunanistan milli marşı çalınıyor.
- 11 Şubat 2014 tarihli yedi maddelik KKTC-GKRY mutabakatını esas aldım. 15 Mayıs 2015’de müzakereler başladı.
- Halen, müzakereler altı başlık altında yürütülüyor. İlk aşamada, yönetim ve temsil ile ilgili üç başlık ele alındı. Bu başlıklarda, Rum tarafıyla yakınlık sağlandığını söyleyebilirim.
- Mülkiyet, toprak, güvenlik – garantörlük konularını kapsayan diğer üç başlık henüz ele alınmadı. Güvenlik-garantörlük konusu en sona bırakıldı.
- Müzakereler “integrated whole” ilkesine göre yürütülüyor. Yani, her şey topluca kabul edilmeden, hiç bir mutabakat geçerli olmayacak.
- Rum tarafının güvenlik endişesi yok. Ama, KKTC’nin böyle bir endişesi var. Bunu Rum tarafına anlatmamız gerekiyor. Rum tarafında, aralarında yeşiller partisinin de bulunduğu fanatikler var. Bunları aşacağımızı ümit ediyorum.
- Müzakerelerden çekilmek doğru değil. 2000 yılında Sayın Denktaş’la bu konuda ayrı düştüm.
- Ankara’da, İsmail Cem döneminde görüştüğüm Dışişleri Müsteşarına, “Azerbaycan’ın KKTC’ni tanıması için neden girişimde bulunmuyorsunuz?” diye sorduğumda, Karabağ sorunu nedeniyle “Azerbaycan KKTC’ni tanıyacak en son devlet olur” yanıtı ile karşılaştım.
- Rum tarafının beklentileri boşa çıktı. Rum tarafında AB’ne girdikten sonra, KKTC’nin bir yıl dahi dayanamıyacağı, çökeceği beklentisi vardı. Bu gerçekleşmediği gibi, Rum kesiminde ekonomik kriz çıktı, finansal çöküntü yaşandı. Dolayısıyla, Rum tarafı, AB’den umduğunu bulamadı.
- Bir yandan da “güven artırıcı önlemler” üzerinde çalışıyoruz. Vaktim sınırlı olduğu için ayrıntılara giremiyorum.
- 1974’den bu yana KKTC’nde üçüncü nesil yetişti. Gençler çözüm istiyor. Yıllar değil, aylar içinde çözüme ulaşılabileceğine inanıyorum.
- Sorun üreten bir adadan çözüm üreten bir yapıya geçebiliriz.
- Bir yandan doğal gaz yataklarının değerlendirilmesi, Türkiye’den su boru hattının ve elektrik çevrim sisteminin devreye girmesinin bölgeye olumlu yansımaları olacaktır.
- Nüfusun ¼ oranına göre dondurulması hususunda mutabakat arandığı haberi doğru değildir.
- Nüfusun gelişmesi doğal akışında olacaktır. Aksi nasıl düşünülebilir?
- Türkiye’den 1974 sonrası adaya gelen yerleşiklerin geri gönderilmesi söz konusu değildir. Rum tarafı bunu kabul etti.
- İki bölgeli, iki toplumlu yapı esastır. Kanton söz konusu değildir.
Özet değerlendirme :
- Sayın Akıncı, kırk dakika içinde derli toplu bir sunum yaptı.
- Müzakere sürecinde, daha yolun başında olunduğu anlaşılıyor. Beş başlıkta anlaşmaya varılması (özellikle mülkiyet ve toprak) çok zor. Bu sağlansa bile, Rum tarafının garantörlük konusunda tutumunu değiştirmesi bugünkü konjonktürde mümkün görülmüyor. Daha bir kaç gün önce, Yunan Dışişleri Bakanı Fotias, Türk askerinin mevcudiyetini adada kabul etmeyeceklerini söyledi.
- Akıncı’nın ABD ve AB’den teşvik gördüğü söylenebilir.
- ABD ve AB’nin bu kez Rum tarafına daha çok baskı yaptığı izlenimi alınıyor.
- Akıncı, aylar içinde sonuca varılacağını söylemekle, çok iyimser bir görüntü verdi.
(Bu bilgi notu Önder Özar tarafından hazırlandı.)
Friday, November 27, 2015
Düşürülen Rus uçağı
E. Büyükelçi Osman Korutürk'ün 24ncü dönem milletvekilliği süresince danışmanlığını yapan Muzaffer Ayhan Kara'nın, "Düşürülen Rus uçağının maliyeti ne olur?" başlıklı 26 Kasım 2015 tarihli yazısını aktarıyorum.
RTE-Davutoğlu ikilisinin dümenine geçtiği Türk dış politikasının Suriye yöneliminin başımıza ne belalar açacağını daha işin başında ortaya koymuştuk. Danışmanlığını yaptığım, zamanın CHP dış politika kurmayı Osman Korutürk, Meclis’te AKP Grubunun gözünün içine bakarak bugün yaşanan vahim olayları birçok kez projekte etmişti. Odatv’nin arşivi o konuşmalara da atıf yapan makalelerimle doludur.
Daha dört buçuk sene önce asitmetrik savaşın olası sonuçlarına da vurgu yaptık, Suriye’nin müttefiki olan Rusya ve İran gibi devletlerin alacağı pozisyona da. Bütün riskleri ortaya koyduk. Tabii, en başta da Türkiye’nin Suriye’nin iç ihtilafında taraf olmasının nereden bakarsanız bakın uygun olmayacağının da altını çizerek.
DÜŞEN UÇAK DA TAVAN YAPAN GERİLİM DE SÜRPRİZ DEĞİL
Dün sabah angajman kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle Rus uçağının düşürülmesinin ardından birdenbire zaten kontrollü gerilimle seyreden Türk-Rus ilişkilerinin gerilimi tavan yaptı.
Ne var ki, sınırdaki elektrikli ortamda bir uçağın düşürülmesi de sürpriz değil, ardından uçağı düşürülen devletle düşüren devletin geriliminin doruğa sıçraması da sürpriz değil. Olmaması gereken, Türkiye’nin de Rusya’nın da Suriye topraklarındaki bir iç savaşta taraf olması. Temelden yanlış olan bu… Suriye’de bir sorun varsa (ki, var) bunu Suriyeliler çözecek. Uluslararası toplum, Suriye’nin müttefikleri veya muarızları ise ancak ve ancak Suriyelilere (gerek rejim yanlılarına gerek meşru muhaliflere) insan hakları ve demokrasiye ilişkin sorunlarını çözmede yardımcı olacak.
Yeniden düşürülen uçağa dönelim… Önce şu soru geliyor insanın aklına: Örneğin Türk –Yunan hava hattında onca ihlal oluyor ama kimse kimsenin uçağını düşürmüyor. Türk hava sahasını başka devletlerinde ihlal ettiği oluyor arada bir ama yine uçak düşürme yoluna gidilmiyor. O halde neden olası riskleri hesaba katılmadan bir Rus uçağı (ihlal etmiş olsa bile) düşürüldü? Oysa daha iki ay önce Cumhurbaşkanı Erdoğan Moskova’da Merkez Camii açılışı yapmamış mıydı? Putin’le bir araya gelmemiş miydi?
İşte düğüm burada… İki ay içinde Rusya Suriye’de rejimi domine eden faaliyetlerini iyice arttırdı. Son günlerde ise Hatay’ın hemen güneyindeki Bayırbucak Türkmenlerinin bombalandığı iddiaları AKP hükümetini bir tepki göstermeye itti.
Peki, iyi de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu (bir savaş çıkmayacağını kestirebilirler ama) düşülecek bir uçağın nelere mal olacağını kestiremezler miydi? Uçak düştükten itibaren Rusya’nın Türkiye karşıtı bir pozisyon alacağını bilemezler miydi?
ARTIK TÜRKİYE KARŞITI BİR RUSYA’DAN SÖZ EDEBİLİRİZ
E. Büyükelçi Uğur Ergun’un şu paylaşımını gördüm bugün sabah sosyal medyada ve çok da gerçekçi buldum. Şöyle demiş E. Büyükelçi Ergun:
“Bugünden itibaren Rusya'nın Türkiye'nin en büyük karşıtı olacağına kendimizi hazırlamalıyız. Türkiye kendisini zorlayan dört önemli konuda Rusya'yı karşısında görecektir:
1. Kıbrıs konusu ve Türk-Yunan ilişkileri,
2. Ermeni konusu,
3. Kürt konusu,
4. Suriye konusu.
Rusya'nın ekonomik yaptırımları daha ilk anda ortaya çıkmıştır. Akdeniz turizminin çökeceği anlaşılmıştır. Doğal gaz konusu ve çeşitli ekonomik projeler de sıkıntılar doğurabilecektir. Bu istikrarsız ortamda Ortadoğu bataklığına batarken Rusya gibi güçlü bir devletle ilişkilerin bozulması Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği üzerinde büyük sorunları beraberinde getirecektir.”
Hakikaten de bugün gün boyu cereyan edilen gelişmelere baktığımızda E. Büyükelçi Ergun’un saptamalarının ne kadar gerçekçi ve yerinde olduğu görülmüştür. Şöyle ki; Rusya’da parlamentoda Ermeni ‘soykırımı’ yasa tasarısı peydah olmuştur hemen… Kürt meselesiyle ilgili demeçler yüksek sesle servise koyulmuştur. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde Rusya’nın ne kadar etkili olduğu ve KKTC ile ilişkilerde yansımalarının görülebileceği açıktır. Rusya, Yunanistan’la stratejik olarak yakın bir devlet. Bunun Rusya-Türkiye gerilimi yüksek dozda sürdüğü sürece Türk-Yunan ilişkileri açısından ne kadar handikap oluşturacağı ortadadır. Buna karşın AKP hükümeti neden Rusya ile açıktan dalaşmayı tercih etmiştir, hakikaten mantıklı bir izah bulamıyorum. Kısa zamanda bir özür, manevra söz konusu olmazsa Türkiye açısından artık müthiş bir karşıtımız var demektir, yalnızlığımız iyice artacak demektir.
DÜŞÜRÜLEN UÇAK VE TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASIYLA KAYIPLARI
Suriye’de artık Türkiye’nin savunduğu geleneksel toprak ve devlet bütünlüğü tezi AKP’nin izlediği politikayla maalesef çökmüştür. ABD, Suriye’nin kuzeyinde PKK ile ittifak halindeki PYD’yi destekleme marifetiyle Kuzey Irak’takine benzer bir yapılanmayı hemen hemen gerçekleştirmiştir. Rusya’nın ise bir zamanlar yüzyılın ilk yarısında Fransa’nın yaptığına benzer bir şekilde bölünmüş bir Suriye’de Nusayri devletini garantileme, giderek olabildiğince genişletme gayretinde olduğu gözlenmektedir. Yani, Fransa yerine bugün Nusayrilerin hamisi Rusya’dır fiilen. Bu tablo, zaten GKRY ile de müttefik olan Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu da iyice güçlendirmektedir.
Özetle, şu aşamada ABD’de de Rusya da Suriye’de asgari olarak istediğini almış görünmektedir. Şimdi geri kalan Sünni bölgesindeki IŞİD etkisini kırmak ve böylelikle aynı zamanda Kürt ve Nusayri devletlerini garantiye almak istemektedirler. ABD bu yüzden Rusya-Türkiye itişmesinde geri planda kalmayı yeğlemektedir. Türkiye’nin ise bu iç ihtilafta kazanmadığı hiçbir şey yok ama kaybettiği çok şey var. En başta Suriye’nin parçalanması ulusal çıkarlarımıza çok aykırıdır. Güney sınırlarımızın riskinin artması söz konusudur. Suriye, İran, Rusya üzerinden ekonomik kayıplar çok ciddidir. Onca mülteci sorunu ortaya çıkmıştır. Tabii Türkiye’nin bir iç ihtilafa taraf olarak bölgede güvenilirliğini yitirmesi de çok büyük bir zaaftır.
Düşürülen Rus uçağı meselesine bakarken büyük fotoğrafı da görmek gerekiyor.
Muzaffer Ayhan Kara
Odatv.com
RTE-Davutoğlu ikilisinin dümenine geçtiği Türk dış politikasının Suriye yöneliminin başımıza ne belalar açacağını daha işin başında ortaya koymuştuk. Danışmanlığını yaptığım, zamanın CHP dış politika kurmayı Osman Korutürk, Meclis’te AKP Grubunun gözünün içine bakarak bugün yaşanan vahim olayları birçok kez projekte etmişti. Odatv’nin arşivi o konuşmalara da atıf yapan makalelerimle doludur.
Daha dört buçuk sene önce asitmetrik savaşın olası sonuçlarına da vurgu yaptık, Suriye’nin müttefiki olan Rusya ve İran gibi devletlerin alacağı pozisyona da. Bütün riskleri ortaya koyduk. Tabii, en başta da Türkiye’nin Suriye’nin iç ihtilafında taraf olmasının nereden bakarsanız bakın uygun olmayacağının da altını çizerek.
DÜŞEN UÇAK DA TAVAN YAPAN GERİLİM DE SÜRPRİZ DEĞİL
Dün sabah angajman kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle Rus uçağının düşürülmesinin ardından birdenbire zaten kontrollü gerilimle seyreden Türk-Rus ilişkilerinin gerilimi tavan yaptı.
Ne var ki, sınırdaki elektrikli ortamda bir uçağın düşürülmesi de sürpriz değil, ardından uçağı düşürülen devletle düşüren devletin geriliminin doruğa sıçraması da sürpriz değil. Olmaması gereken, Türkiye’nin de Rusya’nın da Suriye topraklarındaki bir iç savaşta taraf olması. Temelden yanlış olan bu… Suriye’de bir sorun varsa (ki, var) bunu Suriyeliler çözecek. Uluslararası toplum, Suriye’nin müttefikleri veya muarızları ise ancak ve ancak Suriyelilere (gerek rejim yanlılarına gerek meşru muhaliflere) insan hakları ve demokrasiye ilişkin sorunlarını çözmede yardımcı olacak.
