2017’ye Girerken:
SAVAŞ, KRİZ ve POPÜLİST DEMAGOJİ
SAVAŞ, KRİZ ve POPÜLİST DEMAGOJİ
Savaş halindeyiz; 2017’ye savaşla giriyoruz; hem de birkaç cephede. Sonunda, Clausewitz’in “savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır” dediği noktaya vardık. FETÖ, IŞİD, PKK... düşmanlar belli. “Başkomutan”ları da Obama! Resmi söylem bunu söylüyor ve bunu söylerken de Trump’a göz kırpıyor. Gerçekten de yandaş medya çoktandır oklarını Obama’ya çevirmiş durumda. Obama’ya ve ülkesine.. “Gerçekte ABD ile savaşıyoruz!” diyor “Yeni Birlik” gazetesi. Kıdemli danışman Yasin Aktay da yazısına (Yeni Şafak,19 Aralık) “Beşiktaş ve Kayseri bombaları müttefiğimizden!” başlığını koymuş ve ihanetin nedenlerini sorguluyor: “Peki, diyor, ABD, NATO'daki en önemli müttefikine bunu niye yapıyor? Dünyanın en güçlü ülkesinin aynı zamanda dünyanın en güvenilmez, kendi müttefiklerine en büyük zararı veren, onlara karşı entrikalar çeviren bir ülkesi olmasının altında nasıl bir akıl yatıyor?”. İ. Karagül daha da açık: “Suçüstü yakalandı ABD” diyor; “hiçbir ABD yönetimi, dünyanın gözleri önünde, bir müttefikine karşı teröre bu kadar açık destek vermedi”. (30 Aralık).
Anlaşıldı; düşman cephesi bu. Ya dost cephesi? O da az çok şekillenmiş durumda. Rusya, İran, Türkiye ve.. (sıkı durun) Suriye! Bu cephenin komutanı da Putin!
İnanılmaz gibi görünüyor, ama gerçek! Birkaç ay öncesine kadar aynı “Masa”da toplanmaları hayal edilemeyecek ülkeler şimdi bir araya gelmiş, “ortak bildiri” yayınlıyorlar! İlk maddesiyle “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğini, bağımsızlığını, birliğini ve toprak bütünlüğünü” garanti altına alan bir bildiri.. Arka planda hedef “Kürt koridoru” olsa bile, askerlerimiz şu anda El Bab’da Suriye için savaşıyor. Bölgedeki hareketleri yakından izleyen İslamolog Olivier Roy da bu durum karşısında şaşırmış, soruyor: “Nasıl oluyor da yakın zamana kadar yurt içinde ve dışında Sünni İslam’ın savunucusu olan yeni ‘Sultan’, Şii davasının şampiyonluğunu yapan Rus-İran koalisyonunun uysal bir müttefiki haline geldi?” Ve hükmünü de veriyor: “Sünni dayanışma da, Yeni-Osmanlı rüyası da Halep’te öldü!” (Le Monde, 28 Aralık).
***
Doğru, cephe değişti; hem de baş döndürücü bir U dönüşüyle! Artık Erdoğan, Rusya’yla ilgili konuşmalarına genellikle “dostum Putin!” diye başlıyor. O böyle başlıyor da, mallarımızın çoğuna konmuş olan ambargo da devam ediyor. Belli ki Putin’in acelesi yok. “Yavaş yavaş, diyor, acele etmeyelim, yavaş yavaş hepsi kalkacak!”.
Aslında ambargo tek sorun da değil. Bellekleri bir de 24 Kasım’da, tam da Rus uçağının düşürülüş yıldönümünde El Bab’a doğru ilerleyen birliklerimizin uğradığı saldırı kurcalıyor. Unutulmadı, saldırıda üç şehit vermiştik. Yine de saldırının neden ve kimler tarafından yapıldığı aydınlatılamadı. Ortada sadece bazı sorular ve iddialar var. Örneğin N. Bengisu Karaca, “Uçakların, diyordu, aynı bölgede bulunan ÖSO bileşenlerini değil de Hazvan Köyü Kifeyr mezrasında, yani El Bab yönünde ilerleyen Türk askerlerini doğrudan hedef aldığı biliniyor; sahada Rusya’dan habersiz kuş uçurulmadığı, rejimin Rusya’ya rağmen böyle bir saldırı yapamayacağı da!”. Yazara göre, işin aslı buydu! “Rusya bu saldırıyla, ‘IŞİD’le mücadele tamam, Fırat’ın batısıyla ilgili sınır güvenliğini temin etme işi, eh tamam, ama Halep artık senin meselen değil, orada dur” mesajı veriyor(du)”. Hesap kapanmıştı ve bu bir “Rus usulü ‘opening party’” idi. (HaberTürk, 26 Kasım). Yine de bu çok taraflı hesap kapanmamış olacak ki kısa bir süre sonra da Ankara’da Rus elçisi öldürüldü. Hem de Çevik Kuvvetler’de görevli bir polis tarafından!
