Tuesday, May 21, 2024

Emekli diplomat Gürsel Demirok'un " Demokratik standartların yükseltilmesi" başlıklı, 20 Mayıs 2024 tarihli yazısı

 


Demokratik standartların yükseltilmesi


28 Şubat davası hükümlüleri emekli generallerin cezaları Cumhurbaşkanı kararı ile Anayasa’nın 104. maddesi gereği kaldırıldı.

İnfaz Yasası ve Anayasa gereği çoktan olması gerekirdi. Gecikmiş olsa da, memnunluk verici, vicdanları rahatlatıcı bir karar. Karar  geçmişte yaşanan askeri darbelerin ve 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararının anımsanmasına vesile oldu..

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç yaptığı bir konuşmada “Ülkemiz darbelerin kara lekeleriyle dolu. Bundan sonra bu ülkede darbeler olmasın diye demokrasinin standartlarını  yükselttik. Demokrasinin standartlarının yükseltilmesi noktasındaki mücadelemizi hız kesmeden sürdüreceğiz… Demokratik, sivil yeni anayasaya kavuşuncaya kadar mücadelemiz sürecektir” dedi.

Demokrasiyle yönetilmek ve insan haklarına saygılı olmak uygarlığın olmazsa olmaz koşuludur. Kuşkusuz, Türkiye’nin demokratikleşme gayretlerinin başladığı tarih, bu anlayışın yerleşmesi için yüzyıllarca mücadele veren Batı ülkeleri ile kıyaslandığında çok sonralara rastlar. Toplumumuzun yapısı ve gelenekleri uzun zaman Batı’nın düşünsel gelişmesinin dışında kalması sonucu doğurdu.

Ancak 19. yüzyılın ortalarından başlayarak değişiklikler yapılması zorunlu hale geldi. I. ve  II. Meşruiyet deneyimlerinden sonra ve özellikle 1923’te Cumhuriyetin kurulmasından bu yana gerek mevzuat gerek uygulama açısından yapılanlar çok önemli, katedilen mesafe çok büyüktür. Türkiye’de bir demokrasi geleneği vardır. Türk toplumu demokrasiyle yönetilmeyi, bütün eksikliklerine rağmen, hak ve görevlerini demokrasi ilkeleri çerçevesinde ele almayı öğrenmiştir.

Diğer taraftan, Türk siyasi yaşamı iç siyasette yaşanan gerginlikler ve kardeş kavgasına varan çatışmalar sonucu geçen yüzyıl askeri darbelere maruz kaldı. Askeri darbeler toplumun belleğinde ve ülkenin siyasal yaşamında derin izler bıraktı, travmalara yol açtı. Özellikle milliyetçi muhafazakar iktidarlar, askerin kışlasından çıkarak darbe yapabileceği kaygısını sürekli taşıdı. Kimi zamanlarda, kimi subayların demokratik ülkelerde pek rastlanmayacak türden söylem ve eylemleri bu kaygıları güçlendirdi.

Keza askeri darbe yıllarında, yargının darbecilerin hedefleri doğrultusunda kararlara imza attıkları görüldü. Bugün ne o darbeciler ne darbecilerin yönlendirmesi sonucu idam cezaları veren yargıçların isimlerini hatırlayan var ancak idam edilen Adnan Menderes ve arkadaşları ile Deniz Gezmiş ve arkadaşları her daim sevgiyle yad ediliyor.

Demokrat Parti iktidarına karşı “Anayasa’yı umursamayarak izlediği baskıcı politikalar, otoriterleşme, oluşturduğu Tahkikat Komisyonları, ekonomik sorunlar vs.” gerekçelerle 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen  askeri darbe Cumhuriyet tarihindeki ilk askeri darbeydi. 27 Mayıs, ileriki yıllarda gerçekleşecek askeri müdahalelerin, askeri darbelerin yolunu açtı.