Yeniden düşürülen uçağa dönelim… Önce şu soru geliyor insanın aklına: Örneğin Türk –Yunan hava hattında onca ihlal oluyor ama kimse kimsenin uçağını düşürmüyor. Türk hava sahasını başka devletlerinde ihlal ettiği oluyor arada bir ama yine uçak düşürme yoluna gidilmiyor. O halde neden olası riskleri hesaba katılmadan bir Rus uçağı (ihlal etmiş olsa bile) düşürüldü? Oysa daha iki ay önce Cumhurbaşkanı Erdoğan Moskova’da Merkez Camii açılışı yapmamış mıydı? Putin’le bir araya gelmemiş miydi?
İşte düğüm burada… İki ay içinde Rusya Suriye’de rejimi domine eden faaliyetlerini iyice arttırdı. Son günlerde ise Hatay’ın hemen güneyindeki Bayırbucak Türkmenlerinin bombalandığı iddiaları AKP hükümetini bir tepki göstermeye itti.
Peki, iyi de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu (bir savaş çıkmayacağını kestirebilirler ama) düşülecek bir uçağın nelere mal olacağını kestiremezler miydi? Uçak düştükten itibaren Rusya’nın Türkiye karşıtı bir pozisyon alacağını bilemezler miydi?
ARTIK TÜRKİYE KARŞITI BİR RUSYA’DAN SÖZ EDEBİLİRİZ
E. Büyükelçi Uğur Ergun’un şu paylaşımını gördüm bugün sabah sosyal medyada ve çok da gerçekçi buldum. Şöyle demiş E. Büyükelçi Ergun:
“Bugünden itibaren Rusya'nın Türkiye'nin en büyük karşıtı olacağına kendimizi hazırlamalıyız. Türkiye kendisini zorlayan dört önemli konuda Rusya'yı karşısında görecektir:
1. Kıbrıs konusu ve Türk-Yunan ilişkileri,
2. Ermeni konusu,
3. Kürt konusu,
4. Suriye konusu.
Rusya'nın ekonomik yaptırımları daha ilk anda ortaya çıkmıştır. Akdeniz turizminin çökeceği anlaşılmıştır. Doğal gaz konusu ve çeşitli ekonomik projeler de sıkıntılar doğurabilecektir. Bu istikrarsız ortamda Ortadoğu bataklığına batarken Rusya gibi güçlü bir devletle ilişkilerin bozulması Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği üzerinde büyük sorunları beraberinde getirecektir.”
Hakikaten de bugün gün boyu cereyan edilen gelişmelere baktığımızda E. Büyükelçi Ergun’un saptamalarının ne kadar gerçekçi ve yerinde olduğu görülmüştür. Şöyle ki; Rusya’da parlamentoda Ermeni ‘soykırımı’ yasa tasarısı peydah olmuştur hemen… Kürt meselesiyle ilgili demeçler yüksek sesle servise koyulmuştur. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde Rusya’nın ne kadar etkili olduğu ve KKTC ile ilişkilerde yansımalarının görülebileceği açıktır. Rusya, Yunanistan’la stratejik olarak yakın bir devlet. Bunun Rusya-Türkiye gerilimi yüksek dozda sürdüğü sürece Türk-Yunan ilişkileri açısından ne kadar handikap oluşturacağı ortadadır. Buna karşın AKP hükümeti neden Rusya ile açıktan dalaşmayı tercih etmiştir, hakikaten mantıklı bir izah bulamıyorum. Kısa zamanda bir özür, manevra söz konusu olmazsa Türkiye açısından artık müthiş bir karşıtımız var demektir, yalnızlığımız iyice artacak demektir.
DÜŞÜRÜLEN UÇAK VE TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASIYLA KAYIPLARI
Suriye’de artık Türkiye’nin savunduğu geleneksel toprak ve devlet bütünlüğü tezi AKP’nin izlediği politikayla maalesef çökmüştür. ABD, Suriye’nin kuzeyinde PKK ile ittifak halindeki PYD’yi destekleme marifetiyle Kuzey Irak’takine benzer bir yapılanmayı hemen hemen gerçekleştirmiştir. Rusya’nın ise bir zamanlar yüzyılın ilk yarısında Fransa’nın yaptığına benzer bir şekilde bölünmüş bir Suriye’de Nusayri devletini garantileme, giderek olabildiğince genişletme gayretinde olduğu gözlenmektedir. Yani, Fransa yerine bugün Nusayrilerin hamisi Rusya’dır fiilen. Bu tablo, zaten GKRY ile de müttefik olan Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu da iyice güçlendirmektedir.
Özetle, şu aşamada ABD’de de Rusya da Suriye’de asgari olarak istediğini almış görünmektedir. Şimdi geri kalan Sünni bölgesindeki IŞİD etkisini kırmak ve böylelikle aynı zamanda Kürt ve Nusayri devletlerini garantiye almak istemektedirler. ABD bu yüzden Rusya-Türkiye itişmesinde geri planda kalmayı yeğlemektedir. Türkiye’nin ise bu iç ihtilafta kazanmadığı hiçbir şey yok ama kaybettiği çok şey var. En başta Suriye’nin parçalanması ulusal çıkarlarımıza çok aykırıdır. Güney sınırlarımızın riskinin artması söz konusudur. Suriye, İran, Rusya üzerinden ekonomik kayıplar çok ciddidir. Onca mülteci sorunu ortaya çıkmıştır. Tabii Türkiye’nin bir iç ihtilafa taraf olarak bölgede güvenilirliğini yitirmesi de çok büyük bir zaaftır.
Düşürülen Rus uçağı meselesine bakarken büyük fotoğrafı da görmek gerekiyor.
Muzaffer Ayhan Kara
Odatv.com
Tal Buenos'un "Kukla Papa" başlıklı yazısı (Daily Sabah - 13 Ekim 2015)
ABD’nin son dönemde Papa ile yakınlaşmasının ardında neyin yattığı bilinmemektedir. Ancak, Amerika, dış çıkarlarını meşru kılmak üzere Papa’yı etkisini kullanması için razı etmiş gibi görünüyor.
Geçtiğimiz Nisan ayında Papa Francis’nın Osmanlı tarihini siyasallaştırması, daha sonra Amerikan güdümündeki Associated Press’in dikkatlice ambalajlayarak dünya kamuoyuna sunduğu, tertip edilen bir gösteri niteliğindeydi. Avustralya kanalı ABC, BBC, CNN ve Huffington Post gibi medya kuruluşları tarafından da benzer bir şekilde ele alınmıştı. Haberlerin içeriği, Papa’nın Ermenilerin sevk ve iskanını ve I. Dünya Savaşı’ndaki kayıplarını soykırım olarak nitelendirmesi sebebiyle, Türkiye’yi inkarcılıkla bağdaştırmak ve Türk hükümetini öfkeli olarak tanıtmak üzere hazırlanmıştı.
Tahmin edilebileceği üzere, birçok Türk, Papa’nın bu tartışmalı konuyu daha da alevlendirmesini olumlu karşılamamıştır. Verilen tepkilerden biri, tarihi gerçeklerin dışına çıkarak ve o dönemde yaşanan diğer acıları görmezden gelerek, Müslümanların katliamlar yapması üzerine vaaz veren Papa’nın Müslüman karşıtı duyguları dile getirip getirmediği olmuştur. Tarihte Avrupa’da din adına zulümlerin yapıldığını bilenler Papa’nın dikkatleri, yüzyıllar boyunca Hristiyan olmadıkları için belirli gruplara karşı işlenmiş, hiçbir zaman soykırım olarak nitelendirmediği ve de nitelendirmeyeceği suçlardan başka tarafa çevirirken yüzünün nasıl kızarmadığını muhtemelen merak etmiştir.
Fakat, Papa Francis’in Amerika’ya yakın zamanda gerçekleştirdiği ziyaret incelendiğinde, Papa’nın sadece dini önyargılara dayanarak Türklere karşı duyarsız davranmadığını, daha ziyade Amerikan etkisinin bir aracı olarak hareket ettiği inanmak görülmektedir. Dünya üzerindeki en büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri, Papa aracılığıyla, gündemi istediği gibi şekillendirebilmekte ve kendini ele vermeden etkisini ortaya koyabilmektedir. Peki, Amerika’nın Papa aracılığıyla ulaşabileceği insanlar hangileridir? Papanın dünya kamuoyu üzerindeki etkisi sadece Katoliklerle sınırlı değildir. Hem Katolikler, hem de Katolik olmayanlar Papa’yı genelde bağımsız bir figür olarak görmektedir. 1 milyardan fazla Katolik Papanın sözleriyle, düşüncelerinin Amerika’nın çıkarlarına hizmet etmek üzere şekillendirildiğinin farkında bile olmadan, belirli inanç ve tercihleri benimsemesi sağlanabilir. Ayrıca, Papa, geriye kalan milyarlarca insan tarafından, her ne kadar onlar için ahlaki bir otorite olmasa da, büyük bir dini temsil eden ve Amerikan olmayan bir ses olarak itibar görmektedir.
Papa’nın bağımsız bir figür olduğu yönünde yaygın bir algı olsa d, Vatikan’ın Amerikan etkisi altında olması imkansız değildir. Siyasal realizm, dünyadaki en güçlü devletin daha zayıf devletleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye mecbur bırakmayı hedeflediğini söylemektedir. Emperyalist çıkarların kitlelere karşı güç kullanma ve teşvik edici unsurlar sunma yoluyla sağlandığı eski sömürgecilik anlayışından farklı olarak günümüzün yeni sömürgeci uygulamaları, daha çok devlet liderlerinin atanmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, 1929’dan beri bağımsız olan bir şehir devletinin lideri olan Papa, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği düşünülen, Afrika, Asya ve Orta Doğu’daki belirli küçük devletlerin siyasi liderlerinden farklı değildir. Unutulmamalıdır ki, Aziz Petrus Bazilikasında yürüyen en son emperyalist askeri birlik, Haziran 1944’de, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika liderliğindeki Müttefik Devletler adına hareket eden İngiliz birlikleridir.
Papa Francis’in en etkili olduğu yer Latin Amerika’dır ve bu coğrafyadaki insanları etkileme becerisi Washington’ın işine gelmektedir. Çin, İran ve Rusya, ABD hegemonyasına meydan okuyan başlıca güçler olarak düşünülmekle birlikte, ABD’nin günümüzdeki hakim devlet olarak ortaya çıkmasının sebebinin öncelikle kendi bölgesinde hakimiyet kurması olduğu yönünde akademisyenler arasında bir görüş birliği vardır. Yani, Amerika’nın Amerika kıtasındaki mevcut hakimiyetinin statükosunun sürdürülmesi ki bu tür bir hakimiyet hiçbir devlet tarafından dünyanın hiçbir bölgesinde kurulamamıştır, 20. yüzyılın başından beri ABD’nin adım adım başardığı olduğu şeyin temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Latin Amerika’daki kamuoyu üzerinde çok büyük etkisi olan Arjantinli Papa’yı kullanabilmenin neden önemli olduğu anlaşılabilir. Belki bu durum, kamuoyunu etkileme görevini etkin bir şekilde gerçekleştirememiş olması muhtemel Alman Papa XVI. Benedikt’in beklenmedik bir şekilde görevinden ayrılmasının ardındaki sırrı da açıklayabilir.
VATİKAN D.C.
Papa Francis’nın ABD’yi ziyaret etmesinin ardın yatan fikir, Papa’nın Amerika’da kamuoyu yaratmasını hedeflediğinden oldukça iddialıdır. Çıktığı Doğu yakası turu boyunca dikkatlerin Papa’nın iplerini tutanlara yönelmesini engellemek için çaba sarf edilmiştir. New Jersey Valisi Chris Christie, Senatör Marco Rubio ve Milletvekili Paul Gosar gibi Katolik Cumhuriyetçiler’in Papa’yla olan siyasi fikir ayrılıklarını, Papa’nın görüşlerinin ille de Amerikan yanlısı olmadığı algısı yaratmak isteniyormuşçasına basın önünde dile getirmeleri sağlanmıştır. Benzer şekilde, sanki Papa ABD’nin başkentine gelerek düşüncelerini açıkça ortaya koymuş gibi, New York Times’da “Papa Francis’in Amerika’ya Meydan Okuması” başlıklı bir başyazı yayımlanmıştır. Bu gibi girişimler, Amerikan halkını Papa’nın Amerika’nın kuklası olduğu fikrinden uzaklaştırmayı amaçlamıştır. İnandırıcı ve etkili olmak için Papa, devlet eliyle desteklendiği şüphelerine yer vermeden, saygın ve değerli bir olarak tanıtılmıştır.
Washington’ın Papa’nın ziyaretini sayesinde elde ettikleri, Amerikan kamuoyunun Papa’nın Kongre’de yaptığı konuşmada üzerinde durduğu konularla aynı fikirde olmasını gerektirmemiştir. Bu bağlamda elde edilenler, Papa’nın dedikleriyle inandırıcı bir söylem yaratma becerisinde saklıdır. Bilgi, halkın benimsediği veya benimsediğini düşündüğü görüşler ne olursa olsun, söylem önceden tasarlanmış bir dizi seçenek içerisinde kalacak ve öngörülen dengeyi yaratacak şekilde kontrol edildiği müddetçe insanlar A veya B görüşünü veya A ve B arasındaki herhangi bir görüşü benimsemekte özgürdür. Papa’nın söylem şekillendirilmesine dair önceden tasarlanmış bir planın parçası olduğu tezi, ABD Başkanı Barack Obama’nın danışmanı Jim Wallis’in de aralarında bulunduğu 36 dini liderin, Papa’nın Kongre’deki konuşmasının iklim değişikliği konusuna ivme kazandıracak bir mesaj vereceğini nereden bildiğinin ve New York Times’ın konuşmanın ertesi günü çıkacak olan sayısında tüm bir sayfayı Papa’nın verdiği mesajı desteklemek için nasıl ayırdığının mantıklı açıklamalarından biridir. Reklamın yapıldığı gazete Papa’nın konuşmasının ertesi günü yayınlanmış olabilir; ancak, reklam yerleştirme çalışmalarının konuşmadan önce başlamış olduğu görülmektedir. Wallis, kamu yararına çevrenin korunması ile ilgili olarak yapılan “küresel tartışmanın” değiştiğini Papa Francis aracılığıyla söylemiş olabilir; ancak Wallis’in konuşmayla ilgili Papa’dan daha fazla bilgiye sahip olması muhtemeldir.
