Kurtuluş Savaşını kaybetmiş olmayı arzu eden bir zihniyetin okuması gereken temel belgeler
Gaziantep’te bir cami imamının Bayram namazının arkasından okuduğu hutbede, “Kurtuluş mücadelesinde bizi kandırdılar. 1. İnönü’de şöyle zafer kazandılar, 2. İnönü’de şöyle zafer kazandılar. Sakarya’da şöyle zafer kazandılar. Şöyle kahramanlık yapılmış, böyle kahramanlık yapılmış. Yunanlıları denize döktüler. Nerde döktüler. Hepsi yalan, keşke o gün savaşı kaybetseydik, belki Osmanlı’yı daha sonra yeniden kurabilirdik” ifadesini kullandığı yazılı ve görsel basında yer aldı[1]. Aynı haberlerde, Gaziantep Valiliğinin, basında yer alan bilgiler üzerine soruşturma başlattığı ve imamı görevden aldığı da yer almıştır. Ülkemizde bu tür olaylarla ilgili olarak soruşturmalar açılması şimdiye kadar ne soruşturma açılan kişilerin doğru bilgi sahibi olabilmesini sağlayabildi, ne de benzeri olayların bir süre sonra yeniden ortaya çıkmasını önleyebildi. Sadece, bu düşüncede olanların bir süre sessiz kalmalarına yol açtı. Özellikle soruşturma sonucu caydırıcı bir yaptırım ile karşılaşılmadı ise, benzeri düşünceleri açıklamayı özendirdiği bile söylenebilir.
Anımsanacağı üzere, Kadir Mısırlıoğlu da geçmişte, “Keşke Yunan galip gelseydi. Ne Hilafet yıkılırdı, ne Şeriat kaldırılırdı, ne Medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı” şeklinde açıklamalar yaptığı yine yazılı ve görsel basında yer almıştı[2]. Bu görüşü ileri süren kişi hastalandığında, Diyanet İşleri Başkanı’nın 10 Kasım 2018 günü geçmiş olsun ziyaretinde bulunduğu ve bazı kitaplar hediye ettiği de yine yazılı ve görsel basında yer almıştı[3].
Bu tür söylemler, birkaç kişinin saçmalamaları diyerek geçiştirilemez. Zira, bu tür düşünceye sahip olup da dile getirmeyenler ile bu düşünceleri destekleyenlerin sayısı konusunda bir bilgiye sahip değiliz. Ayrıca bazı kişiler böyle düşünüp, böyle açıklamalar yapıyorlarsa, bu düşünceyi ya birilerinden dinleyerek veya bazı yayınları okuyarak öğreniyorlar. Bu tür öğrenim içinde olanların boyutunu da tam olarak bildiğimizi sanmıyorum. Ancak, Gaziantep’te Yunan başarısını özleyen kişinin bir cami imamı olması nedeniyle Diyanet İşleri Başkanlığının bir görevlisi olduğu düşünüldüğünde, öğreniminin en az bir bölümünü Millî Eğitim Bakanlığı’nın okullarında görmüş olması da yüksek bir olasılıktır.
Bu düşünce ışığında, yanlış ve çarpıtılmış bilgiler altında, yeni yeni Yunan başarısı özleyenlerin yetişmemesi, yetişmiş olanların da doğru bilgi sahibi olabilmeleri için, Millî Eğitim Bakanlığına, Diyanet İşleri Başkanlığına ve İlahiyat Fakülteleri Dekanlarına önemli görevler düşmektedir. Bu kurumların, öğrencilerinin ve memurlarının benzeri düşünce tuzaklarına düşmelerini önlemek için bazı kitapları okumalarını önermeleri gereğini düşünüyorum.
