Thursday, August 19, 2021

Taliban zaferinin Pakistan'a yansımaları ve Türkiye'nin politikası

 Taliban zaferinin Pakistan'a yansımaları ve Türkiye'nin politikası

19/08/2021 01:55

Güncelleme: 19/08/2021 13:01 (KARAR Gazetesi)

ÖMER ASLAN

Taliban zaferinin Pakistan'a yansımaları ve Türkiye'nin politikası

Ömer Aslan “Türkiye başta Afganistan’dan beklenen büyük göç dalgası olmak üzere yeni bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya” değerlendirmesinde bulunuyor.

ABD ile Pakistan arasında devam eden müzakereler sona ermeden, uzunca bir süre dillendirildiğinin aksine yeni bir Anayasa üzerinde anlaşılmadan, güç paylaşımına karar verilmeden, Taliban ile Afgan hükümeti arasında görüşmeler gerçekleşmeden; Taliban Kabil’de iktidarı ele geçirdi.

Taliban’ın 2013 yılının haziran ayında Doha’daki ofisine Afganistan İslam Emirliği bayrağını asması üzerine dönemin Afganistan Devlet Başkanı Hamit Karzai’nin de itirazlarıyla başlama arifesindeki barış görüşmelerini durduran ABD, sekiz yıl sonra aynı bayrağın Kabil’e asılmasına yeşil ışık yaktı.

PAKİSTAN’IN SINAVI

Taliban’ın bundan böyle Afganistan’daki her yanlışının Pakistan’a fatura edileceği muhakkak. Bu da devletlerin dış politika hedeflerini gerçekleştirmek için devlet-dışı aktörleri desteklemelerinin doğal bir sonucu. Ancak şimdilik Taliban’ın iktidara yürüyüşünün en büyük kazananının Pakistan olduğunda herkes hemfikir. Süreç Pakistan açısından olabilecek en iyi senaryoda ilerliyor.

1990’ların aksine, Taliban’ın aylardır devam eden son ilerleyişi boyunca katliamlar yaptığını henüz duymadık; Taliban’la özdeşleşen idamlar ve recm gibi uygulamaları henüz görmedik. Taliban Kabil’i şiddet kullanmadan ele geçirmek istedi ve bunu gerçekleştirdi. İktidardaki ilk saatleri de iletişim bakımından oldukça ‘başarılı’ geçirdiğini söylemek mümkün.

Hindistan Taliban’ın iktidarı geldiği ilk dönemde, Taliban’a karşı savaşan Kuzey İttifakı’na örtülü destek vermişti. Taliban zaferiyle birlikte Hindistan’ın Afganistan’daki nüfuz alanının büyük ölçüde daralacağını söyleyebiliriz.

Taliban iktidarının Pakistan’a yansımalarına orta ve uzun vadeli baktığımızda ise üç riski dile getirmek mümkün. İlk olarak, İmran Han’ın Taliban’ı geçmişte övdüğü sözler olsa da, Başbakanın mistisizm unsurları içeren bir İslam anlayışının olduğu, Pakistan’da Taliban’ınki gibi bir din anlayışının hâkim olmasını istemediği biliniyor.

İkinci olarak, ülkenin yıllar içerisinde Körfez yardımlarına ve Körfez ülkelerinde çalışan işçilerin ülkeye gönderdikleri paraya bağımlı hale gelmesi, ABD tarafından uygulanan siyasi ve ekonomik baskı ve Covid-19 salgını Pakistan ekonomisini Çin desteğine rağmen oldukça zora soktu. Pakistan ABD’de Pakistan lobisi oluşturmaya ve Batı’da var olan Pakistan’a dair, oldukça olumsuz olan algıyı ve ulusal öyküyü değiştirmeye çalışıyordu. Taliban iktidarı ve güvenlik gündemi, büyük ihtimalle bu yönelimin de altını oyacak.

Son olarak, İmran Han, silahlı kuvvetlerin tarihsel olarak büyük siyasi nüfuza sahip olduğu bir ülkede ve ortamda göreve geldi; ordunun gücünü de hep hissetti. Her ne kadar Taliban’ın iktidara gelmesi ilk planda İmran Han’ın iktidarına halk desteğini arttıracaksa da, Pakistan’da yeniden güvenlik konularının öne çıkmasına neden olacak ve güvenlik aktörlerini daha da güçlendirecek.