Bağımsız bir Papa Kongre’ye gitmeyebilirdi. Amerika’ya bağlı olmayan X. Pius, I. Dünya Savaşı’ndan önce, 1910 yılında dönemin Başkan Yardımcısı Charles W. Fairbanks ve daha sonra dönemin Başkanı Theodore Roosevelt gibi Amerikalı siyasetçilerle görüşmeyi reddetmiştir. Günümüzde Papaların, büyük siyasi güçlerin emrinde olduklarından, kendilerine verilen siyasi görevler vardır.
Peki Eylül’de gerçekleştirilen bu ziyarete ilişkin hangi ipuçları “Papa gösterisinin” bir Amerikan ürünü olduğunu işaret etmektedir? Bu ipuçları, Papa’nın sözlerindeki belirgin Amerikan deyimlerinde saklıdır. Papa’nın bir topluluk karşısında İngilizce konuşmayı tercih etmesi hafife alınacak bir durum değildir. Papa’nın Amerika ziyaretinde İngilizce konuşmayı tercih etmesi, her ne kadar Amerikan basınında bunun Papa’nın tercihi olduğu vurgulanmaya çalışılsa da, Papa’dan beklenmesi doğal olan manevi rehberlikten ziyade Amerikan kamuoyunu etkileme görevini üstlendiğine işaret etmektedir.
Papa’nın Amerika’ya hizmet ettiğinin en önemli işareti, Amerikan Federal Hükümeti’nin Kızılderililere geçmişte nasıl davranıldığı hakkında yaptığı yorumdadır. Papa’nın rengi, ABD’nin soykırım söylemini nasıl kontrol ettiğinin farkında olanlar için, Kızılderililerin maruz kaldığı zulümler ve soylarının neredeyse tüketilmesi konusunda kullandığı sözlerle ortaya çıkmıştır: “İlk temaslar genelde sert ve şiddetli olsa da, geçmişi bugünün ölçütleriyle yargılamak güçtür.”
Papa’nın Soykırımı
Bu sözler, Papa’nın I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kayıplarıyla ilgili yaptığı açıklamalarla karşılaştırıldığında, Türklere yönelik utanç verici önyargısı ortaya çıkmaktadır. Papa Francis, Ermenilerin mağduriyetinin “20. Yüzyılın ilk soykırımı” olarak nitelendirildiğini ileri sürmeden önce şu sözleri söylemiştir: “Bir kötülüğün üstünü kapatmak ya da kötülüğü inkar etmek, bir yaranın üzerini sarmayarak kanamasına izin veremeye benzer”. Bu benzetme sadece bir çifte standarda değil, aynı zamanda, Papa’nın Amerikan’ın söylemler mühendisliğindeki rolüne işaret etmektedir. Bağımsız bir Papa, 19. yüzyılda Anadolu’daki Amerikalı misyonerlerin gücü nasıl Ermeni Apostolik Kilisesinin geleneksel liderlerinin elinden alıp Ermeni papazları üzerinde Amerikan kontrolünü sağlayan bir eğitim sistemine aktardıklarını, böylece nasıl Ermeni Hristiyanlığını Amerikan Hristiyanlığına dönüştürdüklerini sorgulayabilirdi. Nitekim, Apostolik örgütlenmesi ortadan kaldırılmış ve Ermeni Kilisesinin başına, dış güçlerle işbirliği yapmaya hevesli olan ve kendi halkını Osmanlı İmparatorluğu’nda barış içinde yaşayan bir azınlıktan Osmanlı’ya karşı öfkeli siyasi gruplara dönüştürme amacı güden Amerikan ve İngiliz politikalarını gözü kapalı bir şekilde benimseyen yeni liderler getirilmiştir.
Papa, bağımsız hareket etmemektedir ve bu kadar nüfuz sahibi bir dini kurumun başında olması, Osmanlı’da Ermeni dini liderlerine yapılana benzer, güçlü bir Amerikan manevrasının sonucudur. Kitleleri harekete geçirme gücü olan kurumlar imparatorlukların değer verdiği bir araçtır. Amerika’nın bu tip kurumlara değer vermesinin sebebi, görünürde güvenilir olan, fakat gerçekte dış güçlerin çıkarlarıyla uyumlu hareket eden liderleri kontrol etmek ve görevde tutmak kaydıyla, sadık grupları harekete geçirebilmesidir. Bu bağlamda Papa Francis, Amerikan çıkarlarına hizmet eden göstermelik papalar dizisinin sonuncusudur.
Konuşan Papa, ipleri elinde tutansa Amerika’dır.
*Tal Buenos, Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi doktora adayıdır.
Geçtiğimiz Nisan ayında Papa Francis’nın Osmanlı tarihini siyasallaştırması, daha sonra Amerikan güdümündeki Associated Press’in dikkatlice ambalajlayarak dünya kamuoyuna sunduğu, tertip edilen bir gösteri niteliğindeydi. Avustralya kanalı ABC, BBC, CNN ve Huffington Post gibi medya kuruluşları tarafından da benzer bir şekilde ele alınmıştı. Haberlerin içeriği, Papa’nın Ermenilerin sevk ve iskanını ve I. Dünya Savaşı’ndaki kayıplarını soykırım olarak nitelendirmesi sebebiyle, Türkiye’yi inkarcılıkla bağdaştırmak ve Türk hükümetini öfkeli olarak tanıtmak üzere hazırlanmıştı.
Tahmin edilebileceği üzere, birçok Türk, Papa’nın bu tartışmalı konuyu daha da alevlendirmesini olumlu karşılamamıştır. Verilen tepkilerden biri, tarihi gerçeklerin dışına çıkarak ve o dönemde yaşanan diğer acıları görmezden gelerek, Müslümanların katliamlar yapması üzerine vaaz veren Papa’nın Müslüman karşıtı duyguları dile getirip getirmediği olmuştur. Tarihte Avrupa’da din adına zulümlerin yapıldığını bilenler Papa’nın dikkatleri, yüzyıllar boyunca Hristiyan olmadıkları için belirli gruplara karşı işlenmiş, hiçbir zaman soykırım olarak nitelendirmediği ve de nitelendirmeyeceği suçlardan başka tarafa çevirirken yüzünün nasıl kızarmadığını muhtemelen merak etmiştir.
Fakat, Papa Francis’in Amerika’ya yakın zamanda gerçekleştirdiği ziyaret incelendiğinde, Papa’nın sadece dini önyargılara dayanarak Türklere karşı duyarsız davranmadığını, daha ziyade Amerikan etkisinin bir aracı olarak hareket ettiği inanmak görülmektedir. Dünya üzerindeki en büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri, Papa aracılığıyla, gündemi istediği gibi şekillendirebilmekte ve kendini ele vermeden etkisini ortaya koyabilmektedir. Peki, Amerika’nın Papa aracılığıyla ulaşabileceği insanlar hangileridir? Papanın dünya kamuoyu üzerindeki etkisi sadece Katoliklerle sınırlı değildir. Hem Katolikler, hem de Katolik olmayanlar Papa’yı genelde bağımsız bir figür olarak görmektedir. 1 milyardan fazla Katolik Papanın sözleriyle, düşüncelerinin Amerika’nın çıkarlarına hizmet etmek üzere şekillendirildiğinin farkında bile olmadan, belirli inanç ve tercihleri benimsemesi sağlanabilir. Ayrıca, Papa, geriye kalan milyarlarca insan tarafından, her ne kadar onlar için ahlaki bir otorite olmasa da, büyük bir dini temsil eden ve Amerikan olmayan bir ses olarak itibar görmektedir.
Papa’nın bağımsız bir figür olduğu yönünde yaygın bir algı olsa d, Vatikan’ın Amerikan etkisi altında olması imkansız değildir. Siyasal realizm, dünyadaki en güçlü devletin daha zayıf devletleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye mecbur bırakmayı hedeflediğini söylemektedir. Emperyalist çıkarların kitlelere karşı güç kullanma ve teşvik edici unsurlar sunma yoluyla sağlandığı eski sömürgecilik anlayışından farklı olarak günümüzün yeni sömürgeci uygulamaları, daha çok devlet liderlerinin atanmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, 1929’dan beri bağımsız olan bir şehir devletinin lideri olan Papa, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği düşünülen, Afrika, Asya ve Orta Doğu’daki belirli küçük devletlerin siyasi liderlerinden farklı değildir. Unutulmamalıdır ki, Aziz Petrus Bazilikasında yürüyen en son emperyalist askeri birlik, Haziran 1944’de, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika liderliğindeki Müttefik Devletler adına hareket eden İngiliz birlikleridir.
Papa Francis’in en etkili olduğu yer Latin Amerika’dır ve bu coğrafyadaki insanları etkileme becerisi Washington’ın işine gelmektedir. Çin, İran ve Rusya, ABD hegemonyasına meydan okuyan başlıca güçler olarak düşünülmekle birlikte, ABD’nin günümüzdeki hakim devlet olarak ortaya çıkmasının sebebinin öncelikle kendi bölgesinde hakimiyet kurması olduğu yönünde akademisyenler arasında bir görüş birliği vardır. Yani, Amerika’nın Amerika kıtasındaki mevcut hakimiyetinin statükosunun sürdürülmesi ki bu tür bir hakimiyet hiçbir devlet tarafından dünyanın hiçbir bölgesinde kurulamamıştır, 20. yüzyılın başından beri ABD’nin adım adım başardığı olduğu şeyin temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Latin Amerika’daki kamuoyu üzerinde çok büyük etkisi olan Arjantinli Papa’yı kullanabilmenin neden önemli olduğu anlaşılabilir. Belki bu durum, kamuoyunu etkileme görevini etkin bir şekilde gerçekleştirememiş olması muhtemel Alman Papa XVI. Benedikt’in beklenmedik bir şekilde görevinden ayrılmasının ardındaki sırrı da açıklayabilir.
VATİKAN D.C.
Papa Francis’nın ABD’yi ziyaret etmesinin ardın yatan fikir, Papa’nın Amerika’da kamuoyu yaratmasını hedeflediğinden oldukça iddialıdır. Çıktığı Doğu yakası turu boyunca dikkatlerin Papa’nın iplerini tutanlara yönelmesini engellemek için çaba sarf edilmiştir. New Jersey Valisi Chris Christie, Senatör Marco Rubio ve Milletvekili Paul Gosar gibi Katolik Cumhuriyetçiler’in Papa’yla olan siyasi fikir ayrılıklarını, Papa’nın görüşlerinin ille de Amerikan yanlısı olmadığı algısı yaratmak isteniyormuşçasına basın önünde dile getirmeleri sağlanmıştır. Benzer şekilde, sanki Papa ABD’nin başkentine gelerek düşüncelerini açıkça ortaya koymuş gibi, New York Times’da “Papa Francis’in Amerika’ya Meydan Okuması” başlıklı bir başyazı yayımlanmıştır. Bu gibi girişimler, Amerikan halkını Papa’nın Amerika’nın kuklası olduğu fikrinden uzaklaştırmayı amaçlamıştır. İnandırıcı ve etkili olmak için Papa, devlet eliyle desteklendiği şüphelerine yer vermeden, saygın ve değerli bir olarak tanıtılmıştır.
Washington’ın Papa’nın ziyaretini sayesinde elde ettikleri, Amerikan kamuoyunun Papa’nın Kongre’de yaptığı konuşmada üzerinde durduğu konularla aynı fikirde olmasını gerektirmemiştir. Bu bağlamda elde edilenler, Papa’nın dedikleriyle inandırıcı bir söylem yaratma becerisinde saklıdır. Bilgi, halkın benimsediği veya benimsediğini düşündüğü görüşler ne olursa olsun, söylem önceden tasarlanmış bir dizi seçenek içerisinde kalacak ve öngörülen dengeyi yaratacak şekilde kontrol edildiği müddetçe insanlar A veya B görüşünü veya A ve B arasındaki herhangi bir görüşü benimsemekte özgürdür. Papa’nın söylem şekillendirilmesine dair önceden tasarlanmış bir planın parçası olduğu tezi, ABD Başkanı Barack Obama’nın danışmanı Jim Wallis’in de aralarında bulunduğu 36 dini liderin, Papa’nın Kongre’deki konuşmasının iklim değişikliği konusuna ivme kazandıracak bir mesaj vereceğini nereden bildiğinin ve New York Times’ın konuşmanın ertesi günü çıkacak olan sayısında tüm bir sayfayı Papa’nın verdiği mesajı desteklemek için nasıl ayırdığının mantıklı açıklamalarından biridir. Reklamın yapıldığı gazete Papa’nın konuşmasının ertesi günü yayınlanmış olabilir; ancak, reklam yerleştirme çalışmalarının konuşmadan önce başlamış olduğu görülmektedir. Wallis, kamu yararına çevrenin korunması ile ilgili olarak yapılan “küresel tartışmanın” değiştiğini Papa Francis aracılığıyla söylemiş olabilir; ancak Wallis’in konuşmayla ilgili Papa’dan daha fazla bilgiye sahip olması muhtemeldir.
Bağımsız bir Papa Kongre’ye gitmeyebilirdi. Amerika’ya bağlı olmayan X. Pius, I. Dünya Savaşı’ndan önce, 1910 yılında dönemin Başkan Yardımcısı Charles W. Fairbanks ve daha sonra dönemin Başkanı Theodore Roosevelt gibi Amerikalı siyasetçilerle görüşmeyi reddetmiştir. Günümüzde Papaların, büyük siyasi güçlerin emrinde olduklarından, kendilerine verilen siyasi görevler vardır.
Peki Eylül’de gerçekleştirilen bu ziyarete ilişkin hangi ipuçları “Papa gösterisinin” bir Amerikan ürünü olduğunu işaret etmektedir? Bu ipuçları, Papa’nın sözlerindeki belirgin Amerikan deyimlerinde saklıdır. Papa’nın bir topluluk karşısında İngilizce konuşmayı tercih etmesi hafife alınacak bir durum değildir. Papa’nın Amerika ziyaretinde İngilizce konuşmayı tercih etmesi, her ne kadar Amerikan basınında bunun Papa’nın tercihi olduğu vurgulanmaya çalışılsa da, Papa’dan beklenmesi doğal olan manevi rehberlikten ziyade Amerikan kamuoyunu etkileme görevini üstlendiğine işaret etmektedir.
