Dr. Nejat TARAKÇI, Jeopolitikçi ve Stratejist
Yayın Tarihi : 26.09.2016
Giriş
Dünyada hiçbir uluslararası anlaşma yoktur ki, Montrö Sözleşmesi gibi her gün dinamik olarak kesintisiz uygulama alanı bulabilsin. Çünkü günde yüzlerce gemi Türk Boğazlarından bu sözleşmeye göre geçiyor. Ama 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi, Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti üzerine konan ipoteğin kaldırılması ve yarım kalan tam bağımsızlığın tamamlanması yönüyle çok daha önemlidir. Bu sözleşme 13 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’da ayağına takılan iki prangadan[1] sonuncusunun parçalanıp atılmasını sağlamıştır. Sovyetlerin dağılması sonrasında NATO vasıtasıyla ABD’nin Karadeniz ve Kafkaslardaki etkinlik alanını genişletme stratejisi, 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi, 2013’deki Ukrayna Krizi ve Kırım’ın Rusya’ya bağlanması, 2015’de Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ve son olarak ABD’nin Bulgaristan ve Romanya’da askeri yığınak yapması gibi kriz ve gelişmeler Karadeniz’in önemini yeniden öne çıkarmıştır. Soğuk Savaş’ın kilit ülkesi Türkiye’nin kontrol ettiği Boğazlar, yeniden uluslararası güç odaklarının gündemine gelmiş bulunmaktadır. Bu yıl 80. yılını idrak edeceğimiz Montrö Sözleşmesi’nin ciddi anlamda gündeme geldiği kriz ve olaylar şöyledir.
· 1936-1945 Savaş öncesi krizler ve İkinci Dünya Savaşı
· 1945-1990 Soğuk Savaş Dönemi
· 1990-2003 ABD Hâkimiyetindeki Tek Kutuplu Dünya Düzeni
· 2003- 2009 ABD’nin Irak’ı işgali ve Ortadoğu’daki düzenin bozulması
· 2009- 2016 Ortadoğu’da, Karadeniz’de Ekonomik ve Siyasi Kaos
Lozan’dan Montrö’ye (1923-1936) Neler Yaşandı?
Lozan’da kabul edilen Boğazlar Sözleşmesi’ne göre; Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik hakları iki noktada kısıtlanıyordu.
· Birincisi, Boğazlar askerden arındırılıyordu. Yani Boğazlar bölgesine Türk askeri yerleştirilemiyor, buralarda tahkimat yapılamıyor, savunma tedbirleri alınamıyordu. Hem Çanakkale Boğazı hem Karadeniz Boğazı silahsız, askersiz, savunmasız bırakılıyordu. Bu bölgede, hiçbir istihkâm, hiçbir topçu tesisi, hiçbir deniz üssü olmayacaktı. Yabancı askerler Boğazlar bölgesinden çıkarılmıştı ama bölgeye Türk askeri sokulamıyordu. Kendi askerimiz kendi toprağımıza giremiyor idi. Bu durum egemenliğimize ters düşüyordu.
· İkincisi, dokuz devlet temsilcisinden oluşan bir Boğazlar Komisyonu kuruluyordu. Bu komisyonun başkanı gerçi Türk idi. Ama Türkiye, dokuz üyeli komisyonda sadece bir oya sahipti. Boğazlardan savaş gemilerinin ve uçakların geçişini Türkiye denetleyemiyor, sadece Boğazlar Komisyonu denetliyordu. Bu denetim hakkı Komisyona verilmişti. Bu da Türkiye'nin egemenliğiyle bağdaşmıyordu.
Lozan’daki bu kısıtlamalar İngiltere’nin 1807[2] ve 1915’te Boğazlardan geçişte yaşadıklarının ve ödediği bedelden çıkarılan tarihi derslere göre düzenlenmişti.
Değişen Jeopolitik Şartlar
1929 Büyük Ekonomik Buhran sonrası Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye başladı. Bu ekonomik sıkıntı kıta Avrupa’sında saldırgan ve genişlemeci faşist yönetimlerin iş başına gelmesinin yolunu açtı. Japonya 1931 Eylül ayında Mançurya’yı işgal ederken, İtalya 1935 yılında Habeşistan’a saldırdı ve Ege’deki 12 Adayı silahlandırmaya başladı. 1933’te Hitler “hayat sahası” (lebens raum) sloganı ile Almanya’da iktidara geldi. Atatürk gibi bir dehanın yaklaşmakta olan yeni ve yıkıcı bir savaşın geldiğini görmemesi imkânsızdı. Türkiye, Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesi için uygun zamanın geldiğini düşündü. 1935 yılından itibaren Çanakkale’yi yeniden tahkim etmeyi istemeye başladı. Amerikalı gazeteci Gladys Baker, 26 Mayıs 1935'te, Türkiye neden Çanakkale'yi tahkim etmek istiyor? diye soruyor. Atatürk şu cevabı veriyor: Türkiye'nin Çanakkale'yi tahkim etmek istemesi, Boğazların askerlikten tecridini kabul ettiğimiz zamandaki şerait ve vaziyetin değişmesine bağlıdır.[3]Evvela ana topraklarımızın müdafaası, sonra da, Boğazların tekeffül ettiğimiz serbestisini temin içindir. Türkiye'nin sulhperverliği (barışı koruyuculuğu) artık dünyaca malumdur. Boğazları niçin tahkim etmek istiyorsunuz sualini sormaktan ziyade, bunun aksini ısrarla talep edenlere niçin sualini tevcih etmek daha muvafık olur, sanırım.
İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin Pasifik Cephesi komutanlığını yapacak Amerikalı General Mac Arthur[4] 27 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ü ziyaret etmiştir. Bu ziyarette Avrupa’nın durumunu soran Mac Arthur’a Atatürk şu cevabı vermiştir: Dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın mukadderatı Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptırdı mı, er geç Versay Muahedesinin tasfiyesine girişecektir. Atatürk’ün bu deha saçan uzak görüşlülüğü Mac Arthur’u harp patladıktan sonra yaşadıkları çerçevesinde hayretlere düşürecektir. Tehlikeyi gören Atatürk siyasi ve durumsal şartların çok Boğazlar bölgesini işgal etmeye çok uygun olmasına rağmen, bir oldubitti yerine uluslararası hukuk ve diplomasi kurallarından sapmadan yeni bir sözleşme için müttefikleri ikna etmeyi başarmıştır.
