Monday, August 31, 2020

Sinan Ülgen, Taha Akyol'un sorularını yanıtladı - 31 Ağustos 2020 pazartesi

 

Sinan Ülgen, strateji araştırmaları yapan EDAM başkanı ve diplomat. Taha Akyol’un sorularını cevapladı:

 '2011’deki Arap Baharı sonrasında yürütülen politikalar İsrail ve özellikle Mısır’ı Türkiye karşıtı ittifaka hediye etti. Mısır’ın içişlerine 2011 sonrasında bu kadar müdahil olmasaydık, Yunanistan ile Türkiye arasında bir tercihte bulunmayacaktı.'

TAHA AKYOL / KARAR

Karadeniz’deki keşif üzerinden bir ‘eksen değişimi’nden bahsetmek gerçekçi olmayacaktır. Umarım Türkiye’nin eksen değiştirmesi -ki bu tabirden kasıt ülkenin ekonomik refah olarak çok daha üst sıralara çıkmasıdır- bulacağı doğal kaynak üzerinden olmaz. 

Yunanistan’ın amacı Türkiye’nin daha da yalnızlaşmasını sağlamak. Sorun biriktirmek maharet değil. Türkiye yeniden ittifaklarını güçlendirmeli. Dünyada güçlü olmak da düşman biriktirmekle değil dost biriktirmekle başlar. 

Mısır’ın en büyüğü Zohr bölgesinde toplam 1.2 trilyon metreküp, İsrail’in en büyüğü Leviathan olmak üzere 990 milyar metreküp, Rum Yönetimi’nin en büyüğü Afrodit olmak üzere 550 milyar metreküp kanıtlanmış doğal gaz kaynağı var. Toplam kabaca 2.5. trilyon metreküp.

2011 Arap Baharı sonrasında yürütülen politikalar bir anlamda İsrail ve özellikle Mısır’ı Türkiye karşıtı ittifaka hediye etti...  Mısır’ın içişlerine 2011 sonrasında bu kadar müdahil olmasaydık, Mısır muhtemelen Yunanistan ile Türkiye arasında bir tercihte bulunmayacaktı. 

Karadeniz’de bulunan 320 milyar m3 gazın değeri nedir? 

Öncelikle bu keşfin ülkemiz adına sevindirici bir gelişme olduğunu söylemekle başlamak lazım. Nihayetinde Türkiye, hidrokarbon kaynakları bakımından dışarıya bağımlıdır. O nedenle yeni kaynak bulunması, gerek bu bağımlılığın azaltılması gerek ekonomik etkisi bakımından faydalıdır. Ancak bu erken aşamada daha somut bir ekonomik değer hesabı yapmak da pek mümkün değildir. Öncelikle açılan tek bir kuyu üzerinden tahmini bir rezerv rakamı telaffuz edilmiştir. Bundan sonra yürütülecek çalışmalar ve ilave kuyular sonrasında kanıtlanmış rezerv rakamına ulaşılması gerekecektir. Bu noktada ilk tahmine göre doğal gaz miktarı yukarı veya aşağı yönlü revize edilebilir. En son aşamada da çıkarılabilir rezerv hesaplaması yapılması gerekecektir. Bu noktada gazın ne kadar derinlikte olduğu, karşılaşılan kaya formasyonlarının geçirgenliği gibi teknik parametrelerin yanı sıra ithalat yoluyla tedarik edilen doğal gaz fiyatının hesaba katılması gerekecektir. Bütün bu aşamalar geçildikten sonra daha somut bir ekonomik değer hesaplaması yapılabilir. 

GAZ-PETROL ZENGİNİ ÜLKELER 

Karadeniz’de başka keşifler ihtimali? 

Evet mümkündür. Umarım da olur. Zaten bu keşif bugüne kadar Karadeniz’de bulunan en yüksek miktara tekabül etmektedir. Nispeten yakın bir bölgede Romanya’nın “Neptün” adını verdiği kaynakta 42-84 milyar metreküp doğal gaz bulunduğu tahmin edilmektedir.  

