ATATÜRK VE LİDERLİK
Doç.Dr.
Yusuf Ziya Bildirici
Bilgi
çağına girdiğimiz 21. yüzyılda lider ve liderlik kavramı tüm dünya insanlarının
ilgisini çekmektedir. Günümüzde siyasetçiler, işadamları başta olmak üzere pek
çok kesimden kişiler ilgi alanlarında başarılı olabilmenin yol ve yöntemlerini
araştırmaktadırlar. Geçmiş çağ ve dönemlerde siyasî, sosyal, ekonomik ve
kültürel değerler açısından liderlik özelliğiyle ortaya çıkan kişiler olmuştur.
İnsanlığın ilk çağlarında beslenme ve güvenlik gereksinimlerinin karşılanmasında
liderlik etmek, daha çok güç ve cesaret gibi kişisel özelliklere bağlı iken,
günümüz modern toplumlarında gerek ihtiyaç türlerinin çeşitlilik ve değişkenlik
göstermesi, gerekse bunların bilgi ve yeteneğe yönelik özelliklerinin ortaya
çıkmasıyla, liderlik etme anlayış ve uygulaması[1] değişmiştir.
Başlangıçta toplumun gereksinimleri sınırlı iken ortaya çıkan sayılı
özellikteki lider tipi, yerini toplum ile çevrenin değişmesiyle çok özellikli
lider tipine bırakacaktır.
Atatürk ve Lİderlik
Doç.Dr. Yusuf Ziya Bildirici
1. Genel Olarak Liderlik
Kavramı:
Başta yabancı yazarlar ve sosyal bilimciler, 20. yüzyıl
başlarında Anadolu’da oluşan siyasî otorite boşluğunda Atatürk’ün organizesiyle
başlayan millî direniş hamlesi ve sonrasını açıklarken liderlik, karizma gibi
kavramları kullanmışlardır. Vatanında istiklâline kavuşmak için Türk milletinin
verdiği mücadele, liderinin sayesinde büyük sosyal değişimlere dönüşünce,
dünyanın Atatürk’e olan ilgisi artmış, onun liderlik özellikleri kitaplara konu
olmuştur.
Lider ve
liderlik, şimdilerde bilimsel olarak araştırılan ilginç kavramlar arasında
sayılmaktadır. Bu kavramı ve buna bağlı olarak şekillenenleri açıklamak için
bazı tanımlardan hareketle konuya girmek uygun olacaktır. Bir grubu hedeflere
doğru yönlendirme işini yapan özel yeteneklere sahip kişiye lider, yapılan işe
ise liderlik denmektedir. Diğer bir söylemle liderlik, insanların düşündüklerini
ve aldıkları kararları eylemlere dönüştürmelerini[2] başarma
sanatıdır.
Bazı batılı yazarlara göre bir kimsenin lider olarak kabul edilebilmesi, önce
üstün niteliklerinin bulunduğunun kendisini izleyenlerce kabul edilmesine, bu
niteliklerin onlara güven vermesine ve onun etkisini kabullenmelerini
sağlamasına[3] bağlıdır.
Liderin etkisi ve
önemi daha ziyade içerisinde bulunduğu durumlar ve şartlarla yakından
ilişkilidir. Bu nedenle büyük buhranlar ve olağanüstü durumlar büyük liderleri
ortaya çıkarır. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, yaptıklarıyla tarihe adını yazdıran
büyük insanları büyük milletlerin yetiştireceğini, bu milletlerin ülküsünü
benimseyen kişiliklerin hep ön plâna çıktığını[4] belirterek
manalı değerler üzerinde durur.
Lideri güven
duygusu veren, çevresinin ihtiyaçlarını karşılayan, hedef kitlesini gereken
noktaya götüren, şahsı ve etrafındakilerle ahenkli, yapacağı işi önceden
kafasında kurgulayarak uygulayan kişi, önder şeklinde betimleyen çalışmalara
rastlamak mümkündür. Bunlar ve benzeri özelliklerin bir liderde yüksek seviyede
görülmesine karizma,[5] bu
özelliği ile büyük işler başaranlara da karizmatik lider diyebiliriz.