Papa’nın Amerika’ya hizmet ettiğinin en önemli işareti, Amerikan Federal Hükümeti’nin Kızılderililere geçmişte nasıl davranıldığı hakkında yaptığı yorumdadır. Papa’nın rengi, ABD’nin soykırım söylemini nasıl kontrol ettiğinin farkında olanlar için, Kızılderililerin maruz kaldığı zulümler ve soylarının neredeyse tüketilmesi konusunda kullandığı sözlerle ortaya çıkmıştır: “İlk temaslar genelde sert ve şiddetli olsa da, geçmişi bugünün ölçütleriyle yargılamak güçtür.”
Papa’nın Soykırımı
Bu sözler, Papa’nın I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kayıplarıyla ilgili yaptığı açıklamalarla karşılaştırıldığında, Türklere yönelik utanç verici önyargısı ortaya çıkmaktadır. Papa Francis, Ermenilerin mağduriyetinin “20. Yüzyılın ilk soykırımı” olarak nitelendirildiğini ileri sürmeden önce şu sözleri söylemiştir: “Bir kötülüğün üstünü kapatmak ya da kötülüğü inkar etmek, bir yaranın üzerini sarmayarak kanamasına izin veremeye benzer”. Bu benzetme sadece bir çifte standarda değil, aynı zamanda, Papa’nın Amerikan’ın söylemler mühendisliğindeki rolüne işaret etmektedir. Bağımsız bir Papa, 19. yüzyılda Anadolu’daki Amerikalı misyonerlerin gücü nasıl Ermeni Apostolik Kilisesinin geleneksel liderlerinin elinden alıp Ermeni papazları üzerinde Amerikan kontrolünü sağlayan bir eğitim sistemine aktardıklarını, böylece nasıl Ermeni Hristiyanlığını Amerikan Hristiyanlığına dönüştürdüklerini sorgulayabilirdi. Nitekim, Apostolik örgütlenmesi ortadan kaldırılmış ve Ermeni Kilisesinin başına, dış güçlerle işbirliği yapmaya hevesli olan ve kendi halkını Osmanlı İmparatorluğu’nda barış içinde yaşayan bir azınlıktan Osmanlı’ya karşı öfkeli siyasi gruplara dönüştürme amacı güden Amerikan ve İngiliz politikalarını gözü kapalı bir şekilde benimseyen yeni liderler getirilmiştir.
Papa, bağımsız hareket etmemektedir ve bu kadar nüfuz sahibi bir dini kurumun başında olması, Osmanlı’da Ermeni dini liderlerine yapılana benzer, güçlü bir Amerikan manevrasının sonucudur. Kitleleri harekete geçirme gücü olan kurumlar imparatorlukların değer verdiği bir araçtır. Amerika’nın bu tip kurumlara değer vermesinin sebebi, görünürde güvenilir olan, fakat gerçekte dış güçlerin çıkarlarıyla uyumlu hareket eden liderleri kontrol etmek ve görevde tutmak kaydıyla, sadık grupları harekete geçirebilmesidir. Bu bağlamda Papa Francis, Amerikan çıkarlarına hizmet eden göstermelik papalar dizisinin sonuncusudur.
Konuşan Papa, ipleri elinde tutansa Amerika’dır.
*Tal Buenos, Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi doktora adayıdır.
Atatürk'ün akıllı projeleri
Bugün ( 21 Kasım 2015) Caddebostan Kültür Merkezi 'nde "Atatürk'ün Akıllı Projeleri" konusunda bir söyleşi yapan araştırmacı yazar Sinan Meydan, Atatürk'ün mücadelesinin öncelikle üç ana eksene dayandığını vurguladı ve bunları şöyle sıraladı:
- bağımsızlık,
- ulusal egemenlik,
- uygarlaşma , çağdaşlaşma.
Atatürk'ün en önemli projesinin "insanlık ve barış" projesi olduğunu belirten konuşmacı, Atatürk'ün tüm mazlum milletlerin bir araya gelerek barış kuşağı oluşturmalarını önerdiğini, bu gerçekleştiğinde dünyada barışın da kurulacağını söylediğini ifadeyle, Atatürk'ün "kalabalığın sesi" olmamayı şiar edindiğini, mücadelesinin "hak" odaklı olduğunu belirtti ve bu konuda aşağıda aktardığım olayı dinleyicilerine anımsattı:
"1920 Nisan ayındayız. Ankara'da TBMM yeni açılmış,
bazı milletvekilleri Ankara'nın yoksulluğunu görünce, memleketlerine dönmeye karar verirler. Mustafa Kemal, kürsüye çıkarak, morali bozulan milletvekillerine şöyle seslenir:
-“İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim. Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.”
Sinan Meydan konuşmasını bitirdiğinde, tesadüfen yanımda oturan salondaki başı örtülü tek hanım dinleyici ayağa kalkarak alkışlara katıldı.
- bağımsızlık,
- ulusal egemenlik,
- uygarlaşma , çağdaşlaşma.
Atatürk'ün en önemli projesinin "insanlık ve barış" projesi olduğunu belirten konuşmacı, Atatürk'ün tüm mazlum milletlerin bir araya gelerek barış kuşağı oluşturmalarını önerdiğini, bu gerçekleştiğinde dünyada barışın da kurulacağını söylediğini ifadeyle, Atatürk'ün "kalabalığın sesi" olmamayı şiar edindiğini, mücadelesinin "hak" odaklı olduğunu belirtti ve bu konuda aşağıda aktardığım olayı dinleyicilerine anımsattı:
"1920 Nisan ayındayız. Ankara'da TBMM yeni açılmış,
bazı milletvekilleri Ankara'nın yoksulluğunu görünce, memleketlerine dönmeye karar verirler. Mustafa Kemal, kürsüye çıkarak, morali bozulan milletvekillerine şöyle seslenir:
-“İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim. Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.”
Sinan Meydan konuşmasını bitirdiğinde, tesadüfen yanımda oturan salondaki başı örtülü tek hanım dinleyici ayağa kalkarak alkışlara katıldı.
Kamran İnan'ın ardından (27 Kasım 2015)
Dışişleri Bakanlığı'nda 1964 Şubat ayında göreve başladım. Altı aylık bir staj döneminden sonra çok taraflı ekonomik ilişkiler dairesine ikinci katip olarak atandım. Genel Müdürümüz Nazif Çuhruk (R), Genel Müdür Yardımcıları Necdet Tezel (R) ve Nurettin Karaköylü idi. Ekonomik İşlerle görevli dairelerin tümü, Genel Sekreter Ekonomik İşler Yardımcısı Kamuran Gürün(R)'e bağlıydı.Benim sorumlu olduğum konular BM Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Dünya Gıda Programı (WFP) ve gıda ve tarımla ilgili diğer çok taraflı anlaşmalar idi. FAO ve WFP' ın yönetim merkezleri Roma'da olduğundan yaklaşık altı ayda bir Roma'ya gidiyor, toplantılara çoğunlukla Roma Büyükelçiliğinde Başkatip olarak görevli olan Kamran İnan'la birlikte katılıyorduk. Benim, bir yandan çok taraflı diplomasi ile diğer yandan Kamran İnan'la tanışmam böyle oldu. Toplantılar dışında beni evinde ağırlar ve hafta sonuna denk gelen toplantılar olduğunda, Roma civarındaki bazı tarım yerleşimlerine birlikte giderdik. Roma'dan sonra, bir araya gelmedik; ancak politikaya atıldıktan sonra Ankara'da kendisiyle zaman zaman buluşmalarımız oldu. Fransızca ve İngilizce başta olmak üzere yabancı dillere hakim, uluslararası medyayı gayet yakından izleyen, müzakere tekniklerini iyi bilen, diplomatik ön hazırlıkları ayrıntılarıyla yapan, dik duruş sergileyerek muhataplarına görüşlerini kabul ettiren, en azından saygı uyandıran başarılı bir diplomat ve seçkin bir Devlet adamı idi. Sevmeyenleri olmuştur ama, attığı adımlarda Devlet menfaatlerini ön planda tutmuştur. Televizyon mülakatlarında, yazdığı kitaplar ve makalelerde, Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerini savunmuştur.
Bu kısa bilgi notunu, internet ortamında Naci Akın imzasıyla yer alan 26 Kasım 2015 tarihli tanıtım yazısının son paragrafı ile sonlandırmak istiyorum.
"... Kürt kimliğine rağmen hakiki bir Türk milliyetçisiydi. Türkiye Cumhuriyetine başkaldıranları hain olarak görüyor ve Türkiye'nin haini en çok olan bir ülke olduğunu söylüyordu. Seyit'ti ama bu vasfını asla kullanmıyor, siyasete malzeme yapmıyordu. Cumhuriyetin değerlerine sonuna kadar bağlıydı ve Türkiye'nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması için çabalıyordu.
Hakiki Türk milliyetçisi olmak için illa ki, Türkçü ya da Türk soylu olmak gerekmiyor. Türkiye Cumhuriyetine ve onun değerlerine sadakatle bağlı olmak ve ülkenin birlik ve beraberliği için çalışmak yetiyor. Bu aynı zamanda milletin birliğine, ortak değerlerine ve hassasiyetlerine yönelebilecek saldırılara ve tehditlere milli reflekslerle tepki göstermeyi de gerektirir. Türk milliyetçisi olarak bilinenlerden hangisi Fransa'nın Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesi üzerine taşıdığı "Légion d' Honneur" nişanını iade etmiştir? Kamran İnan bunu yapmıştır.
Allah mekanını cennet eylesin. ."
Bu kısa bilgi notunu, internet ortamında Naci Akın imzasıyla yer alan 26 Kasım 2015 tarihli tanıtım yazısının son paragrafı ile sonlandırmak istiyorum.
"... Kürt kimliğine rağmen hakiki bir Türk milliyetçisiydi. Türkiye Cumhuriyetine başkaldıranları hain olarak görüyor ve Türkiye'nin haini en çok olan bir ülke olduğunu söylüyordu. Seyit'ti ama bu vasfını asla kullanmıyor, siyasete malzeme yapmıyordu. Cumhuriyetin değerlerine sonuna kadar bağlıydı ve Türkiye'nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması için çabalıyordu.
Hakiki Türk milliyetçisi olmak için illa ki, Türkçü ya da Türk soylu olmak gerekmiyor. Türkiye Cumhuriyetine ve onun değerlerine sadakatle bağlı olmak ve ülkenin birlik ve beraberliği için çalışmak yetiyor. Bu aynı zamanda milletin birliğine, ortak değerlerine ve hassasiyetlerine yönelebilecek saldırılara ve tehditlere milli reflekslerle tepki göstermeyi de gerektirir. Türk milliyetçisi olarak bilinenlerden hangisi Fransa'nın Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesi üzerine taşıdığı "Légion d' Honneur" nişanını iade etmiştir? Kamran İnan bunu yapmıştır.
Allah mekanını cennet eylesin. ."
Friday, November 13, 2015
Iran and the Middle East
MEF Research and Writing
Is It Iran's Middle East Now?
http://www.meforum.org/5622/iran-middle-east
While Iran leads the best organised and most aggressive alliance in the Middle East, the built-in limitations of its methods and the sectarian nature of the conflicts in question will likely stymie Iranian domination of the region.
|
The Middle East is currently in the midst of widespread instability, civil strife and the collapse or contraction of state authority. Syria, Iraq, Libya, Yemen, Turkey, the West Bank and Gaza Strip, Tunisia and Egypt have all experienced major instability over the last half decade. The first four of these areas have effectively ceased to exist as unitary states, and are now partitioned de facto between warring entities, organised according to ethnic, sectarian or tribal loyalty. The Palestinian territories too are divided into areas controlled by the Islamist Hamas movement in Gaza and the Fatah-dominated Palestinian Authority (PA) in the West Bank.
In this fractious landscape, powerful regional states are seeking to gain advantage, extend their own power, and diminish that of their rivals.
The collapse of states has in turn brought with it the decline of the national identities that supposedly underlay them, and the growth of sectarian identification as a political factor. The result is the emergence of Sunni-Shia conflict as a major overt presence in the Middle East. In Yemen, in Iraq, in Lebanon, and in a more complex way in Syria, Sunni-Shia rivalries form a central dynamic, which are also important in terms of the geo-strategic rivalries among major states competing in the Middle East.
State collapse has brought the decline of national identities and the growth of sectarianism.
|
Prior to the conclusion of the Joint Comprehensive Plan of Action (JCPOA) on Iran's nuclear programme, signed on 14 July 2015, it had appeared that Iran might be approaching a point of overstretch. Tehran was committed to assist a large portfolio of clients engaged in conflict across the region, at a time when Tehran was itself subject to biting economic sanctions. The continued civil war in Syria and the opening of conflicts in Iraq and Yemen – in which the Iranians were heavily committed – seemed to introduce this possibility.
Sanctions relief bolsters Iran's capacity to assist armed clients across the region.
|
But even if one assumes the lower estimate, and combines this with additional sums likely to become available to Iran because of renewed economic ties with the outside world as an element of sanctions relief, it may be concluded that the risk of overstretch, and a consequent inability on the part of Iran to sustain its regional commitments, has effectively disappeared as a result of the signing of the JCPOA.
As a result, Iran is well placed in the current period to continue its practice of supporting proxy political-military organisations in a variety of regional locations, in pursuit of Iranian strategic goals.
Iranian Ambitions in the Arab world
Iran is currently actively supporting proxies in major conflicts in the following areas: Syria, Iraq, Yemen, Lebanon, and the Palestinian territories. In addition, there is evidence that Iranian agencies are active among Shia populations – as yet without major effect – in Kuwait, Saudi Arabia and Bahrain. Tehran also has a strategic relationship with (Sunni majority) Sudan.Iranian aims
Iran's strategic goal is to emerge as the dominant power in the Middle East and, eventually, the entire Islamic world. It seeks to roll back US influence in the region and to work towards Israel's destruction.
Ali Younesi, a senior adviser to President Hassan Rouhani, sees Iran's role as "protecting the interests of all the people in the region – because they are all Iran's people."
|
At a conference on "Iran, Nationalism, History, and Culture" in Tehran in March 2015, Ali Younesi, a senior adviser on intelligence matters to Iranian President Hassan Rouhani, outlined a clear vision for Iranian regional hegemony. Younesi described Iran's role as "protecting the interests of all the people in the region – because they are all Iran's people ... We must try to once again spread the banner of Islamic-Iranian unity and peace in the region. Iran must bear this responsibility, as it did in the past." He noted Iran's past as an empire, and spoke of a "greater Iran" which stretched from the borders of China to the Persian Gulf.