Türkiye’nin Rusya, İran, Körfez ve Suud gibi gaz-petrol zengini olma ihtimali var mı? 

Şu anda o hedefin çok uzağındayız. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Katar’ın kanıtlanmış doğal gaz rezervi 25 trilyon metreküp, Rusya’nın 39 trilyon metreküp, İran’ın ise 32 trilyon metreküptür. Yani Karadeniz’deki Sakarya havzasında açıklanan miktarın tamamı çıkarılabilir rezerv bile olsa, bu haliyle Türkiye’nin doğal gaz rezervi Rusya’nın rezervinin yüzde birine dahi ulaşamamaktadır. 

DOĞAL KAYNAK KAPANI Eksen değişmesi ne demek? Söz konusu mu? 

Karadeniz’deki keşif üzerinden bir “eksen değişimi”nden bahsetmek gerçekçi olmayacaktır. Zaten umarım Türkiye’nin eksen değiştirmesi – ki bu tabirden kasıt Türkiye’nin ekonomik refah olarak çok daha üst sıralara çıkmasıdır - bulacağı bir doğal kaynak üzerinden olmaz.  Siyasal ekonomi literatüründe “doğal kaynak kapanı” olarak adlandırılan bir kavram vardır. Demokrasileri henüz yeterince gelişmemiş ülkelerde zengin hidrokarbon kaynaklarının bulunması, bu ülkelerin yeterince sağlıklı ve çeşitlenmiş bir ekonomik yapıya sahip olmalarını güçleştirmekte, gelir dağılımını bozmakta ve nihayetinde demokratik gelişimini de akamete uğratabilmektedir. Venezuela, Rusya ve İran bu tespitin en güzel örnekleridir. Ülkemiz ekonomik anlamda eksen değiştirecekse kolaycılığa teslim olunmamalıdır. Bunun kanıtlanmış en somut yolu gerek okul öncesi gerek örgün gerekse hayat boyu eğitim uygulamaları üzerinden insan kaynaklarına yatırım yapmaktır. Böylelikle çağdaş ekonomik düzende rekabet edebilecek, katma değer yaratabilecek bir ulusal zenginlik elde edilir. Eksen değişiminin doğru yolu budur. Tabiatıyla bu süreci doğru siyasi ve makro ekonomik politikalarla da desteklemek gerekir. 

DOĞU AKDENİZ’DEKİ REZERVLER Gelelim Doğu Akdeniz’e; burada doğal gaz rezervleri nelerdir miktarları ne kadardır? 

Doğu Akdeniz’de bugüne kadar İsrail, Mısır ve GKRY’nin iddia ettiği münhasır ekonomik bölgesinde doğal gaz kaynakları bulunmuştur. Mısır’ın en büyüğü Zohr bölgesinde olmak toplam 1.2 trilyon metreküp, İsrail’in en büyüğü Leviathan olmak üzere 990 milyar metreküp, GKRY’nin en büyüğü Afrodit olmak üzere 550 milyar metreküp kanıtlanmış doğal gaz kaynağı bulunmaktadır. 

Türkiye Doğu Akdeniz’de ne neden yalnız?  

Daha önceki dönemde de Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşısında Yunanistan ve GKRY’den oluşan bir grup mevcuttu. Ama özellikle 2011 Arap Baharı sonrasında yürütülen politikalar bir anlamda İsrail ve de özellikle Mısır’ı bu Türkiye karşıtı ittifaka hediye etti.  İç politika kaygılarıyla alınan bazı kararlar dış politikada böyle olumsuz bir netice doğurdu. Doğu Akdeniz sorununda kritik ülkenin Mısır olduğunu düşünüyorum. Mısır’ın desteğini bu ölçüde kaybetmemeliydik. Ama o ülkenin iç işlerine taraf olmaya kalkınca ve de sizin sonuna kadar ve de açıkça desteklediğiniz Müslüman Kardeşler iktidardan düşürülünce, Sisi önderliğindeki Mısır yönetimi de Türkiye karşıtlığına kaydı. Oysa ki Mısır’ın içişlerine 2011 sonrasında bu kadar müdahil olmasaydık, Mısır çok muhtemelen Yunanistan ile Türkiye arasında bir tercihte bulunmayacaktı. 