Tarih boyunca
büyük liderlerin merak uyandırıcı yönleri, hangi ortamda ve ne şekilde ortaya
çıktıkları, özellikleri, karşılarına çıkan güçlüklere karşı uygulamaları hep
merak konusu olmuştur. Tarihin akışı içinde rastladığımız Muhammed, Lenin,
Gandhi ve Atatürk gibi liderlerin en önemli ortak özelliklerinden birisi
karizmatik bir nitelik taşımalarıdır. Gerçekten de karizma, bu tür lider
kişiliklerin ortaya çıkmasının analizi ve uygulamaya koydukları etkinliklerinin
anlaşılırlığı açısından kilit bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu
türden kişiliklerin grup, topluluk veya kitle üzerinde oluşturdukları etkileri,
yasal bir güce, bir statü veya mevkiye, ekonomik kaynakları elinde tutmaya
değil, önemli miktarda kişisel edinimlerinden ve özelliklerinden[6] kaynağını
bulmaktadır.
Türk milletinin yanı sıra başka milletlerin de kaderini belirleyen olaylara
damgasını vuran Atatürk’ün liderliğini birkaç devrede gözler önüne sermek yerinde
olacaktır.
2. Millî Mücadele Öncesi
M. Kemal
Mustafa Kemal,
çok yakın arkadaşlık görüşmeleri sırasında Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail
Fazıl Paşa ile tanışır. Fazıl Paşa onda büyük özellikler görmekteydi. Onu
arkadaşı Osman Nizami Paşa ile tanıştırdı. Nizami Paşa, uzunca bir süre M.
Kemal ile görüştü. Sonra da onda büyük işler yapanların yetenek ve zekiliğini
gördüğünü[7] belirtmişti.
M. Kemal Manastır
Askerî İdadisi’nde zorlandığı Fransızca’yı Selânik’te tatil sırasında iki üç
ay içerisinde kavrayarak ileri bir dereceye getirir. Eğitimini başarı ile
tamamlayıp, İstanbul’a giderek 13 Mart 1899’da Harp Okulu’nun Piyade Bölümü’ne
girer. Kurmay sınıfına geçmek için girdiği sınavın sonuçları henüz
açıklanmadan kurmay apoletlerini yakasına takmıştı. Bu yaptıklarını soranlara,
“Olacağıma kesin inancım olduğundan onları takmıştım”[8] diyerek
öz güvene dayalı özelliğini ortaya koymuştu.
M. Kemal henüz kurmay yüzbaşı olmuş ve tayin beklemektedir. Onda ülke
yönetimine yönelik merak ve girişimler 1905 yılında gelişirken, gizlice buluşup
görüştüğü arkadaşları arasında da önder bir yapı özelliği taşıdığı gözlemleniyordu.
Bu girişimleri nedeniyle tutuklanır ve sonrasında serbest bırakılır. Bir çeşit
sürgün olarak Şam’daki 30. Süvari Alayı’nda topçu stajına gitmeden önce
Beyrut’ta arkadaşlarıyla yaptığı görüşmede; yıkılmak konumuna gelen bir Osmanlı
Devleti’nden yeni bir Türk devleti çıkarmak gerektiğini[9] söyleyerek,
büyük işlerin adamı olduğunun işaretlerini veriyordu.
Lider,
düşüncelerini örgütleyebilen kimsedir. O, 1906 Ekim’inde Şam’da Alay Komutanı
Lütfi, Kurmay Yüzbaşı Müfit, Süleyman Hacı Mustafa ile birlikte Vatan
Cemiyeti’ni kurar. Gizlice geldiği Selânik’te yeni katılımlar sayesinde güçlenen
cemiyetin adı Vatan ve Hürriyet Cemiyeti[10] olarak
değiştirilir. M. Kemal, kıdemli yüzbaşı olarak geldiği Selânik’te İttihat ve
Terakki Partisi’nin toplantılarında, ileri sürdüğü görüşleriyle sivrilen bir
lider görünümündedir. O, azınlıkların milliyetçilik akımından çıkar sağlamaya
çalıştıkları bir sırada, Büyük Osmanlı Devleti’nin akıbetini görürcesine
önsezilerde bulunuyor, hatta kurulacak Türk Devleti’nin şimdiki sınırlarını[11] tarif
ederek ileriyi gören bir lider izlenimi veriyordu.
Bu sırada 1908’de
II. Meşrutiyet ilân edilmiş, daha sonra da 31 Mart İsyanı[12] ortaya
çıkmıştı. Herkesin şaşkınlık geçirdiği bu anda, tümen ve ordu kumandanlarını
Hareket Ordusu kurma fikriyle isyanı[13] bastırmak
üzere yönlendiren, İstanbul’a kuvvet gönderilmesini sağlayan kişi M. Kemal
idi.
