Finansal piyasalarda geçtiğimiz haftanın en önemli olayı hiç kuşku yok ki Dolar’ın Türk Lirası karşısında rekor üstüne rekor kırması ve Cuma günü, bir ara 3.60’a dayandıktan sonra Borsa İstanbul’un nakdi varlıklarını TL’ye çevirme kararı ardından bir miktar gevşeyerek haftayı 3.52 civarında kapatması oldu. Bu durumun son derece tatsız olduğu açık. Ekonomiye ciddi etkileri olacak. Büyüme, enflasyon, işsizlik gibi önemli parametreleri olumsuz etkileyecek. Döviz borcu olan şirketlerin bilanço yapılarını bozacak ve belki de bazılarının iflasına kadar gidebilecek bir dizi gelişmeyi tetikleyecek. Kur zararlarının reel sektör üzerinde yarattığı ciddi bilanço riskinin likidite riskine dönüşmesi olasılığı artacak. Bu da önümüzdeki yıl bankaların aktif kalitesini olumsuz yönde etkileyecek.
Şimdi Dolar’a ne oluyor sorusuna bize göre konuyu etkileyen faktörleri sırasıyla ele alarak yanıt vermeye çalışalım.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye riskli ekonomiler sınıfında üst sıralara yükselmiş bulunuyor. Artık enflasyon, büyüme ve cari açık gibi ekonomik risklerden çok jeopolitik ve siyasi riskler ön plana çıkmış durumda. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra belirsizlikler daha da arttı. OHAL şartları devam ediyor ve giderek daha fazla tedirginlik yaratıyor. Akla zarar bir Suriye politikası sayesinde Orta Doğu krizine iyice bulaştık ve bunun içinden nasıl çıkabileceğimiz meçhul. Hem terördeki tırmanış hem de anayasa değişikliği ve başkanlık için referandum gündemin üst sıralarına oturdu. Türkiye, bana göre son derece gereksiz bir şekilde bulaştığı Orta Doğu krizi bağlamında daha rasyonel bir politika çizgisine oturmadan ve komşularıyla olan sorunlarını çözemeden içeride terörün zirve yaptığı bir ortamda başkanlık referandumu yolunu seçerse işler daha da zora girebilir.
Ekonominin bütününe bakacak olursak hemen göze çarpan sorunları şu şekilde özetleyebiliriz:
• Para politikası üzerindeki siyasi baskılar ülkenin kredibilitesini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu da sermaye kaçışlarına yol açarak finansal piyasalardaki istikrarı bozmaktadır.
• Dış açık artarken büyüme hızı düşmektedir. Geçmişe göre daha düşük büyüme hızlarına rağmen daha yüksek dış açıklar veriyoruz. Bu ciddi bir sorundur.
• Borçluluk verileri endişe vericidir. Reel sektörün ve hane halkının borçluluğu aşırı düzeyde artmış durumdadır. Küresel finansal krizden sonra en hızlı borçlanan ülkelerden birisi de Türkiye’dir. 2007-2015 döneminde Reel Sektör Borçlanması/GSYH oranındaki artış %44 olmuştur.Türkiye, dolarla alınan şirket dış borçlarının milli gelire oranı sıralamasında ilk dört ülke arasına girmektedir. Hal böyle iken, ihracat ve döviz kazandırıcı hizmet gelirlerinde azalma vardır.
• Hane halkı toplam borçluluğu 2003 yılında 13.4 milyar TL iken 2016 yılı ortası itibariyle 440 milyar TL’yi aşmıştır. Bunun yaklaşık 167 milyar TL’si ihtiyaç kredisi(%38), 160 milyar TL’si konut kredisi(%36), 85 milyar TL’si(%19) kredi kartı borçlarıdır(1).
• Hane halkının toplam borcunun %92’si bankalaradır. Kalanı ise finansman şirketleri, TOKİ ve varlık yönetim şirketleri arasına dağılmıştır.