LİBYA ANLAŞMASI ÖNEMLİ 

Bu yalnızlığı kırabilir miyiz? Libya faktörünün etkisi nasıl olur?

Türkiye, Doğu Akdeniz’deki diplomatik yalnızlığını kırmak ve deniz yetki alanlarının paylaşımına dair destek alabilmek için 2019 yılı Kasım ayında Trablus hükümeti ile bir anlaşma yaptı. Trablus’un Türkiye ile deniz yetki paylaşımı anlaşması yapmaya razı olmasının karşılığında da bu hükümete askeri destek sağlandı. Kasım 2019 anlaşması Doğu Akdeniz’de ilginç sonuçlar doğurdu. 

Libya ile yapılan bu anlaşmada Türkiye, Rodos ve Girit adalarına kıta sahanlığı tanımadı, yalnızca 6 millik karasularını tanıdı. Bu anlaşma Yunanistan’ı harekete geçirdi ve Atina öncelikle İtalya ile daha sonra da Temmuz 2020’de Mısır ile deniz yetki paylaşımı anlaşmalarını sonuçlandırdı. Bu anlaşmaları Türkiye ve Yunanistan açısından değerlendirdiğimizde şunlar söylenebilir. Öncelikle Libya-Türkiye Anlaşması, Yunanistan-İtalya ve Yunanistan-Mısır Anlaşmalarını tetiklemiştir. Bunun neticesinde ilk bakışta Türkiye Libya’yı, Yunanistan da Mısır’ı Doğu Akdeniz’deki diplomatik pozisyonuna destekçi olarak kazanmıştır. Mısır 2002’den bu yana Atina’nın ısrarlı tutumuna rağmen Yunanistan ile deniz yetki paylaşımı anlaşması yapmaktan imtina etmiş ve ancak Türkiye-Libya Anlaşmasında Libya’ya verilen bazı sahaların kendi münhasır ekonomik bölgesi ile çakıştığını gördükten sonra Yunanistan ile bu anlaşmayı imzalamaya ikna olmuştur. Kaldı ki Kahire buna rağmen anlaşmayı 26-28 paralel arasına sınırlamış ve Yunanistan’ın Meis ile ilgili tezlerine taraf olmamıştır. 

YUNANİSTAN’IN GERİ ADIMLARI 

Ancak daha yakından bakıldığında bu iki Anlaşma, Yunanistan’ın ülkemize karşı ileri sürdüğü tezlerde de geri adım attığını göstermektedir. İtalya ile yaptığı anlaşmada Korfu adasının Batısındaki Otonoi adasının tam bir kıta sahanlığını bulunmadığını kabul etmiştir. Keza Mısır ile yaptığı anlaşmada da Rodos ve Girit’in kıta sahanlığının kısıtlanmasını kabul etmiştir. Ayrıca Mısır ile iki ülkenin de münhasır ekonomik alanına sirayet eden olası bir hidrokarbon rezervinin ortak işletilmesi – condominium – prensibini kabul etmiştir. Oysa ki Yunanistan Türkiye’ye karşı Meis gibi bir adanın tam kıta sahanlığı bulunduğunu iddia etmeye devam etmektedir.   

TÜRK-YUNAN ANLAŞMAZLIĞI  

Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile Türkiye’nin tezleri nedir? Türkiye “Hakkaniyet” tezini kabul ettirebilir mi? 

Anlaşmazlığın özünde iki konu vardır. Birincisi Kıbrıs meselesi diğeri de adaların kıta sahanlığı meselesidir. Kıbrıs meselesini burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ama adadaki siyasi anlaşmazlığın sürmesi doğal olarak Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı açısından da sorun yaratmaktadır. 