Osmanlı Devleti
eski gücünü yitirmiş, içte azınlıklar isyanlarıyla vatandaşlık bağlarını
zedelerken, Balkanlar içten içe kaynamaktaydı. 31 Mart İsyanı’nın ertesi günü
Adana’da Ermenilerin Türkleri katlederek başlattıkları isyan Dörtyol ve
çevresine yayılmış[14],
komitecilerin kanlı eylemleri Rusların Akdeniz kıyılarında bir üs edinmelerini
sağlayamamıştı. Dünya devleti olma çabasındaki İtalyanlar 27 Eylül 1911’de
Trablusgarp’a asker çıkararak işgallerini genişletmişlerdi[15].
Her türlü şartta devletine yararlı olma duygusundaki M. Kemal, Enver, Fethi
beyler ve bazı subayların bölgeye koşarak aşiretleri organizelerine ve işgale
karşı savaşmalarına neden oldu. O, Anadolu’dan kilometrelerce uzakta bu seferin
çapının dar olduğunu[16] açık
görüşlü asker mantığıyla kavrayacaktır.
Osmanlı Devleti
19. yüzyıl sonlarında düştüğü yalnızlığa çare olarak Almanya ile yakınlaşmış,
Ortadoğu’daki petrole dayalı çıkar hesapları İngiltere ve Fransa’yı
birleştirmiş, I. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin jeopolitiğini hedef tahtası
durumuna koymuştu. İtilâf Devletleri açısından Çanakkale Boğazı’nın geçilmesi
savaşın kaderini değiştirebilirdi. Çanakkale Savaşları, M. Kemal’in liderlik
yeteneklerini Türk tarihine yazan olaylara sahne olmuştur. O, neyi, nerede,
nasıl kullanacağını, en kritik anda nasıl hayatî karar verileceğini burada
sergilemiştir. Cephanesi kalmayan askerlere süngü taktırarak gerektiğinde
ölmelerini[17] hatırlatmış,
kumanda edeceğinin çok üzerindeki kuvvetlerin idare ve sorumluluğunu yüklenerek
büyük insiyatif kabiliyetiyle çarpışmaların kaderini etkileyen karizmatik lider
olarak öne çıkmıştır. Onun tükenme nedir bilmeyen enerjisi, kesin görüş ve
önsezisi, isabetli kararları ve liderlikteki fonksiyonu sayesinde düşmana
başkent yolunun serbestliğiyle neticelenebilecek olan bir yenilginin[18] önü
alınabilmişti.
M. Kemal, Çanakkale Çarpışmaları’ndan sonra 1 Nisan 1916’da generalliğe terfi
ettiği sırada Ruslar doğuda Muş ve Bitlis’i işgal etmişlerdi. O, hazırladığı
kolordu ile Rusların kuvvetlerimizi ortadan kaldırma plânını görerek, 7
Ağustos’ta Muş’u, ardından da Bitlis’i düşmandan temizlemiş, II. Ordu’nun
yenilmesini önlemişti. M. Kemal, Çapakçur Boğazı’na zamanında yetişmek
suretiyle Ali Fuat Cebesoy’un emrinde bulunan 14. Tümen’i zor ve riskli bir
durumdan[19] da
kurtarmıştı.
I. Dünya
Savaşı’nın sürdüğü Sina-Filistin Çarpışmaları’nda yerli Araplardan da aldığı
destekle devamlı ilerleyen İngilizlere karşı komuta ettiği 7. Ordu’yu
çarpışarak Halep’e çekerek[20] imha
edilmeden kurtaran yine odur.
31 Ekim 1917’de
Yıldırım Orduları Kumandanlığı’nı Alman generali Liman Von Sanders’ten teslim almıştı.
Bu görev değişimi sırasında bir Alman generalinin yenildiklerini ve her şeyin
bittiğini söylemesine karşın M. Kemal, “Savaş müttefiklerimiz için bitmiş
olabilir. Ama bizi ilgilendiren savaş, kendi bağımsızlığımızın mücadelesi asıl
şimdi başlıyor”[21] diyerek
yılmaz irade ve azmini ortaya koyuyordu.
Savaş sonrası
Mondros Mütarekesi yapılmış, İngilizler, Osmanlı Devleti’nden İskenderun-Halep
güzergâhının serbest konuma getirilmesini istemişlerdi. Sadrazam da onların
isteği doğrultusunda M. Kemal Paşa’ya talimat verme düşüncesindedir. Yapılan
yazışmalar sırasında o, Harbiye Nazırı’na[22] “İngilizlerin
gerçek amaçlarının İskenderun’u işgal etmek olduğunu, bu güzergâh yoluyla 7.