***
Elçi Andrey Karlov Ankara’da anlamlı bir sergiyi açarken öldürülmüştü. Arkadan katil etkisiz hale getirildi ve daha ilk günden itibaren de kendisinin bir FETÖ’cü olduğu anlaşıldı. Yine de kafalar karışmıştı. Fail Arapça sloganlar atmış, cinayetine El Nusra görüntüsü vermişti. Durum gerçekten aydınlanmaya muhtaçtı. Bu arada Putin’in de kafası karışmış olacak ki, o da araştırmalara katılmak üzere Ankara’ya bir heyet yolluyordu.
Zihinleri işgal eden temel soru şuydu: 22 yaşında, iş-güç sahibi ve çevik kuvvet elemanı olacak kadar sağlıklı bir insan, nasıl oluyor da tarihe adi bir tetikçi olarak geçeceği bir operasyon uğruna hayatını feda edebiliyordu? Cinayet hazırlıklarında yalnız olmasa, FETÖ’den, CİA’dan yardım almış olsa da, şahsen inandığı ve uğruna hayatını feda ettiği bir “dava”sı olamaz mıydı? Eğer varsa bu “dava” neydi ve kimlere hizmet ediyordu?
Cinayet, “Halep Savaşı”nın son aşamasında, Rus ve Suriye uçaklarının hastane, okul demeden yaptıkları bombardımanın Batı kamuoyunda feci kırım sahneleri olarak sunulduğu bir anda işlenmişti. Bu durumda bir “intikam operasyonu” hissi uyandırıyordu. Buna en çok sevinecek olanlar da kuşkusuz Haleb’i kaybeden cihadist güçler olacaktı. Bu koşullarda bütün dünyada cinayet Rusya ve Suriye’nin kırımlarına karşı bir misilleme olarak değerlendirildi ve katil polis de radikal İslamcılar tarafından yüceltildi. Hatta bazı Mısır gazeteleri cinayeti IŞİD’in üstlendiği yönünde (doğrulanmayan) haberler bile yayınladılar. AKP kadrolarının Obama’dan sonra umutla baktığı Donald Trump da katili bir “radikal İslamcı” olarak lanetliyordu.
Aslında bütün bunlar bir bakıma katil polisin ve ona yardımcı olanların hedeflerine ulaştıklarının da işareti sayılabilirdi. Katil polis, kendi sapık anlayışına göre bir “Cihad eylemi” yapmış, “şehit” olmuş, cennet kapıları kendisine açılmıştı. Ne var ki bu gibi korkunç cinayetleri lanetlemek ve failleri “etkisiz hale getirmek” yetmiyor. İşin köküne inmek, selefilerin beslendiği inanç sistemlerini çözümlemek ve o planda da bir savaş vermek gerekiyordu. Daha 120 yıl önce, Durkheim, Fransa’da intihar nedenlerini incelerken, bunlar arasında “özveri intiharları” (suicides altruistes) diye bir kategori de saptamıştı. Bu ad altında askeri ve dini dayanışmaların yol açtığı intiharlar anlatılıyordu. 1930’larda İspanyol faşistlerin “Viva la Muerte!” (Yaşasın ölüm!) çığlıkları ve 2. Dünya Savaşı’nda Japon “kamikaze” pilotları aynı esprinin daha yakınlardaki uzantıları idiler. Oysa İslam dünyası, önemli bir kısmı itibariyle, Fransa’da 16. yüzyılda yaşanan Saint-Barthelemy kırımı koşullarını hala aşamamış görünüyor. Ankara cinayeti de bu zihniyetin devamı gibiydi. Bu koşullarda Putin bile öfkesini içine attı ve esnek bir söylem benimsedi. Ona göre de “Cinayetin arkasındakiler FETÖ’cü militanlar olabilirdi”. Resmi Türkiye kendi cephesine katılmış, dolaylı şekilde de olsa Amerika’ya ve NATO’ya karşı tavır koymuştu. Haleb’i dünyanın gazabına uğramadan tahliye etmek Türkiye sayesinde gerçekleşmişti. Cihadistler ve sivil yandaşları bir kez İdlib’e yerleştikten sonra, yine Türkiye sayesinde oradan kovulmalarının yolu da mutlaka bulunacaktı. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da yakınlarda açıkça söylemişti: “Onları İdlib'e aldık. Gerekirse kendi topraklarımıza da alabiliriz. Dün akşam Sayın Putin'le bir görüşmem oldu. Bizlere teşekkürü oldu. Dediler ki, burada bu insanların kurtuluşunda sizin de kararlılığınız olmasaydı, el ele vermeseydik bu süreci bu şekilde bitiremezdik”. Kısaca Türkiye müttefiklerinden koparak Rusya-İran-Suriye kampına katılmış ve ABD önderliğindeki “Koalisyon”u da neden Fırat Kalkanı operasyonunu desteklemiyorsunuz diye lanetlemeye başlamıştı. Sadece bizi değil, bütün dünyayı da şaşırtan gelişmeler bunlar oldu. Olivier Roy gibi İslamologlar “bitti, dediler, AKP’nin Sünni İslamcılığı bitti”.