Younesi's statements are not, of course, a failsafe guide to policy. But the adviser's much noted speech is a fair summary up of the wide ambitions of Iran.
In practice, Iranian resources appear to be directed to realising this vision in two specific areas: firstly, the establishment of a contiguous line of pro-Iranian entities between the Iraq-Iran border and the Mediterranean Sea, and secondly, extending Iranian influence to the Arabic-speaking side of the Persian Gulf, and subverting the interests of Saudi Arabia in this area.
Iraqi militia leader Abu Mahdi al-Muhandis (right) with Iranian Quds Force commander Qasem Soleimani.
|
The former goal has a number of motivating forces behind it. Firstly, there is an obvious strategic interest in reaching access to the Mediterranean, which has been a feature of Iranian and Persian state policy from antiquity.
Secondly, reaching Lebanon gives Tehran an entry point into the Israel-Arab conflict. The Iranians have invested heavily for over 30 years in their client Hezbollah in Lebanon. As non-Arabs and non-Sunni Muslims, the Iranians suffer from a 'legitimacy gap' in the mainly Sunni Muslim Arab Middle East. They seek to close this gap through commitment to the destruction of Israel, and in practical terms through the sponsorship of organisations engaged in war against the Jewish state. Access to Israel's borders is essential for this.
In addition, Iran has an interest in a weak or subordinated Iraq. The Iranian regime fought a bloody war against Iraq in the 1980s, which forms a core formative experience for the regime. To avoid any possible recurrence, Iran has an interest in ensuring a non-hostile Iraq through sponsorship of friendly political players in that country.
Iran's ballistic missiles and asymmetric conflict abilities offset its weak conventional ground and air forces.
|
While the Iranians may hope eventually to isolate Saudi Arabia and cause the Gulf states to abandon their links with the US and to instead come under Iranian protection, this moment is far away in terms of the current balance of power because of Iran's limited military capacities. At present, therefore, the Iranians aim to frustrate any Gulf or US ability to carry out operations in the Gulf or into Iranian territory through the building of a deterrent capacity.
The Iranian practice of harassing international shipping in the Straits of Hormuz and the investment in small boats, coastal defence and UAVs reflects this goal. Because of their limited conventional capabilities, the effective use of proxy warfare has high importance to the Iranians.
So to sum up, Iran's strategic goal is ultimately to build regional hegemony. In the short term its core goals include maintaining domination of the space between the Iran-Iraq border and the Mediterranean as well as deterring the US and intimidating the Gulf states.
These goals place Iran at loggerheads with those status quo states in the region, most importantly Saudi Arabia. The Saudi-Iranian rivalry, combined with the collapse of a number of regional states and the growing importance of sectarian identity as a marker of political loyalty, are producing a cross-border sectarian struggle, with Iranian clients lined up against clients of Saudi Arabia, Turkey or Qatar.
This sectarian element is important, because it represents a built-in limit to Iranian potential. As a Shia power, Iran finds it difficult to gain legitimacy among Sunni Arabs or to successfully develop proxies outside of Shia Arab populations, as becomes apparent when taking a closer look at Iran's main commitments in the region.
The pattern of Iranian success and failure
When assessing how things stand for Iran in the main countries in which it is engaged, an emergent pattern presents itself.Syria
In Syria, Iran has been determined, since the outbreak of the uprising against the Assad dictatorship in March 2011, to preserve the dictator's rule. Iran and Syria have formal relations of military alliance dating back to 1982. Iranian financial assistance, mobilisation of regional proxies, help in military organisation and now direct provision of military personnel to Assad have been vital in preventing his downfall.
Members of the Iranian-backed Shia militia known as Liwa al-Sayyida Ruqayya in Damascus late last year.
|
Has the intervention into Syria been a success for Iran and its methods of outreach? Partially. Assad still controls Damascus. But he rules over only about 20 per cent of the entire territory of Syria. There are no prospects of the reconquest of the greater part of the areas lost any time soon. So Iran's efforts may have kept the dictator in his seat, but the result has not been a return to repressive stability, but rather the effective collapse and de facto partition of Syria, with Assad reduced to the status of a single warlord among others, rather than the ruler of a country.
It is noteworthy that despite Iranian assistance, the direction of the Syrian Civil War appeared to be turning decisively against Assad in the course of 2015. The intervention by Russia, beginning this past September derived to a degree from Russian perception that the current levels of support were not working and that if Assad was to be saved, a more direct involvement by Moscow was necessary. According to some reports, the Russian intervention was the direct result of a visit by Iranian Quds Force commander General Qasem Soleimani to Moscow in July 2015 in which he impressed on Russian officials the increasingly desperate predicament faced by Assad. If this was indeed the case, it is testimony to the limited efficacy of Iranian methods in the Syrian context.
Iraq
Iraq has a Shia Arab majority, and a traditionally pro-Iranian party (Dawa) is currently in power. Iranian assistance to the government of Prime Minister Haider al-Abadi in the form of the organising of the Shia militias in the Popular Mobilisation (Hashed al-Shaabi) played a vital role in stopping the Islamic State (IS) advance eastwards in the summer of 2014.
A poster of Iranian Supreme leader Ayatollah Khamenei at the entrance to an office of the Hashd al-Sha'abi (Popular Mobilization) in Baghdad. Photo by Jonathan Spyer.
|
The most powerful of the militias are political as well as military organisations. While these militias are officially administered by the Popular Mobilisation Committee, in reality the most powerful of them are directly linked to Iran. The Badr organisation, headed by Hadi al Ameri, and the Kataeb Hezbollah, led by Abu Mahdi al-Muhandis, are the strongest of these groups. Both Ameri and al-Muhandis are veteran pro-Iranian Shia Islamist activists, with long and verifiable links to the Iranian Revolutionary Guards Corps (the latter fought on the Iranian side in the Iran-Iraq war). Both are personally linked to the Quds Force and Qasem Soleimani.
The Shia militias, as both political and military organisations, are the key instrument for Iran in Iraq. Through them, the Iranians are able to directly impact the policymaking process in the country. Yet it is also the case that Iraq remains effectively divided into three component parts; the government controlled area in the south, the Islamic State territory in the centre, and the Kurdish north. Neither the Shia militias nor the Iraqi armed forces appear anywhere close to re-uniting the country, and it is difficult to see how they could do so, given their openly sectarian, Shia orientation.
So in the Iraqi context, Iranian influence is deep, but the result of it is the fragmentation of Iraq, and the Iranian domination of one part of it, rather than the emergence of a strong Iran-aligned unitary Iraqi state.
Lebanon
In Lebanon, the success of Iranian methods of outreach and subversion are most clearly showcased. Hezbollah is the prototype of an Iranian created and supported political-military group. Established by the Revolutionary Guards in the early 1980s, Hezbollah has, since 1990, been the only non-governmental organisation permitted to maintain an armed wing in Lebanon (with the exception of Palestinian groups permitted to carry arms within refugee camps). In 2006, Hezbollah launched a war on Israel without seeking the consent of the official government of the country. In 2008, it crushed an attempt to impose the authority of the central government over some of its activities.
Hezbollah Secretary General Hassan Nasrallah declared in a May 24 speech that his Lebanese Shia movement's fighters will deploy to "all the places in Syria that this battle requires."
|
Hezbollah has played a vital role in the Syrian civil war as an ally of Iran. Its personnel are taking an active part in the fighting. Iran and Hezbollah have also sought to take advantage of the chaos in Syria to establish an additional front for operations against Israel just east of the Quneitra Crossing (facing the Golan Heights). So far this has not been successful. Israeli pre-emptive action to prevent this has included the killing of a number of senior Iranian Revolutionary Guards Corps and Hezbollah personnel on 19 January 2015.
No challenge to Hezbollah's military power is on the horizon, though the entry of approximately one million Syrian Sunni refugees since 2011 has undermined the notion of an emergent Shia demographic majority that underlay and deepened the organisation's strength. There is evidence of efforts to organise among the Sunnis by both Jabat al-Nusra and IS.
There are no physical restrictions on Hezbollah's freedom of action. But at the same time, the notion of emergent open Hezbollah rule replacing the Lebanese state, and implementing the Iranian system of government in the country is far-fetched. Hezbollah has neither the need nor the possibility of imposing such rule. Iran has implanted a powerful military machine along the border with Israel, giving itself a direct entry to the Arab-Israeli conflict, and the ability to intervene to help other allies in need (Hezbollah has also involved in supporting pro-Iranian groups in Iraq, Yemen and the Palestinian territories in recent years.) But even in Lebanon, the site of Iran's greatest success, if Iran was hoping to produce a similar Shia Islamic regime to its own, this appears neither imminent nor likely.
Yemen
In Yemen, the Iranian ally/client is the Ansar Allah organisation, more commonly known as the Houthis, after the name of the tribe that controls the organisation. The Houthis seized control of the Yemeni capital, Sana'a, in September 2014. The government of President Abd-al Rabbo Mansour Hadi was forced into exile in Saudi Arabia. The Houthis and their allies then began a march to the south, intending to seize the Gulf of Aden and unite the country under their control.
Saudi and Emirati assistance to Yemeni government forces seeking to prevent this outcome began on 26 March. Egypt, Morocco, Jordan, Sudan, Kuwait, Qatar and Bahrain also joined the coalition against the Houthis. The Houthis, having failed to take Aden City, have now agreed to adhere to a seven point plan brokered by the UN at talks in Muscat, Oman. The plan includes a ceasefire and the return of the government to Sana'a. It is not yet clear if the planned ceasefire will be implemented. But again, we see the pattern of Iranian support resulting in division and renewed conflict, rather than outright victory for the Iranians.
Palestinians
Iranian-backed Islamic Jihad militants in training.
|
Iran maintains a strategic alliance of long standing with one Palestinian organisation – Palestinian Islamic Jihad (PIJ). Islamic Jihad was founded in the Gaza Strip in 1981 by activists directly influenced by the Islamic Revolution in Iran. PIJ has remained a supporter of Iran and beneficiary of Iranian aid and support ever since. Islamic Jihad, however, is a small organisation, with no serious ambitions for competing for the political leadership of the Palestinians. In the course of the 1990s, Iran sought to establish a strategic relationship with Hamas, largest and most powerful of Palestinian Islamist groups. This burgeoning relationship was disrupted, however, by the post-Arab Spring rise of the Muslim Brotherhood in Egypt and then by the outbreak of civil war in Syria. Hamas, a Muslim Brotherhood linked group, sought to distance itself from the Iran-aligned Syrian regime, which was engaged in crushing a largely Sunni Arab revolt. The movement transferred its headquarters from Damascus. At the same time, Hamas sought to draw closer to what looked then to be an emergent Muslim Brotherhood regional bloc, centred on Egypt and Qatar.
In the event, no such bloc emerged. But it led to estrangement between Hamas and Iran. As of today, a split pertains in Hamas regarding future relations with Iran, with some elements supporting a return to alignment with the Iranians and others favouring alignment with Qatar and an attempt to repair relations with Saudi Arabia.
During the period of the Second Intifada, the Iranians also maintained contacts with and support for armed elements within the rival Fatah movement. It is likely that these channels of communication and support still exist.
Conclusion
In all areas of Iranian regional "outreach," a common pattern exists. Iranian regional policy is characterised by the establishment and/or sponsorship of proxy political-military organisations. In every case noted, (with the partial exception of Lebanon) the result of the Iranian involvement is not Iranian strategic victory and the constitution of the state in question as an ally of Iran. Rather, Iranian outreach prevents the defeat and eclipse of the local Iranian ally, while ensuring division and continued conflict in the area in question.This Iranian modus operandi – and its centrality in Iranian regional strategy – as well as the far reaching nature of Iranian goals as outlined above, mean the notion that a post JCPOA Iran can form a partner for stability in the region is deeply flawed, and will quickly be contradicted by the facts.
The export of chaos has the merit, perhaps, of keeping disorder far from Iran's own borders by ensuring that rivals to Tehran are kept busy engaged in proxy conflicts elsewhere. However, it is difficult to see how it can result in regional hegemony and leadership.
This Iranian penchant for fomenting chaos also places them on a different trajectory than the Russians. This is important, because the Russian intervention in the Syrian civil war from September 2015 on has been characterised in some quarters as the birth of a new strategic alliance between Tehran and Moscow. Ibrahim Amin, editor of the pro-Hezbollah al-Akhbar newspaper, happily called this supposed new bloc the "4 + 1" alliance (Iran, Iraq, Syria, Russia and Hezbollah).
Iran can be a spoiler, but not the founder, of a new Middle Eastern order.
|
As a result of the JCPOA, Iran is likely to increase its support for its portfolio of proxy organisations across the region. The net effect of this will be to increase regional disorder and foment continued conflict. However, because of the built in limitations of Iranian methods and because of the sectarian nature of the conflicts in question (which means Iran finds it very difficult or impossible to pursue really lasting alliances with non-Shia Arab clients), it is unlikely that this will result in the attainment by Iran of its strategic goal of regional leadership/hegemony. Iran is a spoiler par excellence. But despite its ambitions and pretensions, it does not look like the founder of a new Middle Eastern order.
Jonathan Spyer is director of the Rubin Center for Research in International Affairs and a fellow at the Middle East Forum.
Monday, November 9, 2015
Atatürk 10 Kasım 2015
Atatürk’ün ebediyete intikalinin 77nci yıldönümünde
Atatürk’ün hedefi neydi? Tek bir Türk milleti oluşturmak. (10 Kasım 2015)
Onsekizinci yüzyılın birinci yarısından itibaren yapılan reformlardan ve Birinci Dünya Savaşı sonundaki yenilgiden ve Anadolu’nun büyük kısmının işgal edilmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsuru olan Türk milletinin önünde Kurtuluş Savaşı ve devrimlerle gerçekleştirilmek istenen tek bir amaç vardı. Mustafa Kemal Atatürk bu amacı şöyle tanımlamıştı:
“ Milli, bağımsız ve bilimsel düşüncenin yöneteceği bir toplum kurmak.”
Atatürk Devrimleri ve uygulamaları bu hedefi gerçekleştirmek içindir. Bunun için bir millet yaratmak zorunluydu. Başka bir deyimle, Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli milletler arasında var olan Türklerde millet bilincinin yaratılması gerekiyordu.
