Tuesday, December 31, 2024

December 30, 2024 A Proclamation on National Human Trafficking Prevention Month, 2025

 December 30, 2024

A Proclamation on National Human Trafficking Prevention Month, 2025


Presidential Actions

Across the world, more than 27 million people, including thousands here at home, are subjected to the shameful, abhorrent abuse of human trafficking and forced labor.  Human trafficking targets the most vulnerable in society and exploits them — denying their human rights, freedom, and dignity.  It is a stain on our collective conscience and an affront to basic human dignity.  During National Human Trafficking Prevention Month, we recommit to working to end human trafficking in America and around the globe.


Any form of trafficking in people — from forced labor to sex trafficking — must not be tolerated, in the United States or anywhere around the world.  That is why in 2021, I signed an updated National Action Plan (NAP) to Combat Human Trafficking, detailing my Administration’s focus on prosecuting perpetrators, protecting survivors, and partnering with governments and organizations around the globe to end this scourge.  The NAP also recognizes that human traffickers target people considered vulnerable in society — people from racial and ethnic minorities, women and girls, LGBTQI+ individuals, and others from marginalized backgrounds. 


Here at home, we have worked to crack down on human trafficking and combat gender-based violence in America.  I remain proud that I first wrote the Violence Against Women Act as a United States Senator and I have worked to strengthen it ever since.  That is why when I reauthorized it in 2022, I expanded Tribal court jurisdiction to prosecute non-Native sex traffickers.  Furthermore, through my American Rescue Plan, my Administration delivered tens of thousands of housing vouchers to ensure people fleeing human trafficking or other violence have a safe home to go to.  At the same time, we have been committed to working with survivors to support their path to recovery and healing, and improving our approach to preventing, identifying, and prosecuting these crimes.  We have also taken steps to prevent trafficking in the United States by strengthening protections for vulnerable workers, including issuing new rules to improve worker protections and strengthen program integrity in temporary visa programs and releasing an updated version of the Department of State’s Wilberforce “Know Your Rights” pamphlet.


Around the world, we are also working with governments and organizations to put a stop to human trafficking.  I signed the bipartisan Uyghur Forced Labor Prevention Act in 2021 and, from the moment the law took effect in 2022, Federal agencies have been working to ensure that no American imports are produced using forced labor.  I signed the first-ever Presidential Memorandum to prioritize strong labor standards in our Nation’s foreign policy as we work to build a world where our economic system gives predatory traffickers no safe harbor.  In the 2024 Trafficking in Persons Report, the Department of State measured progress in 188 countries, including the United States, by deploying powerful technology tools to combat this scourge, and sanctioned over 240 individuals and entities for serious human rights abuses under the Global Magnitsky Sanctions Program.


During National Human Trafficking Prevention Month, I encourage Americans to learn the signs of human trafficking and share the National Human Trafficking Hotline (888-373-7888), where one can report a tip or ask for help.  Together, we can create a world where every person is treated with dignity and respect, lives free from fear, and can lead a life full of freedom and liberty.


NOW, THEREFORE, I, JOSEPH R. BIDEN JR., President of the United States of America, by virtue of the authority vested in me by the Constitution and the laws of the United States, do hereby proclaim January 2025 as National Human Trafficking Prevention Month.  I call upon businesses, civil society organizations, communities of faith, families, and all Americans to recognize the vital role we play in combating human trafficking and to observe this month with appropriate programs and activities aimed at preventing all forms of human trafficking.


     IN WITNESS WHEREOF, I have hereunto set my hand this thirtieth day of December, in the year of our Lord two thousand twenty-four, and of the Independence of the United States of America the two hundred and forty-ninth.


                              JOSEPH R. BIDEN JR.












The voice of the world in numbers - GALLUP - Dec. 31, 2024 As we approach the new year, here are 12 trends to watch in 2025 that will keep Front Page readers informed about the major issues shaping our world.

 

A forward is the best compliment. Tell a friend to sign up for Front Page here.

LinkedInXInstagramFacebookYouTube
Gallup World Headquarters, 901 F Street, NW, Washington, D.C. 20004 USA

Orhan Bursalı ı Amaç RTE’yi seçtirmek mi? Saydamlık yok! A A 31 Aralık 2024 Salı İkinci bir “barış süreci” denemesi. Ön planda Öcalan, Bahçeli ve DEM.

Orhan Bursalı

Amaç RTE’yi seçtirmek mi? Saydamlık yok!

31 Aralık 2024 Salı


İkinci bir “barış süreci” denemesi. Ön planda Öcalan, Bahçeli ve DEM. Bu kez PKK ve AKP sanki gölgede. Varlar ama yoklar.


Hangi koşullarda masa kuruluyor yeniden?


Bu yazıda iç koşulları öne çıkartacağım. Evet Suriye’de önemli değişimler var ancak Türkiye bu konuda güvenlik açısından sağlam.


Geldik “masa”nın kuruluşuna ön ayak olan Bahçeli’nin İmralı’ya çağrısına. Süreç bu çağrı ile başladı.


