Osmanlı Devletinde Ermeni meselesi -
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
01 Mart 2017
Osmanlı Devleti tarafından yüzyıllar boyunca millet-i sadıka olarak kabul edilen Ermeniler, Avrupa devletlerinin Şark Meselesi olarak şöhret bulan politikaları neticesinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren zayıflayan Osmanlı idaresine karşı ciddi bir sorun teşkil etmeye başlamışlardır. Fransız Devrimi’nin fitilini ateşlediği milliyetçilik cereyanları ile zayıflayan Osmanlı Devleti’nin topraklarına göz koyan Avrupalı güçlerin Hıristiyan azınlıklardan kendi emellerini gerçekleştirebilmek için yararlanma arzuları, Ermeni Kilisesi tarafından da desteklenen Ermeni milliyetçiliğini teşvik etmiş; başlangıçta burjuva ve şehir kökenli olan ve elitist bir özellik taşıyan Ermeni milliyetçiliğinin Ermeni toplumunun tüm katmanlarına yayılarak ayrılıkçı bir renge bürünmesini hızlandırmıştır. Bu sürecin dönüm noktası, literatürümüzde 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile bu savaşı müteakiben imzalanan Ayastefanos (3 Mart 1878) ve Berlin (13 Temmuz 1878) andlaşmalarıdır.
93 Harbi süresince Rus ordusu ile yakın bir işbirliğine girmiş olan Ermeni meclisi, savaşın ardından, Rus Çarı II. Aleksandr’a “Fırat’a kadar olan bölgenin Türklere geri verilmeyerek burada Rusya’ya bağlı bir Ermenistan kurulması” şeklinde özetlenebilecek bir muhtıra göndermiştir. Siyasi dengeler sebebiyle gerçekleştirilmesi Ruslar tarafından dahi mümkün görülmeyen bu talebin bir nebze olsun telafi edilebilmesi için Ruslar, anlaşmaya, Ermenilerin sakin olduğu Doğu Anadolu vilayetlerinde ıslahat yapılması ve buradaki Hıristiyanların Kürt ve Çerkeslere karşı korunmasının temin edilmesi gerektiğini bildiren meşhur 16. maddeyi eklemişlerdir. Bu, aynı Küçük Kaynarca Andlaşması’nın (21 Temmuz 1774) 7 ve 14. maddelerinin Çarlık Rusyası’na Orta Doğu politikaları konusunda bir meşruiyet sağladığı gibi Anadolu üzerindeki Rus emel ve tasarrufları için de bundan sonra hukuki bir zemin teşkil edecek bir biçimde düzenlenmiştir. Ancak, olası bir Osmanlı dağılmasının nimetlerinin sadece Ruslara bırakılamayacak kadar kıymetli olduğunu idrak eden Düvel-i Muazzama’nın diğer üyeleri Ayastefanos Andlaşması’nın Osmanlı aleyhindeki ağır hükümlerinin toplanan Berlin Kongresi ile tadil edilmesini kararlaştırmışlar; neticede birçok madde tekrar düzenlense de, bundan sonra Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahalede en önemli unsuru teşkil edecek olan ıslahat sorunu, 61. madde ile olduğu gibi bırakılmıştır.
Ermeni Meselesi artık siyasallaşmış ve Düvel-i Muazzama mensupları, özellikle de İngiltere ve Rusya arasındaki çekişme neticesinde uluslararası bir boyut kazanmıştır. Mevcut durumdan istifade etmek isteyen Ermeniler de bir adım daha atarak hızla yurt içinde ve dışında siyasi teşekküller kurmaya başlamışlardır. Bu teşekküllerin en önemlileri siyasi varlıklarını günümüze kadar sürdüren Hınçak (1887 yılında Cenevre’de kurulmuştur) ve Taşnaksutyun (1890 yılında Tiflis’te kurulmuştur) fırkalarıdır.
Oluşumlarında bariz bir Rus destek ve etkisinin görüldüğü bu teşekküller, Makyavelist bir yaklaşımla, salt büyük güçler arasındaki siyasi çekişmelerin nihai hedefleri olan Türk topraklarında bağımsız bir Ermenistan kurulmasına yetmeyeceğini, gayelerini gerçekleştirebilmek için kendilerine büyük güçlerin çifte standartlı yardımını sağlayacak başka vasıtalara da başvurmalarının elzem olduğunu kısa sürede anlamışlardır. Bu vasıtaların en önemlisi, sonuçlarından Türkiye Cumhuriyeti olarak yakın geçmişe kadar muzdarip olduğumuz şiddet ve terördür.
Her ne kadar nüfus içerisinde asla çoğunluğu teşkil etmemiş olsalar da Anadolu toprakları üzerinde hak iddia eden Ermeniler ile bu toprakların gerçek sakini Türk ve Müslümanlar arasında ilk ciddi olaylar 1890 yılında Erzurum ve İstanbul Kumkapı’da patlak vermiştir. Bu, Ermeni terör ve şiddet sinsilesinin ilk halkasıdır. Sultan II. Abdülhamid ve hatta kendisi de bir Ermeni olan Patrik Aşıkyan da dahil olmak üzere Osmanlı idarecilerine suikast teşebbüslerinden masum Müslüman halkın katledilmesine kadar geniş bir yelpazede cereyan eden Ermeni faaliyetleri, başarılı bir propaganda neticesinde, Batı kamuoyunda taraftar bulmuş ve II. Abdülhamid’in “Kızıl Sultan”, Türk halkının ise “masum Ermeni halkının katlinden sorumlu barbarlar” olarak nitelendirilmesinin amili olmuştur. 11 Mayıs 1895’de Sasun olaylarını müteakip Avrupa devletlerinin Osmanlı idaresine verdikleri notada, ıslahat yapılacak vilayetlerin Vilâyât-ı Sitte adıyla Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Mamûretülaziz ve Diyarbekir olarak belirlenmesi, her ayrılıkçı akımın ihtiyaç duyduğu coğrafi alan mefhumunun da Ermenilerin şuurunda yer bulmasını ve toprak iddialarının kendilerince meşru bir zemin kazanmasını hızlandırmıştır.