Ümmetçilik ve cemaatçilik Osmanlı İmparatorluğunun ayakta kalmasını sağlayan temel direklerdi. Ancak, milli bir Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ve yaşaması için ümmetçilikten vazgeçilmesi gerekiyordu.
Atatürk’ün tarih görüşü milliyetçi fakat ümmetçi olmayan bir tarih görüşüdür.
Milliyetçilik bütün devrimlerin esas amacı olarak kabul edilebilir. Millet kavramı , sosyolojik açıdan, bugün dünyada yaşayan toplumların aşamadığı bir sosyal gerçektir. Bağımsızlık da, bu açıdan tam milliyetçiliğin elde edilmesi için vazgeçilmez koşuldur.
Laiklik de yine bu milli toplumun gerçekleşmesini sağlayacak bir araç olarak kabul edilebilir. Dinin etkilemediği bir toplum ve eğitim düzeni yani laiklik, Ortaçağın rasyonellikten uzak egemenliğinden kurtulmak için gerekliydi. Bu nedenle laiklik, milliyetçilik ilkesini tamamlayıcıdır.
Milliyetçilik ve laiklik Aatatürk devrimlerini anlamanın ve değerlendirmenin ana unsurlarıdır.
Gerçekleştirilen bütün devrimler aynı amaca yönelmiştir: Millet'i gerçekleştirmek.
Tarihi perspektif içinde yerli yerine koyduğunuzda, Atatürk Devrimlerinin, Osmanlı İmparatorluğunu yok eden iç ve dış sorunlara ve çelişkilere çözüm getirmek üzere planlanmış ve uygulanmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
İmparatorluğu çöküntüye sürükleyen en önemli mekanizmalardan biri, 19ncu yüzyıldan beri emperyal Avrupa devletleri tarafından ustalıkla kullanılan milliyetçilikti. O halde Anadolu’da kurulacak olan yeni politik düzen cemaatlerden meydana gelen bir aglomera değil, fakat tek bir milletin örgütlenmesi olacaktı. Osmanlı İmparatorluğunu çöküntüye sürükleyen diğer bir güçlü faktör , düşüncenin Orta Çağ baskısından kurtulamamasıydı. Öyleyse, laiklik ve ona uygun eğitim gerekiyordu.
Osmanlı Devleti Hanedan ve Hilafet’e dayanıyordu. Öyleyse, yeni Devletin şekli Cumhuriyet olacaktı. Osmanlı ekonomisi milli olmayan dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin elindeydi. Osmanlı Maliyesini “duyunu umumiye” idaresi yönetiyordu. Öyleyse, milli bir ekonomi düzeni kurulmalıydı.
Osmanlı yönetim modeli Saray’ın ve kapıkullarının egemen olduğu ve son yüzyıllarda buna eyalet beylerinin ve büyük toprak sahiplerinin ortak olduğu bir oligarşiydi. Öyleyse, halkçılık ilkesi hayata geçirilmeliydi. Halkın konuştuğu dil kültür dili değildi. Öyleyse, Türkçenin egemenliği sağlanmalıydı. Kadın toplum yaşamının dışında bırakılmıştı. Öyleyse, kadına en ileri medeni haklar verilmeliydi.
Atatürk’ün , bütün bu devrimlere hiç bir zaman bitmiş olarak bakmadığını ve hepsine ulaşılacak hedefler olarak baktığını da kendi sözlerinden biliyoruz.
Milli sınırlar içinde gerçekleşecek bir sosyo – ekonomik değişim için minimum taban ortak bir milli bilinçtir. Biz, önce bir millet olma bilincine varmak zorundaydık.
İslami düşünce açısından bakıldığında, Atatürk devrimleri olumsuz yorumlanabilir. Zira, devrimlerin iki temel unsuru milliyetçilik ve laiklik, ümmet ve şeriat ile bağdaşmaz.
(Yukarıdaki metin, Doğan Kuban’ın, Türk Tarih Kurumu tarafından 1970 yılında Dördüncüsü düzenlenmiş olan Atatürk Konferansı’nda, “Atatürkçülük Üzerinde Yorumlar ve Çağdaş Uygarlığa Katılma Sorunu” konusunda yaptığı sunumdan derlenmiş bir kısaltmadır.)
Atatürk’ün hedefi neydi? Tek bir Türk milleti oluşturmak. (10 Kasım 2015)
Onsekizinci yüzyılın birinci yarısından itibaren yapılan reformlardan ve Birinci Dünya Savaşı sonundaki yenilgiden ve Anadolu’nun büyük kısmının işgal edilmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsuru olan Türk milletinin önünde Kurtuluş Savaşı ve devrimlerle gerçekleştirilmek istenen tek bir amaç vardı. Mustafa Kemal Atatürk bu amacı şöyle tanımlamıştı:
“ Milli, bağımsız ve bilimsel düşüncenin yöneteceği bir toplum kurmak.”
Atatürk Devrimleri ve uygulamaları bu hedefi gerçekleştirmek içindir. Bunun için bir millet yaratmak zorunluydu. Başka bir deyimle, Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli milletler arasında var olan Türklerde millet bilincinin yaratılması gerekiyordu.
Ümmetçilik ve cemaatçilik Osmanlı İmparatorluğunun ayakta kalmasını sağlayan temel direklerdi. Ancak, milli bir Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ve yaşaması için ümmetçilikten vazgeçilmesi gerekiyordu.
Atatürk’ün tarih görüşü milliyetçi fakat ümmetçi olmayan bir tarih görüşüdür.
Milliyetçilik bütün devrimlerin esas amacı olarak kabul edilebilir. Millet kavramı , sosyolojik açıdan, bugün dünyada yaşayan toplumların aşamadığı bir sosyal gerçektir. Bağımsızlık da, bu açıdan tam milliyetçiliğin elde edilmesi için vazgeçilmez koşuldur.
Laiklik de yine bu milli toplumun gerçekleşmesini sağlayacak bir araç olarak kabul edilebilir. Dinin etkilemediği bir toplum ve eğitim düzeni yani laiklik, Ortaçağın rasyonellikten uzak egemenliğinden kurtulmak için gerekliydi. Bu nedenle laiklik, milliyetçilik ilkesini tamamlayıcıdır.
Milliyetçilik ve laiklik Aatatürk devrimlerini anlamanın ve değerlendirmenin ana unsurlarıdır.
Gerçekleştirilen bütün devrimler aynı amaca yönelmiştir: Millet'i gerçekleştirmek.
Tarihi perspektif içinde yerli yerine koyduğunuzda, Atatürk Devrimlerinin, Osmanlı İmparatorluğunu yok eden iç ve dış sorunlara ve çelişkilere çözüm getirmek üzere planlanmış ve uygulanmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
İmparatorluğu çöküntüye sürükleyen en önemli mekanizmalardan biri, 19ncu yüzyıldan beri emperyal Avrupa devletleri tarafından ustalıkla kullanılan milliyetçilikti. O halde Anadolu’da kurulacak olan yeni politik düzen cemaatlerden meydana gelen bir aglomera değil, fakat tek bir milletin örgütlenmesi olacaktı. Osmanlı İmparatorluğunu çöküntüye sürükleyen diğer bir güçlü faktör , düşüncenin Orta Çağ baskısından kurtulamamasıydı. Öyleyse, laiklik ve ona uygun eğitim gerekiyordu.
Osmanlı Devleti Hanedan ve Hilafet’e dayanıyordu. Öyleyse, yeni Devletin şekli Cumhuriyet olacaktı. Osmanlı ekonomisi milli olmayan dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin elindeydi. Osmanlı Maliyesini “duyunu umumiye” idaresi yönetiyordu. Öyleyse, milli bir ekonomi düzeni kurulmalıydı.
Osmanlı yönetim modeli Saray’ın ve kapıkullarının egemen olduğu ve son yüzyıllarda buna eyalet beylerinin ve büyük toprak sahiplerinin ortak olduğu bir oligarşiydi. Öyleyse, halkçılık ilkesi hayata geçirilmeliydi. Halkın konuştuğu dil kültür dili değildi. Öyleyse, Türkçenin egemenliği sağlanmalıydı. Kadın toplum yaşamının dışında bırakılmıştı. Öyleyse, kadına en ileri medeni haklar verilmeliydi.
Atatürk’ün , bütün bu devrimlere hiç bir zaman bitmiş olarak bakmadığını ve hepsine ulaşılacak hedefler olarak baktığını da kendi sözlerinden biliyoruz.
Milli sınırlar içinde gerçekleşecek bir sosyo – ekonomik değişim için minimum taban ortak bir milli bilinçtir. Biz, önce bir millet olma bilincine varmak zorundaydık.
İslami düşünce açısından bakıldığında, Atatürk devrimleri olumsuz yorumlanabilir. Zira, devrimlerin iki temel unsuru milliyetçilik ve laiklik, ümmet ve şeriat ile bağdaşmaz.
(Yukarıdaki metin, Doğan Kuban’ın, Türk Tarih Kurumu tarafından 1970 yılında Dördüncüsü düzenlenmiş olan Atatürk Konferansı’nda, “Atatürkçülük Üzerinde Yorumlar ve Çağdaş Uygarlığa Katılma Sorunu” konusunda yaptığı sunumdan derlenmiş bir kısaltmadır.)
Friday, October 30, 2015
Sayın Altan Öymen,
Bilmem beni hatırlayacak mısınız?
1962-63 yıllarında siz Bonn’da Büyükelçilik Basın Ataşesi ve değerli eşiniz Aysel Öymen Maliye (Hazine) Müşaviri olarak görev yapıyordunuz. Eşinizle ilgili idari bir problemi görüşmek için beni Ankara’ya ziyarete gelmiştiniz. O günlerde Hazine Genel Sekreteri (Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü ve İktisadi İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri) olarak görev yapmaktaydım.
1965 yılında Maliye Bakanlığı’ndan ayrıldım ve Uluslararası Para Fonu Teşkilatı (IMF) ‘de görev aldım. Uzun yıllar dış ülkelerde IMF Temsilciliği ve Ekonomi Müşavirliği yaptım. 1995 yılında emekli olup Türkiye’ye döndüm. 1962’den sonra sizinle görüşmedik, ancak Radikal ve Milliyet gazetelerindeki makaleleriniz ve TV’deki programlarınızı takip etmekteyim.
18 Ekim Pazar akşamı CNN Türk’deki ‘’Sağım Solum Tarih’’ programında sizi ve Taha Akyol’u izledim. Sayın Taha Akyol çok değer verdiğim bir yazardır. Her sabah bilgisayarımda Hürriyet Gazetesindeki yazılarını okur ve CNNTürk’deki ‘’Eğrisi Doğrusu’’ programlarını izlerim.
CNN Türk’te 18 Ekim’deki programda İnönü ve 27 Mayıs Askeri Darbesi ile ilgili olarak Taha Akyol’un İnönü’nün askeri darbeyi teşvik ettiği vahim bir iddiadır. Bence okuduğu belgeler İnönü’nün memleketin askeri darbeye sürüklendiğini, askerlerin darbeye hazırlandıklarını görerek Menderes ve Demokrat Parti’yi uyardığını vurgulamaktadır.
Sayın Akyol’un Menderes seçime gidecek iken askerlerin 27 Mayıs’ta darbe yaptığı iddiası ve görüşü ise gerçeklere aykırıdır.
O günleri bizzat yaşamış birisi olarak (90 yaşındayım), Merhum Menderes’in seçim yapacağı iddiasının ortaya atılması karşısında yaşadığım bir olayı açıklamayı tarihi bir zorunluluk olarak gerekli buldum. Maalesef olayda ismi geçenlerden benden başka hayatta kalan olmadığı gibi, adı geçen tarihi gizli toplantının tutanağı yapılmamış, devlet arşivlerine konmamıştır.
1960 yılı başlarında ülkemizin derin bir ekonomik kriz içinde olduğunu bilmeyen, görmeyen yoktu. Bugünkü gibi ülke ekonomik bir krize doğru giderken, iktidarın bunu görmemesi, kabullenmemesi ve tedbir almak gereği duymamasından farklı bir durum vardı. Menderes hükümeti acil olarak dış yardım istemek ve kredi bulmak telaşındaydı. Amerika gibi müttefik ülkelerden acil yardım almak imkânı yoktu. Bugünkü gibi dolar bolluğu içinde sıcak para ile idare etmek imkânı da yoktu. Müracaat edilecek kaynaklar uluslararası kurumlar idi. Bu kurumlar Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (OEEC), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (IBRD) idi.
Dünya Bankası ile ilişkilerimiz kesikti. 1954’de Türkiye’ye ekonomik yardımı artırmak ve kalkınmamızı desteklemek (Türkiye’yi örnek bir ülke göstermek) üzere Türkiye’ye Daimi Temsilci (Resident Representative) olarak uluslararası şöhreti olan, ikinci Dünya Savaşı’nda yıkılan Hollanda ekonomisini ayağa kaldıran eski Maliye Bakanı Lieftinck’i göndermişti. Menderes Hükümeti bu temsilciyi sudan sebeplerle (Dünya Bankasının yapıcı eleştirilerine kızarak) persona non grata ilan ederek kovdu. (Böyle bir olay dünya tarihinde görülmemiştir, eşi yoktur.) Bu yüzden Dünya Bankası Türkiye ilişkilerini kesti.
Kanaatımca, Menderes Hükümeti’nin Dünya Bankası Temsilcisini kovması iktidarları süresinde ekonomi sahasında yaptığı en büyük yanlıştır. Bu olay, 1955’ten itibaren ekonomimizin bozulması ve iflasa sürüklenmesinde rol oynamış en önemli faktördür.
Müracaat edilebilecek ikinci kaynak Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı idi.Bu Teşkilatla görüşmek için merhum Hasan Işık başkanlığında bir heyetle 1960 yılı başlarında Paris’e gittik. Teşkilatı acil dış yardım ihtiyacımız konusunda etraflı olarak bilgilendirdik. Ancak hükümetimizin ekonomiyi düzeltecek
gerekli tedbirleri alacağı hususunda güvenleri olmadığı için yardım talebimizi reddettiler; elimiz boş döndük.
