Wednesday, May 20, 2020

Atatürk ve Liderlik Doç.Dr. Yusuf Ziya Bildirici


ATATÜRK VE LİDERLİK
Doç.Dr. Yusuf Ziya Bildirici

Bilgi çağına girdiğimiz 21. yüzyılda lider ve liderlik kavramı tüm dünya insanlarının ilgisini çekmektedir. Günümüzde siyasetçiler, işadamları başta ol­mak üzere pek çok kesimden kişiler ilgi alanlarında başarılı olabilmenin yol ve yöntemlerini araştırmaktadırlar. Geçmiş çağ ve dönemlerde siyasî, sosyal, eko­nomik ve kültürel değerler açısından liderlik özelliğiyle ortaya çıkan kişiler ol­muştur. İnsanlığın ilk çağlarında beslenme ve güvenlik gereksinimlerinin karşı­lanmasında liderlik etmek, daha çok güç ve cesaret gibi kişisel özelliklere bağlı iken, günümüz modern toplumlarında gerek ihtiyaç türlerinin çeşitlilik ve de­ğişkenlik göstermesi, gerekse bunların bilgi ve yeteneğe yönelik özelliklerinin ortaya çıkmasıyla, liderlik etme anlayış ve uygulaması[1] değişmiştir. Başlangıçta toplumun gereksinimleri sınırlı iken ortaya çıkan sayılı özellikteki lider tipi, ye­rini toplum ile çevrenin değişmesiyle çok özellikli lider tipine bırakacaktır.


Atatürk ve Lİderlik
Doç.Dr. Yusuf Ziya Bildirici

1. Genel Olarak Liderlik Kavramı:
Başta yabancı yazarlar ve sosyal bilimciler, 20. yüzyıl başlarında Anadolu’da oluşan siyasî otorite boşluğunda Atatürk’ün organizesiyle başlayan millî direniş hamlesi ve sonrasını açıklarken liderlik, karizma gibi kavramları kullanmışlardır. Vatanında istiklâline kavuşmak için Türk milletinin verdiği mücadele, liderinin sayesinde büyük sosyal değişimlere dönüşünce, dünyanın Atatürk’e olan ilgisi artmış, onun liderlik özellikleri kitaplara konu olmuştur.
Lider ve liderlik, şimdilerde bilimsel olarak araştırılan ilginç kavramlar arasında sayılmaktadır. Bu kavramı ve buna bağlı olarak şekillenenleri açıkla­mak için bazı tanımlardan hareketle konuya girmek uygun olacaktır. Bir grubu hedeflere doğru yönlendirme işini yapan özel yeteneklere sahip kişiye lider, ya­pılan işe ise liderlik denmektedir. Diğer bir söylemle liderlik, insanların düşün­düklerini ve aldıkları kararları eylemlere dönüştürmelerini[2] başarma sanatıdır.

Bazı batılı yazarlara göre bir kimsenin lider olarak kabul edilebilmesi, önce üstün niteliklerinin bulunduğunun kendisini izleyenlerce kabul edilme­sine, bu niteliklerin onlara güven vermesine ve onun etkisini kabullenmelerini sağlamasına[3] bağlıdır.
Liderin etkisi ve önemi daha ziyade içerisinde bulunduğu durumlar ve şartlarla yakından ilişkilidir. Bu nedenle büyük buhranlar ve olağanüstü durum­lar büyük liderleri ortaya çıkarır. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, yaptıklarıyla tarihe adını yazdıran büyük insanları büyük milletlerin yetiştireceğini, bu milletlerin ülküsünü benimseyen kişiliklerin hep ön plâna çıktığını[4] belirterek manalı de­ğerler üzerinde durur.

Lideri güven duygusu veren, çevresinin ihtiyaçlarını karşılayan, hedef kit­lesini gereken noktaya götüren, şahsı ve etrafındakilerle ahenkli, yapacağı işi önceden kafasında kurgulayarak uygulayan kişi, önder şeklinde betimleyen ça­lışmalara rastlamak mümkündür. Bunlar ve benzeri özelliklerin bir liderde yüksek seviyede görülmesine karizma,[5] bu özelliği ile büyük işler başaranlara da karizmatik lider diyebiliriz.