• Borç geri ödeme sorunları büyüdüğünde önce bankalar etkilenecektir. Bu bağlamda kısa vadede ciddi bir sorun görülmemekle birlikte aşırı borçlu hane halkının durumu iç açıcı değildir. Bir yandan artan işsizlik nedeniyle gelirler düşmekte, diğer yandan maaş ve ücretlere gelen zamlar beklentilerin çok altında kalmaktadır. Borç geri ödemelerinde zorlanılmakta, hane halkının harcanabilir geliri hızla düşmektedir.
• Dış dengedeki kırılganlıklar ve yüksek dış finansman ihtiyacı ekonominin yumuşak karnı olmaya devam etmektedir. Türkiye’nin finansal döviz açık pozisyonu GSYH’nın %50’sini aşmış durumdadır. Reel sektörün net döviz açık pozisyonu Ağustos 2016 ayı itibariyle 210 milyar dolar’ı aşmıştır(1). Ülkenin döviz varlıkları ile yükümlülükleri arasındaki farkı gösteren Net Uluslararası Yatırım Pozisyonu Eylül 2016 itibariyle 390 milyar Dolar açık vermiştir. Bir başka deyişle, borçlarımız varlıklarımızdan 390 milyar Dolar daha fazladır.
• Dış borçlanma bağlamında nereden nereye gelindiğine bakıldığında karşımıza çıkan manzara iç açıcı değildir.
– 1989 yılında bankaların dış borçlarının toplamı, toplam dış borçların %12’si iken bu oran 2016 yılının ikinci çeyreği sonu itibariyle %38 olmuştur.
– Reel sektörün toplam dış borç içindeki payı 1989 yılında %6 iken 2016 yılı ikinci çeyreği sonu itibariyle %33 olmuştur.
– Bir başka deyişle bankalar artı reel sektör, toplam dış borçların %71’inden sorumlu hale gelmiştir.
• 2017 yılında vadesi gelecek olan dış borç geri ödemesi 165 milyar Dolar’dır. Bunun 105 milyar Dolar’ı bankalara, 53 milyar Dolar’ı reel sektöre, 7 milyar Dolar’ı kamuya aittir(1). Toplam borç servisinin üzerine 45 milyar Dolar civarında olacağını tahmin ettiğim cari açığı ilave edersek, 2017 yılındaki toplam döviz ihtiyacımızın 210 milyar Dolar civarında olacağını söyleyebiliriz.
• Dolayısı ile nereden bakılırsa bakılsın, borç geri ödeme zamanı geldiğinde, döviz geliri olmayan şirketlerin yeniden dövizle borçlanması çok zor olacaktır. Bu bağlamda doların daha da yükselme potansiyeli vardır. İktidarın anlaması gereken şudur: Faizleri baskı altında tutarak kuru tutamazsınız. Taşınan kur riskinin yüksekliği, dışarıdan finansman girişinin malum nedenlerle aksaması ve TCMB üzerindeki siyasi baskılar döviz kuru üzerinde yukarı yönlü baskı yaratmaktadır.
• Yaşadığımız bir sıkıntı da rezervlerin durumundan kaynaklanmaktadır. TCMB Net Döviz Pozisyonu Ekim 2016 sonu itibariyle altın dahil 34 milyar Dolar olmuştur(1). Bu düzey, ekonominin üç aylık döviz ihtiyacının bile oldukça altındadır. Merkez bankasının izlediği politikalarda normal olmayan, kendi parasındaki hızlı değer kaybına karşı kendi bastığı paranın faizini yerinde, zamanında ve yeterince yükseltemiyor olmasıdır. Merkez Bankasının bağımsızlığını hiçe sayan siyasi baskıların faturası eninde sonunda ekonomiye çıkmaktadır.
• Son yıllara damgasını vuran bir başka önemli olgu da aşınan hukuk devleti ve özgürlükler ile ekonomi yönetiminde gözlemlediğimiz keyfiliklerdir. Bu bağlamda, Türkiye’nin küresel karşılaştırmalarda hızla gerileyen konumu risk algısını arttırmaktadır. Ekonomik Özgürlük, Hukukun Üstünlüğü, Basın Özgürlüğü, Yolsuzluk Algısı gibi endekslerdeki konumumuz utanç vericidir. Bu durum, özellikle yabancı yatırımcıları ürkütmektedir.