Bahçeli bu çağrıyı neden yaptı? Olasılıklar şöyle:


Destek verdiği iktidarın ülkeyi batırması ve milyonlarca yoksul kitle yaratması karşısında, kendisini ve partisini ön plana çıkartacak bir stratejik üstünlük sağlamak için.

Bu anlamda Türkiye’nin aslında oldukça geri plana düşen terör/ güvenlik konusunu ön plana çıkartarak, MHP’nin PKK meselesini çözebilecek bir parti ve lider olabileceğini göstermek için. Nitekim kurduğu İmralı-DEM hattını işletti. Bu konu ile ekonomik çöküşü de gözlerden biraz saklayarak ortağına destek verdi.

Saray kendini biraz gölgede tutarak iktidarını borçlu olduğu ortağına yol verdi. Devleti yöneten parti olarak işin içinde, İmralı’daki görüşmeleri izledi. Buradan çıkacak sonuçlardan iktidarının devamı için yararlanacak, gerektiğinde öp plana çıkacak.


MAKSAT RTE’Yİ SEÇTİRMEK Mİ?

Bütün bunlara hayır mı? O zaman Bahçeli, süreçten elde edeceği yararları bir kenara bırakacak olursak, kurulan barış/ çözüm masası ile Erdoğan’ın yeniden seçilme koşullarının yaratılabileceğini planladı.

Bu yoldan gidersek Bahçeli kesinlikle Erdoğan’ın yeniden seçilmesini istiyor. Bunu demeçlerinden de biliyoruz. Erdoğan’ın seçilmesi, kendisinin de devlet içindeki iktidarının güçlenerek sürmesi demektir.

RTE’nin seçimi için şu veya bu şekilde bir erken seçime gidilmesi şart. AKP bunu 2027 Ekim/ Kasım’ında düşünüyor.

Şüphesiz daha önce seçilme koşullarının oluştuğunu düşünürse, bunu daha erkene, mesela 2026 Ekim’ine de alabilir.

2024'ün en gerçekçi PC oyunu

Büyüleyici bir fantezi rol yapma oyunu. O kadar güzel ki sadece görmek için bile yüklemeye değer

Raid: Shadow Legends

ZURNANIN EN UYGUN DELİĞİ

Evet, zurnanın seçimi kazanabileceği sesinin çıkacağı deliktir.


Geldik, hangi koşullar yaratılması gerekir ki seçim ziline bassın Saray.


İlki ekonominin iyileşmeye yüz tuttuğu ve bugün milletin sırtından cebinden yürütülmekte olan trilyonların, ücretlere yeniden yansıtılmaya başlayacağı zaman belirleyicidir. Bu olmazsa olmazıdır seçim kararının.


İkincisi, anayasa değişimi için gerekli koşuldur.


Ekonomi düzelmeyince çoğunluğun anayasa değişikliğine ilgisi sıfır olacaktır.


SIKI PAZARLIKLAR

İşte bu noktada masası kurulan Kürt meselesi önem kazanıyor.


İmralı her zaman RTE ile uzlaşmaya hazır bir kimsedir.


Fakat Bahçeli’nin kendisine uzattığı ve serbest bırakılmasını sağlayacak “umut dalı” İmralı’ya yeter mi?


İmralı bunu kişisel özgürlüğü olarak kabul etmez. Zaten çözümden bahsetmektedir.


Unutmayın İmralı’nın DEM üzerinde kontrolü de kısmendir. Arkada gölgeler vardır.


Bu noktada iktidar ile İmralı/DEM arasında sıkı pazarlıklar gündeme gelecektir.


Çünkü iktidar DEM’in desteğini istemektedir.


Bir de çözüm konusunda olgunlaşma sürecinden bahsediyor DEM.


Yani karanlıkta bir şeyler pişirecekler. Bu durum Meclis’te muhalefetin desteğini de sıfıra indirir.


***


Yarın yeni yılın başlangıcı. Mutlu, aydınlık ve güzel bir yıl dilesem, gerçekleşme olasılığı var mı?


Yine de hepimize sağlıklı ve güzel günler.












İkinci bir “barış süreci” denemesi. Ön planda Öcalan, Bahçeli ve DEM. Bu kez PKK ve AKP sanki gölgede. Varlar ama yoklar.


Hangi koşullarda masa kuruluyor yeniden?


Bu yazıda iç koşulları öne çıkartacağım. Evet Suriye’de önemli değişimler var ancak Türkiye bu konuda güvenlik açısından sağlam.


Geldik “masa”nın kuruluşuna ön ayak olan Bahçeli’nin İmralı’ya çağrısına. Süreç bu çağrı ile başladı.


Bahçeli bu çağrıyı neden yaptı? Olasılıklar şöyle:


Destek verdiği iktidarın ülkeyi batırması ve milyonlarca yoksul kitle yaratması karşısında, kendisini ve partisini ön plana çıkartacak bir stratejik üstünlük sağlamak için.

