Evrensel
‘Süreç’te Rojava-SDG çıkmazı!
Yusuf Karadaş
26 Temmuz 2025
yusufka17@gmail.com
Kürt sorununda iktidar ortağı Bahçeli’nin geçtiğimiz yılın ekim ayında başlattığı son süreç, PKK lideri Öcalan’ın şubat ayında örgütüne fesih kongresi toplama ve silah bırakma çağrısı yapması ve PKK’nin de bu çağrıya yanıt olarak fesih kongresini toplayıp en son silah bırakma töreni düzenlemesiyle hızlı biçimde ilerliyor. Şimdi iktidar ve Meclis Başkanı Kurtulmuş, PKK’nin silah bırakma sürecinin yasal dayanaklarını oluşturacağı belirtilen Meclis komisyonunun kimlerden oluşacağı ve nasıl çalışacağı konusunda Meclisteki partilerle görüşmeler yapıyor. İktidar bugüne kadar sorunun çözümüne hizmet edecek hiçbir somut adım atmadığı halde bu sürecin Türkiye ayağının hızlı ilerlemesinde özellikle Öcalan’ın sorumluluğu üzerine almasının belirleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
Öte yandan iktidar son dönemlerde her ne kadar bu süreci iç politikayı dizayn etmenin aracı olarak kullanmaya yönelmiş olsa da Bahçeli’nin bu süreci başlatmasındaki temel motivasyonu “bölgesel gelişmeler” idi. Dolayısıyla Rojava’daki özerk yönetim ve SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) pozisyonu, bu sürecin hem gerekçelerinden ve hem de önemli ayaklarından birini oluşturuyordu. Ancak sürecin Türkiye ayağının aksine Rojava-SDG ayağının Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı olarak giderek çıkmaza doğru sürüklendiği görülüyor. Dışişleri Bakanı Fidan’ın isim vermeden SDG’ye müdahale tehdidinde bulunması, önümüzdeki günlerde Rojava ve SDG konusunda yaşanacak gelişmelerin sürecin gidişatı bakımından da önemli sonuçları olacağını haber veriyor.
Sürecin Rojava-SDG ayağında olup bitenleri ve bundan sonraki olası gelişmeleri anlayabilmek bakımından şu noktalara dikkat çekilebilir:
Birinci olarak; ABD, Batılı emperyalistler ve bölgesel gericiliklerin (Türkiye ve Körfez ülkeleri) Alevi ve Dürzilere yönelik katliamlarla mezhepçi-cihatçı çizgisini koruduğunu gözler önüne seren ve Suriye halklarını yönetme kapasitesinden ne kadar uzak olduğunu gösteren geçici HTŞ (Heyet Tahrir eş Şam) yönetimi ve lideri Colani’yi desteklemeye devam edeceklerini ortaya koyuyorlar. Bu güçlerin desteklerinin arkasında Colani’nin siyasi, ekonomik ve askeri olarak Suriye’nin kapılarını kendilerine ardına kadar açmasının belirleyici bir rol oynadığına şüphe yok.
Suriye’ye yönelik yaptırımlarını kaldıran ve Suriye halklarına karşı katliamlar yaptığı bir dönemde HTŞ’yi terör örgütleri listesinden çıkaran ABD emperyalizmi, bugün geçici HTŞ yönetimi ve İsrail arasındaki görüşmeler için de ara buluculuk yapıyor. İsrail, Suriye’nin askeri altyapısını ortadan kaldırmış ve stratejik noktalarını işgal etmişken önceki gün Paris’te Suriye’nin geçici yönetiminin Dışişleri Bakanı Şeybani ile İsrail Stratejik İşler Bakanı Dermer arasında ABD’nin ara bulucu olduğu bir görüşme gerçekleştirildi.