• Bir başka sorun da Türkiye’nin büyümesinin toplumu kucaklamamasıdır. Bu da ekonomik ve sosyal istikrar için bir tehdit oluşturmaktadır. Örneğin, en zengin %1’in toplam servetten aldığı pay 2000’de %38 civarında iken 2014’de %54’ü aşmıştır.
• Sürdürülebilir ve yüksek büyüme oranları için yeni yatırımlara ihtiyacımız vardır. Ne var ki içinde bulunduğumuz ortamda yatırım eğilimi çarpıcı bir şekilde gerilemiştir. 2015 yılında, özel kesimin enflasyondan arındırılmış yatırımlarının düzeyi 2011 yılının altına düşmüştür. Türkiye, özellikle 2003 yılından başlayarak hızla tasarruf oranı düşen ve tasarruf edemeyen bir ülke haline gelmiştir. 2001 yılında ortalama tasarruf oranı %25 civarında iken 2015 yılında %12 dolaylarına düşmüştür. Sonuçta Türkiye yatırım yapamaz hale gelmiştir.
• 2001-2007 arasında emek verimliliği hızlı artan ekonomilerden biri Türkiye iken 2007’den sonra bu tablo giderek tersine dönmüştür.
• Türkiye, OECD bünyesinde en düşük toplam istihdam oranı olan iki ülkeden biridir. Kadın istihdam oranında sonuncudur.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım makro ve mikro ekonomik çerçeve ile bağlantılı çok ciddi risklere ilave olarak Türkiye ekonomisinin karşı karşıya olduğu diğer önemli riskleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Bölgemizde artan jeopolitik ve jeostratejik riskler, tavan yapan terör olayları ve olası etkileri (turizm, ihracat, sermaye hareketleri, finansal piyasalar), göç ve mülteci sorunu,
2. FED daralma sürecinin olası etkileri,
3. Trump Faktörü, ABD’nin yeni başkanının izleyeceği ekonomi, ticaret ve savunma politikalarının olası etkileri,
4. Giderek artan otoriterleşme eğilimi ve hukuk devletinden uzaklaşma, parlamenter demokrasinin işlevselliğini kaybetmesi,
5. Kurumsal çerçevenin ve sistemin zayıflaması,
6. Artan siyasi belirsizlikler, başkanlık sistemi dayatmasına bağlı olası gelişmeler, azalan çekicilik, gerileyen reform yapma isteği, reyting kuruluşlarının not indirimleri,
7. Dış politika bağlantılı çok ciddi sorunlar.
Görülmektedir ki, döviz piyasalarındaki aşırı oynaklığın arkasında yatan denklem son derece karmaşık bir yapıya dönüşmüş durumdadır. Denklem içinde yer alan her değişkenin üzerindeki belirsizlik algısı yüksektir. Bu durum da yerli ve yabancı yatırımcıları fevkalade tedirgin etmektedir. Dolayısıyla, döviz piyasalarındaki aşırı volatilite çok da şaşırtıcı değildir.
Peki, bundan sonra ne yapılmalıdır?
Önce vurgulayalım. Türkiye, bir dizi dış politika hatası sonucunda komşularıyla geliştirdiği iyi ilişkiler ve dostlukların çoğunu kaybetmiş durumdadır. Rusya ile uçak krizi sonrası bozulan ilişkilerin yeniden düzelme sürecine girmesi olumlu fakat yeterli değildir. Mal ve hizmet ihracatımız önemli kayıplarla karşı karşıyadır. Çevremizde gerçekten güvenebileceğimiz pazar kalmamıştır. Beklentiler bozulmaya başlamış, siyasi ve jeopolitik risklerin aşırı artması yanı sıra yargının siyasallaştırılması ile adalet sistemine duyulan güvenin sarsılması, ifade özgürlüğünün giderek kısıtlanması gibi olumsuz gelişmeler öngörülebilirliğin adeta dibe vurmasına sebep olmuştur. Hal böyle iken Devletin yüksek kademelerinde ısrarla sürdürülen retorik ve iç politikaya yönelik, popülist olduğu kadar rasyonellikten uzak söylemler risklerin kontrol edilebilmesi şansını azaltmaktadır.