Sözleşme İmzalanıyor
Türkiye, Lozan'da imzalanmış olan Boğazlar Sözleşmesi'ni değiştirmek isterken, Lozan günlerinden beri bölgede “koşulların değiştiği” tezine dayandı. Haklıydı. Koşullar değişince anlaşmalar, sözleşmeler de değiştirilebilir. Bu ilkenin Devletler Hukukunda yeri vardır. Türkiye, hukuk yoluyla Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için bir konferans toplanmasını istiyordu. Akdeniz'de tehlike var, Türkiye'ye karşı tehdit var; olabilecek saldırılara karşı Türkiye'nin güvenliğini sağlamak gerekir, diyordu. Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi amacıyla Türkiye, 1935-36 yıllarında ilgili devletler katında yoğun diplomatik girişimlerde bulundu. Girişimler anlayışla karşılandı. İngiltere gibi bazı devletlerin önceden desteği sağlandı; öteki ilgili devletlerden de konferans toplanmasına açıkça karşı çıkan olmadı. Sonunda İsviçre'nin Montreux şehrinde Haziran 1936'da bir konferans toplanmasına karar verildi. Türkiye, Lozan Konferansı'na gittiği gibi, Montreux Konferansı'na da güçlü bir heyetle katıldı. Heyet, 6 delege, 24 yardımcı, toplam 30 kişinden oluşuyordu. Delegeler şunlardı: Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Dışişleri Müsteşarı Numan Menemencioğlu, Londra Büyükelçisi Fethi Okyar, Paris Büyükelçisi Suat Davaz, Milletler Cemiyeti'nde Daimi Delege Necmettin Sadak ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz. Yardımcılar arasında 11 diplomat, 7 yüksek rütbeli subay, 2 uzman ve 4 enformasyon görevlisi vardı. Montreux Konferansı, ilgili 9 devletin katılımıyla, 22 Haziran 1936'da toplandı. Bir ay kadar sürdü. 20 Temmuz 1936'daMontreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla sonra erdi. Sözleşmeyi şu devletler imzaladılar: İngiltere, Fransa, Japonya, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, SSCB ve Türkiye. İtalya da sonradan sözleşmeye katıldı. Türkiye adına sözleşmeyi Dr. Tevfik Rüştü Aras, Suat Davaz, Numan Menemencioğlu,Asım Gündüz ve Necmettin Sadak imzaladılar. Montreux Boğazlar Sözleşmesi, 9 Kasım 1936'da yürürlüğe girdi ve Lozan'da imzalanmış olan sözleşmenin yerine geçti.
Atatürk, 1 Kasım 1936 günü Meclisi açarken yaptığı konuşmada, Montrö Sözleşmesi’ne şöyle değindi: Tarihte birçok kez tartışma ve tutku nedeni olan Boğazlar, artık tam anlamıyla Türk egemenliği altında, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yeri haline girmiştir. Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır. Montreux Sözleşmesi 20 yıllık bir süre için imzalanmıştı. Ancak bu sürenin sonunda değiştirilmediği için, 70 küsur yıldan beri bugün hâlâ yürürlüktedir. İkinci Dünya Savaşı’nda, Montreux Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerin hemen hepsi savaşa girdi veya sürüklendi. Türkiye bu büyük savaşın dışında kaldı. Bu nazik savaş yıllarında Türkiye, Montreux Sözleşmesi’ni olağanüstü bir dikkat ve titizlikle uygulamayı sürdürdü.
Dünyada hiçbir uluslararası anlaşma yoktur ki, Montrö Sözleşmesi gibi her gün dinamik olarak kesintisiz uygulama alanı bulabilsin. Çünkü günde yüzlerce gemi Türk Boğazlarından bu sözleşmeye göre geçiyor. Ama 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi, Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti üzerine konan ipoteğin kaldırılması ve yarım kalan tam bağımsızlığın tamamlanması yönüyle çok daha önemlidir. Bu sözleşme 13 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan’da ayağına takılan iki prangadan[1] sonuncusunun parçalanıp atılmasını sağlamıştır. Sovyetlerin dağılması sonrasında NATO vasıtasıyla ABD’nin Karadeniz ve Kafkaslardaki etkinlik alanını genişletme stratejisi, 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi, 2013’deki Ukrayna Krizi ve Kırım’ın Rusya’ya bağlanması, 2015’de Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ve son olarak ABD’nin Bulgaristan ve Romanya’da askeri yığınak yapması gibi kriz ve gelişmeler Karadeniz’in önemini yeniden öne çıkarmıştır. Soğuk Savaş’ın kilit ülkesi Türkiye’nin kontrol ettiği Boğazlar, yeniden uluslararası güç odaklarının gündemine gelmiş bulunmaktadır. Bu yıl 80. yılını idrak edeceğimiz Montrö Sözleşmesi’nin ciddi anlamda gündeme geldiği kriz ve olaylar şöyledir.
· 1936-1945 Savaş öncesi krizler ve İkinci Dünya Savaşı
· 1945-1990 Soğuk Savaş Dönemi
· 1990-2003 ABD Hâkimiyetindeki Tek Kutuplu Dünya Düzeni
· 2003- 2009 ABD’nin Irak’ı işgali ve Ortadoğu’daki düzenin bozulması
· 2009- 2016 Ortadoğu’da, Karadeniz’de Ekonomik ve Siyasi Kaos
Lozan’dan Montrö’ye (1923-1936) Neler Yaşandı?
Lozan’da kabul edilen Boğazlar Sözleşmesi’ne göre; Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik hakları iki noktada kısıtlanıyordu.
· Birincisi, Boğazlar askerden arındırılıyordu. Yani Boğazlar bölgesine Türk askeri yerleştirilemiyor, buralarda tahkimat yapılamıyor, savunma tedbirleri alınamıyordu. Hem Çanakkale Boğazı hem Karadeniz Boğazı silahsız, askersiz, savunmasız bırakılıyordu. Bu bölgede, hiçbir istihkâm, hiçbir topçu tesisi, hiçbir deniz üssü olmayacaktı. Yabancı askerler Boğazlar bölgesinden çıkarılmıştı ama bölgeye Türk askeri sokulamıyordu. Kendi askerimiz kendi toprağımıza giremiyor idi. Bu durum egemenliğimize ters düşüyordu.
· İkincisi, dokuz devlet temsilcisinden oluşan bir Boğazlar Komisyonu kuruluyordu. Bu komisyonun başkanı gerçi Türk idi. Ama Türkiye, dokuz üyeli komisyonda sadece bir oya sahipti. Boğazlardan savaş gemilerinin ve uçakların geçişini Türkiye denetleyemiyor, sadece Boğazlar Komisyonu denetliyordu. Bu denetim hakkı Komisyona verilmişti. Bu da Türkiye'nin egemenliğiyle bağdaşmıyordu.
Lozan’daki bu kısıtlamalar İngiltere’nin 1807[2] ve 1915’te Boğazlardan geçişte yaşadıklarının ve ödediği bedelden çıkarılan tarihi derslere göre düzenlenmişti.