Taliban iktidarının 1996-2001 yılları arasında olduğu gibi Pakistan’ın eline tutuşturulmuş, pimi çekilmiş bir el bombası olmamasını sağlayabilecek 2 faktör var. İlk olarak, Taliban’ın eski dönemden çıkardığı izlenimini verdiği dersler bunu sağlayabilir. ABD’nin Taliban’dan müzakerelerin sonuna gelindiğinde tek ve maksimum beklentisi ‘Afgan topraklarını yabancı terör örgütlerine kapatmak’ olmuştu.

Taliban Afgan topraklarını terör örgütlerine kapatabilir ve Afganistan’ı yönetebileceğini gösterirse uluslararası tanınma sağlayabilir ve Pakistan’ın elini rahatlatabilir. Bununla bağlantılı olarak, Taliban 1996’da iktidarı ele geçirdiğinde yeni rejimi tanıyan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu kez aynı şeyi hemen yapmayacakları kesinse de, Çin’in olumlu yaklaşımı Pakistan’ı rahatlatabilir. Hem Çin hem de Rusya Taliban’la çalışmaya hazır olabilir.

TÜRKİYE’NİN POLİTİKASI

Türkiye ise Doha müzakereleri tıkandığı noktada Afgan taraflar arasında arabuluculuk yapmayı istemiş, ancak Taliban’ı İstanbul’a gelmeye razı edememişti. ABD’nin Afganistan askerlerini çekmesi sürecinde Türkiye’nin Kabil havaalanının güvenliğini sağlaması için Türkiye ile ABD arasında müzakereler devam ederken, Taliban Kabil’e girdi, kontrolü ele geçirdi.

Taliban’ın iktidara gelmesinden hemen sonra yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Afganistan’ın barış ve istikrarı için Pakistan’a görev düşüyor, İran üzerinden Afgan göçü dalgası ile de karşı karşıyayız, bunu önlemek için de Pakistan’la işbirliğini arttırarak sürdürmemiz gerekiyor’ dedi. Pakistan-merkezli bu bakış yalnızca eldeki duruma özgü, son gelişmelerin getirdiği mecburi bir tavır değil.

Son Osmanlı dönemini bir kenara bırakırsak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Afganistan’daki varlığı Pakistan’ın kurulmasından neredeyse yirmi beş yıl öncesine gider. Erken Cumhuriyet döneminin Osmanlı’dan devraldığı ve memnuniyetle sürdürdüğü tek aktif dış politika alanıdır Afganistan. Ayrıca, Türkiye’nin ilk defa ‘model ülke’ olarak başkalarına ilham verdiği, soyut bir ilhamın da ötesinde sivil uzmanlarını (doktor, hemşire, anayasa uzmanı, bakteriyolog) ve subaylarını göndererek modern devlet inşasına katkıda bulunduğu ilk yer Afganistan.

Türkiye, 1920’li yıllar boyunca Afganistan’da nüfuz alanı için Almanlar, İtalyanlar, Ruslar ve İngilizlerle rekabet içindeydi. Bu etki alanı 1929’da Emanullah Han’ın maruz kaldığı darbeyle yara alsa da, birkaç yıl içinde neredeyse eski gücüne kavuşmuştu.

Cumhuriyet arşivlerine göre, 1940 yılına geldiğimizde, Afganistan ordusu Kabil’de hala Türk Talim Heyeti’nin hayata geçirdiği olduğu Piyade Tümeni teşkilatını kullanıyor, bunların talim ve terbiye programını da Türk Heyeti yapıyordu.

Ancak Pakistan kurulduktan sonra ilginç bir şekilde, Soğuk Savaş eseri bir psikolojiyle olsa gerek, Türkiye’nin Afganistan politikası, neredeyse tüm Güney Asya politikasında olduğu gibi Pakistan’la ilişkilere ipotekli hale geldi. Türkiye Afganistan’ın tarafsızlık statüsünü değiştirmek, ülkeyi Ruslara yem etmemek için subaylarını gönderip Afgan askerlerini eğitmeye devam ettiyse de, araya —İkinci Dünya Savaşı girmesine rağmen — neredeyse 25 yıllık Afgan politikasının kalıcı bir nüfuz alanına dönüşmediğini görüyoruz.

Demokrat Parti yönetiminin bu dönem Afganistan hükümetine büyük baskı uygulayarak, Peştunistan[16] davasından vazgeçmesini istediğini görüyoruz. DP, Peştunistan meselesinde arabulucu olmak yerine, Afganistan’dan bu meseleyi bırakmasını istedi. Hatta, Başbakan Menderes’in Afgan tarafını ikna etmekte yine başarısız olduğu 1958 yılında, ABD’den darbe de dahil bir şeyler yapmasını beklediğini ABD arşivleri yazıyor.