Tarih boyunca büyük liderlerin merak uyandırıcı yönleri, hangi ortamda ve ne şekilde ortaya çıktıkları, özellikleri, karşılarına çıkan güçlüklere karşı uy­gulamaları hep merak konusu olmuştur. Tarihin akışı içinde rastladığımız Muhammed, Lenin, Gandhi ve Atatürk gibi liderlerin en önemli ortak özelliklerinden birisi karizmatik bir nitelik taşımalarıdır. Gerçekten de karizma, bu tür lider kişiliklerin ortaya çıkmasının analizi ve uygulamaya koydukları etkinliklerinin anlaşılırlığı açısından kilit bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu tür­den kişiliklerin grup, topluluk veya kitle üzerinde oluşturdukları etkileri, yasal bir güce, bir statü veya mevkiye, ekonomik kaynakları elinde tutmaya değil, önemli miktarda kişisel edinimlerinden ve özelliklerinden[6] kaynağını bulmak­tadır.
Türk milletinin yanı sıra başka milletlerin de kaderini belirleyen olaylara damgasını vuran Atatürk’ün liderliğini birkaç devrede gözler önüne sermek ye­rinde olacaktır.
2. Millî Mücadele Öncesi M. Kemal
Mustafa Kemal, çok yakın arkadaşlık görüşmeleri sırasında Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa ile tanışır. Fazıl Paşa onda büyük özellikler gör­mekteydi. Onu arkadaşı Osman Nizami Paşa ile tanıştırdı. Nizami Paşa, uzunca bir süre M. Kemal ile görüştü. Sonra da onda büyük işler yapanların yetenek ve zekiliğini gördüğünü[7] belirtmişti.

M. Kemal Manastır Askerî İdadisi’nde zorlandığı Fransızca’yı Selânik’te ta­til sırasında iki üç ay içerisinde kavrayarak ileri bir dereceye getirir. Eğitimini başarı ile tamamlayıp, İstanbul’a giderek 13 Mart 1899’da Harp Okulu’nun Pi­yade Bölümü’ne girer. Kurmay sınıfına geçmek için girdiği sınavın sonuçları he­nüz açıklanmadan kurmay apoletlerini yakasına takmıştı. Bu yaptıklarını soran­lara, “Olacağıma kesin inancım olduğundan onları takmıştım”[8] diyerek öz gü­vene dayalı özelliğini ortaya koymuştu.

M. Kemal henüz kurmay yüzbaşı olmuş ve tayin beklemektedir. Onda ülke yönetimine yönelik merak ve girişimler 1905 yılında gelişirken, gizlice buluşup görüştüğü arkadaşları arasında da önder bir yapı özelliği taşıdığı gözlemleni­yordu. Bu girişimleri nedeniyle tutuklanır ve sonrasında serbest bırakılır. Bir çeşit sürgün olarak Şam’daki 30. Süvari Alayı’nda topçu stajına gitmeden önce Beyrut’ta arkadaşlarıyla yaptığı görüşmede; yıkılmak konumuna gelen bir Os­manlı Devleti’nden yeni bir Türk devleti çıkarmak gerektiğini[9] söyleyerek, bü­yük işlerin adamı olduğunun işaretlerini veriyordu.

Lider, düşüncelerini örgütleyebilen kimsedir. O, 1906 Ekim’inde Şam’da Alay Komutanı Lütfi, Kurmay Yüzbaşı Müfit, Süleyman Hacı Mustafa ile birlikte Vatan Cemiyeti’ni kurar. Gizlice geldiği Selânik’te yeni katılımlar sayesinde güç­lenen cemiyetin adı Vatan ve Hürriyet Cemiyeti[10] olarak değiştirilir. M. Kemal, kıdemli yüzbaşı olarak geldiği Selânik’te İttihat ve Terakki Partisi’nin toplantı­larında, ileri sürdüğü görüşleriyle sivrilen bir lider görünümündedir. O, azınlık­ların milliyetçilik akımından çıkar sağlamaya çalıştıkları bir sırada, Büyük Os­manlı Devleti’nin akıbetini görürcesine önsezilerde bulunuyor, hatta kurulacak Türk Devleti’nin şimdiki sınırlarını[11] tarif ederek ileriyi gören bir lider izlenimi veriyordu.

Bu sırada 1908’de II. Meşrutiyet ilân edilmiş, daha sonra da 31 Mart İsyanı[12] ortaya çıkmıştı. Herkesin şaşkınlık geçirdiği bu anda, tümen ve ordu ku­mandanlarını Hareket Ordusu kurma fikriyle isyanı[13] bastırmak üzere yönlen­diren, İstanbul’a kuvvet gönderilmesini sağlayan kişi M. Kemal idi.

