Sunday, January 30, 2022

Yeni ANA dergisinin Ocak - Şubat 2022 sayısında yayınlanan kısa makalem : Ulusal Çıkarlar ve Dış Politika

 ULUSAL ÇIKARLAR VE DIŞ POLİTİKA

Önder Özar (Eemekli Büyükelçi)


Yaş haddinden emekli olduktan hemen sonra, üniversitede onbir yıl süreyle "diplomasi ve diplomatik yazışmalar"dersini verdim. Üzerinde durduğum önemli konulardan biri, dış politika ile diplomasi arasındaki bağlantıydı. Dış politika, basit tanımı ile devletin ulusal çıkarlarının korunmasını, bir başka ifadeyle devletin diğer devletler ve uluslararası aktörlerle ilişkilerinin en avantajlı konuma getirilmesine, dolayısıyla ulusal çıkarlarının sağlanmasına yönelik girişimler ve etkinliklerin, diplomasi ise, dış politikanın etkili ve sonuç alıcı şekilde uygulanması işlevini yerine getiren araçlar ve etkinliklerin tümü olarak tanımlanabilir. Dış politika ve diplomasi, aslında birbirini tamamlayan ve etkileyen öğelerdir.  Bu kısa girişten sonra,  "ulusal çıkarlar" kavramını daha yakından incelemek ve bazı tesbitler yapmak istiyorum.

Ayrıntılara girmeden, "ulusal  çıkarlar"  bir devletin uzun erimli güvenliği ve halkının refahı için gerekli olan fiziksel bütünlüğün, siyasal kimliğin ve kültürel değerlerin güvence altına alınmasını, bu değerlerin başka devletlerin ya da güçlerin ihlallerinden korunmasını amaçlar. Fiziksel bütünlük, kara, deniz ve hava alanlarını, daha popüler kavramıyla vatan'ı, siyasal kimlik, siyasal- ekonomik sistemi, kültürel kimlik, tarihi ve sanatsal mirası ve gelenekleri kapsar. Bu değerler devletin ve milletin egemenliği ve bekası için yaşamsal bileşenlerdir

"Ulusal çıkarlar"ın kesin bir tanımı olmadığı gibi, esnek ve çeşitli yorumlara elverişli bir kavramdır. Devlet adamları ve politikacılar, bu kavramı, izlenenen politikaları, savundukları görüşleri haklı göstermek amacıyla, işlerine geldiği gibi kullanmakta beis görmeyebilirler. Dolayısıyla, "ulusal çıkarlar"ın hukuka, genel ahlak ve adalet ilkelerine uygunluğu, aksi iddia edilse de, zorunlu değildir.Olağanüstü hallerde, Devlet yönetiminden sorumlu olanlar hukuka ve anayasaya aykırı karar ve uygulamaları, " kamu yararına" olduğu gerekçesiyle yürürlüğe koyabilirler. Bir başka deyimle, "ulusal çıkarlar" (Raison d'Etat, Hikmet-i Hükumet) siyasal nitelikte olup ,Hukuk Devleti anlayışıyla bağdaşmayabilir.  

 Çok sayıda örnek var. Hitler, İkinci Dünya Savaşı'nı başlatan yayılmacı politikasını haklı göstermek için "Almanya'nın ulusal çıkarlarını" gerekçe olarak öne sürmüştü. 21 nci yüzyılın başlarında ise ABD'nin Irak ve Afganistan'a askeri müdahaleleri, " kitle imha silahlarının imha edilmesi" ve  "uluslararası terorizmin çökertilmesi"nin ABD'nin ve hür dünyanın çıkarları açısından gerekli olduğu savlarına dayandırılmıştı.

Özellikle, İkinci Dünya Savaşından sonra, devletler ulusal çıkarlarını güvenlik altına almak için dış politikalarını geniş bir vizyonla oluşturmaya öncelik verdiler. Bu yaklaşım, her bir devletin güvenliğinin uluslararası barış ve güvenlikten ayrı olarak ele alınamayacağı temeline dayanıyordu. Böylece, önceliğin silah gücü yerine diplomasiye bırakılması eğilimi hız kazandı. Milletler Cemiyeti'nin İkinci Dünya savaşını önleyememesine karşın, barış ve güvenliğin ön plana alındığı, özgürlükler, insan hakları, ticaret, ulaşım ve dolaşımın serbestliği ilkelerine dayalı  yeni bir uluslararası düzeni oluşturmak üzere Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi örgütler  kuruldu. Ayrıca, insan hakları ve temel özgürlükler konusunda çok sayıda sözleşme ve " dünya çocukları için barış kültürü ve şiddete başvurmama onyılı" gibi özel günler, haftalar ve onyıllar kabul edildi.

Bugün, Birleşmiş Milletler'in kuruluşundan 75 yıl sonra, devletlerin "ulusal çıkar" anlayışının değiştiğini söyleyebilir miyiz? Diğer bir deyişle, dünya barışı ve güvenliğinin devletlerin bencil hatta keyfi davranış ve değerlendirmelerinin önüne  geçtiği kaç örnekolay gösterilebilir? Birleşmiş Milletler bariş gücünün halen görev yaptığı sınırlı sayıdaki uyuşmazlıklarda sonuç alıcı ve kalıcı çözümler genelde bulunamıyor, uyuşmazlıklar sürüncemede kalıyor. Bunun son örneklerinden biri Dağlık Karabağ'da yaşanan Azerbaycan-Ermenistan uyuşmazlığında görülmedi mi? Otuz yıldan bu yana sözde çözüm için oluşturulan Minsk grubu taraflara adil ve hakkaniyete dayalı bir çözüm önerisi sunabildi mi? Oysa,  Ermeni işgali altındaki Karabağ ve 13 reyonun Azerbaycan'a ait olduğu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarıyla belirlenmişti. Sonunda, Azerbaycan ulusal çıkarlarını korumak için geçen yıl (2020 Kasım) savaşa başvurmak zorunda kaldı.