Oysa biten bir şey yok; sadece siyasal İslam’ın yöntem ve stratejisi değişiyor. Olan şu: Cumhuriyet tarihimizde defalarca tekrarlanmış bir oyun en ürkütücü boyutlarda yeniden sahnelenmiş bulunuyor. Atatürk, daha Cumhuriyetin birinci yıldönümünde, Vakit gazetesine verdiği beyanatta ülkeyi bekleyen tehlikeyi şöyle sergilemişti: “Türkiye’de esasen mürteci yoktu ve yoktur. Vehim vardı, vesvese vardı (...) Bundan sonra yalnız bir şey olabilir. O da bazı adî politikacıların, hasis çıkarcıların o vehim ve hayali uyandırmaya çalışması, o yüzden çıkar ve hırslarını tatmin düşüncesinden ibarettir”. Bugün de durum budur ve bu durumu da toplumsal evrim ve sınıf çelişkileri yaratır. Gerçekten de din ve dünya görüşü ile ilgili gelişmeler hiçbir zaman ülkedeki sosyal ve sınıfsal dönüşümlerden soyutlanamaz. Bu alandaki yeniden yapılanma çabaları hesaba katılmadan İslamcı politikalar ve bunların altında yatan motivasyon anlaşılamaz.
***
Aslında Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde İslam alemine önderlik edecek yorumcular, müçtehitler yetiştirmedi. Kanuni zamanında bile medreselerde Arap ve İranlı alimlerin yorumları esas alınıyordu. İslamiyetten sonra Ortadoğu’daki tüm devlet yapılanmaları da ideal tiplerini Sasani modelinde buldular. Şu anda yaşadığımız toplumsal kriz bile, Arap devletlerinden çok İran İslami Cumhuriyeti’nde yaşananlarla benzerlikler gösteriyor: Özellikle de -Zencani’si ve Zarrab’ı ile- bu ülkede Ahmedinecad döneminde yaşanan sınıfsal dönüşümlerle. Bu yıllarda, İslami Devrim’in başlangıçtan itibaren vurucu gücünü teşkil eden “Devrim Muhafızları” (Pasdaran) ihale, teşvik, özelleştirme politikalarıyla yeni bir sınıf konumuna yükselmişti. Bu sınıf politikası, siyaseti de etkiledi ve giderek Ruhani iktidarına yol açtı. İranlı düşünür Mahfaz Shirali geçen Ocak ayında bu süreci şöyle yorumluyordu: “Humeyni için tehlikede olan İslam’dı ve onu korumak lazımdı; yeni başkan için ise ekonomi tehlikede ve o korunmalı. Tek bir örnek vermek gerekirse, devrimci ordu generalleri (Pasdaran), ‘Allah’ın askerleri’ iken, iş adamları haline geldiler”. (Le Monde, 28 Ocak, 2016). Bu aynı zamanda (köktencilerin “yozlaşma” olarak gördükleri) bir çeşit “sekülerleşme” süreci idi. Olivier Roy’un Türkiye ile ilgili yorumunu anımsatan bu görüş, İran’daki Ruhani “pragmatizm”ine işaret ediyor. Gerçekten de artık ekonomide, özellikle petrol, gaz ve petro-kimya alanlarında önemli bir yer tutan Pasdaran, Ahmedinecad döneminde elçiler, valiler, belediye reisleri vb gibi mevkilere de adamlarını yerleştirmeyi başarmıştı. İşte AKP yönetiminin “Osmanlı Ocakları” ve palazlanan esnaf, KOBİ’ler, MÜSİAD vb temelinde –yer yer eski AKP kadrolarını da tasfiye ederek- yeni bir sınıf ve yönetici kadro yaratma çabası da bu tabloyu çağrıştırıyor. Üstelik Türkiye gibi petrol yoksulu bir ülkede, AKP, sınıf politikasına ihale, teşvik ve özelleştirme araçlarına son yıllarda bir de Osmanlı müsadere sistemini sokmuş bulunuyor. Daha geçenlerde Gümrük ve Ticaret Bakanı Nurettin Canikli “FETÖ'nün finansman kaynaklarının