Osmanlı Devleti eski gücünü yitirmiş, içte azınlıklar isyanlarıyla vatandaş­lık bağlarını zedelerken, Balkanlar içten içe kaynamaktaydı. 31 Mart İsyanı’nın ertesi günü Adana’da Ermenilerin Türkleri katlederek başlattıkları isyan Dört­yol ve çevresine yayılmış[14], komitecilerin kanlı eylemleri Rusların Akdeniz kıyı­larında bir üs edinmelerini sağlayamamıştı. Dünya devleti olma çabasındaki İtalyanlar 27 Eylül 1911’de Trablusgarp’a asker çıkararak işgallerini genişletmişlerdi[15]. Her türlü şartta devletine yararlı olma duygusundaki M. Kemal, En­ver, Fethi beyler ve bazı subayların bölgeye koşarak aşiretleri organizelerine ve işgale karşı savaşmalarına neden oldu. O, Anadolu’dan kilometrelerce uzakta bu seferin çapının dar olduğunu[16] açık görüşlü asker mantığıyla kavrayacaktır.

Osmanlı Devleti 19. yüzyıl sonlarında düştüğü yalnızlığa çare olarak Al­manya ile yakınlaşmış, Ortadoğu’daki petrole dayalı çıkar hesapları İngiltere ve Fransa’yı birleştirmiş, I. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin jeopolitiğini hedef tahtası durumuna koymuştu. İtilâf Devletleri açısından Çanakkale Boğazı’nın geçilmesi savaşın kaderini değiştirebilirdi. Çanakkale Savaşları, M. Kemal’in li­derlik yeteneklerini Türk tarihine yazan olaylara sahne olmuştur. O, neyi, ne­rede, nasıl kullanacağını, en kritik anda nasıl hayatî karar verileceğini burada sergilemiştir. Cephanesi kalmayan askerlere süngü taktırarak gerektiğinde ölmelerini[17] hatırlatmış, kumanda edeceğinin çok üzerindeki kuvvetlerin idare ve sorumluluğunu yüklenerek büyük insiyatif kabiliyetiyle çarpışmaların kaderini etkileyen karizmatik lider olarak öne çıkmıştır. Onun tükenme nedir bilmeyen enerjisi, kesin görüş ve önsezisi, isabetli kararları ve liderlikteki fonksiyonu sa­yesinde düşmana başkent yolunun serbestliğiyle neticelenebilecek olan bir yenilginin[18] önü alınabilmişti.

M. Kemal, Çanakkale Çarpışmaları’ndan sonra 1 Nisan 1916’da general­liğe terfi ettiği sırada Ruslar doğuda Muş ve Bitlis’i işgal etmişlerdi. O, hazırladığı kolordu ile Rusların kuvvetlerimizi ortadan kaldırma plânını görerek, 7 Ağustos’ta Muş’u, ardından da Bitlis’i düşmandan temizlemiş, II. Ordu’nun yenilmesini önlemişti. M. Kemal, Çapakçur Boğazı’na zamanında yetişmek suretiyle Ali Fuat Cebesoy’un emrinde bulunan 14. Tümen’i zor ve riskli bir durumdan[19] da kurtarmıştı.

I. Dünya Savaşı’nın sürdüğü Sina-Filistin Çarpışmaları’nda yerli Araplardan da aldığı destekle devamlı ilerleyen İngilizlere karşı komuta ettiği 7. Ordu’yu çarpışarak Halep’e çekerek[20] imha edilmeden kurtaran yine odur.
31 Ekim 1917’de Yıldırım Orduları Kumandanlığı’nı Alman generali Li­man Von Sanders’ten teslim almıştı. Bu görev değişimi sırasında bir Alman ge­neralinin yenildiklerini ve her şeyin bittiğini söylemesine karşın M. Kemal, “Sa­vaş müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama bizi ilgilendiren savaş, kendi bağım­sızlığımızın mücadelesi asıl şimdi başlıyor”[21] diyerek yılmaz irade ve azmini or­taya koyuyordu.

