Emekli Büyükelçi Önder Özar'ın, ANA kültür sanat dergisinin Mayıs- Haziran 2025 sayısında yayınlanan yazısını okuyabilirsiniz.
TRUMP KASIRGASI
Trump'ın İkinci Başkanlık döneminde İlk 100 günü : dış politika
ABD'nde, Donald TRUMP'ın 20 Ocak 2025 'de başlayan ikinci başkanlık döneminin ilk 100 günlük dönemi 29 Nisan'da tamamlandı. ABD'nin 250 yıllık tarihinde bir dönem başkanlık yaptıktan sonra ara verip ikinci kez yeniden seçilen Donald Trump, iç ve dış politikaya ilişkin kaos yaratıcı - altüst edici de denebilir - ve hukuksal açıdan tartışmalı nitelikteki uygulamalarıyla gündeme damgasını vurdu ve bu tutumunu sürdürüyor. Dış ilişkiler alanında, ikinci dünya savaşı sonrasında ABD liderliğinde oluşturulan kurallara dayalı liberal düzeni yıpratıcı kararları, özellikle, 2 Nisan 2025 günü dost ya da düşman ayrımı yapmaksızın açıkladığı yüksek gümrük tarifeleri - sonradan 90 günlük bir ertelemeye karşın - tüm dünyada tepkilere yol açtı.
Bu yazımda, Trump'ın ABD'nin dış ilişkileri alanında başlıca adımlarını ve etkinliklerini gözden geçirmeye çalışacağım. İç politikada meydana gelen dalgalanmaları- kısa bir paragraf dışında- bir başka yazımda ele almayı öngörüyorum.
Trump yönetiminin düzensiz göçmenleri mahkeme kararı olmaksızın sınır dışına göndermesi, uluslararası ünlü bir basın kuruluşu olan AP temsilcilerine Beyaz Ev'e giriş yasağı koyması, Filistin lehine gösteri yapan yabancı uyruklu öğrencilerin vizelerinin iptal edilmesi, bu öğrencilerin kayıtlı olduğu üniversitelerin yönetimlerine yaptırımlar uygulanması, ayrıca yasama ve yargı organlarının denetim sorumluluklarının "bypass" edilmesi, demokrasi ve özgürlüklere ilişkin reytinginin aşağıya çekilmesine neden olan bazı örnek olaylar. Trump'ın başkanlık seçimini kazandığı Kasım 2024'de ABD demokrasi performansına 100 üzerinden 67 puan veren reyting kuruluşları, bu değerlendirmelerini Trump'ın göreve başladığı 20 Ocak'tan 2025'den bir kaç hafta sonra yüzde 55'e düşürdü. Bu eğilimi yorumlayan "Bright Line Watch" (Aydınlık Çizgi Gözlemcisi) müdürü Prof. John Carey, " Hatalı yönde bir gidiş var", Harvard Üniversitesi'nde profesör Steven Levitsky, " bir çeşit otoriterleşmeye yöneliş söz konusu" değerlendirmelerini yaptılar. Steven Levitsky'nin bu yorumu, 500 siyaset bilimcisiyle yapılan ankette çok büyük bir çoğunluk tarafından paylaşıldı. Otoriter gidişin işaretlerini seçim kampanyasında ortaya koyan Trump, iç politikada hukuka ve anayasal hükümlere aykırı olduğu ileri sürülen bir çok kararları yürürlüğe koymaktan çekinmediği izlenimi veriyor.
Donald Trump, ABD'nin 47nci başkanı olarak göreve başladığı 20 Ocak 2025 pazartesi günü yayınladığı "executive order" ile ABD dış politikasının "Amerika'yı yeniden büyük (güçlü) yapalım" sloganı uyarınca ve öncelikle "konu ABD menfaatlerine hizmet ediyor mu?" ilkesine göre yürütüleceğini açıkladı. Dışişleri Bakanı Marco Rubio da, iki gün sonra (22 Şubat 2025) yayınladığı genelgede, Başkan Trump'ın kendisine şu talimatı verdiğini söyledi: "Harcadığımız her dolar, desteklediğimiz her program ve izlediğimiz her politika aşağıdaki üç basit soruya olumlu yanıt vermeli"
- Amerika'yı daha güvenli yapıyor mu?