kurutulması çerçevesinde bugüne kadar TMSF bünyesine 46 grup olarak toplam 692 şirket devredildi(ğini); bu şirketlerde toplam 37 bin 858 kişi çalıştığını” ve “şirketlerin toplam aktif büyüklüğünün 34,1 milyar lira civarında olduğunu” ilan ediyordu. Bu vahşi kapitalizm yöntemleri sonunda tutuklanmış bazı yazarların tasarruf hesaplarına kadar uzandı. Ne var ki bütün bunlar yetmiyor, milli gelir azalmaya başlıyor ve Türk lirası da hızla değer kaybediyordu. Cumhurbaşkanı bu kez de halkı, tanklara direndiği gibi dolara direnmeye davet etti. Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbelerini tezgâhlayan güçler bu sefer de TL’ye saldırıya geçmişlerdi. Sonra ne oldu? Erdoğan’a göre oyun bozuldu: “15 Temmuz darbe girişimini takip eden günlerde, şayet milletimiz 12 milyar dolar bozdurarak ekonomisine sahip çıkmasaydı, aynı oyunu orada da oynayacaklardı” diyordu Cumhurbaşkanı! Ne var ki bu kez beklenen olmadı. 3,50’lerden 3,30’lara inen dolar kuru kısa sürede aynı hızla yine 3,50’lere tırmandı. Yoksa daha Erdoğan konuşmadan, Sabah’taki köşesinde (13 Aralık) “Bu kampanyaların başarılı olması, ülkemizden parasını alıp çıkmak isteyen yabancı yatırımcının işini kolaylaştırmaz mı?” diye sorgulayan yazar haklı mı çıkmıştı? “Ülkemizin döviz rezervi eridiğinde, bunun ekonomimize geri dönüşü nasıl olacak? (...) Birileri dolar ucuzken sattırıp, pahalıyken bize satmak mı istiyor acaba?” diyordu H. Kaplan.
Aslında bu arada Hükümet de boş durmamış, o da iktidarın sınıfsal belkemiği olan esnafa can simidi teşkil edecek bir “önlemler paketi” hazırlamıştı. 1,6 milyon esnafın kredi engellerinin kaldırılması; kepenk kapatanlara maaş bağlanması; yıl sonlarındaki “defter tasdiki” eziyetinin kaldırılması.. tablo cazipti. Ne var ki, Erdoğan’ın bütün lanetlemelerine rağmen, esnafı ve Kobileri ezen faizler de bir türlü indirilemiyordu.
***
Siyasal İslam, sosyal dönüşüm, sınıfsal yapılanma… Bütün bunlar bir de “Yeni Anayasa” ile taçlandırılmalıydı! Bu da “Yeni Türkiye”nin siyasi çatısı olacaktı! Şimdi bu son aşamadayız. İyi de kimler, hangi koşullarda hazırlıyorlar bu “Anayasa”yı? Daha doğrusu, Anayasa Doçenti Murat Sevinç’in sorduğu gibi, “Gündemdeki anayasa önerisi, bir anayasa değişikliği önerisi midir?”.. Elbette ki değildir. Girişim, fiilen zaten ortadan kaldırılmış olan anayasa yerine yepyeni bir “sistem” getirme girişiminden ibarettir. Tıpkı 1933’te, Portekiz’de, Salazar’ın “Estado Novo”nun (Yeni Devlet’in) temellerini atacak yeni bir “Anayasa” ısmarlaması gibi.. Bu bakımdan Meclis Komisyonu’nda yapılan “anayasa tartışmaları”nı parlamenter demokrasi tarihinin düşünsel ve kurumsal referansları içinde kavramaya çalışmak da beyhude bir çaba olacaktır. Kaldı ki, Erdoğan. daha geçenlerde tarımcılara seslenirken dayandığı felsefeyi, herkesin anlayacağı bir dille, şöyle ortaya koymuştu: “Çobanlık deyip hafife almayın; çobanlığın felsefesini anlamayan, onun psikolojisini yaşamayan insan yönetemez. Ben de bir çobanım.” Ve bu arada AKP ve MHP vekilleri de bu felsefeye en uygun “anayasa”yı hazırlıyorlardı.