Savaş sonrası Mondros Mütarekesi yapılmış, İngilizler, Osmanlı Devleti’nden İskenderun-Halep güzergâhının serbest konuma getirilmesini istemiş­lerdi. Sadrazam da onların isteği doğrultusunda M. Kemal Paşa’ya talimat verme düşüncesindedir. Yapılan yazışmalar sırasında o, Harbiye Nazırı’na[22] “İngilizlerin gerçek amaçlarının İskenderun’u işgal etmek olduğunu, bu güzergâh yoluyla 7. Ordu’nun birliklerini geri çekmesinin önünü alarak orduyu teslim almak iste­diklerini iletir. İskenderun ve çevresine çıkacak İngiliz birliklerine ateşle karşı­lık verilmesi için emir verdiğini, düşmanın yanıltıcı davranışlarını hoş görmeye yaratılışının uygun olmadığından, görevi devralacak şahsın derhal ordunun ba­şına getirilmesi istemiyle[23] telyazısı göndermişti.

Teslimiyetçi anlayışa karakterinin ket olması, muhakkak onun mükem­mel liderlik özelliğinden gelmekteydi. Genel savaşın seyri Osmanlı Devleti’nin üzerine bir karabasan gibi çökmüş iken, hareket halinde olan, didinen M. Ke­mal’in düşüncesinde yeni bir Türk Devleti oluşturulması vardı. Bundan hareketle yakın arkadaşlarına yapılacak işler konusunda uyarılarda bulunmaktadır. Henüz işgalden önce Anteplilere[24] ve Adanalılara[25] istiklâllerini korumaları için gereken silah ile malzemeyi sağlama sözünü veren, düşmana karşı mücadele et­melerini, teşkilat kurmalarını öğütleyen yine odur.

3. Millî Mücadele Dönemi’nde M. Kemal
Milletin savaşlardan madden ve manen yılgın, ordunun elinden silahları­nın alındığı, ülkenin yer yer işgale başlandığı, hükûmetin gelişmeler karşısında aciz ve kararsız[26] kaldığı bir zamanda M. Kemal, 10-11 Kasım 1918’de Adana’dan ayrılarak milletin mücadelesini şekillendirmek amacıyla siyasî gelişmelerin merkezi konumundaki İstanbul’da geçti.[27]
M. Kemal, İstanbul’da kaldığı altı ay içinde Ali Fuat, Kâzım Karabekir, İs­met, Rauf, Fethi beyler ve diğer silah arkadaşları, saray çevresi ile yakın görüş­melerde bulundu.[28] Bu temasların sonunda ülkenin işgalcilerden kurtarılması fikri olgunluk kazanacaktır. O, yapılacak mücadelenin millî bir teşkilata dayan­dırılarak Türk milletiyle birlikte Anadolu’da yapılması gerektiğine inanmıştı.

Mondros Mütarekesi’nden sonra Fener Rum Patrikhanesi’nin ve Merzifon Amerikan Koleji’nin teşvik ve yönlendirilmesiyle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Pontusçu Rum çetelerinin başlattıkları eylemler[29] ve bunlara karşı Türklerin nefsî savunmaları işgal güçlerinin bölgeye müdahalesini gündeme getirmişti. Osmanlı Hükümeti, bu gelişmeler üzerine Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’in önerisi, Padişahın onayıyla M. Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi[30] olarak görev­lendirdi. Yurdun önemli bir kısmını kapsayan bu görevlendirme onun resmî ve askerî makamlarda ustaca yaptığı çabaların ürünüydü.

Lider neyi, nerede, ne zaman yapacağını bilen, hızlı muhakeme yetene­ğine, pratik zekâya[31] sahip olmalı, yerinde ve doğru kararlar alabilmelidir. M. Kemal Paşa mülkî ve askerî görevine atanmadan önce İstanbul’da görüştüğü si­lah arkadaşlarına düşündüğü büyük işleri açıklamış, onların olurlarını da al­mıştı. Yapılacak iş, onun sevk ve idaresinde millî bir ordunun kurulması, ülkede halkın iradesiyle oluşturulacak bir meclisin toplanmasından[32] hareketle Millî Mücadele’nin başlatılmasıydı.

Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa, Ali Fuat Paşa’nın komuta edeceği 20. Kolordu’ya Ulukışla’dan Ankara’ya hareket emri verecek, Rauf Bey Bahriye Nezareti’nden istifa ederek Ankara’ya ulaşacak, 20. Kolordu Kuman­danı olarak Erzurum’a geçecek olan Kâzım Karabekir Paşa, o gelinceye kadar gerekli ortamı hazırlayacak, Albay Refet Bey Sivas’ta kurulan 3. Kolordu’nun ba­şına geçecek,[33] böylece Mustafa Kemal Paşa’nın başlatacağı harekâtın stratejik noktalarının güvenliği sağlanmış olacaktı.