Şimdi geriye doğru gidelim ve "ulusal çıkarlar"ın neden vazgeçilmez olduğu, devletlerin gerektiğinde bu yaşamsal değerleri korumak için silahlı müdahaleye/mücadeleye neden başvurduklarına kısaca göz atalım.   

Diplomasi literatüründe seçkin bir yeri olan İngiltere'de uzun yıllar (1830 - 1851) üç kez dışişleri bakanı ve 1859 - 1865 arasında iki kez Başbakan olan Lord Palmerston'un ünlü özdeyişini anımsayalım: "İngiltere'nin ebedi dostları yoktur, ebedi düşmanları da. Çıkarlarımız ebedi ve değişmezdir ve görevimiz bu çıkarları takip etmektir." ( We have no eternal allies and we have no perpeual enemies. Our interests are eternal and perpetual and those interests it is our duty to follow.)

Aslında, Lord Palmerstone'un dile getirdiği bu yaklaşımın öncülerinin İtalyan siyaset kuramcısı, tarihçi Niccolo Machiavelli (1469 - 1527), İtalyan düşünür, din adamı ve diplomat Giovanni Botero (1544 - 1617), İngiliz filozof Thomas Hobbes (1588 - 1679) olduğu kabul edilir. Antik Yunan filozoflarının da Devlet'in önceliğini vurguladıkları bilinmektedir. Machiavelli bireysel çıkarlardan kamu yararı adına feragat edilmesini ister. Zira, "yüce amaç" devletin güvenliği ve vatanın korunmasıdır. Modern devlet olgusunun kurumsal temellerini belirleyen Hobbes, "insanların can ve mal güvenliklerini sağlamak için devletin yetkilendirilmesini" savunur. "Ulusal Çıkar" kavramını literatüre kazandıran ise İtalyan Botero'dur. Botero, "Della Ragione di Stato" ( Hikmet-i Devlet Üzerine) adlı eseriyle Hükümdarın halkının  rızasını sağlamasının önemi üzerinde durur. Machiavelli, Botero, Hobbes ve benzer Avrupalı düşünürlerden yüzelli yıl önce yaşamış olan Tunus doğumlu, ünlü "Mukaddime" yazarı İbn Haldun (1332 - 1406) "insanların varlıklarının devamının devletin ve mülkün varlığına bağlı olduğu" görüşünü ortaya koymuştu. (Değerli okuyucularımın, söz konusu ünlü düşünürlerin Devlet - birey ilişkileri  hakkındaki görüş ve kuramlarına yazımda daha geniş yer veremeyişimi anlayışla karşılayacaklarını umuyorum.)

Ancak,  küresel ısımanın ve iklim değişiminin sebep olduğu çeşitli doğal felaketlerin, salgın hastalıkların insanlığın varlığını tehdit edici boyutlara ulaştığı 21 nci yüzyılda, Lord Palmerstone'un yaklaşımı geçerli olabilir mi? Bu soruya "etik" değerler açısından "hayır"" dan başka bir yanıt verilemez. Zira, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası ilişkilerde yapısal ve insan haysiyeti odaklı gelişmeler gerçekleşti. Birleşmiş Milletler Örgütü, uyuşmazlıkların barışçı yöntemlerle çözümlenmesi ve gelecek nesillerin bir kez daha topyekun bir savaş yaşamaması konusunda kesin tavır aldı.

Devletlerin bir yandan, uluslararası hukuk ve sözleşmelerle bağlı olması, diğer yandan egemenlik ve beka sorunları ile karşı karşıya kaldıklarında "kırmızı çizgiler", hatta "casus belli" (savaş nedeni) ilan etmeleri uluslararası ilişkilerde sürekli bir barışın olanak dışı olduğunun işaretleri değil mi? Peki, dünyamızda gerginliklerin azaltılması, diplomasinin daha etkili bir rol oynaması için ne/ neler yapılabilir?

Bu sorunun yanıtı elbet kolay değil. Tarihte iz bırakan devlet adamları, (hepsi değil) ve düşünürler dünyada barış ve istikrarın sürekli olarak sağlanmasına  yönelik bazı önerilerde bulundular. 57 yıllık nisbeten kısa ömrünün 12 yılını çeşitli cephelerde en tehlikeli görevleri üstlenerek geçiren Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, "zorunlu olmadıkça savaşa girilmemesini önermiş, ve "Yurtta barış, dünyada barış" özdeyişini Türk ulusuna ve dünya kamuoyuna miras olarak bırakmıştır. Gerçekten, her devlet kendi iç düzeninde barışı sağlayabilir, taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve diğer hukuki enstrümanlara bağlı kalırsa, barışı bozabilecek oluşumlara kararlı biçimde karşı çıkarsa, dünyamız özlenen barış ortamının kapısını aralayamaz mı? Özetle, dünyada barışın tesisi, "barış kültürü" nün benimsenmesi ve genç nesillerin "barış kültürü"ne ve evrensel değerlere uygun şekilde eğitilmesi ile mümkün olamaz mı?

No comments:

Post a Comment