Adaların kıta sahanlığı meselesinin arka planında ise 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi – BMDHS vardır. Türkiye BMDHS’ye taraf değildir. Ülkemiz bu Sözleşmeye iki nedenle taraf olmamıştır. Birincisi Sözleşmenin adalara kıta sahanlığı tanınmasına dair 121. Madde 2. Paragrafta yer alan genel hükümdür. İkinci neden ise sahildar devletlerin kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgelerine dair anlaşmazlıklarında zorunlu olarak uluslararası yargıya gitmelerini öngören Sözleşmenin 287. Maddesidir. O dönemde Türkiye, Ege denizinin özel durumuna atıfta bulunulmasını istemiş, bu talebi kabul görmeyince de Sözleşmeye taraf olmamıştır. 

Öte yandan Yunanistan, BMDHS’ye taraftır. Ve bu Sözleşmeye uygun olarak Doğu Akdeniz’deki adalarının kıta sahanlığının bulunduğunu iddia etmektedir. Biz ise bu adaların kıta sahanlığına ve dolayısıyla herhangi bir münhasır ekonomik bölgeye sahip olmadıklarını ileri sürmekteyiz. Anlaşmazlığın özü budur. 

ULUSLARARASI YARGI SEÇENEĞİ 

Peki bu anlaşmazlık nasıl çözülür? 

Bu anlaşmazlığın ilk elde çözüm şekli Yunanistan ile doğrudan müzakerelerdir. AB dahil bütün tarafların bu şartların oluşması için çaba göstermesi lazım. Uluslararası hukukta bu tip anlaşmazlıklar için ilk aşama doğrudan müzakerelerdir. Eğer taraflar bu müzakerelerde gene de anlaşamazlarsa – ki bazı durumlarda bu müzakereler çok uzun sürebiliyor, örneğin Rusya ile Norveç deniz yetki alanlarını 40 yıl müzakere ettiler – o zaman anlaşmazlık konusu sahada ortak ekonomik girişimlere yeşil ışık yakabilirler. Yani Doğu Akdeniz’de hangi ülkenin münhasır ekonomik bölgesi olduğu hususunda mutabakat oluşmamış bir alanda Türkiye ile Yunanistan ortak faaliyette bulunabilirler. Bu bölgede hidrokarbon kaynakları bulunursa, ortak işletirler vs. Son olarak da tabiatıyla uluslararası yargıya gidilebilir. Ancak bunun için öncelikle anlaşmazlık konuları ve coğrafyasının tespit edilmesi gerekecektir. Bu noktada örneğin Türkiye, uluslararası yargıya götürülecek paket içinde Ege sorunlarını da koymak isteyecektir. En son olarak da uluslararası mahkemenin göz önünde bulunduracağı hukuk normları konusunda anlaşmak gerekecek. Yunanistan BMDH ilkeleri derken, Türkiye hakkaniyet gibi daha temel ilkelerin de dahil olmasını isteyecektir. 

AVRUPA VE AMERİKA? 

AB genelde Yunan-Rum yanlısı ama Türkiye’ye yakın duran ülkeler de var. AB içinde bu konudaki gruplaşma nasıl? 

AB Cuma günkü Dışişleri Bakanları toplantısında Yunanistan ile dayanışma içinde olduğuna dair kanaatimce şanssız bir açıklama yaptı. Ama AB ülkeleri arasında bir görüş birliği yok.  Fransa’nın başını çektiği bir grup Yunanistan ve GKRY’ye kayıtsız şartsız destek veriyor. Buna karşılık İspanya ve İtalya gibi ülkeler Türkiye’ye daha müzahir. Dönem başkanı Almanya ise daha dengeli bir yol izleme niyetinde. Nitekim Almanya, bu yönde girişimde bulunarak Temmuz ayında Türkiye ile Yunanistan arasında 2016 yılından sonraki ilk istikşafi mahiyetteki görüşmenin Berlin’de tertiplenmesine ön ayak oldu. Ama hemen sonrasında Yunanistan’ın Mısır ile yaptığı deniz yetki paylaşımı anlaşmasını açıklaması ile bu süreç baltalandı. Bu noktada AB’nin yapması gereken eğer ki bu süreçte etkin bir rol oynamak istiyorsa Yunanistan’ın tezlerine doğrudan destek vermekten imtina etmekle başlamalıdır. 