Osmanlı ülkesiyle Osmanlı’nın ideolojisine yakın çizgide yaşayan millet­ler, 19. yüzyılda maddeye hâkim olarak teknolojilerini geliştiren batılıların as­kerî tehdidine uğramışlardı. Avrupalı medeniler, ilkellerin tabii kaynaklarının öylece durmasına kayıtsız kalamazlardı !. Onlara göre, bu kaynakların korunma­sında Anadolu’nun stratejik noktaları kontrol altına alınmalı, bu coğrafyanın sa­kinleri yeni efendilerinin sömürüsüne hizmet etmeliydiler.
Türk Millî Mücadelesi’ni beraberindeki 17 kişilik ekibi[34] ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varışından itibaren başlatan M. Kemal, Türk’ün esaret kabul etmez yapısıyla egemenliği hiçbir suretle bırakmayacağını, canına kastedilen bir milletin her şeyi göze alacağını, ancak bu millete hizmet edenin onun efendisi olacağını[35] söylemekteydi.

Cephelerde Türk insanını öğüten özelliğiyle I. Dünya Savaşı toplum psiko­lojisini de olumsuz etkilemişti. Türk tarihinde böyle karizmatik ortamlarda, kut­lanmış özellikler taşıdığına inanılan önderlerle Türk milleti yeniden bir bayrak altında birleşerek istiklâlini elde edebilmişti. Teknoloji ve ihanet odaklarını ha­rekete geçirerek Türk’ü yok etmeyi amaçlayan sömürgeci zihniyete karşı dire­niş başlatan Mustafa Kemal Paşa, milletçe bir ulu önder olarak değerlendirile­cektir.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra ülkede bü­yük bir otorite boşluğu oluşmuş, mevcut otoriteyi örfî gelenekle elinde bulun­duran, fakat gerçekte işlerliğini yitirmiş bulunan Padişah, yurdu işgal eden düş­manlara karşı otoriteyi kullanacak durumda değildi.
Görüldüğü gibi o, Millî Mücadele’nin başlangıcından itibaren karizmasına dayalı bir sulta peşinde olmamıştı. Karizmasına dayalı şahsî otorite ve önderlik kurma çabasını ise hiç benimsememiştir. M. Kemal Paşa ve arkadaşları askerlik tecrübelerinden hareketle mevcut otoriteye alenen cephe almadan boşluğu dol­durmaya çabalamışladır. O, kişiliğinde çok güçlü bir karizma sahibi olmasına rağmen, rasyonel-yasal bir otorite kurarak[36] bundan hareketle hedefe ulaşmayı tercih etmiştir.

Türk Millî Mücadelesi’nin lideri olarak ortaya çıkan Mustafa Kemal Paşa, millet egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak[37] ama­cıyla hareket ederken, mevcut siyasî otoriteyi ve işgalcileri kongrelerde Türk milletine şikâyet eğilimine yönelince merkezle ilişkileri kopma noktasına gele­cektir. Nitekim o, siyasî ve askerî otoritenin kendisini İstanbul’a çağırmalarına karşılık, 8 Temmuz 1919 tarihinde göreviyle birlikte çok sevdiği askerlik mes­leğinden ayrıldığını telgrafla bildirerek milletin sinesinde bir ferd-i mücahit[38] olarak çalışmaya koyulacaktır.

Millî Mücadele’nin başladığı yerde bitmesinin söz konusu olduğu bu olayda lider, kendine güven yeteneğini ortaya koyarak milletiyle şahsiyetini bü­tünleştirmeye çalışmıştır. O, 1919 yılının karışık ortamında üniformasını çıkar­madan yoluna devam edebilir ve karizmatik bir askerî önder olabilirdi. Böyle bir yönelime girdiğinde, belki bir süre sonra onun durumuna özenip aynı mevkii elde etmeye çalışacak karizmatik önder adaylarıyla da uğraşacak[39] ve şüphesiz daha yolun başında engellerle karşılaşacak, belki de yıpranacaktı.