Değişen Jeopolitik Şartlar
1929 Büyük Ekonomik Buhran sonrası Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye başladı. Bu ekonomik sıkıntı kıta Avrupa’sında saldırgan ve genişlemeci faşist yönetimlerin iş başına gelmesinin yolunu açtı. Japonya 1931 Eylül ayında Mançurya’yı işgal ederken, İtalya 1935 yılında Habeşistan’a saldırdı ve Ege’deki 12 Adayı silahlandırmaya başladı. 1933’te Hitler “hayat sahası” (lebens raum) sloganı ile Almanya’da iktidara geldi. Atatürk gibi bir dehanın yaklaşmakta olan yeni ve yıkıcı bir savaşın geldiğini görmemesi imkânsızdı. Türkiye, Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesi için uygun zamanın geldiğini düşündü. 1935 yılından itibaren Çanakkale’yi yeniden tahkim etmeyi istemeye başladı. Amerikalı gazeteci Gladys Baker, 26 Mayıs 1935'te, Türkiye neden Çanakkale'yi tahkim etmek istiyor? diye soruyor. Atatürk şu cevabı veriyor: Türkiye'nin Çanakkale'yi tahkim etmek istemesi, Boğazların askerlikten tecridini kabul ettiğimiz zamandaki şerait ve vaziyetin değişmesine bağlıdır.[3]Evvela ana topraklarımızın müdafaası, sonra da, Boğazların tekeffül ettiğimiz serbestisini temin içindir. Türkiye'nin sulhperverliği (barışı koruyuculuğu) artık dünyaca malumdur. Boğazları niçin tahkim etmek istiyorsunuz sualini sormaktan ziyade, bunun aksini ısrarla talep edenlere niçin sualini tevcih etmek daha muvafık olur, sanırım.
İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin Pasifik Cephesi komutanlığını yapacak Amerikalı General Mac Arthur[4] 27 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ü ziyaret etmiştir. Bu ziyarette Avrupa’nın durumunu soran Mac Arthur’a Atatürk şu cevabı vermiştir: Dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın mukadderatı Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptırdı mı, er geç Versay Muahedesinin tasfiyesine girişecektir. Atatürk’ün bu deha saçan uzak görüşlülüğü Mac Arthur’u harp patladıktan sonra yaşadıkları çerçevesinde hayretlere düşürecektir. Tehlikeyi gören Atatürk siyasi ve durumsal şartların çok Boğazlar bölgesini işgal etmeye çok uygun olmasına rağmen, bir oldubitti yerine uluslararası hukuk ve diplomasi kurallarından sapmadan yeni bir sözleşme için müttefikleri ikna etmeyi başarmıştır.
Sözleşme İmzalanıyor
Türkiye, Lozan'da imzalanmış olan Boğazlar Sözleşmesi'ni değiştirmek isterken, Lozan günlerinden beri bölgede “koşulların değiştiği” tezine dayandı. Haklıydı. Koşullar değişince anlaşmalar, sözleşmeler de değiştirilebilir. Bu ilkenin Devletler Hukukunda yeri vardır. Türkiye, hukuk yoluyla Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için bir konferans toplanmasını istiyordu. Akdeniz'de tehlike var, Türkiye'ye karşı tehdit var; olabilecek saldırılara karşı Türkiye'nin güvenliğini sağlamak gerekir, diyordu. Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi amacıyla Türkiye, 1935-36 yıllarında ilgili devletler katında yoğun diplomatik girişimlerde bulundu. Girişimler anlayışla karşılandı. İngiltere gibi bazı devletlerin önceden desteği sağlandı; öteki ilgili devletlerden de konferans toplanmasına açıkça karşı çıkan olmadı. Sonunda İsviçre'nin Montreux şehrinde Haziran 1936'da bir konferans toplanmasına karar verildi. Türkiye, Lozan Konferansı'na gittiği gibi, Montreux Konferansı'na da güçlü bir heyetle katıldı. Heyet, 6 delege, 24 yardımcı, toplam 30 kişinden oluşuyordu. Delegeler şunlardı: Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Dışişleri Müsteşarı Numan Menemencioğlu, Londra Büyükelçisi Fethi Okyar, Paris Büyükelçisi Suat Davaz, Milletler Cemiyeti'nde Daimi Delege Necmettin Sadak ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz. Yardımcılar arasında 11 diplomat, 7 yüksek rütbeli subay, 2 uzman ve 4 enformasyon görevlisi vardı. Montreux Konferansı, ilgili 9 devletin katılımıyla, 22 Haziran 1936'da toplandı. Bir ay kadar sürdü. 20 Temmuz 1936'daMontreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla sonra erdi. Sözleşmeyi şu devletler imzaladılar: İngiltere, Fransa, Japonya, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, SSCB ve Türkiye. İtalya da sonradan sözleşmeye katıldı. Türkiye adına sözleşmeyi Dr. Tevfik Rüştü Aras, Suat Davaz, Numan Menemencioğlu,Asım Gündüz ve Necmettin Sadak imzaladılar. Montreux Boğazlar Sözleşmesi, 9 Kasım 1936'da yürürlüğe girdi ve Lozan'da imzalanmış olan sözleşmenin yerine geçti.
Atatürk, 1 Kasım 1936 günü Meclisi açarken yaptığı konuşmada, Montrö Sözleşmesi’ne şöyle değindi: Tarihte birçok kez tartışma ve tutku nedeni olan Boğazlar, artık tam anlamıyla Türk egemenliği altında, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yeri haline girmiştir. Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır. Montreux Sözleşmesi 20 yıllık bir süre için imzalanmıştı. Ancak bu sürenin sonunda değiştirilmediği için, 70 küsur yıldan beri bugün hâlâ yürürlüktedir. İkinci Dünya Savaşı’nda, Montreux Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerin hemen hepsi savaşa girdi veya sürüklendi. Türkiye bu büyük savaşın dışında kaldı. Bu nazik savaş yıllarında Türkiye, Montreux Sözleşmesi’ni olağanüstü bir dikkat ve titizlikle uygulamayı sürdürdü.
Montrö Olmasaydı Neler Olacaktı?
80 yıldan bu yana yürürlükte olan, Montrö Sözleşmesi, zamanlama ve sonuçları açısından, bir deha ürünüdür. Montrö Sözleşmesi olmasaydı, Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmeye mecbur kalacaktı. Çünkü
· Savaşan tarafların Boğazlardan geçecek savaş ve ticaret gemileri engellenemeyecekti,
· Ayrıca, askerden arındırılmış statüdeki Boğazların her iki yakasındaki Türk toprakları, güvenlik açısından çok hassas bir konuma geleceğinden, İngiltere ve müttefikleri, Türkiye’yi savaşa sokmak için her türlü kışkırtma ve tahrik faaliyetlerini kolaylıkla uygulama imkânına sahip olacaklardı.