Ordu’nun birliklerini geri çekmesinin önünü alarak orduyu teslim almak istediklerini
iletir. İskenderun ve çevresine çıkacak İngiliz birliklerine ateşle karşılık
verilmesi için emir verdiğini, düşmanın yanıltıcı davranışlarını hoş görmeye
yaratılışının uygun olmadığından, görevi devralacak şahsın derhal ordunun başına
getirilmesi istemiyle[23] telyazısı
göndermişti.
Teslimiyetçi
anlayışa karakterinin ket olması, muhakkak onun mükemmel liderlik özelliğinden
gelmekteydi. Genel savaşın seyri Osmanlı Devleti’nin üzerine bir karabasan gibi
çökmüş iken, hareket halinde olan, didinen M. Kemal’in düşüncesinde yeni bir
Türk Devleti oluşturulması vardı. Bundan hareketle yakın arkadaşlarına
yapılacak işler konusunda uyarılarda bulunmaktadır. Henüz işgalden önce
Anteplilere[24] ve
Adanalılara[25] istiklâllerini
korumaları için gereken silah ile malzemeyi sağlama sözünü veren, düşmana karşı
mücadele etmelerini, teşkilat kurmalarını öğütleyen yine odur.
3. Millî Mücadele
Dönemi’nde M. Kemal
Milletin
savaşlardan madden ve manen yılgın, ordunun elinden silahlarının alındığı, ülkenin
yer yer işgale başlandığı, hükûmetin gelişmeler karşısında aciz ve kararsız[26] kaldığı
bir zamanda M. Kemal, 10-11 Kasım 1918’de Adana’dan ayrılarak milletin
mücadelesini şekillendirmek amacıyla siyasî gelişmelerin merkezi konumundaki
İstanbul’da geçti.[27]
M. Kemal,
İstanbul’da kaldığı altı ay içinde Ali Fuat, Kâzım Karabekir, İsmet, Rauf,
Fethi beyler ve diğer silah arkadaşları, saray çevresi ile yakın görüşmelerde
bulundu.[28] Bu
temasların sonunda ülkenin işgalcilerden kurtarılması fikri olgunluk
kazanacaktır. O, yapılacak mücadelenin millî bir teşkilata dayandırılarak Türk
milletiyle birlikte Anadolu’da yapılması gerektiğine inanmıştı.
Mondros Mütarekesi’nden sonra Fener Rum Patrikhanesi’nin ve Merzifon Amerikan
Koleji’nin teşvik ve yönlendirilmesiyle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Pontusçu Rum
çetelerinin başlattıkları eylemler[29] ve
bunlara karşı Türklerin nefsî savunmaları işgal güçlerinin bölgeye müdahalesini
gündeme getirmişti. Osmanlı Hükümeti, bu gelişmeler üzerine Dahiliye Nazırı
Mehmet Ali Bey’in önerisi, Padişahın onayıyla M. Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi[30] olarak
görevlendirdi. Yurdun önemli bir kısmını kapsayan bu görevlendirme onun resmî
ve askerî makamlarda ustaca yaptığı çabaların ürünüydü.
Lider neyi,
nerede, ne zaman yapacağını bilen, hızlı muhakeme yeteneğine, pratik zekâya[31] sahip
olmalı, yerinde ve doğru kararlar alabilmelidir. M. Kemal Paşa mülkî ve askerî
görevine atanmadan önce İstanbul’da görüştüğü silah arkadaşlarına düşündüğü
büyük işleri açıklamış, onların olurlarını da almıştı. Yapılacak iş, onun sevk
ve idaresinde millî bir ordunun kurulması, ülkede halkın iradesiyle
oluşturulacak bir meclisin toplanmasından[32] hareketle
Millî Mücadele’nin başlatılmasıydı.
Erkân-ı Harbiye-i
Umumiye Reisi Cevat Paşa, Ali Fuat Paşa’nın komuta edeceği 20. Kolordu’ya
Ulukışla’dan Ankara’ya hareket emri verecek, Rauf Bey Bahriye Nezareti’nden
istifa ederek Ankara’ya ulaşacak, 20. Kolordu Kumandanı olarak Erzurum’a
geçecek olan Kâzım Karabekir Paşa, o gelinceye kadar gerekli ortamı
hazırlayacak, Albay Refet Bey Sivas’ta kurulan 3. Kolordu’nun başına geçecek,[33] böylece
Mustafa Kemal Paşa’nın başlatacağı harekâtın stratejik noktalarının güvenliği
sağlanmış olacaktı.