Tarihe geçmiş karizmatik liderler incelendiğinde M. Kemal, Castro, Hitler, M. Luther King gibi karizma sahibi önderlerin genel çoğunluğunun ülkelerinde yaşanan olumsuz şartlarda tarih sahnesinde yer aldıkları görülür. Karizmatik liderlerden bir kısmının milletlerini ve kurumlarını sıkıntılardan kurtararak ön­lerini açtıkları ortamda olumlu önderlik özelliklerini kullanırlarken, kimisinin de gerek kendi toplum ve kurumlarını, gerekse de insanlığı felaketlere götürerek[40] olumsuz karizmatik liderler[41] olarak tarihte rol aldıklarını görürüz. Bu du­rum, liderlerin karizmalarını sağladıktan sonraki eylem ve icraatlarında şekil­lenmektedir. O, rütbeden soyutlanmanın getirdiği endişeyi de çabucak yenmesini[42] bilerek hareketine devamla inandığı davayı kongrelerde milletine aktar­mış, Heyet-i Temsiliye, Büyük Millet Meclisi gibi yasal temsillere milletin de ka­tılımını sağlayarak, hareketi milletin sorunu konumuna getiren lider olmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, demokratik sürece ve ilerleme şartlarına uyarak, ya­sal kurallar çerçevesinde hareket eden demokratik bir liderdir. İçlerinde Rustow da dahil olmak üzere bazı yabancı yazarlar Türk Millî Mücadelesi’nin mev­cut ortamını yeterince kavramadan, Mustafa Kemal Paşa’nın bazı icraatlarını belirli sosyolojik modellere uydurarak diktatör liderlikle özdeşleştirmeye çalış­mışlardır. Bu tanım, esaret ve sömürüyü sosyal yapısına uygun görmeyerek in­sanca, özgürce bir yaşam için gönüllü millî direnişe katılan Türk milletinin yasal liderine uymamaktadır[43]. Anadolu’nun stratejisine hâkim olmak için azınlıkla­rın seferber edildiği, Çukurova ve Batı Anadolu’da Türkler üzerinde soykırım[44] yapıldığı, maksatlı iç isyanlarla sosyal, askerî ve mülkî düzenin sarsıntı geçirdiği bir sırada, Meclis’ten 5 Ağustos 1921 tarihinde Başkumandanlık dahil olmak üzere bütün yetkileri yasal şekilde alan Mustafa Kemal Paşa bu hareketiyle bir milletin mukadderatının lideri olmuştu.
Nitekim, bu ve benzeri liderlik davranışlarının kaynağının yeterince ince­lenmemesi bazı sosyologları ve yazarları yanlışlığa düşürmüştür. Millî Mücadele’nin lideri amaç ve hedeflere ulaşmada bazen otokratik, bazen de demokra­tik önderlik tarzlarını benimsemiştir. O, Yunan Ordusu’nun başkent Ankara’ya yaklaştığı, Yunanlılara kesin darbenin vurulmasının gerektiği çok acîl ve hayatî durumlarda otokratik lider tavrı göstermiştir. Bürokratik engellerle uğraşma­dan çabuk karar alınması gerekmekteydi. Bu nedenle o, Mecliste Başkomutanlık Yetki Yasası’nın süresi uzatılmadığı zaman[45] görevi yürütmeye devam kararını Bakanlar Kurulu’na bildirmiş, düşmanın karşısındaki ordunun başsız kalmasına seyirci[46] kalmayarak inisiyatif kullanmıştı.

Lider, başkalarının hayatı ve istikbali için kendini riske atan, önemli ka­rarlar alabilen ve fikirlerinin doğruluğunu grubuna aktarabilen, kendisini izle­yenlere bunu inandırabilendir. O, 6 Mayıs 1922 tarihinde Mecliste yapılan gizli bir oturumda milletin iradesine dayalı bir meclisin oluşturulmasına çalıştığını, bütün engellere rağmen hedefe ulaşabilmek için bütün kaynakları seferber ede­rek ordunun başarısını sağlayarak Türk milletinin kudretini dünyaya tanıtarak bağımsız ve hür yaşamanın sağlanacağını[47] belirterek, vekilleri aydınlatan ko­nuşmasının ardından oy çoğunluğu ile görev süresinin uzatılmasını sağlayacak­tır.

Mustafa Kemal Paşa savaş şartları gereği bazen de otokratik liderlik tar­zını benimsemiştir[48]. Sakarya Savaşı hazırlığında yanlış alınacak bir karar mil­letin yok olmasına neden olabilirdi. O, Türk milletinin bekası için görevi bırak­mazken, Tekalif-i Milliye Emirleri’ni[49] çıkararak Türk tarihinde çok önem arz eden bir savaş ortamında risk üstlenebilen bir lider olarak davranmıştır.