Montrö Sözleşmesi, zamanlama açısından, hem, İkinci Dünya Savaşı öncesi siyasi bloklaşmayı etkilemiş, hem de Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Rusya’ya yapılan yardımların sadece Kuzey Denizi ve Basra Körfezi’ne kaydırılmasını zorunlu kılmıştır. Bu durum savaşın 2-3 yıl daha uzamasına neden olmuştur. Tarihin tekerrür ettiği bu savaşta, ne garip tesadüftür ki, her iki savaşın planlanandan daha uzun sürmesine Atatürk neden olmuştur. Bunu, Alman tarihçisi E. Jöckh’e söylediği, “Boğazları ve Çanakkale’yi tıkamakla Rusları Karadeniz’e kapatmış oldum ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettim. Sözleriyle anlatmıştır. Aynı etkiyi, barış içindeki stratejik dehası ve karizmatik ikna gücüyle yirmi bir yıl sonra Montrö Sözleşmesi ile gerçekleştirmiştir. Atatürk’ün, ölümünden iki yıl önce Türkiye’ye kazandırdığı Montrö Sözleşmesi, 13 yaşındaki genç Türkiye Cumhuriyetini, daha gelişmesinin en başında olduğu bir dönemde, kendi rızası dışında büyük bir savaşa bulaşmaktan korumuştur. Montrö Sözleşmesi, Türk tarihinin en önemli kırılma noktalarından biridir. Bugün Soğuk Savaş sonrasında Akdeniz ve Karadeniz’in artan stratejik önemi nedeniyle yine gündemdedir.
Türkiye’nin Sözleşmeyi Uygulama Kriterleri
Yukarıdaki tarihe sürece ve Türkiye’nin politik girişimlerine bakıldığında, Sözleşmenin felsefesi, yani ruhu iki noktada düğümlenmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin sorumluluğu;
· Uluslararası barış ve güvenliğin korunması,
· Kendisinin ve de Karadeniz devletlerinin güvenliğinin korunmasını kapsamaktadır.
Bu sorumluluklara Soğuk Savaş döneminde dolaylı olarak sağlanan Akdeniz’in güvenliğinin korunması da eklenebilir. Osmanlı’nın 300 yıllık kapalı denizi Karadeniz’e, yabancı ülkelerin girmesi her zaman istikrarsızlık getirmiştir. 1853 Kırım Savaşı, 1914 Alman gemilerinin Osmanlı sancağı ile Karadeniz’e çıkması bunlara örnek verilebilir. Türk Boğazları vasıtasıyla Karadeniz’deki bir gücün Karadeniz’den-Akdeniz’e geçmesi Akdeniz harekât alanının genişliği yanında Cebelitarık Boğazı ve Süveyş Kanalı gibi Okyanuslara açılan iki çıkışa da sahip olması nedeniyle, askeri açıdan büyük bir sakınca yaratmamaktadır. Hatta Akdeniz’in bu özellikleri, anılan gücün kontrol ve takibini kolaylaştırıcı bir faktör olarak da kabul edilebilir. Aksine, Akdeniz’den-Karadeniz’e geçen bir güç, hem kapalı bir denizdeki sınırlı harekât ve lojistik imkânlarla, hem de Montrö Sözleşmesi’nden kaynaklanan zaman limiti nedeniyle çift taraflı kısıtlanmaktadır. Bu nedenle ABD, Romanya ve Bulgaristan’ın da NATO’ya girmesiyle beraber Türkiye’ye ilave olarak bu ülkelerdeki üs ve liman imkânlarını da geliştirmeye başlamıştır.
80 yıldan bu yana yürürlükte olan, Montrö Sözleşmesi, zamanlama ve sonuçları açısından, bir deha ürünüdür. Montrö Sözleşmesi olmasaydı, Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmeye mecbur kalacaktı. Çünkü
· Savaşan tarafların Boğazlardan geçecek savaş ve ticaret gemileri engellenemeyecekti,
· Ayrıca, askerden arındırılmış statüdeki Boğazların her iki yakasındaki Türk toprakları, güvenlik açısından çok hassas bir konuma geleceğinden, İngiltere ve müttefikleri, Türkiye’yi savaşa sokmak için her türlü kışkırtma ve tahrik faaliyetlerini kolaylıkla uygulama imkânına sahip olacaklardı.
Montrö Sözleşmesi, zamanlama açısından, hem, İkinci Dünya Savaşı öncesi siyasi bloklaşmayı etkilemiş, hem de Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Rusya’ya yapılan yardımların sadece Kuzey Denizi ve Basra Körfezi’ne kaydırılmasını zorunlu kılmıştır. Bu durum savaşın 2-3 yıl daha uzamasına neden olmuştur. Tarihin tekerrür ettiği bu savaşta, ne garip tesadüftür ki, her iki savaşın planlanandan daha uzun sürmesine Atatürk neden olmuştur. Bunu, Alman tarihçisi E. Jöckh’e söylediği, “Boğazları ve Çanakkale’yi tıkamakla Rusları Karadeniz’e kapatmış oldum ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettim. Sözleriyle anlatmıştır. Aynı etkiyi, barış içindeki stratejik dehası ve karizmatik ikna gücüyle yirmi bir yıl sonra Montrö Sözleşmesi ile gerçekleştirmiştir. Atatürk’ün, ölümünden iki yıl önce Türkiye’ye kazandırdığı Montrö Sözleşmesi, 13 yaşındaki genç Türkiye Cumhuriyetini, daha gelişmesinin en başında olduğu bir dönemde, kendi rızası dışında büyük bir savaşa bulaşmaktan korumuştur. Montrö Sözleşmesi, Türk tarihinin en önemli kırılma noktalarından biridir. Bugün Soğuk Savaş sonrasında Akdeniz ve Karadeniz’in artan stratejik önemi nedeniyle yine gündemdedir.
Türkiye’nin Sözleşmeyi Uygulama Kriterleri
Yukarıdaki tarihe sürece ve Türkiye’nin politik girişimlerine bakıldığında, Sözleşmenin felsefesi, yani ruhu iki noktada düğümlenmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin sorumluluğu;
· Uluslararası barış ve güvenliğin korunması,
· Kendisinin ve de Karadeniz devletlerinin güvenliğinin korunmasını kapsamaktadır.