Siyasal İslam, sınıfsal dönüşüm, daralan ekonomi, artan işsizlik, “anayasal” yapılanma.. Sonunda da savaş! Zırh olarak da Trump ve Putin adlarını taşıyan iki demagog popülist arasında sıkışıp kalmış, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranacak bir diplomasi. Bütün bunları pekiştirici nitelikte de bir sıcak savaş olgusu.. El Bab’da karla ve düşmanla savaşan Mehmetçikler.. Ne yazık ki 2017’ye bu koşullarda giriyoruz.
Anlaşıldı; düşman cephesi bu. Ya dost cephesi? O da az çok şekillenmiş durumda. Rusya, İran, Türkiye ve.. (sıkı durun) Suriye! Bu cephenin komutanı da Putin!
İnanılmaz gibi görünüyor, ama gerçek! Birkaç ay öncesine kadar aynı “Masa”da toplanmaları hayal edilemeyecek ülkeler şimdi bir araya gelmiş, “ortak bildiri” yayınlıyorlar! İlk maddesiyle “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğini, bağımsızlığını, birliğini ve toprak bütünlüğünü” garanti altına alan bir bildiri.. Arka planda hedef “Kürt koridoru” olsa bile, askerlerimiz şu anda El Bab’da Suriye için savaşıyor. Bölgedeki hareketleri yakından izleyen İslamolog Olivier Roy da bu durum karşısında şaşırmış, soruyor: “Nasıl oluyor da yakın zamana kadar yurt içinde ve dışında Sünni İslam’ın savunucusu olan yeni ‘Sultan’, Şii davasının şampiyonluğunu yapan Rus-İran koalisyonunun uysal bir müttefiki haline geldi?” Ve hükmünü de veriyor: “Sünni dayanışma da, Yeni-Osmanlı rüyası da Halep’te öldü!” (Le Monde, 28 Aralık).
***
Doğru, cephe değişti; hem de baş döndürücü bir U dönüşüyle! Artık Erdoğan, Rusya’yla ilgili konuşmalarına genellikle “dostum Putin!” diye başlıyor. O böyle başlıyor da, mallarımızın çoğuna konmuş olan ambargo da devam ediyor. Belli ki Putin’in acelesi yok. “Yavaş yavaş, diyor, acele etmeyelim, yavaş yavaş hepsi kalkacak!”.
Aslında ambargo tek sorun da değil. Bellekleri bir de 24 Kasım’da, tam da Rus uçağının düşürülüş yıldönümünde El Bab’a doğru ilerleyen birliklerimizin uğradığı saldırı kurcalıyor. Unutulmadı, saldırıda üç şehit vermiştik. Yine de saldırının neden ve kimler tarafından yapıldığı aydınlatılamadı. Ortada sadece bazı sorular ve iddialar var. Örneğin N. Bengisu Karaca, “Uçakların, diyordu, aynı bölgede bulunan ÖSO bileşenlerini değil de Hazvan Köyü Kifeyr mezrasında, yani El Bab yönünde ilerleyen Türk askerlerini doğrudan hedef aldığı biliniyor; sahada Rusya’dan habersiz kuş uçurulmadığı, rejimin Rusya’ya rağmen böyle bir saldırı yapamayacağı da!”. Yazara göre, işin aslı buydu! “Rusya bu saldırıyla, ‘IŞİD’le mücadele tamam, Fırat’ın batısıyla ilgili sınır güvenliğini temin etme işi, eh tamam, ama Halep artık senin meselen değil, orada dur” mesajı veriyor(du)”. Hesap kapanmıştı ve bu bir “Rus usulü ‘opening party’” idi. (HaberTürk, 26 Kasım). Yine de bu çok taraflı hesap kapanmamış olacak ki kısa bir süre sonra da Ankara’da Rus elçisi öldürüldü. Hem de Çevik Kuvvetler’de görevli bir polis tarafından!
***
Elçi Andrey Karlov Ankara’da anlamlı bir sergiyi açarken öldürülmüştü. Arkadan katil etkisiz hale getirildi ve daha ilk günden itibaren de kendisinin bir FETÖ’cü olduğu anlaşıldı. Yine de kafalar karışmıştı. Fail Arapça sloganlar atmış, cinayetine El Nusra görüntüsü vermişti. Durum gerçekten aydınlanmaya muhtaçtı. Bu arada Putin’in de kafası karışmış olacak ki, o da araştırmalara katılmak üzere Ankara’ya bir heyet yolluyordu.