4. İnkılâplar Dönemi
Batı dünyası 15. ve 16. yüzyıllarda büyük sosyal değişme ve gelişme gösterirken[50], Osmanlı devlet adamları kendi dünyaları dışındaki bu hareketlere za­manında katılamamışlar, bunları merak edip[51], devletin bazı kurumlarının işle­vini değiştirerek gelişme göstermesi gereğine inandıkları zaman ise bu işte geç kaldıklarını görmüşlerdi. Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyıl içinde başlayan de­ğişme girişimleri, 19. yüzyılda büyük sanayisini kuramamış, dinî birlikle millî birliği pekiştirememiş, yaratıcı aydınları yetersiz bir sosyo-ekonomik yapıda çö­zülme eğilimlerinin arttığı[52] sosyal mirasa dönüşmüştü.

Tanzimatçılar, devleti eski gücüne eriştirmek için batı ülkelerinin kurumlarını, hukukunu örnek alarak iktibas hareketlerinde bulunmuşlar, sistemin bü­tününe yansımayan bu iyi niyetli çabalar Osmanlı Devleti’nde büyük bir in­kılâbın gerçekleşmesine yetmemişti. Bir yüzyılı aşkın zamanı kapsayan yenileşme çabalarında beklenen sonuçların alınamamasının pek çok alt nedenleri yanında, Osmanlı ülkesinin stratejisinden kaynaklanan dış kaynaklı etkilerin iç bünyeyi sarsıcı özellik göstermesi, toplumu yeniden yapılanmanın gerekliliğine inandırıp, olayı topluma mal edecek örgütlü ve etkili önderlerin bu yüzyılda or­taya çıkamayışlarını sayabiliriz.
Osmanlı Devleti 20. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada düştüğü yalnızlığa yeni bir askerî güç olarak ortaya çıkan Almanya ile çare aramış, bu arada kendini I. Dünya Savaşı’nın içinde bulmuştu. Savaş Türk insanını cephelerde öğütmekle kalmamış, İtilâf Devletleri Anadolu’yu sömürge yapmaya kalkışmışlardı. Türk ordusunun silahları elinden alınarak önemli bir kısmı terhis edilmiş, siyasî oto­riteyi ellerinde bulunduranlar işgal güçlerinin isteklerini yerine getirerek hali koruma politikasına yönelmişlerdi.
Askerî, mülkî, ekonomik ve sosyal bütün olumsuzluklara rağmen, mille­tine güvenerek kayıtsız şartsız egemenlik parolasıyla harekete geçen M. Kemal Paşa, Türk Millî Mücadelesi’nin önderi olarak gönüllerde taht kurmuştu.
O, oldukça çetin geçen mücadelenin ardından kurulan yeni Türk Devleti’nin övünülecek başarıların en büyüğü[53] olduğunu söylerken yapılanları ye­terli bulmayacaktır. O’nu milletlerin kaderinde önemli rolleri bulunan liderler­den farklı bir konuma getiren uygulamalar bu aşamadan itibaren başlayacaktır. Türk milletinin güven ve hayranlığını kazanan M. Kemal’in daha Millî Mücadele ve özellikle bunu izleyen yıllarda medeniyet ve çağdaşlık kavramlarını önemle benimsediği görülecektir. O’na göre, yaşadığımız dünyada milletler hür ve ba­ğımsız yaşama hakkını ancak ortaya koyacakları çağdaş eserlerle sağlayabilir­lerdi. Çağdaş eserler ortaya koyamayan milletler hür ve bağımsız yaşamaktan uzak bir yaşantıya mahkûm olacaklardı.[54]