Bu sorumluluklara Soğuk Savaş döneminde dolaylı olarak sağlanan Akdeniz’in güvenliğinin korunması da eklenebilir. Osmanlı’nın 300 yıllık kapalı denizi Karadeniz’e, yabancı ülkelerin girmesi her zaman istikrarsızlık getirmiştir. 1853 Kırım Savaşı, 1914 Alman gemilerinin Osmanlı sancağı ile Karadeniz’e çıkması bunlara örnek verilebilir. Türk Boğazları vasıtasıyla Karadeniz’deki bir gücün Karadeniz’den-Akdeniz’e geçmesi Akdeniz harekât alanının genişliği yanında Cebelitarık Boğazı ve Süveyş Kanalı gibi Okyanuslara açılan iki çıkışa da sahip olması nedeniyle, askeri açıdan büyük bir sakınca yaratmamaktadır. Hatta Akdeniz’in bu özellikleri, anılan gücün kontrol ve takibini kolaylaştırıcı bir faktör olarak da kabul edilebilir. Aksine, Akdeniz’den-Karadeniz’e geçen bir güç, hem kapalı bir denizdeki sınırlı harekât ve lojistik imkânlarla, hem de Montrö Sözleşmesi’nden kaynaklanan zaman limiti nedeniyle çift taraflı kısıtlanmaktadır. Bu nedenle ABD, Romanya ve Bulgaristan’ın da NATO’ya girmesiyle beraber Türkiye’ye ilave olarak bu ülkelerdeki üs ve liman imkânlarını da geliştirmeye başlamıştır.
Sözleşmeye Sovyetler Birliği Karşı Çıkıyor
Türk Hükümeti, Boğazlara ilişkin görevlerini 1936 yılından beri hiç aksatmadan yerine getirmişti ve getirmeye de devam ediyordu. Böyle olduğu halde, İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşırken komşumuz Sovyetler Birliği, Türkiye'yi haksız yere eleştirmekten de geri durmayarak Boğazlar konusunu ortaya attı. Sovyetlere göre Montrö Sözleşmesi İkinci Dünya Savaşı süresince yardım alınmasını engellemiş ve Ruslara büyük acılar çektirmiştir. Bu kendi mantığı içinde doğru bir saptama olarak kabul edilebilir. Bunun asıl nedeni Türkiye’nin bu savaşta tarafsız kalması ve savaşa girmemesidir. Bu konu da tartışılması gereken bir tarihi bir olaydır. Bana göre Atatürk sağ olsaydı, Müttefiklerin yanında yani Almanya’ya karşı bu savaş girerdi. Böylece Boğazlar Müttefiklere açık olur ve Sovyetler Birliği Almanya karşısında daha kısa zamanda sonuca gidebilir ve zayiatları da daha az olurdu. Çünkü Atatürk 21 Mayıs 1938’de yani ölümünden yaklaşık beş ay önce yaptığı konuşmada Türkiye’nin olası savaş stratejisi hakkında önemli ipuçları vermiştir: Eğer harp çok ani bir şekilde çıkarsa bütün uluslar silahlı kuvvetlerini saldırgana karşı birleştirmeli ve bu saldırının yanına kar kalmayacağını açıkça anlatacak uluslararası bir örgüt kurmalıdırlar.[5] Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’ndaki kayıp ve zayiatları ile Alman denizaltılarının Karadeniz’e geçişine göz yumulduğu konusunda Boğazları açmayan Türkiye’yi suçluyordu. Bu nedenle Boğazlar üzerindeki talepleri 9 Mayıs 1945’te Almanya’nın teslim olmasından çok önce Şubat 1945’de başladı. Teslim sonrası Avrupa’daki güç boşluğu, ABD ve İngiltere’nin Sovyetler hakkındaki kararsızlığından dolayı hız kazandı. Şöyle ki;
· 10 Şubat l945: Yalta Konferansı'nda Stalin, Boğazlar konusunu gündeme getirdi: Montreux Sözleşmesi'nin olayların gerisinde kaldığını, Rus menfaatleri de hesaba katılarak bu sözleşmenin değiştirilmesi ve herhalde Türkiye'ye Rusya'nın boğazını sıkma imkânı verilmemesi gerektiğini söyledi. Savaş henüz sonuçlanmadığından,Roosevelt
· 19 Mart 1945: Türkiye'nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper'i kabul eden Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, bir muhtıra okuyarak, Sovyet Hükümetinin, 17 Kasım 1925 tarihli Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nı feshettiğini duyurdu. Bunun üzerine, Sovyetler ’in Türkiye’den, Boğazlar konusunda taleplerde bulunacakları yolunda dış basında yazılar çıkmaya başladı.
· 7 Haziran 1945: Mayıs başında Almanya teslim olmuştu. Berlin’in yarısı ve Almanya’nın doğusu Sovyetlere geçmişti. Bu moral ve cesaretle Sovyetler, Türkiye’den de bir şeyler kopartabileceklerini düşündüler. Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Türk Büyükelçisi Selim Sarper ile tekrar görüştü. Türk-Sovyet Saldırmazlık Antlaşmasının yenilenmesi için Boğazlarda üs, Kars ve Ardahan bölgesini de Türkiye'den istediklerini bildirdi.Sarper bu haksız ve yersiz Rus isteklerini hemen reddetti. Büyükelçinin bu görüşmeyi anlatan telgrafı Ankara'yı alarma geçirdi. Rusya, batıya doğru genişleme hedefine varınca güneye, Türkiye'ye yönelmişti.
· 18 Haziran 1945: Büyükelçi Sarper, Moskova'da Molotov ile bir görüşme daha yaptı. Molotov, toprak konusundaki isteklerinin Ermenistan ve Gürcistan'ın haklarını korumak amacından kaynaklandığını, Boğazlar konusunu da Karadeniz'i güvence altına almak için öne sürdüklerini ve bu istekleri kabul edilmedikçe saldırmazlık antlaşması görüşmesinin söz konusu olmayacağını tekrar belirtti. Bu ikinci görüşme Sovyetlerin yayılmacı emellerini daha açıkça ortaya koydu. Moskova'daki ABD Büyükelçisi Averell Harriman, Molotov-Sarpergörüşm
· 17 Temmuz-2 Ağustos 1945: Potsdam Konferansı toplandı. Bu doruk toplantısında, Stalin ve Churc
· 1 Kasım 1945: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM'de yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Müttefiklere karşı gayet dürüst hareket ettiğini, bu cihetin Amerika, İngiltere ve Sovyet Rusya tarafından zamanında takdir olunduğunu belirtti. Savaş sırasında Boğazlar üzerinden Sovyetlere askeri yardım yapılamadıysa bunun sebebinin Türkiye değil, 1945 yılına kadar Akdeniz yollarının Mihver devletleri tarafından tutulmuş olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle dedi: İkinci Cihan Harbi’nde Montrö Sözleşmesi’nin herhangi bir şekilde zararlı olduğunu söylemeye imkân yoktur. Boğazların emniyetli ellerde olduğu ve bütün milletlerin menfaatine serbest geçişin hiçbir engel karşısında bulunmadığı sabit olmuştur... Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verilecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz. Bu konuşmasıyla İnönü, isim zikretmeden, Sovyet taleplerini cevaplandırmıştır.