ABD Başkanı Trump ve Suriye Özel Temsilcisi Barrack, İran ve Filistinli gruplara karşı açıktan tutum alan ve İsrail ile iş birliği anlaşmaları olan Abraham/İbrahim Anlaşmalarına katılma sinyalini veren Colani’yi her fırsatta övüyorlar. Dolayısıyla ABD emperyalizminin Şam’daki geçici yönetimi kendi politik eksenine ve İsrail ile iş birliğine entegre ettiği oranda Suriye Kürtlerine duyduğu ihtiyacın da giderek azalacağı bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Geçici HTŞ yönetimi ve İsrail arasındaki doğrudan görüşmeler de bu yönlü gelişmelere işaret ediyor. Daha sonra SDG Komutanı Abdi ile Ürdün’de yaptığı görüşmede söylemini kısmen yumuşatsa da Barrack’ın temmuz başlarında Şam’da Abdi’nin öncülük ettiği Kürt heyeti ve Colani yönetimi arasında yapılan görüşmeden sonuç çıkmaması üzerine SDG’yi “Sonsuza kadar bebek bakıcısı ve ara bulucu olarak burada kalmayacağız” sözleriyle tehdit etmesini de bu gelişmelerle birlikte okumak gerekiyor. Elbette İsrail’in de beklentileriyle bağlantılı olarak ABD emperyalizmi SDG konusunda bir süre daha dengeleri gözetebilir ancak kendi eksenine girmiş bir Colani yönetimi ve bölgesel taşeronluğuna dünden daha istekli bir Erdoğan yönetimi varken ABD emperyalizminin önceliğinin Kürtler olmayacağını görmek için yakın tarihe göz atmak yeterli olacaktır.
Suriye’deki geçici HTŞ yönetimi, mart ayında Alevilere yönelik katliamla ilgili hazırladığı raporu geçtiğimiz günlerde açıkladı. Raporda Alevilere yönelik katliamın organize olmadığı iddia edilerek bu cihatçı-mezhepçi saldırı aklanmaya çalışılıyor. Devamında Süveyda’da Dürzilere yönelik katliam ve insanlık dışı uygulamalar, el Kaide geleneğinden gelen HTŞ’nin Suriye’de kapsayıcı bir yönetim oluşturabileceği beklentilerine verilmiş bir yanıt olarak anlam kazandı. Geçmişte HTŞ’nin (önceli el Nusra) saldırılarına maruz kalan Kürtler, bu koşullarda SDG’nin dağıtılmasının ve Suriye ordusuna entegre edilmesinin ne anlama geldiğini/geleceğini çok iyi biliyor. Bu nedenle SDG Sözcüsü Ebcer Davut, “Bu koşullarda SDG güçlerinin silahlarını teslim etmesinin imkansız” olduğunu söylüyor. SDG, özerklik statüsünün korunacağı ve orduya yapısını koruyarak katılacağı bir çözüm talep ediyor ve bu talebi geçici HTŞ yönetimi tarafından reddediliyor.
İşte böylesine kritik bir süreçte Katar destekli Middle East Eye haber sitesi, ABD ve Türkiye’nin Suriye ordusuna entegre olması için SDG’ye 30 gün süre verdikleri iddiasını gündeme getirdi. Bu iddiayla eş zamanlı olarak Milli Savunma Bakanlığı Sözcüsü Tuğamiral Zeki Aktürk, HTŞ yönetiminin “Suriye’nin savunma kapasitesinin geliştirilmesi ve terör örgütleriyle mücadele kapsamında Türkiye’den resmi destek talep ettiğini” açıkladı. Erdoğan iktidarı ile birlikte planlandığı şüphe götürmez olan bu talebin SDG üzerindeki baskıyı ve müdahale tehdidini büyütmek amacını taşıdığı açıktır.
Dışişleri Bakanı Fidan’ın “Müdahale ederiz” tehdidi, bu gelişmelerin devamında geldi. Gerçi Fidan, müdahale tehdidinden önce “Diplomasi yoluyla konuşacağımız çok şey var” diyor. Ancak ön koşulu SDG’nin askeri yapısını dağıtması ve enerji kaynakları ile sınır kapılarını HTŞ yönetimine devretmesi olan bir ‘diplomasi’; aslında SDG ve Kürtlere konuşarak, yani silahsız yoldan teslimiyeti dayatmanın ötesinde bir anlam taşımıyor.
Erdoğan iktidarının Kürt sorununu bir “terör sorunu” ve Rojava özerk yönetimi ile SDG’nin taleplerini “İsrail kışkırtması” olarak görmeye devam ettiği koşullarda Öcalan’la yürütülen sürecin bu sorunları çözmesi de zorlaşıyor. Kürt sorunundaki son süreç, tıpkı 2013-15 arasındaki “çözüm süreci”nin Kobanê ile sınanması gibi bir kez daha Rojava-SDG gerçekliği ile sınanacağı bir noktaya doğru ilerliyor.
No comments:
Post a Comment