- Amerika'yı daha güçlü yapıyor mu?
- Amerika'yı daha müreffeh yapıyor mu?
Marco Rubio'nun, daha sonra, Dışişleri Bakanlığında yeniden örgütlenmeye gidileceğini ve bu bağlamda bazı değişiklikler yapılacağını, Bakanlığın yerel çalışanlarının (domestic workforce) yüzde 15'inin görevlerine son verileceğini ve 132 büronun kapatılacağını ifade ettiği basında yer alan haberlerde kaydedildi.
İkinci Trump yönetiminin dış politikada gerçekleştirdiği atılımlarla ilgili genel bir gözlem yapmak gerekirse, ikinci dünya savaşından sonra ABD tarafından planlanan ve yönlendirilen kurallara dayalı çok taraflı uluslararası düzeni ters yüz eden adımlar atıldığı söylenebilir. Gümrük tarifelerinin her ülkenin ABD ile ticaretindeki payına göre yükseltilmesi ve bu bağlamda Çin ile tarifelerin karşılıklı olarak yüzde 125 oranlarına tırmanması, diğer yandan, Trump'ın Kanada'nın 51nci ABD eyaleti olması, Panama Kanalı'nın ABD kontrolu altına alınması, Grönland adasının ABD'ne katılması önerileri hem ilgili ülkelerde, hem de dünyada tepkilere yol açtı.
Trump'ın, NAT0 üyesi Avrupa'lı ülkelerin savunma harcamalarını gayrisafi milli hasılanın yüzde 2'sinden yüzde 5'e çıkarmaları gerektiği hususundaki ısrarlı tutumu öne çıkıyor. Trump'ın, bu husus yerine getirilmediği takdirde, ABD'nin yükümlülüklerini yerine getirmeyebileceğini, ayrıca, istihbarat paylaşımında da sınırlamalara gidilebileceği sinyalini vermesi Avrupa'da tedirginliğe ve tepkilere yol açtı. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, "Amerika artık eski müttefik değil" diyerek, Trump'ın tutumundan duyulan endişeyi dile getirdi. Avrupa'nın üç büyük devleti Fransa, Almanya ve İngiltere arasındaki görüşmelerde , ABD dışında Avrupa'yı kapsayan etkili bir savunma planı hazırlanması, caydırıcı bir nükleer güç oluşturulması ve Avrupa'daki ABD askeri birliklerinin geri çekilmesi olasılığı konuları gündeme alındı. ABD'nin Avrupa'da asker mevcudunun 100 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.
Trump'ın, ikinci dönem görevine başladığı ilk gün Birleşmiş Milletler Paris İklim anlaşmasından ve Dünya Sağlık Örgütü'nden çekilmesi, dış yardımların 90 gün süreyle askıya alınması kararları da sürpriz olmadı. 1961 yılında Başkan John F. Kennedy tarafından kurulmuş olan USAİD (ABD Uluslararası Kalkınma ajansı) 'in kapatılması Trump dış politikasının bir başka özelliği oldu. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, USAID'in devam eden faaliyetlerinin yürütülmesini vekaleten üstlendiğini açıkladı. Rubio, 100ncü günden bir kaç gün sonra, ulusal güvenlik danışmanı Mike Waitz'ın görevden alınması üzerine, bu görevi de üstlendi.
Trump göreve başladıktan kısa bir süre sonra ABD'nin taraf olduğu tüm sözleşme ve antlaşmaların 180 gün içinde gözden geçirilmesi talimatını verdi. Bir düşünce kuruluşu olan "Heritage Fondation" ın, ABD'nin küresel kalkınma ve ekonomik istikrar alanında kuruluşuna önderlik ettiği IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası'nın değerlendirilmesini önermesi de ilginç değil mi? Bununla birlikte, IMF ve Dünya Bankası konusunda olumsuz bir gelişme beklenmediği söylenebilir.