Burada doğru eleştiriyi de yapabilmek lazım. Şöyle ki geçmişe baktığımızda Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflarda hep ABD arabuluculuk rolüne soyundu. Ancak günümüzde hele hele başkanlık seçimlerine 9 hafta kalmışken Trump Amerikasının böyle bir diplomatik hamle yapmasını beklemek gerçekçi değil. Dolayısıyla uzun zamandır dış politikada daha önemli bir aktör olma iradesiyle hareket eden AB’nin bu uzlaştırıcı rolü oynaması potansiyel olarak mümkün. Üstelik söz konusu alan asıl AB ülkelerinin ilgi coğrafyasında. Ama AB’nin de bu olumlu rolü oynayabilmesi için üye ülkesine kayıtsız şartsız destek tutumundan vazgeçmesi lazım. Bizim AB’ye kendi menfaatinin daha tarafsız bir tutuma sahip olmaktan geçtiğini anlatmamız lazım. Bir başka deyişle bu konuda AB’nin kendi üyesine destek olma reaksiyonu ile uzun vadeli menfaati çelişiyor. Bu çelişkiyi ortaya koymamız lazım. Kaldı ki aslında Almanya bu çelişkinin de gayet farkında. 

TÜRKİYE NASIL DAVRANMALI? 

Türkiye Ege ve Akdeniz’de nasıl bir diplomasi izlemeli? 

Birincisi Türkiye, Yunanistan’ın gerilimi tırmandırma politikasına kapılmamalıdır. Yunanistan bir yandan AB üyeliğini diğer yandan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki diplomatik yalnızlığını fırsat bilerek bilinçli bir tırmandırma politikası uygulamaktadır. Amacı Türkiye’ye aşırı bir tepki vermeye zorlayarak, AB’nin yeni yaptırımlar getirmesini ve Türkiye’nin daha da yalnızlaşmasını sağlamaktır. Dolayısıyla provokasyonlara dikkat etmek gerekecektir. Yunanistan ile diyalog çağrısını her fırsatta tekrarlamak yararlı olacaktır. 

Keza bu meselenin kamu diplomasisi boyutuna da ağırlık vermek elzemdir. Yurt dışı basını incelediğinizde, çoğu kez Türkiye’nin Yunanistan’ın egemenliğine saldırdığı varsayımı tekrarlanmaktadır. Günümüzde her ihtilafın aynı zamanda bir enformasyon harbi boyutu olduğu gerçeğinden hareketle, dünya kamuoyunda da zemin kazanmaya yönelik bir kamu diplomasisine geçmek gereklidir. Bugüne kadar izlenen yöntem ve stratejilerin yeterli olmadığı açıktır. Türk’ün Türk’e propagandası ile biz bu enformasyon harbini kazanamayız. Dış kamuoyuna hitap edecek, onların ekosistemine dahil sözcü kişi ve kurumları bulmamız ve bunlara yatırım yapmamız elzemdir. 

Son olarak dış politikadaki birikmiş sorunları çözmeye başlayan bir devlet olmamız gerekiyor. Sorun biriktirmek bir maharet değildir. Bütün dünya da bize karşı değildir. 

İlk bakışta birbirinden bağımsız gibi görülen dış politika meseleleri biriktikçe bir bakarsınız sizin hareket alanınızı daraltmaya başlar. İşin özü Türkiye yeniden ittifaklarını güçlendirmelidir. Dünyada güçlü olmak da düşman biriktirmekle değil dost biriktirmekle başlar. 