Halbuki, Türkiye Batı pazarlarına çok daha fazla bakmak durumundadır. Gümrük Birliği içinde olduğumuz AB ülkelerinde ihraç ürünlerimiz için pazar kaybına tahammülümüz olmadığı gibi buradaki payımızı arttırmak zorundayız. Bu bağlamda, Türkiye hiç vakit geçirmeden Gümrük Birliği’nin gözden geçirilmesi ve günün koşullarına göre revize edilmesi için gereken adımları atmalı, girişimleri başlatmalıdır. Aksi takdirde, ciddi ekonomik ve ticari kayıplarla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu bağlamda Avrupa Parlamentosunun Türkiye ile ilişkileri dondurma kararı iyi olmamıştır. AB’ne karşı sürdürülen retorik ve meydan okuyucu hırçın söylemler de ilişkilerin normalleşmesine yardımcı olmamaktadır.
Karşı karşıya olduğumuz çok yönlü sorunları çözmek istiyorsak çağdaş demokrasi anlayışına, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, saydamlığa ve hesap verebilmeye önem vermeliyiz. Çevreye, kültürel değerlere saygılı olmalı, sosyal ve ekonomik dengelerde sürdürülebilirliği hedeflemeliyiz.
Unutulmaması gereken ve bence yaşamsal derecede önemli olan bir husus da dengeli ve sürdürülebilir bir dış politika çizgisidir. Uluslararası ilişkilerin esası karşılıklı çıkar dengelerinin kurulması ve sürdürülmesidir. Mezhep takıntıları ve dini söylemlerin dış politikada yeri yoktur ve olmamalıdır. Taraf olduğumuz uluslararası anlaşmaların ruhuna aykırı söylem ve eylemlerden özellikle kaçınmalıyız. Bundan sonra yapılması gereken, bir yandan Batı ile dengeli ve istikrarlı politikalarımızı sürdürürken bir yandan da komşularımız ile olan ilişkilerimizi yeniden düzeltme stratejimizi geliştirmek, çabalarımızı arttırmaktır.
Sonuç olarak, döviz piyasalarındaki aşırı oynaklığın ve Türk Lirasının çok ciddi ölçüde değer kaybetmesinin arkasında yatan dinamikleri sadece makro ve mikro ekonomik verilerle açıklamak yanıltıcı olur. Küresel gelişmelerin ve yürürlükte olan mevzuatın da (2) etkisi olmakla birlikte esas kritik olan siyasi/ jeopolitik risklerin iyice artması ve her şeyi etkileyebilecek duruma gelmesidir. Konu salt parasal tedbirlerle çözümlenebilecek noktayı aşmıştır. TL’nin değer kaybı maalesef politika kaynaklı bir makro ekonomik krizin ana unsuru olma potansiyeli kazanmıştır. Dolarizasyonu azaltmaya yönelik bazı tedbirlerin alınması yanlış değildir ama bunlarla sorunun çözülmesini beklemek hayalciliktir. İlk aşamada gerekli olan aspirin tedavisine imkan verecek parasal tedbirleri alabilmesi için Merkez Bankası üzerindeki siyasi baskıların mutlaka sonlandırılması gerekir. Ancak terör, referandum, içine düştüğümüz Orta Doğu krizi, uluslararası bağlamda içine düşülen yalnızlık, rejimi daha fazla İslamileştirme yönelişleri, hukuk devletinden uzaklaşma, OHAL gibi konular gündemden düşmeden suların durulmasını beklemek zordur.
Umarım Devleti yönetenler çok geç olmadan daha rasyonel bir düşünce çizgisine dönerler.
Bizden söylemesi.
(1) Hakan Özyıldız; 17,21 ve 26 Kasım 2016 tarihli blog yazıları
(2) Hakan Özyıldız; 3 Aralık 2016 tarihli blog yazısı
No comments:
Post a Comment