İkinci Trump yönetiminin dünyadaki iki sıcak savaşın ( Rusya- Ukrayna ile Hamas - İsrail) sonlandırılması ile ilgili girişimlere öncelik vermesi bekleniyordu. Zira, Trump seçim kampanyasında Ukrayna'daki savaşı bir-iki gün içinde sonlandıracağını tantanalı biçimde iddia etmiş, önceki başkan Biden'ı savaşın başlamasına ve sürmesine katkıda bulunmuş olmakla suçlamıştı. Trump'ın, Rusya lideri Putin ile Şubat 2025 ayında yaptığı telefon görüşmesinden memnun kaldığını söylemesi uzun sürmeyen yapay bir iyimserliğe yol açtıysa da, hazırladığı barış planı Ukrayna lideri Zelensky tarafından kabul edilmedi. Diğer yandan, Putin'in barış için öne sürdüğü koşulların, uzlaşma zihniyetinden yoksun olduğu görüldü. Özetle, halen, Kırım yarımadası dahil Rusya'nın işgali altında bulunan Ukrayna'nın doğu bölgesinin - Ukrayna topraklarının yaklaşık yüzde 18'i - Rusya'ya bırakılması, Ukrayna'nın NATO üyeliğine kabul edilmemesi Rusya'nın olmazsa olmaz koşullarıydı.
24 Şubat 2022'de Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı ile başlayan ve üç yıldan bu yana süren bu savaş her iki tarafın 200 binden fazla olduğu tahmin edilen insan kaybına, ayrıca maddi zararlara ve yıkıma yol açmış bulunuyor. Ateşkes için yapılan çeşitli girişimlerden kalıcı bir sonuç alınamadı. Son olarak, Papa Francis'in 26 nisan günü Roma'da düzenlenen cenaze töreni vesilesiyle biraraya gelen Trump ve Zelensky'nin bu görüşmeden "memnun" ayrılması olumlu bir gelişmenin işareti olabilir. Zira, Roma'dan Washington'a dönüşünden önce basın mensuplarına konuşan Trump'ın " Putin beni oyalıyor mu?" ifadesini kullanması dikkate değer . 28 Şubat günü Washington'da Beyaz Ev'in Oval Ofisindeki toplantıda Zelensky'nin Trump ve yardımcısı Vance tarafından adeta azarlandığı dikkate alınırsa, yaklaşık iki ay sonra biri güçlü, diğeri zayıf iki devletin liderlerinin Roma'da biraraya gelmesi önemli bir gelişme. Nitekim, Roma buluşmasından dört gün sonra 30 Nisan'da ABD ile Ukrayna arasında "Ukrayna'daki kritik madenlerin işletilmesi" konulu anlaşmanın Washington'da imzalanması, "Oval Ofis" gerginliğinden sonra, ABD'nin Ukrayna'ya yardımlarının sürdürüleceği anlamına geliyordu. Bir başka ifadeyle, Trump, Ukrayna devlet başkanı Zelensky'ye "emlakçı" yaklaşımıyla, "yardımlarımızın sürdürülmesi bu anlaşmayı imzalamana bağlı" mesajını açıkça ifade etmişti. Zelensky'nin çekince beyan etmesi ise, yeterli güvencenin sağlanması talebinin karşılanması noktasında düğümleniyordu. Anlaşmada, Ukrayna'ya yeterli güvencenin sağlanıp sağlanmadığını, metni göremediğim için bilmiyorum. Ancak, İngiltere'de yayınlanan "The Independent" gazetesine göre, Ukrayna'ya güvence sağlanmasına ilişkin bir hüküm anlaşmada yer almıyor.Bu doğruysa, literatürde "güçlü olan mı, haklı olan mı?" dilemma'sının bir örneği karşımıza çıkıyor.
İsrail'in Gazze'den sonra öngördüğü harekat planı hakkında ABD ile danışmalarda bulunması Hamas'ın elindeki esirlerin kurtarılmasına ilişkin politikası
İsrail Başbakanı Netanyahu birincisi 3 Şubat'ta davet üzerine, ikincisi ise 7 Nisan'da olmak üzere, iki kez Washington'a giderek, Başkan Trump ile görüşmelerde bulundu.