Osmanlı ülkesiyle Osmanlı’nın ideolojisine yakın çizgide yaşayan
milletler, 19. yüzyılda maddeye hâkim olarak teknolojilerini geliştiren
batılıların askerî tehdidine uğramışlardı. Avrupalı medeniler, ilkellerin
tabii kaynaklarının öylece durmasına kayıtsız kalamazlardı !. Onlara göre, bu
kaynakların korunmasında Anadolu’nun stratejik noktaları kontrol altına
alınmalı, bu coğrafyanın sakinleri yeni efendilerinin sömürüsüne hizmet
etmeliydiler.
Türk Millî
Mücadelesi’ni beraberindeki 17 kişilik ekibi[34] ile
19 Mayıs 1919’da Samsun’a varışından itibaren başlatan M. Kemal, Türk’ün esaret
kabul etmez yapısıyla egemenliği hiçbir suretle bırakmayacağını, canına
kastedilen bir milletin her şeyi göze alacağını, ancak bu millete hizmet edenin
onun efendisi olacağını[35] söylemekteydi.
Cephelerde Türk insanını öğüten özelliğiyle I. Dünya Savaşı
toplum psikolojisini de olumsuz etkilemişti. Türk tarihinde böyle karizmatik
ortamlarda, kutlanmış özellikler taşıdığına inanılan önderlerle Türk milleti
yeniden bir bayrak altında birleşerek istiklâlini elde edebilmişti. Teknoloji
ve ihanet odaklarını harekete geçirerek Türk’ü yok etmeyi amaçlayan sömürgeci
zihniyete karşı direniş başlatan Mustafa Kemal Paşa, milletçe bir ulu önder
olarak değerlendirilecektir.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra
ülkede büyük bir otorite boşluğu oluşmuş, mevcut otoriteyi örfî gelenekle
elinde bulunduran, fakat gerçekte işlerliğini yitirmiş bulunan Padişah, yurdu
işgal eden düşmanlara karşı otoriteyi kullanacak durumda değildi.
Görüldüğü gibi o,
Millî Mücadele’nin başlangıcından itibaren karizmasına dayalı bir sulta peşinde
olmamıştı. Karizmasına dayalı şahsî otorite ve önderlik kurma çabasını ise hiç
benimsememiştir. M. Kemal Paşa ve arkadaşları askerlik tecrübelerinden
hareketle mevcut otoriteye alenen cephe almadan boşluğu doldurmaya
çabalamışladır. O, kişiliğinde çok güçlü bir karizma sahibi olmasına rağmen,
rasyonel-yasal bir otorite kurarak[36] bundan
hareketle hedefe ulaşmayı tercih etmiştir.
Türk Millî
Mücadelesi’nin lideri olarak ortaya çıkan Mustafa Kemal Paşa, millet
egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak[37] amacıyla
hareket ederken, mevcut siyasî otoriteyi ve işgalcileri kongrelerde Türk
milletine şikâyet eğilimine yönelince merkezle ilişkileri kopma noktasına gelecektir.
Nitekim o, siyasî ve askerî otoritenin kendisini İstanbul’a çağırmalarına
karşılık, 8 Temmuz 1919 tarihinde göreviyle birlikte çok sevdiği askerlik mesleğinden
ayrıldığını telgrafla bildirerek milletin sinesinde bir ferd-i mücahit[38] olarak
çalışmaya koyulacaktır.
Millî Mücadele’nin başladığı yerde bitmesinin söz konusu olduğu bu olayda
lider, kendine güven yeteneğini ortaya koyarak milletiyle şahsiyetini bütünleştirmeye
çalışmıştır. O, 1919 yılının karışık ortamında üniformasını çıkarmadan yoluna
devam edebilir ve karizmatik bir askerî önder olabilirdi. Böyle bir yönelime
girdiğinde, belki bir süre sonra onun durumuna özenip aynı mevkii elde etmeye
çalışacak karizmatik önder adaylarıyla da uğraşacak[39] ve
şüphesiz daha yolun başında engellerle karşılaşacak, belki de yıpranacaktı.