Son müracaat edeceğimiz yer IMF’di. Dünya bankasından farklı olarak IMF ile ilişkilerimiz iyi idi. Türkiye ile olan ilişkilerde yetkili büyük Türk dostu çek asıllı amerikalı direktör seviyesinde Mr. Ernest Sturc vardı. (Aysel Hanım da kendisini hatırlayacaktır)
Son acil yardım ümidimiz olarak IMF’e başvurduk! Mr.Sturc bir misyonla beraber Ankara’ya geldi. Ekonomideki kötü durumumuz ve acil yardım ihtiyacımız aşikârdı. Bunu bizim kadar IMF de biliyordu. Ancak IMF’den kredi alabilmek için ekonomideki bozuklukları düzeltecek tedbirleri içeren bir program üzerinde IMF ile mutabakata varılması, bu programın uygulanacağını teyit ve kabul eden bir ‘Standby’ anlaşması gerekiyordu. Bu konuda IMF misyonu ile anlaşma teknik seviyede mümkündü. Ancak Hükümetimizin böyle bir anlaşmayı uygulayabileceğine IMF’in güvenmesi gerekliydi.
Ben o günlerde Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdür Yardımcı seviyesinde dış iktisadi ve mali ilişkiler konusunda görevliydim. IMF ile olan ilişkileri yürütüyor, IMF müzakerelerine katılıyordum.
Bu uzun girişten sonra Sayın Taha Akyol’un Menderes’in seçim yapacaktı, askerler darbe yaptı, buna mani oldu iddiasının doğru olmadığını gösteren olayı açıklıyorum.
Mr. Ernest Sturc ile IMF görüşmelerinin sonunda Hilton Otelinin Karadeniz Süitinde toplandık. Toplantıda Dışişleri Bakanı Zorlu, Maliye Bakanı Polatkan ve Dışişleri Bakanlığı’ndan Hasan Işık, Maliye Hazine Genel Müdürü Memduh Aytür ve muavini ben vardım. Toplantı çok özel, benzeri olmayan gizli bir toplantı idi.
Mr. Sturc hiç lafı dolaştırmadan doğrudan konuya girdi. Ülkemizde askerin önlenmez ise darbe yapacağı konusunda bir söylenti olduğunu, Türkiye ile bir ‘Stand-by’ anlaşması imzalanması ve istenen acil krediyi vermeyi çok arzu ettiğini ancak müzakere ve anlaşılan program henüz IMF Executive Board’a onaya sunulmadan, anlaşma yapılan hükümetin iktidarda olacağından emin olmaları gerektiğini açıkça söyledi. Kredi şartı olarak değil, bir Türk dostu olarak Türkiye’de erken bir seçim kararı alınır ve yürürlüğe konulursa, eğer bir askeri darbe hazırlığı varsa bunun önleneceği görüşünü ortaya attı. Bir seçim yapılırsa iktidara gelecek hükümet hangi partiden olduğuna bakılmaksızın derhal Ankara’ya geleceğini ve istenilen ‘Stand-by’ anlaşmasını sonuçlandıracağına dair söz verdi.
Toplantı sonunda kendi aramızda durum müzakere edildi. Her iki Bakan (Zorlu ve Polatkan) Sturc’ un haklı olduğu kanaatine vardı. Derhal Başbakan Menderes’e beraberce giderek onu erken seçim kararı almağa ikna etmek kararı aldılar. Mr. Sturc Ankara’dan ayrıldı.
Rahmetli Polatkan bana Zorlu ile beraber Menderes ile görüşmeye gideceklerini, Başbakanı ikna etmeye çalışacaklarını ve sonucu bana telefonla bildireceğini söyledi. Kararlarını Mr. Sturc’e derhal telefon ederek bildirme talimatı verdi.
İki Bakan Menderes’in peşine düştü ve ancak iki hafta sonra onunla Kütahya’da görüşme imkanı buldu. Toplantı sonunda Polatkan telefonla beni arayarak maalesef Menderes’i ikna edemediklerini ve seçim yapılmayacağını durumu Sturc’e bildirmemi söyledi.
Toplantıda İçişleri Bakanı Namık Gedik varmış, ülkede anarşi önlenmeden seçime gitmenin doğru olamayacağı (seçimİ kaybetme tehlikesi) görüşünü ileri sürmüş; Menderes Namık Gedik’in görüşünü benimsemiş ve Zorlu ve Polatkan’ın seçim önerisini reddetmiş.
Çok geçmeden askeri darbe oldu ve maalesef darbeyi önlemek için seçim teklif eden (iktidarı kaybetme riskini göze alan) iki Bakan askeri darbenin kurbanları olup asıldılar!
ÖZET ve SONUÇ
1. Kanaatımca 27 Mayıs Darbesine yol açan faktörlerin başında Menderes Hükümetinin ekonomi politikalarındaki hatalardır. Dünya Bankası temsilcisinin kovulması bu sahadaki uyarı ve yapıcı eleştirilere bile tahammül edilmediğinin göstergesidir. Ekonomideki çöküntü ve anti demokratik politikalar ülkeyi darbeye sürüklemiştir.
2. Menderes askeri darbe uyarılarına aldırmamış, gerekli önleyici tedbirler alınmamış, şiddet ve anti demokratik yollarla darbenin önleneceği hatasına düşülmüştür.
3. En önemlisi demokrasinin vazgeçilmez kuralı olan seçimle iktidardan gitmek göze alınmamış ve bunun yerine iktidarda kalabilmek için şiddet ve her türlü anti-demokratik tedbirlere başvurulmuştur.
4. Şüphesiz Demokrat Parti’nin ülkeyi düşürdüğü şartlar askerlerin darbe yapmasının mazereti olamaz, darbeyi meşrulaştıramaz. Ancak eğer Menderes Zorlu ve Polatkan’ın seçim önerisini kabul etseydi, kanaatımca iktidarı kaybedecekti fakat askeri darbeyi önleyecekti. Maalesef 27 Mayıs Darbesinin önlenmesi mümkünken seçim kararı alınmamasının vebali büyüktür. 27 Mayıs darbesi ile başlayan askeri darbeler, seçim yoluyla gelen sivil hükümetlerin hatalı politikalarının verdiği zarardan daha çok zarar vermiştir.
Kemal Siber
Maliye Bakanlığı eski Hazine Genel Sekreteri ve
IMF Eski Direktörü - Ekim 2015
Bilmem beni hatırlayacak mısınız?
1962-63 yıllarında siz Bonn’da Büyükelçilik Basın Ataşesi ve değerli eşiniz Aysel Öymen Maliye (Hazine) Müşaviri olarak görev yapıyordunuz. Eşinizle ilgili idari bir problemi görüşmek için beni Ankara’ya ziyarete gelmiştiniz. O günlerde Hazine Genel Sekreteri (Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü ve İktisadi İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri) olarak görev yapmaktaydım.
1965 yılında Maliye Bakanlığı’ndan ayrıldım ve Uluslararası Para Fonu Teşkilatı (IMF) ‘de görev aldım. Uzun yıllar dış ülkelerde IMF Temsilciliği ve Ekonomi Müşavirliği yaptım. 1995 yılında emekli olup Türkiye’ye döndüm. 1962’den sonra sizinle görüşmedik, ancak Radikal ve Milliyet gazetelerindeki makaleleriniz ve TV’deki programlarınızı takip etmekteyim.
18 Ekim Pazar akşamı CNN Türk’deki ‘’Sağım Solum Tarih’’ programında sizi ve Taha Akyol’u izledim. Sayın Taha Akyol çok değer verdiğim bir yazardır. Her sabah bilgisayarımda Hürriyet Gazetesindeki yazılarını okur ve CNNTürk’deki ‘’Eğrisi Doğrusu’’ programlarını izlerim.
CNN Türk’te 18 Ekim’deki programda İnönü ve 27 Mayıs Askeri Darbesi ile ilgili olarak Taha Akyol’un İnönü’nün askeri darbeyi teşvik ettiği vahim bir iddiadır. Bence okuduğu belgeler İnönü’nün memleketin askeri darbeye sürüklendiğini, askerlerin darbeye hazırlandıklarını görerek Menderes ve Demokrat Parti’yi uyardığını vurgulamaktadır.
Sayın Akyol’un Menderes seçime gidecek iken askerlerin 27 Mayıs’ta darbe yaptığı iddiası ve görüşü ise gerçeklere aykırıdır.
O günleri bizzat yaşamış birisi olarak (90 yaşındayım), Merhum Menderes’in seçim yapacağı iddiasının ortaya atılması karşısında yaşadığım bir olayı açıklamayı tarihi bir zorunluluk olarak gerekli buldum. Maalesef olayda ismi geçenlerden benden başka hayatta kalan olmadığı gibi, adı geçen tarihi gizli toplantının tutanağı yapılmamış, devlet arşivlerine konmamıştır.
1960 yılı başlarında ülkemizin derin bir ekonomik kriz içinde olduğunu bilmeyen, görmeyen yoktu. Bugünkü gibi ülke ekonomik bir krize doğru giderken, iktidarın bunu görmemesi, kabullenmemesi ve tedbir almak gereği duymamasından farklı bir durum vardı. Menderes hükümeti acil olarak dış yardım istemek ve kredi bulmak telaşındaydı. Amerika gibi müttefik ülkelerden acil yardım almak imkânı yoktu. Bugünkü gibi dolar bolluğu içinde sıcak para ile idare etmek imkânı da yoktu. Müracaat edilecek kaynaklar uluslararası kurumlar idi. Bu kurumlar Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (OEEC), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (IBRD) idi.
Dünya Bankası ile ilişkilerimiz kesikti. 1954’de Türkiye’ye ekonomik yardımı artırmak ve kalkınmamızı desteklemek (Türkiye’yi örnek bir ülke göstermek) üzere Türkiye’ye Daimi Temsilci (Resident Representative) olarak uluslararası şöhreti olan, ikinci Dünya Savaşı’nda yıkılan Hollanda ekonomisini ayağa kaldıran eski Maliye Bakanı Lieftinck’i göndermişti. Menderes Hükümeti bu temsilciyi sudan sebeplerle (Dünya Bankasının yapıcı eleştirilerine kızarak) persona non grata ilan ederek kovdu. (Böyle bir olay dünya tarihinde görülmemiştir, eşi yoktur.) Bu yüzden Dünya Bankası Türkiye ilişkilerini kesti.
Kanaatımca, Menderes Hükümeti’nin Dünya Bankası Temsilcisini kovması iktidarları süresinde ekonomi sahasında yaptığı en büyük yanlıştır. Bu olay, 1955’ten itibaren ekonomimizin bozulması ve iflasa sürüklenmesinde rol oynamış en önemli faktördür.
Müracaat edilebilecek ikinci kaynak Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı idi.Bu Teşkilatla görüşmek için merhum Hasan Işık başkanlığında bir heyetle 1960 yılı başlarında Paris’e gittik. Teşkilatı acil dış yardım ihtiyacımız konusunda etraflı olarak bilgilendirdik. Ancak hükümetimizin ekonomiyi düzeltecek
gerekli tedbirleri alacağı hususunda güvenleri olmadığı için yardım talebimizi reddettiler; elimiz boş döndük.
Son müracaat edeceğimiz yer IMF’di. Dünya bankasından farklı olarak IMF ile ilişkilerimiz iyi idi. Türkiye ile olan ilişkilerde yetkili büyük Türk dostu çek asıllı amerikalı direktör seviyesinde Mr. Ernest Sturc vardı. (Aysel Hanım da kendisini hatırlayacaktır)
Son acil yardım ümidimiz olarak IMF’e başvurduk! Mr.Sturc bir misyonla beraber Ankara’ya geldi. Ekonomideki kötü durumumuz ve acil yardım ihtiyacımız aşikârdı. Bunu bizim kadar IMF de biliyordu. Ancak IMF’den kredi alabilmek için ekonomideki bozuklukları düzeltecek tedbirleri içeren bir program üzerinde IMF ile mutabakata varılması, bu programın uygulanacağını teyit ve kabul eden bir ‘Standby’ anlaşması gerekiyordu. Bu konuda IMF misyonu ile anlaşma teknik seviyede mümkündü. Ancak Hükümetimizin böyle bir anlaşmayı uygulayabileceğine IMF’in güvenmesi gerekliydi.
Ben o günlerde Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdür Yardımcı seviyesinde dış iktisadi ve mali ilişkiler konusunda görevliydim. IMF ile olan ilişkileri yürütüyor, IMF müzakerelerine katılıyordum.
Bu uzun girişten sonra Sayın Taha Akyol’un Menderes’in seçim yapacaktı, askerler darbe yaptı, buna mani oldu iddiasının doğru olmadığını gösteren olayı açıklıyorum.
Mr. Ernest Sturc ile IMF görüşmelerinin sonunda Hilton Otelinin Karadeniz Süitinde toplandık. Toplantıda Dışişleri Bakanı Zorlu, Maliye Bakanı Polatkan ve Dışişleri Bakanlığı’ndan Hasan Işık, Maliye Hazine Genel Müdürü Memduh Aytür ve muavini ben vardım. Toplantı çok özel, benzeri olmayan gizli bir toplantı idi.
Mr. Sturc hiç lafı dolaştırmadan doğrudan konuya girdi. Ülkemizde askerin önlenmez ise darbe yapacağı konusunda bir söylenti olduğunu, Türkiye ile bir ‘Stand-by’ anlaşması imzalanması ve istenen acil krediyi vermeyi çok arzu ettiğini ancak müzakere ve anlaşılan program henüz IMF Executive Board’a onaya sunulmadan, anlaşma yapılan hükümetin iktidarda olacağından emin olmaları gerektiğini açıkça söyledi. Kredi şartı olarak değil, bir Türk dostu olarak Türkiye’de erken bir seçim kararı alınır ve yürürlüğe konulursa, eğer bir askeri darbe hazırlığı varsa bunun önleneceği görüşünü ortaya attı. Bir seçim yapılırsa iktidara gelecek hükümet hangi partiden olduğuna bakılmaksızın derhal Ankara’ya geleceğini ve istenilen ‘Stand-by’ anlaşmasını sonuçlandıracağına dair söz verdi.
Toplantı sonunda kendi aramızda durum müzakere edildi. Her iki Bakan (Zorlu ve Polatkan) Sturc’ un haklı olduğu kanaatine vardı. Derhal Başbakan Menderes’e beraberce giderek onu erken seçim kararı almağa ikna etmek kararı aldılar. Mr. Sturc Ankara’dan ayrıldı.