Batı dünyasına yönelik Ermeni propagandasında, vuku bulan şiddet olaylarının müsebbibinin II. Abdülhamid’in baskıcı rejimi olduğu iddiası, İttihad ve Terakki’nin iktidara gelişini müteakip yaşanan gelişmelerde de görüleceği üzere asılsızdır. İmparatorluğun hızla parçalanmakta olduğunu gören İttihadçıların II. Meşrutiyet’in başlarında iyi niyetli “ittihad-ı anâsır”ları uğruna Ermeni komiteleri ile birlikte hareket etme arayışları, fayda vermemiştir. Ayrılıkçı isyanlar gün be gün artmakta, İmparatorluk kan kaybetmektedir. Üstelik, Osmanlı topraklarında gözü olan iki hasmın, Çar II. Nicholas ile VII. Edward’ın, 1908 yılında, Reval’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı hususunda anlaşmalarıyla Rusya ve İngiltere arasındaki çekişmeden yoksun düşen Osmanlı diplomasisinin harekat sahası hızla daralmaktadır. Türk entelektüelinin zihninde “son yurt Anadolu” özel bir hassasiyet kazanmaktadır. Fonda bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, Ermeniler işte bu topraklar üzerinde de asılsız bir şekilde hak iddia etmektedirler. Birinci Cihan Harbi, artık kırılma noktasıdır.
Osmanlı Hükümeti’nin Birinci Cihan Harbi’ne girme kararı almasının en önemli nedenlerinden biri, hızla akmakta olan kum saatini durdurarak İmparatorluğu Rusya’ya karşı koruyabilme endişesidir. Bu çerçeveden bakıldığında, Doğu’daki Ermeni azınlığın tasarrufları ayrı bir önem kazanmaktadır. Daha 1912 yılında, İstanbul’daki Rus büyükelçisi Dışişleri Bakanı S. D. Sazanof’a gönderdiği raporunda, “Van, Bâyezid, Bitlis, Erzurum ve Trabzon konsoloslarımızın bildirdiklerine göre bu vilayetlerdeki Ermenilerin hepsi Rusya tarafındadırlar ve bizim ordularımızı bekliyorlar…21 Kasımda Bâyezid konsolosunun bildirdiğine göre, bütün Ermeniler Türkiye’ye karşı düşmanca tavırda bulunuyorlar ve Rusya’nın protektörlüğünü, Ermeni topraklarını işgal etmelerini bekliyorlar. Ermeni Patriği Rusya’ya Türkiye’deki Ermeni halkını kurtarması için yalvarmaktadır.” demektedir. 1914 yılına gelindiğinde, Ermeni komiteleri de Türkiye’deki şubelerine şu tâlimatı vermişlerdir: “Rus ordusu sınırdan ilerler ve Osmanlı ordusu geri çekilirse her tarafta birden eldeki vasıtalarla başkaldırılacaktır.
Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, resmî binalar bombalanacak, iaşe depolarına sabotajlar düzenlenecek; aksine Osmanlı ordusu taarruza geçerse Ermeni askerleri Ruslara katılacak ve silah altına alınanlar kıtalarından kaçarak, Türk birliklerinin geri cephelerine zarar vermek ve ülke içinde çeşitli olaylar çıkarmak için çeteler kuracaktır.”
Nitekim, savaşın başında Doğu Cephesi’nde yaşanan gelişmeler aynen yukarıdaki raporlarda öngörüldüğü şekilde seyretmiştir. Ermeniler, seferberlik ilan edildiği 3 Ağustos 1914 tarihinden itibaren ordudan kaçmaya başlamışlar; Türk askerlerine karşı Zeytun’da silahlı saldırı tertip etmişler; Rusya’ya göç ederek Ruslar tarafından Türk ordusuna karşı savaşmak üzere oluşturulan çetelere katılmışlar; Rus ordusunun 1 Kasım 1914’te Doğu Anadolu üzerine başlattığı taarruzu müteakip de birçok vilayette isyan çıkarmışlardır. Bu Ermeni isyanları arasında en büyüğü ve aralarında tehcir kararı da bulunmak üzere sonuçları açısından en önemlisi, Van’daki isyandır.
Van ve çevresinde memur ve jandarmalar öldürülmüş, karakollar ve Türklerin evleri saldırıya uğramış, resmî binalar yakılarak isyan bütün Van bölgesine yayılmıştır. Osmanlı hükümetinin seferberlik ilânından itibaren dokuz ay boyunca iyi niyetle ve küçük tedbirlerle işi çözmeye çalışması fayda etmemiş, Ermeniler konusunda köklü tedbirler alma lüzumu gün geçtikçe önem kazanmıştır. Bu tedbirlerin en önemlisi, tehcir kararıdır. İşte bu makale tehcir sürecinin nasıl işletildiği üzerinde duracak ve gerçeğin Ermeni propagandası tarafından sunulan manzaradan tamamen farklı olduğunu gösterecektir.
No comments:
Post a Comment