· 2-5 Kasım 1945: Boğazlar konusunda ABD'nin görüşü 2 Kasım 1945'te, İngiltere'nin görüşü de 5 Kasımda Türkiye'ye bildirildi. Montreux Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi isteniyordu. ABD görüşünün esasları şunlardı: Boğazlar, her zaman bütün milletlerin ticaret gemilerine açık olmalıdır. Boğazlar, Karadeniz'de kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerine her zaman açık olmalıdır. Barış zamanında Boğazlar, Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulmalıdır. Montreux Sözleşmesi gözden geçirilmeli, Japonya üyelikten çıkarılmalı. Aslında bunların hepsi sözleşmede vardı.
· 5 Aralık 1945: Başbakan Şükrü Saracoğlu, ABD muhtırasındaki dört noktanın müzakerelere esas teşkil edebileceğini belirtti. Herhalde Amerika'nın müstakbel konferansa katılması gerektiğini ve İngiltere'nin de böyle bir konferansa hazır olduğunu söyledi.
· 21 Şubat 1946: İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin, Avam Kamarasında dedi ki: Türkiye ile Sovyet Rusya arasında bir sınır sorunu çıkmasına teessüf ediyoruz. Bu sınır bir fatih tarafından çizilmiş değildir. Boğazlar ayrı bir meseledir ve Montreux Sözleşmesi gözden geçirilebilir. Biz Türkiye'nin hür ve bağımsız kalmasını ve Saldırmazlık Antlaşmasının yenilenmesini isteriz.
· 8 Mart 1946: ABD, bir jest yaparak, Washington'da görevi başında ölmüş olan Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini Türkiye’ye zamanının en güçlü gemisi ve Japonya’nın teslim anlaşmasının güvertesinde imzalandığı Missouri adlı zırhlısını ile göndermeye karar verdiğini ilan etti. Bu haber duyulduğunda Cumhurbaşkanı İnönü, sofrada: Münir Bey bütün hayatında Türkiye'ye hizmet etti. Şimdi öldükten sonra da hizmete devam ediyor demiş. ABD’nin bu tutumu Sovyetlere kesin bir uyarı anlamına geliyor, İkinci bir Kırım Savaşı’nın liderliğini yapabileceğini ima ediyordu.
· 5 Nisan 1946: Büyükelçi Ertegün'ün cenazesini getiren Missouri zırhlısı Türkiye'ye geldi ve halkın büyük coşkusuyla karşılandı. Başkan Truman, İsmet İnönü'ye bir dostluk mesajı gönderdi. Herkes ABD'nin bu nazik hareketini Sovyetlere karşı Türkiye'yi yalnız bırakmayacakları şeklinde yorumladı.
· 4 Haziran 1946: İngiliz Dışişleri Bakanı Bevin şu açıklamayı yaptı: “İngiltere Montrö Sözleşmesinin gözden geçirilmesine karşı değildir. Fakat Türkiye'nin bağımsızlığını sarsacak ve bu memleketi bir peyk haline getirecek herhangi bir hareket tarzına mani olmaya karar vermiştir.
· 8 Ağustos 1946: Boğazlar konusunda notalarla Türk-Rus savaşı başladı: İlk Rus notası, Ankara'da, Sovyet Maslahatgüzarı tarafından T.C. Dışişleri Bakanı Hasan Saka'ya verildi. Notada, Montrö Sözleşmesi’nin artık Karadeniz Devletlerinin güvenliğini sağlayamayacağı ve değiştirilmesi gerektiği tezi ortaya atıldı. İkinci Dünya Savaşı içinde düşman devletlerin Boğazları Sovyetler Birliği’ne karşı kullandıkları iddia edildi. Ve Montrö Sözleşmesi’nin şu prensiplere göre değiştirilmesi istendi:
1. Boğazlar, bütün ülkelerin ticaret gemilerine açık tutulmalı,
2. Boğazlar, her zaman Karadeniz'de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine açık olmalı,
3. Özellikle öngörülen haller dışında, Karadeniz'de kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi menedilmeli,
4. Boğazlardan geçiş rejiminin tayini yetkisi yalnız Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmalı ve
5. Boğazların Karadeniz devletlerine karşı düşmanca amaçlarla kullanılmasını önlemek için Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında ortak savunma düzenlenmeli
Sovyet Rusya, ortak savunma diye Boğazlarda üs elde etmek istiyordu. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa bu Rus talebini şöyle değerlendirmiştir: Boğazları beraber savunacağız diyorlar. Yani Rus kuvvetleri gelip Boğazlara yerleşecekler. Ondan sonra ortak savunmanın gerekleridir diyerek bizden her şeyi isteyecekler. Bunun sonucu bizi fiilen Sovyetler Birliği'nin egemenliği altına sokmak olurdu. Doğu Avrupa'da, Orta Avrupa'da, Kızıl Ordu'nun Almanlardan kurtardığı ülkelerde nasıl bir egemenlik kurmuşlarsa, Türkiye'de de aynı şeyi bu yoldan yapacaklardı. Hükümet olarak biz bu istekleri derhal reddettik.[6]
· 22 Ağustos 1946: Türkiye, Sovyet Rusya notasına cevap verdi. Dışişleri Bakanı Hasan Saka, Rus maslahatgüzarını makamına çağırıp cevabi Türk notasını kendisine iletti. Notada Rus iddiaları reddedildi. Savaş içinde Mihver savaş gemilerinin Boğazlardan geçmediği, Türkiye'nin Montrö Sözleşmesi’ni sadakatle uyguladığı, daima iyi niyetle hareket ettiği belirtildi. Bir denge içinde bulunan Boğazlar rejiminin ortadan kalkmasının kabul edilemeyeceği bildirildi. Montrö Sözleşmesi’nde herhangi bir tadil, ABD'nin de katılacağı bir konferansta yapılabilir. Boğazların konuşulması Karadeniz ülkelerine inhisar ettirilemez. Sözleşme yirmi yıl için yapılmıştır, 1956 yılına kadar yürürlüktedir. Boğazların güvenliğinin Türkiye ile Sovyet Rusya'nın ortaklaşa sağlanması teklifi ise şöyle cevaplandırıldı: Bu teklif milli bakımdan Türkiye'nin hiçbir surette feragat eyleyemeyeceği egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırıdır. Teklif, milletlerarası bakımdan da pek çok itirazlar davet etmektedir. Teklifin kabulü Türkiye'nin Boğazlarda oynadığı denge ve irtibat rolünün sona ermesi ve Karadeniz devletlerinin sözde güvenliğinin, Türkiye'nin güvenliğinin imhası üzerine kurulması demek olacaktır. Türkiye Hükümeti, nereden gelirse gelsin, memleketi herhangi bir saldırı karşısında var kuvvetiyle savunma vazifesinin kendisine ait olduğu kanaatindedir. Esasen Boğazların savunmasının takviyesi yolundaki bu teklif Birleşmiş Milletler Anayasasına da aykırı olur. Sovyet Rusya için Karadeniz’de en sağlam güvenlik garantisi, Boğazlarda bağımsız bir memleketin egemenlik haklarına uymayan imtiyazlar sağlanmasında değil, kuvvetli bir Türkiye ile dostluk kurulmasında olabilir.