Netanyahu'nun Başkan Trump ile 3 Şubat görüşmesinde gündemde Gazze'de ateskes, Hamas'ın elindeki esirlerin serbest bırakılması ve İran'ın nükleer silahlara sahip olmasının önlenmesi konularının yer aldığı İsrail basınında belirtilmişti. Bununla beraber, Trump'ın ikinci başkanlık döneminin ilk günlerinde, hatta daha önce seçim kampanyasında Rusya - Ukrayna savaşını sonlandırma konusuna öncelik verdiği, Gazze savaşıyla ise ateşkes'ten daha çok, aralarında ABD vatandaşlarının da bulunduğu esirlerin kurtarılması ile ilgilendiğini ya da böyle bir izlenim verdiğini söylemek yanlış olmaz, sanırım. Netanyahu'nun ise, Hamas'ın tamamen çökertilmesini isteyen koalisyon hükumeti ortaklarının ağır baskısı bahanesini de kullanarak 18 Mart'ta ateşkes anlaşmasını ihlal ettiği, Gazze'deki sivil halkın katliamına devam ettiği, ve Gazze'deki bir milyon Filistinliye gıda yardımlarının ulaşmasını engellediği, bir kısmı serbest bırakılmış olan esirlerin iadesi konusunda fazla aceleci davranmadığı öne sürülebilir. Netanyahu'nun asıl amacının Suriye ve İran'la ilgili planlarında Trump'ın desteğini sağlamak olduğu, daha net bir söylemle, Suriye'deki geçiş sürecinde Türkiye'nin Şam'daki yeni yönetime desteğini sınırlandırmanın ve İran'daki nükleer tesislerin etkisiz hale getirilmesinin İsrail'in hedefleri arasında yer aldığı sonucu çıkarılabilir. Nitekim, Washington'a hareket etmeden önce Netanyahu, Hamas ve Hizbullah'a indirilen darbelerle Orta Doğu'nun çehresinin değiştirildiğini öne sürerek, "Ancak Başkan Trump ile yakın çalışarak haritayı daha da iyi bir şekilde yeniden çizebileceğimize inanıyorum." ifadesini kullanmıştı.
Başkan Trump'ın, Suriye'deki yeniden yapılanmada Türkiye'nin rolü ve İran'ın nükleer faaliyetleri konusunda Netanyahu'nun beklentilerini karşılayan bir tutum takındığını söylemek pek doğru olmaz, kanısındayım. Trump, Suriye konusunda Türkiye ve İsrail arasında olası bir çatışma durumunda arabuluculuk yapabileceğini, İran konusunda ise, İran'ın nükleer silah sahibi olmasının önleneceğini, bu amaçla Tahran yönetimi ile görüşmeler yapıldığını açıklamış bulunuyor. Nitekim, İran'ın nükleer enerjinin bomba yapımında kullanılmasını yasaklayan bir anlaşma için ABD ve İran arasında dolaylı görüşmelere Umman başkenti Muskat ve Roma'da başlanmış bulunuyor. Bu vesileyle, 2015 yılında (Başkan Obama dönemi) imzalanan, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) 'nın denetiminde İran'a nükleer enerjinin kullanımında sınırlamalar getiren JCPOA anlaşmasının uzun ömürlü olmadığını, ABD'nin 2018 yılında ( Trump'ın birinci başkanlık dönemi) anlaşmadan geri çekildiğini anımsatmak yararlı olur.
Bir başka ifadeyle, Trump İran'la anlaşma sağlanırsa, İsrail'in İran'daki nükleer tesislerin imha edilmesi planına gerek kalmayacağını Netanyahu'ya dolaylı yoldan iletmiş oluyor, denebilir. Trump'ın , anlaşma olmadığı takdirde "İran sonucuna katlanır" mealinde, tehditkar ifadeler kullanmaktan kaçınmadığını da belirtmek yerinde olur.
Gazze savaşında İsrail'i desteklemeyi sürdüren Trump'ın, 7 Nisan'da İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüşmesinde Gazze'de çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu Filistinlilere gıda ve diğer ihtiyaç malzemelerinin ulaşmasının İsrail tarafınca engellenmesi konusuna değinmemesi ya da bu konuda açıklama yapmaması dikkat çekiyor. Bu bağlamda, Trump - Netanyahu görüşmesinden sonra planlanmış olan basın toplantısının iptal edilmesi manidar değil mi? Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres'in, İsrail'in iki aydır Gazze'ye tüm insani yardımları engellediğini, yardımın baskı aracı olarak kullanılamayacağını ve yardım sağlamanın müzakereye açık olmadığını söylemesi (29 Nisan 2025 tarihli basın haberleri) üstü kapalı olarak Trump'a yönelik bir serzeniş olamaz mı?