Zihinleri işgal eden temel soru şuydu: 22 yaşında, iş-güç sahibi ve çevik kuvvet elemanı olacak kadar sağlıklı bir insan, nasıl oluyor da tarihe adi bir tetikçi olarak geçeceği bir operasyon uğruna hayatını feda edebiliyordu? Cinayet hazırlıklarında yalnız olmasa, FETÖ’den, CİA’dan yardım almış olsa da, şahsen inandığı ve uğruna hayatını feda ettiği bir “dava”sı olamaz mıydı? Eğer varsa bu “dava” neydi ve kimlere hizmet ediyordu?
Cinayet, “Halep Savaşı”nın son aşamasında, Rus ve Suriye uçaklarının hastane, okul demeden yaptıkları bombardımanın Batı kamuoyunda feci kırım sahneleri olarak sunulduğu bir anda işlenmişti. Bu durumda bir “intikam operasyonu” hissi uyandırıyordu. Buna en çok sevinecek olanlar da kuşkusuz Haleb’i kaybeden cihadist güçler olacaktı. Bu koşullarda bütün dünyada cinayet Rusya ve Suriye’nin kırımlarına karşı bir misilleme olarak değerlendirildi ve katil polis de radikal İslamcılar tarafından yüceltildi. Hatta bazı Mısır gazeteleri cinayeti IŞİD’in üstlendiği yönünde (doğrulanmayan) haberler bile yayınladılar. AKP kadrolarının Obama’dan sonra umutla baktığı Donald Trump da katili bir “radikal İslamcı” olarak lanetliyordu.
Aslında bütün bunlar bir bakıma katil polisin ve ona yardımcı olanların hedeflerine ulaştıklarının da işareti sayılabilirdi. Katil polis, kendi sapık anlayışına göre bir “Cihad eylemi” yapmış, “şehit” olmuş, cennet kapıları kendisine açılmıştı. Ne var ki bu gibi korkunç cinayetleri lanetlemek ve failleri “etkisiz hale getirmek” yetmiyor. İşin köküne inmek, selefilerin beslendiği inanç sistemlerini çözümlemek ve o planda da bir savaş vermek gerekiyordu. Daha 120 yıl önce, Durkheim, Fransa’da intihar nedenlerini incelerken, bunlar arasında “özveri intiharları” (suicides altruistes) diye bir kategori de saptamıştı. Bu ad altında askeri ve dini dayanışmaların yol açtığı intiharlar anlatılıyordu. 1930’larda İspanyol faşistlerin “Viva la Muerte!” (Yaşasın ölüm!) çığlıkları ve 2. Dünya Savaşı’nda Japon “kamikaze” pilotları aynı esprinin daha yakınlardaki uzantıları idiler. Oysa İslam dünyası, önemli bir kısmı itibariyle, Fransa’da 16. yüzyılda yaşanan Saint-Barthelemy kırımı koşullarını hala aşamamış görünüyor. Ankara cinayeti de bu zihniyetin devamı gibiydi. Bu koşullarda Putin bile öfkesini içine attı ve esnek bir söylem benimsedi. Ona göre de “Cinayetin arkasındakiler FETÖ’cü militanlar olabilirdi”. Resmi Türkiye kendi cephesine katılmış, dolaylı şekilde de olsa Amerika’ya ve NATO’ya karşı tavır koymuştu. Haleb’i dünyanın gazabına uğramadan tahliye etmek Türkiye sayesinde gerçekleşmişti. Cihadistler ve sivil yandaşları bir kez İdlib’e yerleştikten sonra, yine Türkiye sayesinde oradan kovulmalarının yolu da mutlaka bulunacaktı. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da yakınlarda açıkça söylemişti: “Onları İdlib'e aldık. Gerekirse kendi topraklarımıza da alabiliriz. Dün akşam Sayın Putin'le bir görüşmem oldu. Bizlere teşekkürü oldu. Dediler ki, burada bu insanların kurtuluşunda sizin de kararlılığınız olmasaydı, el ele vermeseydik bu süreci bu şekilde bitiremezdik”. Kısaca Türkiye müttefiklerinden koparak Rusya-İran-Suriye kampına katılmış ve ABD önderliğindeki “Koalisyon”u da neden Fırat Kalkanı operasyonunu desteklemiyorsunuz diye lanetlemeye başlamıştı. Sadece bizi değil, bütün dünyayı da şaşırtan gelişmeler bunlar oldu. Olivier Roy gibi İslamologlar “bitti, dediler, AKP’nin Sünni İslamcılığı bitti”.