Bu anlamda Türkiye’nin aslında oldukça geri plana düşen terör/ güvenlik konusunu ön plana çıkartarak, MHP’nin PKK meselesini çözebilecek bir parti ve lider olabileceğini göstermek için. Nitekim kurduğu İmralı-DEM hattını işletti. Bu konu ile ekonomik çöküşü de gözlerden biraz saklayarak ortağına destek verdi.

Saray kendini biraz gölgede tutarak iktidarını borçlu olduğu ortağına yol verdi. Devleti yöneten parti olarak işin içinde, İmralı’daki görüşmeleri izledi. Buradan çıkacak sonuçlardan iktidarının devamı için yararlanacak, gerektiğinde öp plana çıkacak.


MAKSAT RTE’Yİ SEÇTİRMEK Mİ?

Bütün bunlara hayır mı? O zaman Bahçeli, süreçten elde edeceği yararları bir kenara bırakacak olursak, kurulan barış/ çözüm masası ile Erdoğan’ın yeniden seçilme koşullarının yaratılabileceğini planladı.

Bu yoldan gidersek Bahçeli kesinlikle Erdoğan’ın yeniden seçilmesini istiyor. Bunu demeçlerinden de biliyoruz. Erdoğan’ın seçilmesi, kendisinin de devlet içindeki iktidarının güçlenerek sürmesi demektir.

RTE’nin seçimi için şu veya bu şekilde bir erken seçime gidilmesi şart. AKP bunu 2027 Ekim/ Kasım’ında düşünüyor.

Şüphesiz daha önce seçilme koşullarının oluştuğunu düşünürse, bunu daha erkene, mesela 2026 Ekim’ine de alabilir.

2024'ün en gerçekçi PC oyunu

Büyüleyici bir fantezi rol yapma oyunu. O kadar güzel ki sadece görmek için bile yüklemeye değer

Raid: Shadow Legends

ZURNANIN EN UYGUN DELİĞİ

Evet, zurnanın seçimi kazanabileceği sesinin çıkacağı deliktir.


Geldik, hangi koşullar yaratılması gerekir ki seçim ziline bassın Saray.


İlki ekonominin iyileşmeye yüz tuttuğu ve bugün milletin sırtından cebinden yürütülmekte olan trilyonların, ücretlere yeniden yansıtılmaya başlayacağı zaman belirleyicidir. Bu olmazsa olmazıdır seçim kararının.


İkincisi, anayasa değişimi için gerekli koşuldur.


Ekonomi düzelmeyince çoğunluğun anayasa değişikliğine ilgisi sıfır olacaktır.


SIKI PAZARLIKLAR

İşte bu noktada masası kurulan Kürt meselesi önem kazanıyor.


İmralı her zaman RTE ile uzlaşmaya hazır bir kimsedir.


Fakat Bahçeli’nin kendisine uzattığı ve serbest bırakılmasını sağlayacak “umut dalı” İmralı’ya yeter mi?


İmralı bunu kişisel özgürlüğü olarak kabul etmez. Zaten çözümden bahsetmektedir.


Unutmayın İmralı’nın DEM üzerinde kontrolü de kısmendir. Arkada gölgeler vardır.


Bu noktada iktidar ile İmralı/DEM arasında sıkı pazarlıklar gündeme gelecektir.


Çünkü iktidar DEM’in desteğini istemektedir.


Bir de çözüm konusunda olgunlaşma sürecinden bahsediyor DEM.


Yani karanlıkta bir şeyler pişirecekler. Bu durum Meclis’te muhalefetin desteğini de sıfıra indirir.


***


Yarın yeni yılın başlangıcı. Mutlu, aydınlık ve güzel bir yıl dilesem, gerçekleşme olasılığı var mı?


Yine de hepimize sağlıklı ve güzel günler.











Sedat Ergin - 31 Aralık 2024 2024 yılına veda edip 2025’e bakarken.. Aralık 31, 2024 06

 Sedat Ergin

31 Aralık 2024 

2024 yılına veda edip 2025’e bakarken...

#Erdoğan#Esad#Kılıçdaroğlu

Aralık 31, 2024 06:30

5dk okuma

Paylaş


Bugün geride bırakmakta olduğumuz 2024 yılının ülkemiz açısından genel bir siyasi değerlendirmesini yapacak olursak, herhalde önce şu genel tespitle yola çıkmamız gerekiyor.


Biten 2024 yılında Türkiye’de tanıklık ettiğimiz en önemli siyasi hadise, 14 Mayıs 2023 tarihindeki cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçiminde yenilgiye uğrayan CHP’nin, liderliğini, yönetimini yeniledikten sonra katıldığı 31 Mart yerel seçimlerinde herkesi şaşırtan sürpriz bir başarı elde etmiş olmasıdır.


31 Mart, 2002 yılı sonrasındaki AK Parti iktidarı döneminde CHP’nin sandıkta mutlak üstünlüğü sağlayıp birinciliğe yükselip, AK Parti’yi ikincilik pozisyonuna çekebildiği ilk seçim olmuştur.


CHP, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerdeki belediyeleri korurken, Bursa, Manisa, Balıkesir gibi önemli büyükşehirler ve ayrıca birçok yeni ilçe belediyesi kazanmıştır. Görece küçük bazı şehirlerde il merkezlerindeki belediyeleri almayı da başarmıştır.