Tarihe geçmiş
karizmatik liderler incelendiğinde M. Kemal, Castro, Hitler, M. Luther King
gibi karizma sahibi önderlerin genel çoğunluğunun ülkelerinde yaşanan olumsuz
şartlarda tarih sahnesinde yer aldıkları görülür. Karizmatik liderlerden bir
kısmının milletlerini ve kurumlarını sıkıntılardan kurtararak önlerini
açtıkları ortamda olumlu önderlik özelliklerini kullanırlarken, kimisinin de
gerek kendi toplum ve kurumlarını, gerekse de insanlığı felaketlere götürerek[40] olumsuz
karizmatik liderler[41] olarak
tarihte rol aldıklarını görürüz. Bu durum, liderlerin karizmalarını
sağladıktan sonraki eylem ve icraatlarında şekillenmektedir. O, rütbeden
soyutlanmanın getirdiği endişeyi de çabucak yenmesini[42] bilerek
hareketine devamla inandığı davayı kongrelerde milletine aktarmış, Heyet-i
Temsiliye, Büyük Millet Meclisi gibi yasal temsillere milletin de katılımını
sağlayarak, hareketi milletin sorunu konumuna getiren lider olmuştur.
Mustafa Kemal
Paşa, demokratik sürece ve ilerleme şartlarına uyarak, yasal kurallar
çerçevesinde hareket eden demokratik bir liderdir. İçlerinde Rustow da dahil
olmak üzere bazı yabancı yazarlar Türk Millî Mücadelesi’nin mevcut ortamını
yeterince kavramadan, Mustafa Kemal Paşa’nın bazı icraatlarını belirli
sosyolojik modellere uydurarak diktatör liderlikle özdeşleştirmeye çalışmışlardır.
Bu tanım, esaret ve sömürüyü sosyal yapısına uygun görmeyerek insanca, özgürce
bir yaşam için gönüllü millî direnişe katılan Türk milletinin yasal liderine
uymamaktadır[43].
Anadolu’nun stratejisine hâkim olmak için azınlıkların seferber edildiği,
Çukurova ve Batı Anadolu’da Türkler üzerinde soykırım[44] yapıldığı,
maksatlı iç isyanlarla sosyal, askerî ve mülkî düzenin sarsıntı geçirdiği bir
sırada, Meclis’ten 5 Ağustos 1921 tarihinde Başkumandanlık dahil olmak üzere
bütün yetkileri yasal şekilde alan Mustafa Kemal Paşa bu hareketiyle bir
milletin mukadderatının lideri olmuştu.
Nitekim, bu ve
benzeri liderlik davranışlarının kaynağının yeterince incelenmemesi bazı
sosyologları ve yazarları yanlışlığa düşürmüştür. Millî Mücadele’nin lideri
amaç ve hedeflere ulaşmada bazen otokratik, bazen de demokratik önderlik
tarzlarını benimsemiştir. O, Yunan Ordusu’nun başkent Ankara’ya yaklaştığı,
Yunanlılara kesin darbenin vurulmasının gerektiği çok acîl ve hayatî durumlarda
otokratik lider tavrı göstermiştir. Bürokratik engellerle uğraşmadan çabuk
karar alınması gerekmekteydi. Bu nedenle o, Mecliste Başkomutanlık Yetki
Yasası’nın süresi uzatılmadığı zaman[45] görevi
yürütmeye devam kararını Bakanlar Kurulu’na bildirmiş, düşmanın karşısındaki
ordunun başsız kalmasına seyirci[46] kalmayarak
inisiyatif kullanmıştı.
Lider,
başkalarının hayatı ve istikbali için kendini riske atan, önemli kararlar
alabilen ve fikirlerinin doğruluğunu grubuna aktarabilen, kendisini izleyenlere
bunu inandırabilendir. O, 6 Mayıs 1922 tarihinde Mecliste yapılan gizli bir
oturumda milletin iradesine dayalı bir meclisin oluşturulmasına çalıştığını,
bütün engellere rağmen hedefe ulaşabilmek için bütün kaynakları seferber ederek
ordunun başarısını sağlayarak Türk milletinin kudretini dünyaya tanıtarak
bağımsız ve hür yaşamanın sağlanacağını[47] belirterek,
vekilleri aydınlatan konuşmasının ardından oy çoğunluğu ile görev süresinin
uzatılmasını sağlayacaktır.
Mustafa Kemal
Paşa savaş şartları gereği bazen de otokratik liderlik tarzını benimsemiştir[48].
Sakarya Savaşı hazırlığında yanlış alınacak bir karar milletin yok olmasına
neden olabilirdi. O, Türk milletinin bekası için görevi bırakmazken, Tekalif-i
Milliye Emirleri’ni[49] çıkararak
Türk tarihinde çok önem arz eden bir savaş ortamında risk üstlenebilen bir
lider olarak davranmıştır.