Atatürk bilim ve tekniği kullanan çağdaş milletlerin ulaştığı yeri görmüş, bundan geri kalanların düşecekleri tehlikeleri sezmişti. Türk milletini bir za­manlar büyük millet yapan, terk edildiğinde sıkıntılara sokan bu gerçekler değil miydi? Osmanlı Devleti bu sıkıntılara Avrupa milletleri ile bağlarını kestiği za­man düşmemiş miydi? Atatürk, kazanılan bütün başarıların Tür milletine atılım ve çağdaşlaşmaya yönelttiğini ve Batının ulaştığı yola girdiklerini, bu yolda ba­şarıyı yakalayabilmenin bilim ve fen olduğunu belirterek Türk milleti için dü­şündüğü hedefi işaret etmişti: “Çağdaş milletlerin seviyesinden daha ileriye git­mek”.
Tanzimatçılar mevcut birçok yapıyı koruyarak yeniliklere girişmişler, hatta bazı alanlarda ikiliğe sebep olmuşlar, kurumları ve toplumu istenilen sos­yal değişme çizgisine getirememişlerdi. Atatürk kendinden öncekilerden farklı olarak, Türk toplumu için standart ölçü ve düşünce kalıplarının dışında bir ye­nilik hareketine girişmiştir. Aslında o, sıkıntılı günlerde kendine büyük destek veren Türk milletindeki değişme isteğini[55] kavramış, milletinin ilerleyebilmesi için yol gösterici liderliğini ortaya koymuştur.
Bazı liderler vardır, toplumlarını sıkıntılı ortamlardan kurtararak ünle­nirler, bazıları da ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamından yararlanarak toplumlarına önderlik ederler.
Bu liderlerden çoğunluğunun karizmalarının eksikliğinden veya yanlış uygulamalarından dolayı toplumlarını felâketin eşiğine getirdiklerini geçmiş ta­rih tecrübesi bizlere göstermiştir. Bu tür liderler milletlerin tarihlerinde utançla anılacak olayların mimarları da olabiliyor. Dolayısıyla toplumlarının sosyal ge­lişmelerine olumsuz etkide bulunan liderlere karşın, üstün özellikli lider tipleri uygulamanın başında veya her anında etkide bulunarak toplumlarının bilinçle­rinden silinmeyecek işlere adlarını yazdırıyor ve ölümsüz eserler bırakabiliyor­lar.
Atatürk’ün önderliğindeki Türk inkılâbının iç ve dış dünyada yankılar ya­pan özelliği, yüzyılların İslâm motifli kurumlarının lâik bir yapıya dönüştürüle­rek çağdaş medenî toplum modeli sürecine girilmesi olmuştur. Atatürk inkılâp­larını siyasî inkılâplar, eğitim-kültür ve sanat alanında yapılan inkılâplar olarak sıralamak mümkündür. Siyasî alanda yapılan inkılâplar içerisinde saltanat ve halifeliğin kaldırılması, Cumhuriyetin ilânı, çok partili rejim denemeleri yer alır. Sosyal ve hukuk alanındaki inkılâplar, Batı kaynaklı yasaların alınması şeklinde olmuştur. Eğitim ve kültür alanında inkılâpları ise eğitim-öğretimin birleştiril­mesi, üniversite reformu, Latin harflerinin kabulü, Türk dili ve Türk tarihi ala­nında yapılan çalışmalarda görebiliriz.
Türk toplumsal değişmesinde büyük bir dönem ve aşamayı ifade eden Atatürk inkılâpları, dünyadaki emsali arasında radikal değişmeleri gerçekleştir­mesi yönünden başta gelen örneklerden birisidir. Bu tür radikal değişmeler, ge­nel olarak çok büyük dirençle karşılaşarak gerçekleşebildikleri, varlıklarını sürdürmeleri çok kesin ve acımasız bir güç ve kuvvet sayesinde mümkün olduğu halde[56], Atatürk inkılâpları sırasındaki değişme çok az sayıda muhalif hareketle karşılaşmış, etkili bir güç kullanımını gerektirmemiştir. Böylesine büyük bir de­ğişimin gerçekleşmesinde Atatürk’ün değişikliği kavrayış ve tatbikteki liderliği belirleyici rol oynamıştır.

Sonuç

Liderler zor zamanlarda ortaya çıkarak yetenekleri sayesinde tarihin akı­şına etki ederler. Milletleri yeniden inşa edenler de tarihte ender görülen lider­lerdir. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında gelişen iç ve dış olaylar M. Ke­mal’in liderliğini ortaya çıkarmıştır.
M. Kemal vatanı işgal edilen, silahları elinden alınan, iç isyanlarla karıştı­rılmak istenen Türk milletini düzene sokup, istiklâllerini sağlayarak dağılmış bir imparatorluktan millî bir devlet çıkarma başarısını göstermiştir.
O, iki yüzyıl süren yenileşme hamlelerinin hantallığının aksine, Türk toplumunu hızla çağdaş kalkınma sürecine geçirerek şok uygulaması yapmış, me­denî toplum modeli yönünde yapısal bakımdan değişmesini sağlamış, Av­rupa’nın coğrafî eteklerindeki Müslüman bir ülkede demokratik ve Batılı çerçe­vede bir değişimin başarılı olabileceğini göstermiş karizmatik bir lider olarak, zamanının ve günümüz liderlerini etkilemiştir.

No comments:

Post a Comment