Öte yandan, darbe döneminde kabul olunan 1961 Anayasası, başta hak ve özgürlükler olmak üzere birçok açıdan 1876, 1921 ve 1924 anayasalarından daha özgürlükçü, daha ilerici hükümler içeriyordu. Bu Anayasa, 1971’de gerçekleşen yeni bir askeri müdahale döneminde Türkiye için “lüks” sayılarak budandı. “Artan toplumsal düzensizlik, anarşi ve terörle baş edemediği” gerekçeleriyle 12 Mart 1971’de verdikleri muhtıra ile hükümeti istifaya zorlayan Türk Silahlı Kuvvetleri komutanları, sıkıyönetim ilan ederek “Balyoz Harekatı”na girişti. Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamı ve 1961 Anayasası’nda temel hak ve özgürlükleri garanti eden maddelerinin budanması bu yıllara rastlar. Solcu ve ülkücü gençlerin baskı ve işkencelerle sindirilerek, muhafazakar, dinci sağın yolunun açılması da bu yıllarda başladı, 1980 darbesinden sonra da sürdürüldü.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri darbe, Cumhuriyet döneminde ordunun yönetime karşı gerçekleştirdiği üçüncü açık müdahaledir. Darbeye giden süreç, ülkede siyasi, ekonomik, sosyal krizlerin yaşandığı, 4250’den fazla kişinin öldüğü bir süreçti. Pek çok kısıtlamanın, yasakların, işkencelerin yaşandığı bu dönemde 1961 Anayasası rafa kaldırılarak 1982 Anayasası hazırlandı. 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sunulan darbe anayasası %91,37 oy oranı ile kabul edildi. Anayasada 12 Eylül 1980 öncesinde yaşananlara bir tepki olarak temel hak ve özgürlüklere önemli sınırlamalar getirildi.

Bu müdahalelerde dikkat çekici husus, askerlerin daha sağlam bir demokratik rejime geçişi amaç edinmiş olduklarını ilan etmeleri ve her defasında çok partili düzene yeniden dönülmesidir.

1990’lı yıllardan itibaren Anayasanın bazı kısıtlayıcı, yasaklayıcı maddeleri değiştirilerek demokrasinin güçlendirilmesine yönelik  adımlar atılmaya başlandı. Darbe anayasası yerine sivil bir anayasaya sahip olunması arzusu yıllar boyu zaman zaman dile getirilmiş ise de Meclis aritmetiğinin yetmemesi ve partiler arasında uzlaşma sağlanamamasından bu mümkün olamadı. 1982 Anayasası’nda bazı değişiklikler yapılmakla yetinildi. Neticede Anayasa “yamalı bohçaya” dönüştü.

1961 Anayasası ile anayasal bir kurum haline gelen MGK’nın 28 Şubat 1997 tarihli toplantısında aldığı bir karar iç politikada çalkantılara yol açtı. İç ve dış güvenlik konularını her daim gündeminde tutan MGK’da o yıllarda artan irticai hareketler endişe ile karşılanıyordu. Bu çerçevede  Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat tarihli toplantısında, iç ve dış güvenliğe ilişkin konuların ele alındığı ve bu çerçevede irtica ile mücadeleye yönelik bazı kararların kabul edildiği anlaşılıyor. İzleyen dönemde söz konusu kararların uygulanmasına yönelik bazı adımların  atıldığı görülüyor. Bu gelişmeler yaşanırken koalisyon hükümetleri ile yönetilen ülkede bir hükümet değişikliği de yaşanmıştı.

28 Şubat 1997 tarihli MGK kararı özellikle AKP iktidara geldikten sonra “postmodern darbe” olarak anılmaya başlandı. Diğer darbeler gibi “demokrasiye kara bir leke” olarak görüldü. Bu süreçte aktif rol aldığı düşünülen emekli generallerin ileriki yıllarda yargılanarak ceza evlerine gönderilmeleri günümüze kadar uzanan tartışmalara yol açtı.

2000 öncesi koalisyonlar döneminde Başbakanlık’ta insan hakları alanında çalışmalarda bulunmuş, MGK’da yaşanan değişimden sonra MGK Genel Sekreterliğinde 2004-2010 arası üst düzey görev yapmış bir sivil olarak, 28 Şubat kararlarının “postmodern darbe” olduğu görüşüne katılmıyorum. MGK toplantısında alınan kararın altında sivil-asker üyelerin imzası yer almaktadır. Kurul, Anayasa’nın kendisine yüklediği görev ve sorumluluklar çerçevesinde MGK gündeminde yer alan konulardan biri üzerinde duyarlılığını dile getirmiştir. Yapılan MGK açıklaması, başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere Kurul üyeleri adına yapılmıştır. Ardından atılan adımlar Kurul kararının tavsiyeleri dikkate alınarak gerçekleştirilmiştir. Anayasanın verdiği bir görevi yerine getirmek nasıl “postmodern darbe” olarak nitelenebilir?

İktidara geldiğinden bu yana geçmiş yıllardaki askeri darbelerin yarattığı travma ile kendisine darbe düzenleneceği kaygısını taşıyan AKP’nin bu kararları ve ardından kaydedilen gelişmeleri iktidara geldikten sonra siyasi istismar konusu yaptığı göz ardı edilmemeli. Yandaş köşe yazarlarının iktidarın bu kaygılarını “demokrasi havarisi” havasında körüklediği unutulmamalı. O yıllarda Atatürk milliyetçisi, Cumhuriyetçi, reformcu, laik subayların nasıl pasifize edilmeye çalışıldığı, cadı kazanlarının kaynatıldığı göz önünde tutulmalı. Keza, AKP’nin bu süreçte en büyük destek ve iş birlikçisinin Fetullah Gülen’e sadık kişi ve gruplar olduğu unutulmamalı.