*


Bu durumun altını çizebilmek için yerel seçimlerde parti aidiyetiyle kullanılan oyları göstermesinden dolayı siyasi partilerin gücünü en gerçekçi yansıtan A) 30 büyükşehirde kullanılan İlçe Belediye Meclis Oyları ile B) kalan 51 ildeki İl Genel Meclisi oyları toplamını hatırlayalım.


CHP, bu hesaplamada ülke toplamında yüzde 34.51 gibi bir orana çıkmıştır.


Buna karşılık, AK Parti’nin aynı hesaplama yöntemindeki oyları yüzde 32.42’de kalmıştır.


İlk bakışta arada 2 puanın biraz üzerinde bir fark var gibi beliriyor ikisi arasında. Ancak AK Parti’nin buradaki görünen oranı yanıltıcıdır. Şu nedenle ki, AK Parti yerel seçime Cumhur İttifakı bileşeni MHP ile ittifak içinde gitmiştir.


MHP, bu çerçevede Türkiye genelinde ilçe belediye meclislerinin neredeyse beşte dördünde (519’da 416) liste çıkarmayıp doğrudan AK Parti adaylarını desteklemiştir. Bunun sonucu, 31 Mart’ta büyükşehirlerde ilçe belediye meclisleri sandıklarındaki MHP oylarının azımsanmayacak bölümü AK Parti oy pusulaları içinde görünmüştür.


MHP’nin 2023 seçiminde ülke genelinde 10.07 olan seçmen tabanını 31 Mart 2024’te önemli ölçüde koruduğunu varsaydığımızda, bu durumda mantıken AK Parti’nin 31 Mart’taki gerçek oyunun yüzde 30’un da belli bir miktar altına inmiş olduğunu teslim etmek objektif bir tespit olacaktır.


*


Ancak 31 Mart seçimlerini değerlendireceksek kamuoyunda yeterince üzerinde durulmayan bir olguyu da vurgulamamız gerekir. 31 Mart, 2002 sonrası dönemde katılım oranının en düşük gerçekleştiği seçimlerden biridir. Katılım oranı yüzde 78.55’te kalmıştır. Bu oran 14 Mayıs 2023 tarihindeki milletvekili/cumhurbaşkanlığı seçimde yüzde 88.92’ydi.


İlginçtir ki, AK Parti’deki düşüşün en şiddetli yaşandığı yerler bu partinin aslında geleneksel olarak hep güçlü olduğu muhafazakar oy depolarıdır. Doğuda Erzurum’dan başlayan, Gaziantep, Kayseri, Kahramanmaraş, Konya gibi merkezler üzerinden batıda Sakarya ve Kocaeli’ne kadar uzanan muhafazakâr bir eksende blok oy kopmaları olmuştur AK Parti’den.


Bu tabloyu nasıl okumamız gerekir?


Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullardan şikâyetçi olan AK Parti tabanındaki hatırı sayılır bir kitle, hoşnutsuzluğunu sandığa gitmeyerek ortaya koymuştur. Ancak dikkat çekici olan nokta, bu kitlenin, Yeniden Refah Partisi’ne giden oylar hariç tutulursa, AK Parti dışındaki bir adrese yönelmekten genellikle uzak durmasıdır.


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önümüzdeki döneme ilişkin siyasi stratejisi açısından en kritik sorulardan biri burada beliriyor. Bu soru, AK Parti liderinin 31 Mart’ta kendisine tavır koyan ama eli başka partiye oy vermeye de gitmeyen bu muhafazakâr seçmenleri yeniden yanına çekip çekemeyeceğidir.


*


CHP’ye dönelim... Her halükârda 31 Mart seçimi, geçen ilkbahar ve yaz aylarında CHP’yi siyasette belirgin bir üstünlük noktasına taşıyarak ana muhalefet partisine kayda değer bir psikolojik avantaj sağlamıştır.


Gelgelelim, geçen sonbahar aylarına gelinmesiyle birlikte, CHP’nin yerel seçimde kazandığı kitle desteğini aynı düzeyde sağlamlaştırıp koruyabildiği tartışmaya açıktır.


Bir dizi nedenle...


Birincisi, CHP’nin İstanbul ve Ankara’daki iki büyükşehir belediye başkanları Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimine dönük siyasi hırslarının yarattığı hissedilir rekabet ortamı ve bu durumun yol açtığı yoğun tartışmalarla ilgilidir. Kabul edelim ki burada yaşanan çekişme partinin kamuoyundaki algısında sıkça diğer konuların önüne geçmektedir.


İkincisi, 2023 seçiminde ciddi ölçülerde bir başarısızlığa uğrayan eski genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve partide onu destekleyen kesimlerin geri çekilmeyip, CHP içi iktidar denkleminde yer kazanabilmek için birbiri ardına yaptıkları hamlelerdir.


CHP’nin içinden süreklilik halinde dışarıya yansıyan bu görüntüler, parti açısından bir dayanışma ve birlik tablosu yansıtmaktan çok uzaktır.