Rahmetli Polatkan bana Zorlu ile beraber Menderes ile görüşmeye gideceklerini, Başbakanı ikna etmeye çalışacaklarını ve sonucu bana telefonla bildireceğini söyledi. Kararlarını Mr. Sturc’e derhal telefon ederek bildirme talimatı verdi.
İki Bakan Menderes’in peşine düştü ve ancak iki hafta sonra onunla Kütahya’da görüşme imkanı buldu. Toplantı sonunda Polatkan telefonla beni arayarak maalesef Menderes’i ikna edemediklerini ve seçim yapılmayacağını durumu Sturc’e bildirmemi söyledi.
Toplantıda İçişleri Bakanı Namık Gedik varmış, ülkede anarşi önlenmeden seçime gitmenin doğru olamayacağı (seçimİ kaybetme tehlikesi) görüşünü ileri sürmüş; Menderes Namık Gedik’in görüşünü benimsemiş ve Zorlu ve Polatkan’ın seçim önerisini reddetmiş.
Çok geçmeden askeri darbe oldu ve maalesef darbeyi önlemek için seçim teklif eden (iktidarı kaybetme riskini göze alan) iki Bakan askeri darbenin kurbanları olup asıldılar!
ÖZET ve SONUÇ
1. Kanaatımca 27 Mayıs Darbesine yol açan faktörlerin başında Menderes Hükümetinin ekonomi politikalarındaki hatalardır. Dünya Bankası temsilcisinin kovulması bu sahadaki uyarı ve yapıcı eleştirilere bile tahammül edilmediğinin göstergesidir. Ekonomideki çöküntü ve anti demokratik politikalar ülkeyi darbeye sürüklemiştir.
2. Menderes askeri darbe uyarılarına aldırmamış, gerekli önleyici tedbirler alınmamış, şiddet ve anti demokratik yollarla darbenin önleneceği hatasına düşülmüştür.
3. En önemlisi demokrasinin vazgeçilmez kuralı olan seçimle iktidardan gitmek göze alınmamış ve bunun yerine iktidarda kalabilmek için şiddet ve her türlü anti-demokratik tedbirlere başvurulmuştur.
4. Şüphesiz Demokrat Parti’nin ülkeyi düşürdüğü şartlar askerlerin darbe yapmasının mazereti olamaz, darbeyi meşrulaştıramaz. Ancak eğer Menderes Zorlu ve Polatkan’ın seçim önerisini kabul etseydi, kanaatımca iktidarı kaybedecekti fakat askeri darbeyi önleyecekti. Maalesef 27 Mayıs Darbesinin önlenmesi mümkünken seçim kararı alınmamasının vebali büyüktür. 27 Mayıs darbesi ile başlayan askeri darbeler, seçim yoluyla gelen sivil hükümetlerin hatalı politikalarının verdiği zarardan daha çok zarar vermiştir.
Kemal Siber
Maliye Bakanlığı eski Hazine Genel Sekreteri ve
IMF Eski Direktörü - Ekim 2015
Thursday, October 29, 2015
Ulusların Düşüşü” (Daron Acemoglu + James A. Robinson)
15 Şubat 2014'de arkadaşlara ilettiğim tanıtım notu
15 Şubat 2014'de arkadaşlara ilettiğim tanıtım notu
Kitabın ingilizce ismi “ Why Nations Fail?” . Bunun karşılığı “Uluslar niçin başarısız olurlar?”olarak Türkçeleştirilseydi, hem ingilizce aslına hem de kitabın içeriğine daha uygun olurdu diye düşünüyorum.
Doğan Kitap tarafından yayınlanan kitabı Faruk Rasim Velioğlu Türkçeye kazandırdı. Birinci baskısı Aralık 2013’de piyasaya çıktı. Kitabın ingilizce özgün baskısı ise Mart 2012’de yayınlandı.
Daron Acemoğlu Massachusetts Institute of Technology ‘de iktisat profesörü. James A. Robinson da Harvard Universitesinde siyaset bilimci ve iktisatçı. Daron Acemoğlu 1967 İstanbul doğumlu, ermeni kökenli bir T.C. vatandaşı. (Halen T.C. vatandaşlığını muhafaza edip etmediğini bilmiyorum. ABD vatandaşlığına kabul edilmiş olması olasıdır.) Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra, London School of Economics and Political Science’i bitirdi. 2013 yılında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”ne layık görüldü.
Yazarlar, “Neden bazı ülkeler gelişirken diğerleri gelişemedi?” sorusunun yanıtını adeta bir dünya turu yaparak ve tarihin derinliklerinde araştırıyor, tezlerini çok sayıda tarihi ve güncel örnek üzerinden anlatıyorlar ..
Yazarların, kitabın başlangıcında ortaya koydukları tez şu: günümüzde halen süregelen, hatta giderek derinleşen zengin ve fakir ülkeler arasındaki eşitsizliğin nedeni ne coğrafya ve iklim koşulları ne kültürel farklılıklar, ne de sermaye yetersizliğidir. Meksika ile ABD sınırında aynı ismi ( Nogales) taşıyan iki kasabada, aynı insanların bir kısmı sınırın bir tarafında, diğer kısmı da öbür tarafında yaşamalarına karşın, refah düzeylerinde çarpıcı farklılık var. Bunun nedeni nedir? Bu durum nasıl açıklanabilir?
Kitaptaki analiz yönteminin belkemiğini iki temel kavram oluşturuyor. “Sömürücü kurumlar” ( extractive institutions) kısa sürelerde ekonomik ve toplumsal gelişmeyi gerçekleştirse dahi, sonuçta siyasal iç çatışmalara yolaçıyor ve iktisadi gelişme sürekli olmuyor. “Kapsayıcı kurumlar” ( inclusive institutions) ise, mülkiyet haklarına saygılı, çoğulcu diğer bir deyimle, toplumun farklı katmanlarına karar sürecine katılma olanağı tanıyan, hukukun üstünlüğü, iletişim ve basın özgürlüğü gibi demokratik ögeleri içeren bir yapılanma , ekonomik gelişmeyi teşvik ediyor.
Çağdaş refah anlayışı siyasi kurumların güven verici olmalarına bağlı. Refah, yatırımlar, teşvikler ve yeniliklerden besleniyor.Yatırımcılar, girişimciler ve patent konusu yeniliklerin sahipleri güvenli bir ortam istiyorlar. Bunun iki temel koşulu da iktidarın merkeziyetçi yapılanması ve iktidar kurumlarının kapsayıcı (inclusive) olması. Zira, güçlü bir merkezi bir yönetim olmazsa, karmaşa ve istikrarsızlık olur. Böyle bir durumda ise yatırımcılar olumsuz etkilenir.
Örneğin, Afrika’nın bir çok ülkesinde yerel iktidar odakları, merkezi otoritenin boşluğundan ya da zayıflığından yararlanarak , refahı sadece kendisi ve yakın çevresiyle sınırlı tutar ve toplumun geri kalan büyük çoğunluğu fakirlik kısır döngüsüne mahkum olur.Afrika’da sömürgeci devletler sömürgeci kurumlar inşa ettiler ve ülkeler bağımsızlığa kavuştuktan sonra, bu kurumlar kısır döngü "pattern"ini bozmadan yeni yönetimlere devredildi. Devletin yönetimini ele geçirenler, sömürücü kurumların denetimsizliğinden yararlanarak, zenginliklerden çıkar sağlayan bir düzen kurdu, ancak diğer yandan iç çatışmaları teşvik eden bir ortam yaratılmış oldu. Örneğin, Zimbabve’de Mugabe beyaz rejimin oluşturduğu bir dizi sömürücü kurumun idaresini devraldı. Sonuçta, kurumlar sömürücü niteliğini muhafaza etti, aradaki tek fark Ian Smith ve beyazlar yerine Robert Mugabe ve partisinin (ZANU-PF) elit tabakasının ceplerini doldurmasıydı. Sahra-altı Afrika’da pek çok ülkenin durumu buna benziyor. Bununla beraber, Botswana ( Eski Bechuanaland) ilginç bir istisna oldu. Bağımsızlığını kazandığında Bechuanaland dünyanın en fakir ülkelerinden biriydi. İzleyen 45 yılda Botswana dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri oldu. Bugün, Botswana Sahra-altı Afrika’da kişi başına düşen en yüksek milli gelire sahip. Botswana bunu nasıl başardı? Bağımsızlığının ardından hızla kapsayıcı siyasal ve ekonomik kurumlar geliştirerek. O zamandan bu yana demokratik biçimde yönetiliyor, düzenli olarak, rekabete dayalı seçimler yapılıyor; ayrıca ne bir iç savaş ne de bir askeri müdahale teşebbüsü var. Hükümet, özel mülkiyet haklarına saygı gösteriyor, makroekonomik istikrar sağlayan ve kapsayıcı bir piyasa ekonomisinin gelişimini teşvik eden ekonomik kurumlar oluşturdu. Kitapta, Botswana’nın başarı öyküsü geniş olarak anlatılıyor.
Ülkelerin sömürücü kurumlar yüzünden ekonomik başarısızlığa uğramaları sadece Sahra-altı Afrikasi’na özgü bür durum değil. Güney Amerika’da Kolombiya ve Arjantin, Asya’da Kuzey Kore ve Özbekistan, Orta Doğu’da Mısır gibi ülkeler de benzer konumda. Bu ülkeler, farklı cografi koşullara, farklı kültürlere sahip olmalarına karşın, ortak özellikleri sömürücü kurumlar.
Kitapta benim dikkatimi çeken örneklerden biri, İngiltere’nin 1215 Magna Carta olayından başlayan inişli- çıkışlı süreci oldu. Sanayi devrimi neden İngiltere’de başlamış? Bunun arka planında 1688 Görkemli Devrim (Glorious Revolution- Bill of Rights) olgusunun yattığı ayrıntılı biçimde anlatılıyor. İngiltere siyasi tarihini özümsemenin önemi de bu vesileyle ortaya çıkıyor.
Kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne de değiniliyor. Teşhis kısaca şöyle: ”Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki çöküşüne dek mutlakiyetçi kaldı ve böylece matbaa makinesi gibi yeniliklere ve bunların sonucunda oluşabilecek yaratıcı yıkıma başarıyla karşı koymayı ya da engel çıkarmayı sürdürdü. İngiltere’de ortaya çıkan ekonomik değişikliklerin Osmanlı İmparatorluğunda cereyan etmemesinin nedeni sömürücü, mutlakiyetçi siyasal kurumlarla, sömürücü ekonomik kurumlar arasındaki doğal ilişkiydi...”
Osmanlı’da matbaanın kurulmasına Avrupa’dan yaklaşık 300 yıl sonra, ancak 1727 yılında izin verilmesindeki gecikmeye “yaratıcı yıkım”dan duyulan endişenin neden olduğu ve bu bağlamda, 18nci yüzyıl başlarında mevcut elyazması kitapların elde kopyalarını çıkaran seksen bin katibin faaliyet gösterdiği belirtilmektedir.
“Yaratıcı yıkım” kitabın anahtar kavramlarından biri.
Kitapta yer alan çok sayıda örnekler arasında Roma İmparatorluğu’nun yükseliş ve çöküşü, kurumlar bazında açıklanmaya çalışılıyor .
Kitapta günümüzde en çok tartışılan bir kalkınma modeline de yer veriliyor. Bunun Çin olduğu kolayca tahmin edilebilir. Yazarların, başarılı kalkınma sürecinin anahtarını “kapsayıcı kurumlar”ın varlığına ve iyi işlemesine bağlayan kuramları, Çin’in yükselişi karşısında nasıl savunulacak? Bu tartışmalı konuda, yazarlar şu argümanı öne sürüyorlar: “ kapsamlı kurumları olmayan bir düzen ekonomiyi fakirlikten kurtarabilir, ancak çağdaş refah düzeyine çıkaramaz. Zira, otokrasilerde gerçekleşen bir refahın kapsamlı bir kurumsallaşmaya dönüşmesini sağlayan doğal bir süreç yoktur.” Yazarlara göre, yatırım ve yenilikler (investment and innovation) için iki tür güvenceye gereksinim var. İktidar merkeziyetçi olmalı, ancak iktidarın şekillendiği kurumlar kapsayıcı olmalı. Çin’de iktidar yapılanması merkeziyetçi. Ancak, kapsayıcı kurumlar alanında net biçimde çağdaş ölçütlerin çok gerisinde. Çin’de parti, silahlı kuvvetleri de, yönetim kadrolarını da,iletişim ve haberleşmeyi de kontrol ediyor. Yazarlara göre, bugünkü siyasal yapılanma ile Çin’in modern refah düzeyini yakalaması olası değil.
İngiltere’nin ünlü “The Guardian” gazetesi, Daron Acemoğlu ve James A.Robinson’un çağımızın birinci sınıf entellektüel ağır topları arasında olduğunu belirtmiş ve “Why Nations Fail” kitabının konuya uzaktan da olsa ilgi duyan herkes için okunması zorunlu (must - read) nitelikte olduğunu savunmuş.
Bu kitaptaki çözümlemelerin ve tesbitlerin, bilinen kalkınma modellerinin yeniden değerlendirilmesi gereğini, özellikle, siyaset ile ekonomi (kurumlar ve yönetişim) arasındaki ilişkiyi tarihsel süreç içinde açık biçimde ortaya koyduğu kesinlikle öne sürülebilir. Bu noktadan hareketle, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, bölgesel kalkınma bankaları, UNDP gibi uluslararası kurumların özellikle gelişme yolundaki ülkelerin kalkınma projelerini desteklerken, bu kitapta yer alan gözlemleri ve çözümlemeleri dikkate alacağını düşünmekteyim.
Ülkelerin iktisadi kalkınmasını siyasal ve ekonomik kurumlar açısından inceleyen bu kitabın tartışmaya açık noktaları olmakla beraber, siyaset bilimi, siyasi tarih ve genel iktisat modelleri gibi disiplinlerde yardımcı ders kitabı olarak okutulmasının çok yararlı olacağı kanısındayım.
Ayrıca, Prof.Dr. Daron Acemoğlu’nun ve James Robinson’un uygun bir davetle ülkemizde misafir edilerek kitabında geliştirdiği tezler üzerinde bir ya da bir kaç konferans vermesi temennimi de dile getirmek istiyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)