Türk dış politikasında 1970’li yıllara geldiğimizde ise Türkiye arabuluculuk çalışmasını bıraktığı gibi, bu defa Afgan askerlerini eğitmeye de ara veriyor. Bu dönemde Kabildeki büyükelçiliğimiz çok zayıf; hatta Erbakan’ın dahil olduğu bir koalisyon içi tartışmanın sonucu olarak 1976-78 yılları arasında Kabil’de büyükelçimiz bile yok. Türkiye’nin Afgan cihadına yönelik desteği de oldukça sınırlı kaldı; Türkiye her ne kadar İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası platformlarda Sovyetleri kınasa ve Afgan mücahitlere ve Pakistan’a desteğini belirtse de, Türkiye’nin savaştaki dahli kısıtlı miktarda bağış göndermek ve birkaç bin Afgan mülteciyi kabul etmekten ibaretti.

Taliban’ın iktidara gelmesinin Türkiye’nin 11 Eylül saldırıları sonrası Afganistan’a yaptığı yatırımlar açısından önemli sonuçları olacağı ise aşikâr. Türkiye, Afganistan’a asker göndererek NATO koalisyon güçlerinin meşrulaştırılmasına kısmen katkıda bulunurken, Afganistan’a ülkenin yeniden inşası için kalkınma yardımında bulundu. Neredeyse yüz yıldır sürdürdüğü Afgan askerini eğitme politikasını sürdürdü, buna Afgan polisini de ekledi. ‘Afganistan-Asyanın Kalbi’ programına sahip çıktı, Irak için yaptığı gibi Afganistan’ın komşularını Afganistan’da sürdürülebilir barış için bir araya getirmeye çalıştı.

Mevcut durumda, Türkiye’nin bu yatırımlarının geleceğine dair de sorulması gereken çok soru var. Ülkeler başka ülkelerin subaylarına ve polislerine belirli amaçlar doğrultusunda eğitim veriyorlar. Taliban’ın Kabil yürüyüşü sırasında ve sonrasında Türkiye’nin yıllardır eğittiği bu subay ve polislere ne oldu? Türkiye’nin bunlara dair bir girişimi olacak mı? Afganistan, Türkiye’nin lisans ve yüksek lisans için en fazla yabancı öğrenci aldığı ülkeler arasında. Bundan sonraki süreçte bu mümkün olacak mı? Önümüzdeki sene için gelecek olan Afgan öğrenciler var mıydı? Bu öğrencilerin yine de gelecekler mi? Afganistan’daki Türk okullarının geleceği ne olacak?

Ayrıca, Türkiye yıllardır dizilerini yumuşak güç unsuru olarak kullanıyor. Muhteşem Yüzyıl, Çukur, Diriliş Ertuğrul gibi Türkiye’nin dizileri Afganistan’da büyük ilgi çekiyordu. Bu durum devam edebilecek mi? Daha da önemli, yukarıda bahsedildiği gibi Türkiye’nin kısa kesintilere rağmen neredeyse bir asırdır devam ettirdiği askeri eğitimleri ve son dönemli askeri varlığını sürdürme imkânı olacak mı? Taliban yetkilileri daha önce yaptıkları açıklamada Türkiye’nin askeri varlığına sıcak bakmayacaklarını söylemişlerdi.

Kısacası, Türkiye, Afganistan’da sahadaki gelişmeleri hala etkileyemediği, bu gelişmelere hazır da gözükmediği ve Pakistan’a delege ederek de çözemeyeceği bir durumda. Afganistan’dan beklenen büyük göç dalgası olmak üzere yeni bir sorunlar yumağıyla da karşı karşıya.


ÖMER ASLAN KİMDİR?


2008 yılında Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünü bitirdi. Uluslararası ilişkiler alanında yüksek lisansını London School of Economics’te bitirdi. Doktora derecesini Bilkent ÜniversitesiSiyaset Bilimi bölümünden 2016 yılında alan Aslan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ordu ve siyaset ilişkileri, dış aktörler ve askeri darbeler, Pakistan dış politikası ve terör ve radikalleşme alanlarındaçalışmalar yapmaktadır. Halihazırda Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkilerbölümünde öğretim üyesidir.




No comments:

Post a Comment