*


Bir diğer faktör, CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel’in, seçim başarısına karşılık sandıkta kazandığı avantajlı durumu kalıcı kılıp, yukarıya çekecek etkili bir siyasi stratejiyi henüz ortaya koyamamış olmasıdır.


Sonuçta Cumhurbaşkanı Erdoğan, siyasetteki, kamuoyundaki tartışma konularını belirleyip gündemi şekillendirmekte sıkça hamle üstünlüğünü eline geçirebilmektedir.


Değindiğimiz diğer faktörlerle birleştiğinde, CHP’nin, yılın özellikle ikinci yarısında toplumun ağır ekonomik koşullar altında bunaldığı, orta sınıfın, dar gelirli kesimlerin satın alma gücünde ciddi kayıplar yaşadığı, geçim sorununun yakıcı hale geldiği bir ortamı kendi lehine kalıcı siyasi kazanımlara tahvil edebildiğini söyleyebilmek zordur.


*


Kuşkusuz geride bıraktığımız yıl, ülkemizde demokrasi ve hukukun üstünlüğü başlıklarındaki tartışmaların artığı, bu alanlarda birbiri ardına göze çarpan gerilemelerin sürdüğü bir yıl olarak da hatırlanacaktır.


Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin cezaevindeki Hatay TİP Milletvekili Can Atalay’la ilgili verdiği hak ihlali kararının uygulanmamış olması, Türkiye açısından düşündürücü bir ‘ilk’tir. Anayasa’nın açık hükmüne rağmen AYM kararının uygulanmaması, Türkiye’nin bir hukuk devleti olarak gidişatı bakımından çok problemli bir durum yaratmıştır.


Bunun gibi meslektaşlarımızın, kanaat önderlerinin sıkça maruz kaldıkları gözaltı ve tutuklama gibi uygulamaların giderek yaygınlaşıp artık rutin bir hale gelmekte oluşu da yine hukuk ve ifade özgürlüğü alanında ciddi zemin kaybına işaret eden kaygı verici gelişmeler olarak karşımıza çıkıyor.


*


Bu olumsuzluklar yaşanırken, geçen ekim ayı başında MHP lideri Devlet Bahçeli’den gelen Abdullah Öcalan odaklı açılım hamlesinin geçen sonbahardan bu yana ülke gündeminde en baskın konulardan biri haline geldiğini vurgulamalıyız.


Bahçeli’nin bu çıkışı sonrasındaki yaşanan iniş çıkışların ardından, geçen hafta sonunda DEM milletvekilleri ile İmralı’daki Öcalan arasında kurulan temasla başlayan hareketliliğin nereye evrileceğini bugünden kestirebilecek durumda değiliz.


Ancak her halükârda bırakılması gereken ihtiyat payına karşılık, pekala ciddi sonuçlar da doğurabilecek bir sürecin uç verdiği aşikârdır. Gerçekten de bu alanda elle tutulur bir sürece girilirse, Türkiye’nin diğer demokrasi ve hukuk sorunlarının, örneğin CHP ve HDP’li belediyelere dönük kayyum uygulamalarının bu yöndeki bir açılımın dışında kalmasının ciddi bir tutarlılık meselesi yaratması kaçınılmazdır.


*


Bu gelişmeler olurken, kasım ayının sonunda İdlib’de üslenmiş olan Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütünün Helep’e doğru başlattığı bir harekât sonucu Esad rejiminin 11 gün içinde çökmesi, Suriye’de yepyeni bir durum yaratmıştır.


Türkiye, bu hadiseden bölgede ve daha geniş ölçekte uluslararası alanda büyük zemin kazanarak çıkmıştır. Bu hadisenin Türkiye’nin Rusya’dan ABD ve AB’ye kadar uzanan ilişkilerini, daha doğrusu dış ilişkilerinin bütün cephelerini etkilemesi kuvvetle muhtemeldir.


Türkiye, bu yönüyle dış ilişkileri açısından 2025 yılına Suriye sürpriziyle birlikte adım atmaktadır. Suriye’de yaşanan depremin ve bunun tetiklediği ucu açık gelişmelerin Türkiye’nin iç politika dinamiklerinin üzerinde seyrettiği zemini nasıl etkileyeceği, önümüzdeki dönemin en önemli sorularından biridir.


Başa dönersek, AK Parti’nin 31 Mart’ta sandıkta uğradığı kaybın telafi edilmesi konusu da belli ölçülerde bu sorunun içine dahil olabilir.


 

















TomDispatch December 30, 2024 - The World’s Four Legacy Empires Going Down Through a Glass Darkly into a Future of Epochal Change By Alfred McCoy

 

The World’s Four Legacy Empires Going Down

Through a Glass Darkly into a Future of Epochal Change

Some 2,000 years ago, an itinerant preacher, Saul of Tarsus, was writing to a wayward congregation in Corinth, Greece. Curiously enough, his words still capture the epochal change that may await us just over history’s horizon. “For now we see in a glass, darkly,” he wrote. “Now I know in part, but then shall I know fully.”