Netanyahu'nun ikinci Washigton ziyaretinin, gümrük tarifelerinin yükseltildiği 2 Nisan'dan sonra gerçekleşmesi, tesadüf değil. Bununla birlikte, Trump'ın İsrail menşeli ürün ve hizmetler için getirdiği yüzde 17'lik gümrük vergisinden bu aşamada muaf tutulmayacağı anlaşılıyor. AP ajansının 9 Nisan 2025 tarihli Tel Aviv çıkışlı haberinde, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun aceleye getirilen ikinci Washington ziyaretinden geniş ölçüde "eli boş" döndüğü görüşü öne sürülmüş bulunuyor. Bununla birlikte, Trump'ın İsrail'i desteklemeyi sürdüreceği, ancak bu kez ABD-İsrail ilişkilerinin daha karmaşık bir nitelik kazandığı belirtiliyor. Özellikle, Netanyahu'nun Türkiye'nin Suriye'de önemli bir rol oynamasından rahatsız olduğu, Türkiye'nin Suriye'deki "askeri mevcudiyetinin İsrail için tehlikeli" olabileceğini söylediği AP haberinde kaydedilmiş bulunuyor. Burada bir parantez açarak, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın, Türkiye'nin Suriye'de İsrail ile bir çatışma durumu ile karşılaşmak istemediği yolunda açıklamada bulunduğunu anımsatmak istiyorum.
İsrail Başbakanının Washington ziyaretleri hakkında vurgulamak istediğim bir başka husus, Netanyahu'nun Uluslararası Ceza Mahkemesi' (UCM)nce tutuklanması talep edilen bir hükümlü olduğudur. Ancak, ABD'nin UCM'nin kurucu anlaşmasına ( Roma statüsü) taraf olmaması nedeniyle, Netanyahu'nun ABD seyahatlerinde buı konuda sorun yaşanmıyor.
Dördüncü yılına girmiş bulunan Rusya - Ukrayna ve 7 Ekim 2023'den bu yana süregiden Hamas - İsrail savaşlarının önce kalıcı ateşkes ve daha sonraki aşamada barış anlaşmasıyla sonlandırılması neden mümkün olmuyor? Bu sorunun tek bir yanıtı olmadığı öne sürülebilir. Ancak, bir tarafta Rusya devlet başkanı Putin'in, diğer tarafta İsrail Başbakanı Netanyahu'nun gerçekten barış istediği inandırıcı mıdır? sorusu gündemde. Putin'in, Rusya'daki etkili - baskıcı da denebilir - yönetimini sürdürebilmek açısından ateşkes konusunu ertelemeyi tercih ettiği, benzer bir durumun koalisyon ortaklığına dayalı Başbakanlık koltuğunu bırakmak istemeyen Netanyahu için de geçerli olduğu söylenemez mi?
Kısaca toparlamak gerekirse, ikinci kez Başkan seçilen Donald Trump'ın ilk yüz günlük icraatı özellikle dış politika alanında tedirginlik, kaos yaratıcı ve çatışmacı bir seyir izlemiş, özellikle Ukrayna ve Gazze savaşlarında barışa yönelik herhangi bir olumlu gelişme gerçekleşmemiş, ana hedef olan Çin'e yönelik gümrük tarifeleri savaşı ile bir çok ülkenin piyasalarında dengesizliklere yol açılmıştır.
Yazımı sonlandırmadan önce, şu soruyu sormak istiyorum. Trump'un ABD'nin dış politika anlayışının tek yanlı ve bencil bir yaklaşım arzettiği, uluslararası ilişkilerde çoktaraflı işbirliği anlayışını kısıtladığı ileri sürülemez mi? Devletlerin dış politikalarında ulusal çıkarlarını gözetmesi doğal olmakla birlikte, " kazan-kazan" türü ittifaklar ve işbirlikleri gündem dışında mı kalacak ? Devletlerin dış politikalarını aynı zamanda dünya barışına katkıda bulunacak şekilde yürütmeleri gerekmez mi? Bugüne kadar dünyamızda yaşanan silahlı çatışmalar, Türkiye'nin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün " Yurtta barış, Dünyada barış" özdeyişinin dış politikada temel ilke olması gereğini kanıtlamış olmuyor mu?
No comments:
Post a Comment