SİNAN ÜLGEN KİMDİR? 

Sinan Ülgen Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi ( EDAM) başkanı ve eski diplomat. 1989-2007 yıllarında Dışişleri Bakanlığı’nda meslek memuru olarak, Türkiye’nin AB nezdindeki Daimi Temsilciliği’nde ve Trablus Büyükelçiliği’nde görev yaptı. Kemal Derviş ile birlikte “Çağdaş Türkiye’nin Avrupa Dönüşümü” adlı bir kitabı yazdı. Türkiye’nin nükleer enerji politikası ve siber dünyanın küresel yönetişimi konusunda Carnegie Uluslararası Barış Vakfı tarafından yayınlanmış kitapları var.

Tough Times for the People of Belarus by Ali Tuygan

 

Tough Times for the People of Belarus

August 31, 2020

Following the Belarus presidential election, protesters took to the streets claiming that the result was rigged. With Ukraine conflict continuing across the border, theirs was an act of courage. Riot police reacted with violence. President Lukashenko has been in power for 26 years and foreign election observers have been barred since 1995.  Two days after the election, opposition leader Svetlana Tikhanovskaya, left Belarus for neighboring Lithuania. From safety in Vilnius she said, “The Belarusian people are no longer afraid. We will win.”

German Chancellor Merkel, French President Macron, Finnish President Sauli Niinistö, President of the European Council Charles Michel and, Italian Prime Minister Giuseppe Conte had telephone calls with President Putin. Readouts of these calls by the Kremlin are similar. Mr. Putin emphasized that “interfering in the republic’s domestic affairs and putting pressure on the Belarusian leadership would be unacceptable; some countries’ attempts to put pressure on the Belarusian leadership would destabilize the internal political situation and be counterproductive”.

On 19 August, President of the European Council, following a video conference of the members, announced their conclusions on Belarus. Members of the Council said the elections were neither free nor fair, therefore the results not recognized. They condemned the disproportionate and unacceptable violence displayed by the state authorities against peaceful protesters.

The US also condemned the violence and expressed support for the aspirations of the Belarusian people to choose their leaders and to choose their own path, free from external intervention.

Last Thursday President Putin gave an interview to Rossiya TV channel. He said:

“… we have certain obligations towards Belarus, and this is how Mr. Lukashenko has formulated his question. He said that he would like us to provide assistance to him if this should become necessary. I replied that Russia would honor all its obligations.

“Mr. Lukashenko has asked me to create a reserve group of law enforcement personnel, and I have done this…”

The same day NATO Secretary General Jens Stoltenberg met Chancellor Angela Merkel. In remarks to the press following the talks he said: “… It is for the people of Belarus to determine their own future. All NATO Allies support a sovereign and independent Belarus. The regime in Minsk must demonstrate full respect for fundamental rights, including freedom of speech and the right to peaceful protest.

“NATO has no military build-up in the region. So, any attempt to use that as an excuse to crack down on peaceful protesters is absolutely unjustified.”

Is President Lukashenko a democratic leader? Certainly not. Would he do anything to remain in power? Yes, he would. Was the latest election result rigged? Most probably. Are the people of Belarus fed up with Mr. Lukashenko after 26 years? Yes. Should the West react? Yes.

The last and toughest question: How and to what extent?

In November 2003, thousands of Georgian demonstrators took to the streets to protest the flawed results of parliamentary elections. They gave red roses to the soldiers symbolizing their peaceful intentions. And soldiers who were expected to quell the protests laid down their guns. Thus, it became known as the “Rose Revolution”. No one was hurt. President Shevardnadze was replaced by Mr. Mikhail Saakashvili who led Georgia into a disastrous confrontation with Russia in 2008. Abkhazia and Southern Ossetia declared independence and were recognized by Russia.