Indeed, mesmerized by a present filled with spellbinding events ranging from elections to wars, we, too, gaze into a darkened glass unable to see how the future might soon unfold before our eyes — a future full of signs that the four empires that have long dominated our world are all crumbling.

Since the Cold War ended in 1990, four legacy empires — those of China, France, Russia, and the United States — have exercised an undue influence over almost every aspect of international affairs. From the soft power of fashion, food, and sports to the hard power of arms, trade, and technology, those four powers have, each in its own way, helped to set the global agenda for the past 35 years. By dominating vast foreign territories, both militarily and economically, they have also enjoyed extraordinary wealth and a standard of living that’s been the envy of the rest of the world. If they now give way in a collective version of collapse, instead of one succeeding another, we may come to know a new world order whose shape is as yet unimaginable.

An Empire Once Called Françafrique

Let’s start with the French neocolonial imperium in northern Africa, which can teach us much about the way our world order works and why it’s fading so fast. As a comparatively small state essentially devoid of natural resources, France won its global power through the sort of sheer ruthlessness — cutthroat covert operations, gritty military interventions, and cunning financial manipulations — that the three larger empires are better able to mask with the aura of their awesome power.

For 60 years after its formal decolonization of northern Africa in 1960, France used every possible diplomatic device, overt and covert, fair and foul, to incorporate 14 African nations into a neo-colonial imperium covering a quarter of Africa that critics called Françafrique. The architect of that post-colonial confection was Jacques Foccart, a Parisian “man of the shadows.” From 1960 to 1997, using 150 agents in the Africa section of the state’s secret service, he managed that neocolonial enterprise as France’s “presidential adviser for Africa,” while cultivating a web of personal connections to presidential palaces across the northern part of that continent.

As part of that postcolonial empire, French paratroopers (among the world’s toughest special forces) shuttled in and out of northern Africa, conducting more than 40 interventions from 1960 to 2002. Meanwhile, more than a dozen client states there shared autocratic leaders shrouded in vivid personality cults, systemic corruption, and state terror. In that way, Paris ensured the tenure of compliant dictators like Omar Bongo, president of the oil-rich country of Gabon from 1967 to 2009. Apart from exporting their raw materials almost exclusively to France, the firm economic foundation for Françafrique lay in a common currency, the CFA franc, which gave the French treasury almost complete fiscal control over its former colonies.

From Paris’s perspective, the aim of the game was the procurement of cut-rate commodities — minerals, oil, and uranium — critical for its industrial economy. To that end, Foccart proved a master of the dark arts, dispatching mercenaries and assassins in covert operations meant to eternally maximize French influence.

The exemplary state in Françafrique was undoubtedly Gabon, then a poor country of just a half-million people rich in forestry concessions, uranium mines, and oil fields. When the country’s first president was being treated for fatal cancer in a Paris hospital in 1967, Foccart manipulated its elections to install Omar Bongo, a French intelligence veteran, who was then only 31.

As political opposition to his corrupt rule intensified in 1971, Foccart’s office dispatched notorious assassin and mercenary Bob Denard. When a key opposition leader arrived home from the movies one night, “Mr. Bob” stepped from the shadows and gunned the man down in front of his wife and child. The Foccart network also secured Bongo’s rule by training the presidential guard and forming a security force to protect French oil facilities there.

Through rigged elections in 1993, 1998, and 2005, Bongo clung to power while French officials enabled his graft, facilitating more than $100 million yearly in illicit payments from France’s leading oil company. When he finally died in 2009, his son Ali-Ben Bongo succeeded him, inheriting 33 luxury properties in France worth $190 million and a country a third of whose population lived in misery on the equivalent of two dollars a day. But in August 2023, after one too many rigged elections, Ali Bongo was finally toppled by a military coup, ending a dynasty that had lasted nearly six decades.

As it turned out, his downfall would be a harbinger for the fate of Françafrique. During the preceding decade, France had deployed some 5,000 elite troops to fight Islamic terrorists in six nations in Africa’s Sahel region, an arid strip of territory extending across the continent just south of the Sahara Desert.

By 2020, however, nationalist consciousness against repeated transgressions of their sovereignty was rising in many of those relatively new countries, putting pressure on French forces to withdraw. As its troops were expelled from Mali, Niger, and Burkina Faso, Russia’s secretive Wagner Group of mercenaries moved in and, by 2023, had become increasingly active there. Just last month, the foreign minister of Chad announced that it was time for his country “to assert its sovereignty” by expelling French forces from their last foothold in the Sahel, effectively ending Françafrique after 60 years of neocolonial dominion.

In those same months, Chad also expelled a U.S. Special Forces training unit, while nearby Niger cancelled U.S. Air Force access to Air Base 201 (which it had built at a cost of $110 million), leaving Russia the sole foreign power active in the region.

Russia’s Fragile Empire

While France’s African imperium was driven by economic imperatives, the revival of Russia’s empire, starting early in this century, has been all about geopolitics. During the last years of the Cold War, from 1989 to 1991, the Soviet Union collapsed, with Moscow losing an empire of seven Eastern European satellite states and 15 “republics” that would become 22 free-market democratic nations.