Oysa biten bir şey yok; sadece siyasal İslam’ın yöntem ve stratejisi değişiyor. Olan şu: Cumhuriyet tarihimizde defalarca tekrarlanmış bir oyun en ürkütücü boyutlarda yeniden sahnelenmiş bulunuyor. Atatürk, daha Cumhuriyetin birinci yıldönümünde, Vakit gazetesine verdiği beyanatta ülkeyi bekleyen tehlikeyi şöyle sergilemişti: “Türkiye’de esasen mürteci yoktu ve yoktur. Vehim vardı, vesvese vardı (...) Bundan sonra yalnız bir şey olabilir. O da bazı adî politikacıların, hasis çıkarcıların o vehim ve hayali uyandırmaya çalışması, o yüzden çıkar ve hırslarını tatmin düşüncesinden ibarettir”. Bugün de durum budur ve bu durumu da toplumsal evrim ve sınıf çelişkileri yaratır. Gerçekten de din ve dünya görüşü ile ilgili gelişmeler hiçbir zaman ülkedeki sosyal ve sınıfsal dönüşümlerden soyutlanamaz. Bu alandaki yeniden yapılanma çabaları hesaba katılmadan İslamcı politikalar ve bunların altında yatan motivasyon anlaşılamaz.
***
Aslında Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde İslam alemine önderlik edecek yorumcular, müçtehitler yetiştirmedi. Kanuni zamanında bile medreselerde Arap ve İranlı alimlerin yorumları esas alınıyordu. İslamiyetten sonra Ortadoğu’daki tüm devlet yapılanmaları da ideal tiplerini Sasani modelinde buldular. Şu anda yaşadığımız toplumsal kriz bile, Arap devletlerinden çok İran İslami Cumhuriyeti’nde yaşananlarla benzerlikler gösteriyor: Özellikle de -Zencani’si ve Zarrab’ı ile- bu ülkede Ahmedinecad döneminde yaşanan sınıfsal dönüşümlerle. Bu yıllarda, İslami Devrim’in başlangıçtan itibaren vurucu gücünü teşkil eden “Devrim Muhafızları” (Pasdaran) ihale, teşvik, özelleştirme politikalarıyla yeni bir sınıf konumuna yükselmişti. Bu sınıf politikası, siyaseti de etkiledi ve giderek Ruhani iktidarına yol açtı. İranlı düşünür Mahfaz Shirali geçen Ocak ayında bu süreci şöyle yorumluyordu: “Humeyni için tehlikede olan İslam’dı ve onu korumak lazımdı; yeni başkan için ise ekonomi tehlikede ve o korunmalı. Tek bir örnek vermek gerekirse, devrimci ordu generalleri (Pasdaran), ‘Allah’ın askerleri’ iken, iş adamları haline geldiler”. (Le Monde, 28 Ocak, 2016). Bu aynı zamanda (köktencilerin “yozlaşma” olarak gördükleri) bir çeşit “sekülerleşme” süreci idi. Olivier Roy’un Türkiye ile ilgili yorumunu anımsatan bu görüş, İran’daki Ruhani “pragmatizm”ine işaret ediyor. Gerçekten de artık ekonomide, özellikle petrol, gaz ve petro-kimya alanlarında önemli bir yer tutan Pasdaran, Ahmedinecad döneminde elçiler, valiler, belediye reisleri vb gibi mevkilere de adamlarını yerleştirmeyi başarmıştı. İşte AKP yönetiminin “Osmanlı Ocakları” ve palazlanan esnaf, KOBİ’ler, MÜSİAD vb temelinde –yer yer eski AKP kadrolarını da tasfiye ederek- yeni bir sınıf ve yönetici kadro yaratma çabası da bu tabloyu çağrıştırıyor. Üstelik Türkiye gibi petrol yoksulu bir ülkede, AKP, sınıf politikasına ihale, teşvik ve özelleştirme araçlarına son yıllarda bir de Osmanlı müsadere sistemini sokmuş bulunuyor. Daha geçenlerde Gümrük ve Ticaret Bakanı Nurettin Canikli “FETÖ'nün finansman kaynaklarının kurutulması çerçevesinde bugüne kadar TMSF bünyesine 46 grup olarak toplam 692 şirket devredildi(ğini); bu şirketlerde toplam 37 bin 858 kişi çalıştığını” ve “şirketlerin toplam aktif büyüklüğünün 34,1 milyar lira civarında olduğunu” ilan ediyordu. Bu vahşi kapitalizm yöntemleri sonunda tutuklanmış bazı yazarların tasarruf hesaplarına kadar uzandı. Ne var ki bütün bunlar yetmiyor, milli gelir azalmaya başlıyor ve Türk lirası da hızla değer kaybediyordu. Cumhurbaşkanı bu kez de halkı, tanklara direndiği gibi dolara direnmeye davet etti. Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbelerini tezgâhlayan güçler bu sefer de TL’ye saldırıya geçmişlerdi. Sonra ne oldu? Erdoğan’a göre oyun bozuldu: “15 Temmuz darbe girişimini takip eden günlerde, şayet milletimiz 12 milyar dolar bozdurarak ekonomisine sahip çıkmasaydı, aynı oyunu orada da oynayacaklardı” diyordu Cumhurbaşkanı! Ne var ki bu kez beklenen olmadı. 3,50’lerden 3,30’lara inen dolar kuru kısa sürede aynı hızla yine 3,50’lere tırmandı. Yoksa daha Erdoğan konuşmadan, Sabah’taki köşesinde (13 Aralık) “Bu kampanyaların başarılı olması, ülkemizden parasını alıp çıkmak isteyen yabancı yatırımcının işini kolaylaştırmaz mı?” diye sorgulayan yazar haklı mı çıkmıştı? “Ülkemizin döviz rezervi eridiğinde, bunun ekonomimize geri dönüşü nasıl olacak? (...) Birileri dolar ucuzken sattırıp, pahalıyken bize satmak mı istiyor acaba?” diyordu H. Kaplan.
Aslında bu arada Hükümet de boş durmamış, o da iktidarın sınıfsal belkemiği olan esnafa can simidi teşkil edecek bir “önlemler paketi” hazırlamıştı. 1,6 milyon esnafın kredi engellerinin kaldırılması; kepenk kapatanlara maaş bağlanması; yıl sonlarındaki “defter tasdiki” eziyetinin kaldırılması.. tablo cazipti. Ne var ki, Erdoğan’ın bütün lanetlemelerine rağmen, esnafı ve Kobileri ezen faizler de bir türlü indirilemiyordu.
***
Siyasal İslam, sosyal dönüşüm, sınıfsal yapılanma… Bütün bunlar bir de “Yeni Anayasa” ile taçlandırılmalıydı! Bu da “Yeni Türkiye”nin siyasi çatısı olacaktı! Şimdi bu son aşamadayız. İyi de kimler, hangi koşullarda hazırlıyorlar bu “Anayasa”yı? Daha doğrusu, Anayasa Doçenti Murat Sevinç’in sorduğu gibi, “Gündemdeki anayasa önerisi, bir anayasa değişikliği önerisi midir?”.. Elbette ki değildir. Girişim, fiilen zaten ortadan kaldırılmış olan anayasa yerine yepyeni bir “sistem” getirme girişiminden ibarettir. Tıpkı 1933’te, Portekiz’de, Salazar’ın “Estado Novo”nun (Yeni Devlet’in) temellerini atacak yeni bir “Anayasa” ısmarlaması gibi.. Bu bakımdan Meclis Komisyonu’nda yapılan “anayasa tartışmaları”nı parlamenter demokrasi tarihinin düşünsel ve kurumsal referansları içinde kavramaya çalışmak da beyhude bir çaba olacaktır. Kaldı ki, Erdoğan. daha geçenlerde tarımcılara seslenirken dayandığı felsefeyi, herkesin anlayacağı bir dille, şöyle ortaya koymuştu: “Çobanlık deyip hafife almayın; çobanlığın felsefesini anlamayan, onun psikolojisini yaşamayan insan yönetemez. Ben de bir çobanım.” Ve bu arada AKP ve MHP vekilleri de bu felsefeye en uygun “anayasa”yı hazırlıyorlardı.
Siyasal İslam, sınıfsal dönüşüm, daralan ekonomi, artan işsizlik, “anayasal” yapılanma.. Sonunda da savaş! Zırh olarak da Trump ve Putin adlarını taşıyan iki demagog popülist arasında sıkışıp kalmış, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranacak bir diplomasi. Bütün bunları pekiştirici nitelikte de bir sıcak savaş olgusu.. El Bab’da karla ve düşmanla savaşan Mehmetçikler.. Ne yazık ki 2017’ye bu koşullarda giriyoruz.
No comments:
Post a Comment