In November 2013, tens of thousands of Ukrainians took to the streets in Kiev to protest at the government’s sudden decision to abandon plans to sign an association agreement with the EU. In February, dozens died, and hundreds were injured in a day of violence. On 21 March 2014, Russia’s Federation Council, the upper house of the parliament, endorsed Crimea’s annexation. The Ukraine conflict drags on.

In February 2019, Hong Kong’s Security Bureau proposed amendments to extradition laws that would allow extraditions to mainland China. Thousands took to the streets to protest the proposed bill. On May 28, 2020 China’s parliament approved imposing security legislation on Hong Kong to tackle secession, subversion, terrorism and foreign interference. A growing number of Hong Kong protesters have fled Hong Kong since then. Nathan Law, one of Hong Kong’s most prominent young democracy activists proclaimed from safety in London, “Hong Kong people will not give up“.

In an earlier post[i] said,

“Much would depend on the attitude of the Hong Kong protest movement. Because there are redlines beyond what is said in the agreement between China and Britain on the future of Hong Kong which they cannot totally disregard. Although these may not have been stated with precision, their essence is no secret. In continuing their protests, they must take care to avoid having to admit in the future that they have overreached. They must not lose sight of the fact that Hong Kong’s democracy can serve as a source of inspiration for Chinese people when democracy’s decline is a current topic.”

Now, some worry about Peking’s plans to “reunite” Taiwan with the mainland under Chinese Communist Party’s rule. Nothing unexpected.

The Georgian and Ukrainian conflicts were mishandled by their leaders and the West. Protesters in Hong Kong with Western encouragement overreached themselves.

Neither Russia nor China is a democracy. Nonetheless, leadership of both countries should stop seeing aspirations to democracy in their neighborhood as an existential threat. Respect for the independence and sovereignty of nations is the fundamental principle of international law and international good conduct as enshrined in the UN Charter. Standing solidly behind Mr. Lukashenko would not serve Russia’s long-term interests.

Should peoples aspiring to democracy succumb to authoritarianism and their powerful neighbors? No. Should Western countries continue to support democratic aspirations of peoples? Yes. But they must not be selective. They conveniently dealt with some Middle East autocrats for decades because their economic interests prevailed over everything else. It is now up to them to prove that democracy is not in decline; to eliminate what has given rise to populism; and to prove that racism is no longer an issue.

In taking positions regarding political problems in Russia’s and China’s vicinity the West should be careful. Today’s reality is that Moscow and Peking also have their Monroe doctrines. And three major powers’ inability to make decisive interventions in the immediate periphery of the other two is part of that reality. Western countries should take a principled stand on democracy but avoid overextending themselves. Experience shows that diplomatic dialogue and multilateral approaches are better options than outright defiance and interference which undermine aspirations to democracy. Unfortunately, in wrangling between major powers losers always the peoples in the area of competition like in Iraq, Georgia, Ukraine, Syria, Libya, and Hong Kong.

Friday, August 28, 2020

China's 'Debt - Trap' Diplomacy with Third - World Nations

 

Comment on this item

 
Email me if someone replies to my comment

Note: Gatestone appreciates your comments. The editors reserve the right not to publish comments containing: incitement to violence, profanity, or broad-brush slurring of any race, ethnic group or religion. Gatestone also reserves the right to edit comments for length, clarity and grammar, or to conform to these guidelines. Commenters' email addresses will not be displayed publicly. Please limit comments to 300 words or less. Longer submissions are unlikely to be published.

Copyright © 2020 Gatestone Institute.
All rights reserved.

The articles printed here do not necessarily reflect the views of the Editors or of Gatestone Institute. Both reserve the right not to publish replies to articles should they so choose.
Gatestone Institute is a 501(c)3 not-for-profit organization, Federal Tax ID #454724565.

GATESTONE CONTACTS

Contact: info@gatestoneinstitute.org
Editorial: editor@gatestoneinstitute.org

Terms of Use   Privacy & Cookies Policy

This website uses cookies to provide you with better services.
To find out more, please review our Privacy and Cookies Policy