· 24 Eylül 1946: Türkiye'ye ikinci Rus notası verildi. Notada önce, harp içinde Boğazların iyi kontrol edilmediği, bazı Alman savaş gemilerinin ve muavin (yardımcı) gemilerinin Boğazlardan geçtiği; Sovyet Rusya'nın Karadeniz'deki güvenliğinin azaldığı, mevcut Boğazlar rejiminin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamadığı iddia edildi. Türk cevabının Sovyetleri tatmin etmediği belirtildi. Karadeniz’in Kapalı Deniz olduğu, dolayısıyla Boğazlar rejiminin tayininde Karadeniz devletlerinin rüçhan hakkı bulunduğu savunuldu. Göben ve Breslau (Yavuz ve Midilli) gemilerinin eylemleri hatırlatıldı. Boğazların ortak savunulmasının Sovyet Rusya için hayati önemde olduğu söylendi. Sovyetler Birinci Dünya Savaşı’ndaki Alman gemilerini örnek göstererek son derece tutarsız bir davranış sergiliyorlardı.
· 9 Ekim 1946: Boğazlarla ilgili olarak, ABD ve İngiltere, Sovyet Rusya'ya nota verdiler. Özetle şunları söylediler:Montrö Sözleşmesi, yalnız Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında görüşülemez. Boğazların savunulması, Türkiye tarafından yapılmalı ortak savunma olmamalıdır. Bu bildirge ile ilk defa ABD ve İngiltere Türkiye’ye açık siyasi destek veriyorlardı.
· 18 Ekim 1946: İkinci Rus notasına karşılık Türkiye'nin ikinci notası Sovyet Rusya'ya verildi. Notada özetle şunlar vurgulandı: “Savaşta Türkiye dürüst davrandı, Montrö Sözleşmesi’ni dürüst uyguladı. Montrö Sözleşmesi’nde değişiklik düşünülebilir. Sözleşmede ismi geçen Milletler Cemiyeti yerine Birleşmiş Milletler denilebilir. [7]İmzacı devletlerden saldırganlığı nedeniyle Japonya çıkarılır, ABD imzacılar arasına katılabilir; ABD'nin katılması gereklidir. Karadeniz, doktrinde (mevzuatta) Açık Deniz’ sayılmaktadır, Kapalı Deniz değildir. Karadeniz devletlerinin Boğazlar üzerinde rüçhan hakkı yoktur. Boğazların ortak savunması kabul edilemez. Ortak savunma Türkiye'nin egemenlik hakkıyla bağdaşmaz...
· 22 Ekim 1946: İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin, Boğazlarla ilgili bir demeç verdi ve özetle şunları dile getirdi:Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesi Türkiye'nin egemenliğini ihlal eder, onu yabancı egemenliği altına sokar. Boğazların savunması Türkiye'ye bırakılmalıdır. Son savaşta Türkiye'nin Boğazlarla ilgili tutumu ve uygulaması memnuniyet verici olmuştur. Sinir harbi durdurulursa her şey halledilebilir.”
- Türkiye, notalarla Boğazlar savaşını kazanmıştır. İkinci Türk notasından sonra, İngiltere ve ABD’nin daha kararlı tutumları ile Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesi talepleri kesilmiştir. Türkiye, haklı davasını dünyaya anlatabilmiş, gelişmeleri isabetli değerlendirmiş ve dik durarak notalar savaşını kazanmayı bilmiştir.
Soğuk Savaş Sonrası Boğazlar
Altmış yıllık NATO-Varşova Paktları çekişmesi sona erip deniz üstünlüğü tamamen ABD’ye geçince Rusya, Montrö’nün Karadeniz’in güvenliğinde ne kadar önemli olduğunu anladı. Bu bağlamda ABD, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO üyesi yaparak Karadeniz’de Türkiye’ye alternatif üs ve limanlar kurmak istedi. Bu dönemde Montrö Anlaşması Karadeniz’de ABD’nin kuvvet üstünlüğü sağlamasını engelledi. 2004’de Bulgaristan ve Romanya NATO üyesi yapıldı. Montrö Sözleşmesi’ni ilgilendiren en büyük kriz dönem içinde 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi ile yaşandı. ABD’nin Gürcistan’a yardım için Montrö Sözleşmesi’ni delme girişiminde bulunduğu veya deldiği şeklinde değerlendirmeler yapıldı.
2008 Gürcistan Krizi’nde Montrö Sözleşmesi
2008 yazında Rusya, Gürcistan'dan ayrılmak isteyen Güney Osetya ve Abhazya'yı bağımsız devletler olarak tanıdı. Gürcistan, ayrılıkçı Osetlere saldırdı. Rus birlikleri Osetlere yardıma gelince Güney Osetya'da Gürcü ve Rus birlikleri arasında çarpışmalar oldu. ABD, güya, Gürcistan'a insani yardım götürmek için Karadeniz'e savaş gemileri soktu. Sözleşmenin 13. Maddesine göre, Karadeniz dışı ülkeler, sekiz gün önceden Karadeniz’e çıkacak gemilerin isimlerini, sayısını, gidecekleri limanı ve planlanan dönüş zamanını bildirmek zorundadır. Bunun tek istisnası Sözleşmenin 18. Maddesinin 1. Fıkrası d bendinde düzenlenen İnsani Yardım şartıdır. İnsani yardım amacıyla Karadeniz’e çıkacak gemilerin toplam tonajını Sözleşme 8 bin tonla sınırlamıştır. Bu gemiler ön bildirimde bulunmadan Türkiye’nin izni ile Karadeniz’e çıkabilirler. ABD insani yardım amacıyla 18. 400 tonluk Amerikan 6. Filosunun USS Mount Whitney adlı istihbarat ve komuta kontrol gemisini Karadeniz’e gönderdi. Gemide bir tabur çapında deniz piyade birliği de vardı. Bu geminin Karadeniz’e çıkışının Montrö Sözleşmesine uygunluğu Rusya tarafından alaylı bir şekilde eleştirildi. Rusya, Genelkurmay Başkanı Yardımcısı General Anatoliy Novogitsi: Bütün o çocuk bezlerini her pazarda satın almak mümkün. Çocuk bezini savaş gemileriyle taşımanın anlamı nedir?” diye sordu. Türkiye bu geminin geçişi ile net bir açıklama yapmadı. Bu noktada Mount Whitney gemisinin Karadeniz’e çıkışı ile ilgili gündeme gelen temel soru şu oldu. Mount Whitney gemisinin Karadeniz’e çıkması ile Montrö Sözleşmesi ihlal edilmiş midir? Bu durumda iki seçenek bulunmaktadır.