In 2005, calling the collapse of the Soviet Union the “greatest geopolitical catastrophe of the century,” Russian President Vladimir Putin set about reclaiming parts of the old Soviet sphere — invading Georgia in 2008, when it began flirting with NATO membership; deploying troops in 2020-2021 to resolve a conflict between Armenia and Azerbaijan; and dispatching thousands of Russian special forces to Kazakhstan in central Asia in 2022 to gun down pro-democracy protesters challenging a loyal Russian ally.

Moscow’s main push, however, was into the old Soviet sphere of Eastern Europe, where, after a rigged election in 2020, Putin backed Belarus strongman Alexander Lukashenko in crushing the democratic opposition, making Minsk a virtual client state. Meanwhile, he pressed relentlessly against Ukraine after the ouster of his loyal surrogate there in the 2014 Maidan “color revolution” — first seizing Crimea, then arming separatist rebels in the eastern Donbas region adjacent to Russia, and finally invading the country with nearly 200,000 troops in 2022.

But perhaps Putin’s boldest move was a little-understood geopolitical flanking maneuver against NATO, played out across two continents. Starting in 2015, Moscow hopped over the NATO barrier of Turkey by setting up a naval base and an airfield in northern Syria and began a bombing campaign that would soon reduce cities like Aleppo to rubble to keep its ally, President Bashar al-Assad, in power in Damascus. In 2021, Moscow skipped over another U.S. ally, Israel, and began supplying Egypt with two dozen of its advanced Sukhoi-35 jet fighters so its airmen could compete with Israelis flying American F-35s. Completing Russia’s push into the region, Putin built upon shared interests as oil exporters to befriend Saudi Arabia’s uncrowned leader, Prince Mohammed bin Salman.

Using his Syrian bases as a springboard, his final geopolitical gambit was a pivot across North Africa from Sudan to Mali conducted covertly by a notorious crew of Russian mercenaries called the Wagner Group.

In recent weeks, however, Putin’s geopolitical construct suffered a serious blow when rebels suddenly swept into Damascus, sending Syrian leader Bashar al-Assad fleeing to Moscow and ending his family’s more than 50 years in power. After suffering a stunning 700,000 casualties and the loss of 5,000 armored vehicles in three years of constant warfare in Ukraine, Russia had simply stretched its geopolitical reach too far and no longer had sufficient aircraft to defend Assad. In fact, there are signs that Russia is pulling out of its Syrian bases and so losing a key pivot for power projection in the Mediterranean and northern Africa.

Meanwhile, as NATO Secretary-General Mark Rutte condemned the “escalating campaign of Russia’s hostile actions” and its attempt to “crush our freedom and way of life,” Western Europe began ramping up its defense industries and cutting its economic ties to Russia. If Senator John McCain was right when, in 2014, he called Russia “a gas station masquerading as a country,” then the rapid switch to alternative energy across Eurasia could, within a decade, rob Moscow of the finances for further adventures, reducing Russia, now also harried by economic sanctions, to a distinctly secondary regional power.

The Limits of China’s Power

For the past 30 years, China’s transformation from a poor peasant society into an urban industrial powerhouse has been the single most dramatic development in modern history. Indeed, its relentless rise as the planet’s top industrial power has given it both international economic influence and formidable military power, exemplified by a trillion-dollar global development program and the world’s largest navy. Unlike the other empires of our era that have expanded via overseas bases and military intervention, China has only acted militarily on contiguous territory — invading Tibet in the 1950s, claiming the South China Sea during the past decade, and endlessly maneuvering (ever more militarily) to subdue Taiwan. Had China’s unprecedented annual growth rate continued for another five years, Beijing might well have attained the means to become the globe’s preeminent power.

But there are ample signs that its economic juggernaut may have reached its limits under a Communist command-economy. Indeed, it now appears that, in clamping an ever-tighter grip on Chinese society by pervasive surveillance, the Communist Party may be crippling the creativity of its talented citizenry.

After a rapid 10-fold expansion in university education that produced 11 million graduates by 2022, China’s youth unemployment suddenly doubled to 20% and continued climbing to 21.3% a year later. In a panic, Beijing manipulated its statistical methods to produce a lower figure and began fabricating numbers to conceal a youth unemployment rate that may already have reached 30% or even 40%. The potential power of youth to break the hold of the communist state was evident in November 2022, when protests against zero-Covid lockdowns erupted in at least 17 cities across China, with countless thousands of youths chanting, “Need human rights, need freedom,” and calling for President Xi Jinping and the Communist Party to “step down.”

The country’s macroeconomic statistics are growing ever grimmer as well. After decades of rip-roaring growth, its gross domestic product, which peaked at 13%, has recently slumped to 4.6%. Adding to its invisible economic crisis, by 2022 the country’s 31 provinces had shouldered crippling public debts that, the New York Times reported, reached an extraordinary “$9.5 trillion, equivalent to half the country’s economy,” and some 20 major cities have since leaped into the abyss by spending wildly to give the economy a pulse. Seeking markets beyond its flagging domestic economy, China, which already accounted for 60% of global electric vehicle purchases, is launching a massive export drive for its cut-rate electric cars which is about to crash headlong into rising tariff walls globally.