Bu vesile ile o yıllara ait bir-iki anımı kısaca paylaşmak isterim…

Mainz’da Başkonsolos iken ABD’ye yaptığı bir seyahat dönüşü Almanya’ya uğrayan Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir ve MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç ile 1997 başlarında görüşme imkanım olmuştu. Daha önce bu köşede bahsettiğim Atatürk’ün Almanya gezisi ile ilgili projemden söz ettiğim görüşmede, ülkemizin durumu üzerinde de kısaca durmuştuk. Çevik Bir bu bağlamda, ülkedeki bazı irticai hareketlerden rahatsızlık duyan kimi vatandaşların orduya müdahalede bulunması yolunda telkinler yaptığını, bu gibi kişilere “orduyu bu işlere karıştırmayın, rahatsızsanız sivil toplum kuruluşları kanalıyla hoşnutsuzluğunuzu dile getirin” yönünde telkinlerde bulunduklarını  anlatmıştı. (Zürih’te Başkonsolos iken de, bir başka orgeneralimiz iktidardan rahatsızlık duyan kim olduğu belirsiz bir vatandaşın orduyu gelişmelere seyirci kalmakla suçlayan bir mektubunu yakınarak göstermişti.)

Mainz’dan dönüşte Başbakan Erbakan’ın imzasıyla 9 Nisan 1997 tarihli bir genelge ile oluşturulan Başbakanlık İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu’nun Sekreterya Başkanlığına atanmıştım. Üst Kurul’un görevi ülkede insan hakları ile ilgili gelişmeleri izlemek, insan hakları alanında mevzuatta yapılabilecek değişiklikliklerle ilgili hükümete önerilerde bulunmaktı. Benim bu göreve atandığımı  duyan Çevik Bir, telefonla kutladıktan sonra, insan haklarına büyük önem atfettiğini vurgulayarak ,kendileri için de çok yararlı olacağını düşündüğü Üst Kurul’un çalışmaları hakkında bilgi sahibi olma arzusunu ifade etmişti. Bu düşüncedeki bir insanın darbeci olabileceğini ben düşünemiyorum.

Öte yandan, 2000’li yılların başlarında İnsan Hakları Üst Kurulu’nun önerilerinden de yararlanılarak, Avrupa Birliği’ne üye olma hedefine yönelik olarak çağdaş, demokratik standartlara ve evrensel normlara uygun, insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü ön plana çıkaran  Anayasal ve yasal değişiklikler gerçekleştirildi. Bu bağlamda 1982 Anayasası’nın temel hak ve özgürlüklerle ilgili bazı maddeleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ilkeleri doğrultusunda yeniden düzenlendi. Ayrıca çeşitli yasalarda yapılan değişikliklerle, ifade özgürlüğünün sınırları genişletildi. Anayasa’da MGK ile ilgili yer alan madde hafifletildi, MGK’daki sivil üye sayısı artırıldı, MGK Genel Sekreteri’nin sivil olması yolu açıldı.Genel Sekreterliğin görevleri budandı. MGK’nın eski etkinliği kalmadı. Bu yıllarda AKP, askeri vesayete karşı demokrasi, insan hakları savunucusu bir parti olduğu izlenimi verme gayreti içindeydi.

Ancak güçlendikçe AKP’nin bu tutumundan tedricen uzaklaştığı görüldü. 2010 yılında 26 maddelik bir değişikliği içeren paket referandum sonucunda  kabul edildi. Yapılan değişiklikler esas itibarıyla demokrasiye ters düşen nitelikteydi. 2011 genel seçimlerinin ardından AKP, Anayasa’da değişiklik yapılmasını tekrar gündeme taşıdı, “Başkanlık Sistemi”ne geçilmesi önerilmeye başlandı. 2014’te Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra “Başkanlık Sistemi”ne geçiş tartışmaları hız kazandı.

Bu arada AKP iktidarı ile çıkar çatışması içine giren Fethullah Gülen yanlıları 15 Temmuz 2016 akşamı kanlı bir darbe girişimi başlattı. Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini Yurtta Sulh Konseyi olarak tanımlayan Gülen’e yakın bir grup asker tarafından hazırlanan darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. MGK kararıyla Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) adı verilen darbecilerin amacı, elebaşları Fethullah Gülen’e sadık olan, radikal, köktenci bir rejim kurmaktı. 15 Temmuz demokrasinin korunmasını ve milli birliğin önemini gösteren bir tarihtir. Demokrasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. FETÖ’nün devletin en hassas kurumlarına yıllar boyu sızması ve ülke yönetimini ele geçirmeye kalkışması, bu tür yapılara karşı iktidarların ne denli mesafeli ve dikkatli davranmaları gereğini göstermekte.