· Eğer anılan gemi “ insani yardım” maksadıyla Karadeniz’e çıkmışsa, Sözleşmede yer alan 8000 tonluk sınırlama 10.400 ton aşılmıştır. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan bir ya da birkaç Devlet, bu denize, insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, toplamı hiç bir varsayımda 8 bin tonu aşmaması gerekecek olan bu kuvvetler, ...ön bildirime gerek duyulmaksızın Türk Hükümetinden alacakları izin üzerine, Karadeniz’e gireceklerdir. Gönderilecek kuvvet bu tonajın üzerindeyse Türkiye, izin isteminden Karadeniz kıyıdaşı Devletleri hemen haberli kılacak ve bu devletler 24 saat sonra karşı görüş öne sürmezlerse, Türkiye ilgili devletlere kararı 48 saat içinde bildirecektir. Bu noktada USS Mount Whitney tonaj aşımı kıyıdaş devletlere bildirilmiş midir? Geçiş yaptığına göre, Rusya’nın 24 saat içinde bir itirazı olmamışa benziyor. İtiraza rağmen geçiş yapıldıysa kesin ihlaldir.
· Eğer anılan gemi, insani yardım yerine normal bir geçiş talebinde bulunduysa ve izin verildiyse 18.400 tonluk bu geminin geçişi ile Sözleşmenin 14. maddesinde yer alan “Boğazlarda transit geçişte bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek (tavan) toplam tonajı 15.000 tonu aşmayacaktır” maddesi ihlal edilmiş olmaktadır.
Kamuoyuna intikal eden farklı görüş ve itirazlar olmadığına göre, geçişin “insani yardım” maksadıyla yapıldığı ve Rusya’da dâhil tüm kıyıdaş ülkelerin buna itiraz etmediği anlaşılmaktadır. Özetle Montrö Sözleşmesi’nin uygulanması siyasi ve teknik yönleri ağır basan büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir.
Montrö Sözleşmesinin Geleceği
Mevcut dünya güç dengeleri devam ettiği sürece Montrö Sözleşmesi Rusya’ya büyük avantaj sağlamaktadır. Karadeniz’deki deniz gücü dengesi Romanya ve Bulgaristan’ın NATO üyesi olmasına rağmen zayıf donanma kuvveti nedeniyle büyük bir değişiklik göstermemiştir. Ancak Karadeniz’deki NATO üyesi sayısı üçe yükselmiştir. Bu bağlamda ABD ve Batılı müttefikleri, Türkiye’nin de iştirak edeceği bir çatışmada Montrö Sözleşmesi gereğince Karadeniz’i limitsiz kullanabileceklerdir. Ancak Türkiye’nin yer almadığı bir kriz veya çatışma durumunda Karadeniz’e güç nakli zora girecektir. Bu durumda ABD ve Batı, Goeben ve Breslau örneğini kullanarak Romen ve Bulgar Deniz Kuvvetlerini takviye edebilir. Böyle bir olasılık Türkiye’yi de savaşın içine çekebilir. Savaşa dönüşmeyen kriz durumlarında Sözleşmeyi uygulamak nispeten daha kolay olacaktır. Yine de Türkiye her durumda kararlı ve tarafsız bir duruş sergilemelidir.
Türkiye, zamanında kararlı bir şekilde hareket etmediği takdirde, ileride hem Rusya’dan hem de ABD’den Montrö konusunda daha fazla taviz talebiyle karşı karşıya kalabilir. Özellikle aynı anda Karadeniz’de bulunacak yabancı gemilerin tonajlarının hesaplanması, ön bildirim zamanlarının kısaltılması, gemi adlarının, gidilecek limanların belirtilmemesi gibi değişik talepler olabilir. Karadeniz’deki bir kriz ve istikrarsızlık, doğrudan Türkiye’nin güvenliğini tehdit eder bir seviyeye gelebilir. Türkiye, Sözleşme’nin 21. maddesine dayanarak geçişleri sınırlama veya tamamen kaldırma yetkisine sahiptir. Bu bağlamda Türkiye, Montrö Sözleşmesi’ni hazırlayan uluslararası barış ve istikrar kriterlerini esas alan, hukuki, geçerli, kabul edilebilir, mantıklı ve uygulanabilir olmayan geçiş taleplerini geri çevirmekte asla tereddüt etmemelidir. Son derece modern nükleer veya konvansiyonel füze taşıyan askeri gemilerin Karadeniz’e çıkması, potansiyel bir çatışma riskini de beraberinde getirmektedir. Sözleşme, Türkiye’nin hangi siyasi ve askeri blokta olursa olsun kendisi bizzat bir çatışmaya girmedikçe, tam bir tarafsızlık içinde hareket etmesini gerektirmektedir. Bunun, özellikle NATO ittifakı içindeki müttefiklere açık bir şekilde anlatılması zorunludur. Türk Boğazları, 93 yıl sonra yeniden bölge ve hatta dünya jeopolitiğini etkileyecek stratejik bir uygulamaya konu olmuştur. 2014’de patlak veren ve hala devam eden Ukrayna ve Suriye Krizi nedeniyle de konu olmayı sürdürecektir. Türkiye, Sözleşmenin kendisine verdiği elindeki anahtarı doğru kullanmadığı takdirde, çıkarları etkilenen ülkelerin kapının kilidini değiştirmeye çalışacaklarını unutmamalıdır.
Haziran 2016
[1] Lozan’daki iki prangadan biri olan ve Türk ekonomisini olumsuz yönde etkileyen gümrük tarifeleri ve ayrıcalıkların 5 yıl süre ile uygulanmasına devam edilmesine 1929’de son verilmişti.
[2] 1807’de Amiral Ducworth komutasında 12 gemiden oluşan İngiliz filosu İstanbul’a gelerek payitahtı tehdit etmişti.
[3]Türkiye soruna, uluslararası hukukta yer alan Rubis Sic Stantibus (Anlaşmaların değişen şartlar nedeniyle ortadan kalkması) prensibine uygun olarak yaklaşmıştır
[4] O dönemde Filipin Ordusunu kurmaya çalışıyordu.
[5] Ergün Aybars, Atatürkçülük ve Modernleşme Zeus Yayınevi 2006 s.81
[6] Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler, I, s. 179
[7] Milletler Cemiyetinin yerini alan Birleşmiş Milletler 23 Ekim 1945’te kurulmuştu.
No comments:
Post a Comment