4. İnkılâplar Dönemi
Batı dünyası 15.
ve 16. yüzyıllarda büyük sosyal değişme ve gelişme gösterirken[50],
Osmanlı devlet adamları kendi dünyaları dışındaki bu hareketlere zamanında
katılamamışlar, bunları merak edip[51],
devletin bazı kurumlarının işlevini değiştirerek gelişme göstermesi gereğine
inandıkları zaman ise bu işte geç kaldıklarını görmüşlerdi. Osmanlı Devleti’nde
18. yüzyıl içinde başlayan değişme girişimleri, 19. yüzyılda büyük sanayisini
kuramamış, dinî birlikle millî birliği pekiştirememiş, yaratıcı aydınları
yetersiz bir sosyo-ekonomik yapıda çözülme eğilimlerinin arttığı[52] sosyal
mirasa dönüşmüştü.
Tanzimatçılar, devleti eski gücüne eriştirmek için batı
ülkelerinin kurumlarını, hukukunu örnek alarak iktibas hareketlerinde
bulunmuşlar, sistemin bütününe yansımayan bu iyi niyetli çabalar Osmanlı
Devleti’nde büyük bir inkılâbın gerçekleşmesine yetmemişti. Bir yüzyılı aşkın
zamanı kapsayan yenileşme çabalarında beklenen sonuçların alınamamasının pek
çok alt nedenleri yanında, Osmanlı ülkesinin stratejisinden kaynaklanan dış
kaynaklı etkilerin iç bünyeyi sarsıcı özellik göstermesi, toplumu yeniden
yapılanmanın gerekliliğine inandırıp, olayı topluma mal edecek örgütlü ve
etkili önderlerin bu yüzyılda ortaya çıkamayışlarını sayabiliriz.
Osmanlı Devleti 20. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada düştüğü yalnızlığa yeni bir
askerî güç olarak ortaya çıkan Almanya ile çare aramış, bu arada kendini I.
Dünya Savaşı’nın içinde bulmuştu. Savaş Türk insanını cephelerde öğütmekle
kalmamış, İtilâf Devletleri Anadolu’yu sömürge yapmaya kalkışmışlardı. Türk
ordusunun silahları elinden alınarak önemli bir kısmı terhis edilmiş, siyasî
otoriteyi ellerinde bulunduranlar işgal güçlerinin isteklerini yerine
getirerek hali koruma politikasına yönelmişlerdi.
Askerî, mülkî, ekonomik ve sosyal bütün olumsuzluklara rağmen,
milletine güvenerek kayıtsız şartsız egemenlik parolasıyla harekete geçen M.
Kemal Paşa, Türk Millî Mücadelesi’nin önderi olarak gönüllerde taht kurmuştu.
O, oldukça çetin
geçen mücadelenin ardından kurulan yeni Türk Devleti’nin övünülecek başarıların
en büyüğü[53] olduğunu
söylerken yapılanları yeterli bulmayacaktır. O’nu milletlerin kaderinde önemli
rolleri bulunan liderlerden farklı bir konuma getiren uygulamalar bu aşamadan
itibaren başlayacaktır. Türk milletinin güven ve hayranlığını kazanan M.
Kemal’in daha Millî Mücadele ve özellikle bunu izleyen yıllarda medeniyet ve
çağdaşlık kavramlarını önemle benimsediği görülecektir. O’na göre, yaşadığımız
dünyada milletler hür ve bağımsız yaşama hakkını ancak ortaya koyacakları
çağdaş eserlerle sağlayabilirlerdi. Çağdaş eserler ortaya koyamayan milletler
hür ve bağımsız yaşamaktan uzak bir yaşantıya mahkûm olacaklardı.[54]
Atatürk bilim ve tekniği kullanan çağdaş milletlerin ulaştığı
yeri görmüş, bundan geri kalanların düşecekleri tehlikeleri sezmişti. Türk
milletini bir zamanlar büyük millet yapan, terk edildiğinde sıkıntılara sokan
bu gerçekler değil miydi? Osmanlı Devleti bu sıkıntılara Avrupa milletleri ile
bağlarını kestiği zaman düşmemiş miydi? Atatürk, kazanılan bütün başarıların
Tür milletine atılım ve çağdaşlaşmaya yönelttiğini ve Batının ulaştığı yola
girdiklerini, bu yolda başarıyı yakalayabilmenin bilim ve fen olduğunu
belirterek Türk milleti için düşündüğü hedefi işaret etmişti: “Çağdaş
milletlerin seviyesinden daha ileriye gitmek”.