Bu başarısız darbe girişiminin ardından “Başkanlık Sistemi”ne geçilmesine yönelik Anayasa değişikliği teklifi 2017 Ocak ayında TBMM’den geçerek referanduma gidildi. 16 Nisan 2017’de gerçekleşen referandumla da Anayasa’nın 18 maddesi üzerindeki değişiklikler kabul olundu. Bu değişikliklerle, yürürlükteki parlamenter sistem kaldırılarak “Başkanlık Sistemi” getirildi. Tüm bu süreçte MHP, AKP’ye destek oldu.

Anayasa’da 2017’de yapılan değişikliklerle ülke demokrasisinin uluslararası standardı düşmeye başladı. Özellikle “Tek Adam” yönetimine dönüşen “Başkanlık Sistemi” ile Türkiye uluslararası düzeyde “hibrit demokrasi” anılmaya başlandı. “Hibrit demokrasi” genellikle otoriter özelliklerle demokratik özelliklerin kombinasyonu karma bir siyasal sistem olarak kabul ediliyor. Türkiye’nin hukukun üstünlüğü kategorisinde de uluslararası ölçütlerde sınıfta kaldığı görülüyor. Demokratik değerler açısından da Türkiye sınıfta kalan ülkeler arasında yer alıyor.

Diğer yandan, ülke içinde sivil-yargı ilişkileri her daim gündemde. Yargının siyasi tartışmaların içine çekilmesinden duyulan rahatsızlıklar artıyor. Keza, ideolojik kamplaşmalardan uzak tutulması gereken yargının, aldığı kararlarla siyasete yön verme, şekil verme gayretlerinden söz ediliyor. Yargı organlarına yapılan seçimlerin siyasi  pazarlıklara  konu yapılması eleştiriliyor. Bu tür uygulamaların demokratik standartların yükseltilmesi amacına ters düştüğü vurgulanıyor.

AKP iktidarının demokratik, sivil bir anayasaya kavuşma arzusunun gerçekleşmesinin de günümüz koşullarında mümkün olmadığı belirtiliyor. AKP iktidarının mevcut Anayasa’ya uymadığına, yeterince dikkate almadığına işaret ediliyor. Öte yandan, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu zor koşullar ve ekonomik kriz, yabancı yatırımcıları ülkeye çekmeye zorluyor. Yabancı yatırımcının aradığı koşullardan biri de ülkede güçlü bir demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün varlığı.

Bu ortamda Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “demokrasinin  standartlarının yükseltilmesi  noktasındaki mücadelemizi hız kesmeden sürdüreceğiz. Demokratik, sivil anayasaya kavuşuncaya kadar mücadelemiz sürecektir” vaadi önem ve anlam kazanmakta. Bu noktada hamasate kaçmadan, karmaşık analizlere başvurmadan, sorulması gereken bazı basit sorular şunlar:

-Bu vaatlerinizi nasıl gerçekleştireceksiniz?

-Önerileriniz neler?

-Ne zaman gerçekleştireceksiniz?

-Bu süreçte kimlerin iş birliğini, katkısını bekliyorsunuz?

-TBMM’de farklı siyasi çıkarları, hedefleri temsil eden partiler arasında uzlaşıyı nasıl sağlayacaksınız?

-“Huysuz ihtiyarlar”la “hırslı gençler”in emellerini aynı noktada nasıl buluşturacaksınız?

-Bu zamana gerçekleştirdiğiniz anayasa değişikliklerinde demokrasinin standartlarının yükseltilmesine yönelik önerilerinizi neden TBMM’ye getirmediniz?

-Anayasaya bağlılık açısından sicili tartışmalı AKP’ye diğer partilerin güven duymalarını nasıl sağlayacaksınız?

-Neden Türkiye dünyada “hibrit demokrasi” olarak anılıyor?

-Neden hukukun üstünlüğü alanında Türkiye sınıfta bırakılıyor?

-Neden demokratik değerlere bağlılık açısından Türkiye sınıfta bırakılıyor?

-9. Yargı Paketi’nde yer alan “etki ajanlığı” başlığı ile gündeme gelen düzenleme, demokrasinin standartının yükseltilmesinin bir parçası mı?

-Neden yabancı yatırımcı Türkiye’ye gelmekte zorlanıyor?

Kısacası  işiniz zor Sayın Bakanım. Dilerim arzunuz gerçek olur. Dilerim kararlı mücadeleniz sonunda demokrasi standartlarımız daha yükselir…

No comments:

Post a Comment