Even China’s daunting military may be a bit of a paper tiger. After years of cloning foreign weapons, Beijing’s arms exports have reportedly dropped in recent years after buyers found them technologically inferior and unreliable on the battlefield. And keep in mind that, even as its military technology has continued to advance, China hasn’t fought a war in nearly 50 years.

Nonetheless, President Xi keeps promising the Chinese people that Taiwan’s reunification with “the motherland is a historical inevitability.” However, should Beijing launch a war on Taiwan, whether to fulfill its promise or distract its people from growing economic problems, the result could prove catastrophic. Its inexperience with combined arms — the complex coordination of air, sea, and land forces — could lead to disastrous losses during any attempted amphibious invasion, and even a victory could do profound damage to its export economy.

The End of the American Century

When it comes to that other great imperial force on Planet Earth, let’s face it, Donald Trump’s second term is likely to mark the end of America’s near-century as the world’s preeminent superpower. After 80 years of near-global hegemony, there are arguably five crucial elements necessary for the preservation of U.S. world leadership: robust military alliances in Asia and Europe, healthy capital markets, the dollar’s role as the globe’s reserve currency, a competitive energy infrastructure, and an agile national security apparatus.

However, surrounded by sycophants and suffering the cognitive decline that accompanies aging, Trump seems determined to exercise his untrammeled will above all else. That, in turn, essentially guarantees the infliction of damage in each of those areas, even if in different ways and to varying degrees.

America’s unipolar power at the end of the Cold War era has, of course, already given way to a multipolar world. Previous administrations carefully tended the NATO alliance in Europe, as well as six overlapping bilateral and multilateral defense pacts in the sprawling Indo-Pacific region. With his vocal hostility toward NATO, particularly its crucial mutual-defense clause, Trump is likely to leave that alliance significantly damaged, if not eviscerated. In Asia, he prefers to cozy up to autocrats like China’s Xi or North Korea’s Kim Jong-un instead of cultivating democratic allies like Australia or South Korea. Add to that his conviction that such allies are freeloaders who need to pay up and America’s crucial Indo-Pacific alliances are unlikely to prosper, possibly prompting South Korea and Japan to leave the U.S. nuclear umbrella and become thoroughly independent powers.

Convinced above all else of his own “genius,” Trump seems destined to damage the key economic components of U.S. global power. With his inclination to play favorites with tariff exemptions and corporate regulation, his second term could give the term “crony capitalism” new meaning, while degrading capital markets. His planned tax cuts will add significantly to the federal deficit and national debt, while degrading the dollar’s global clout, which has already dropped significantly in the past four years.

In defiance of reality, he remains wedded to those legacy energy sources, coal, oil, and natural gas. In recent years, however, the cost of electricity from solar and wind power has dropped to half that of fossil fuels and is still falling. For the past 500 years, global power has been synonymous with energy efficiency. As Trump tries to stall America’s transition to green energy, he’ll cripple the country’s competitiveness in countless ways, while doing ever more damage to the planet.

Nor do his choices for key national security posts bode well for U.S. global power. If confirmed as defense secretary, Peter Hegseth, a Fox News commentator with a track record of maladministration, lacks the experience to begin to manage the massive Pentagon budget. Similarly, Trump’s choice for director of national intelligence, Tulsi Gabbard, has no experience in that highly technical field and seems prone to the sort of conspiracy theories that will cloud her judgment when it comes to accurate intelligence assessments. Finally, the nominee for FBI director, Kash Patel, is already promising to punish the president’s domestic critics rather than pursue foreign agents through counterintelligence, the bureau’s critical responsibility.

By the time Trump retires (undoubtedly to accolades from his devoted followers), he will have compressed two decades of slow imperial decline into a single presidential term, effectively ending Washington’s world leadership significantly before its time.

A New World Order?

So, you might ask, if those four empires do crumble or even collapse, what comes next? The forces of change are so complex that I doubt anyone can offer a realistic vision of the sort of world order (or disorder) that might emerge. But it does seem as if we are indeed approaching a historical watershed akin to the end of World War II or the close of the Cold War, when an old order fails with utter finality and a new order, whether redolent with promise or laden with menace, seems inevitable.

Featured image: Faded Glory by Bob White is licensed under CC BY-NC-ND 2.0 / Flickr

Follow TomDispatch on Twitter and join us on Facebook. Check out the newest Dispatch Books, John Feffer’s new dystopian novel, Songlands (the final one in his Splinterlands series), Beverly Gologorsky’s novel Every Body Has a Story, and Tom Engelhardt’s A Nation Unmade by War, as well as Alfred McCoy’s In the Shadows of the American Century: The Rise and Decline of U.S. Global Power, John Dower’s The Violent American Century: War and Terror Since World War IIand Ann Jones’s They Were Soldiers: How the Wounded Return from America’s Wars: The Untold Story.