Tanzimatçılar
mevcut birçok yapıyı koruyarak yeniliklere girişmişler, hatta bazı alanlarda
ikiliğe sebep olmuşlar, kurumları ve toplumu istenilen sosyal değişme
çizgisine getirememişlerdi. Atatürk kendinden öncekilerden farklı olarak, Türk
toplumu için standart ölçü ve düşünce kalıplarının dışında bir yenilik
hareketine girişmiştir. Aslında o, sıkıntılı günlerde kendine büyük destek
veren Türk milletindeki değişme isteğini[55] kavramış,
milletinin ilerleyebilmesi için yol gösterici liderliğini ortaya koymuştur.
Bazı liderler vardır, toplumlarını sıkıntılı ortamlardan
kurtararak ünlenirler, bazıları da ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamından
yararlanarak toplumlarına önderlik ederler.
Bu liderlerden çoğunluğunun karizmalarının eksikliğinden veya
yanlış uygulamalarından dolayı toplumlarını felâketin eşiğine getirdiklerini
geçmiş tarih tecrübesi bizlere göstermiştir. Bu tür liderler milletlerin
tarihlerinde utançla anılacak olayların mimarları da olabiliyor. Dolayısıyla
toplumlarının sosyal gelişmelerine olumsuz etkide bulunan liderlere karşın,
üstün özellikli lider tipleri uygulamanın başında veya her anında etkide
bulunarak toplumlarının bilinçlerinden silinmeyecek işlere adlarını yazdırıyor
ve ölümsüz eserler bırakabiliyorlar.
Atatürk’ün önderliğindeki Türk inkılâbının iç ve dış dünyada
yankılar yapan özelliği, yüzyılların İslâm motifli kurumlarının lâik bir
yapıya dönüştürülerek çağdaş medenî toplum modeli sürecine girilmesi olmuştur.
Atatürk inkılâplarını siyasî inkılâplar, eğitim-kültür ve sanat alanında
yapılan inkılâplar olarak sıralamak mümkündür. Siyasî alanda yapılan inkılâplar
içerisinde saltanat ve halifeliğin kaldırılması, Cumhuriyetin ilânı, çok
partili rejim denemeleri yer alır. Sosyal ve hukuk alanındaki inkılâplar, Batı
kaynaklı yasaların alınması şeklinde olmuştur. Eğitim ve kültür alanında
inkılâpları ise eğitim-öğretimin birleştirilmesi, üniversite reformu, Latin
harflerinin kabulü, Türk dili ve Türk tarihi alanında yapılan çalışmalarda
görebiliriz.
Türk toplumsal
değişmesinde büyük bir dönem ve aşamayı ifade eden Atatürk inkılâpları,
dünyadaki emsali arasında radikal değişmeleri gerçekleştirmesi yönünden başta
gelen örneklerden birisidir. Bu tür radikal değişmeler, genel olarak çok büyük
dirençle karşılaşarak gerçekleşebildikleri, varlıklarını sürdürmeleri çok kesin
ve acımasız bir güç ve kuvvet sayesinde mümkün olduğu halde[56],
Atatürk inkılâpları sırasındaki değişme çok az sayıda muhalif hareketle
karşılaşmış, etkili bir güç kullanımını gerektirmemiştir. Böylesine büyük bir
değişimin gerçekleşmesinde Atatürk’ün değişikliği kavrayış ve tatbikteki
liderliği belirleyici rol oynamıştır.
Sonuç
Liderler zor zamanlarda
ortaya çıkarak yetenekleri sayesinde tarihin akışına etki ederler. Milletleri
yeniden inşa edenler de tarihte ender görülen liderlerdir. Osmanlı Devleti’nin
son zamanlarında gelişen iç ve dış olaylar M. Kemal’in liderliğini ortaya
çıkarmıştır.
M. Kemal vatanı işgal edilen, silahları elinden alınan, iç
isyanlarla karıştırılmak istenen Türk milletini düzene sokup, istiklâllerini
sağlayarak dağılmış bir imparatorluktan millî bir devlet çıkarma başarısını
göstermiştir.
O, iki yüzyıl süren yenileşme hamlelerinin hantallığının aksine,
Türk toplumunu hızla çağdaş kalkınma sürecine geçirerek şok uygulaması yapmış,
medenî toplum modeli yönünde yapısal bakımdan değişmesini sağlamış, Avrupa’nın
coğrafî eteklerindeki Müslüman bir ülkede demokratik ve Batılı çerçevede bir
değişimin başarılı olabileceğini göstermiş karizmatik bir lider olarak,
zamanının ve günümüz liderlerini etkilemiştir.
No comments:
Post a Comment