Söz konusu kurumların bu yönde atacakları adımlara küçük bir katkı sağlayabilmek için bu yazı ile bazı kitapları tanıtmak istiyorum. Bu amaçla tanıtmak istediğim ilk kitap Remzi Kitabevi tarafından Ağustos 2011 de basılan, değerli araştırmacı Salahi Sonyel’in “İngiliz Gizli Belgelerinde Türk Yunan İlişkileri 1821-1923” başlıklı kitabıdır. Kitap, Sonyel’in değerli tarih araştırmalarından birisidir. Türk Tarih Kurumu Şeref üyesi olan, 1932 Kıbrıs doğumlu Prof. Dr. Sonyel, 25 Aralık 2015 tarihinde yaşamdan ayrılmıştır. Prof. Dr. Sonyel’e, Türk Tarihine yapmış olduğu değerli katkılar nedeni ile 2002 yılında, “Atatürk Üstün Hizmet Madalyası” da verilmiştir.
Bilindiği üzere, 1821 yılında Osmanlı Devletinden ayrılma amaçlı Yunan isyanı başlatılmıştı. Yunan yarımadasında bu isyan hareketinin başlamasını cesaretlendiren olaylar arasında, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın aynı dönemde Osmanlı Devleti’ne isyan etmesinin de etkili olduğu ileri sürülmektedir. Ayrıca, 1808 yılında Sırplar Osmanlı Devleti’ne başkaldırdığında, Batı Avrupa ülkelerinde kimsenin kılı kıpırdamamışken, Yunan isyanı başlar başlamaz, Avrupa’nın her yerindeki antik çağ Yunan hayranlarının gemiler dolusu olarak Mora yarımadasına akmaya başladıkları gözlenmiştir[4].
Sonyel, yukarıda adı verilen kitabında İngiliz arşiv belgelerinden yoğun olarak alıntı yapma yanında çeşitli yazarların eserlerinden de alıntı yapmıştır. Bunlardan birisi de İngiliz yazar William St. Clair’in kitabıdır[5]. Clair kitabının ilk bölümü “Başkaldırı”nın başlangıç cümlelerinde şu gözleme yer vermiştir; “Yunanistan’daki Türklerden çok az iz kalmıştır. Onlar, 1821 yılının ilkbaharında, dünyadaki insanlar farkına varmadan ve onlar için yas tutmadan ansızın ve tümden yok olmuşlardır. … Kıyımın başlangıcındaki birkaç hafta içerisinde 20 bine yakın Türk erkeği, kadını ve çocuğu Yunanlı komşuları tarafından yok edildiler.[6]” Bu isyan sırasında, 12 Aralık 1821 de Yunanistan’ın Navplia kentinde yaşayan Türkler, isyancılara teslim olduğunda yaşananlar ise Sonyel’in ve Clair’in kitaplarında şöyle anlatılmıştır; “asiler öldürülenlerin kafalarını piramit gibi yığmışlardı. Bu kentin sokakları açlıktan ölen Türk çocuklarının cesetleri ile dolmuştu.[7]” Her iki kitapta, bu kentte daha fazla katliamın olmasını bir İngiliz savaş gemisinin kentin limanına gelmiş olmasının önlediği de yer almaktadır[8]. Bu olaylar olurken Osmanlı donanması ne yapıyordu acaba?
Yıllarca süren Yunan isyanı sonrasında, 3 Şubat 1830 günü İngiltere, Fransa ve Rusya’nın imzaladığı Londra Protokolü ile kabul edilip ilan edilmesi ile bugünkü Yunanistan Devleti kurulmuştur. Bu devlet kurulduktan bir süre sonra ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunundan sonra, Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlar ve diğer gayrı Müslümler önemli haklar da kazanmışlardır. Bu kazanımlar konusunda İzmir’deki İngiliz Konsolosu 28 Temmuz 1860 günü İstanbul’daki Büyükelçi’ye gönderdiği raporunda şu gözlemlerde bulunmuştur; “… Hıristiyanların durumu Gülhane reformlarının yürürlüğe girmesinden sonra Türklerin durumundan çok daha iyi olmaya başladığını, çünkü askere alınmadıklarını; Müslümanların mal ve mülkünün yavaşça onların eline geçmeye başladığını, dolayısı ile Türk köylüsünün Hıristiyanlara oranla daha çok zulme uğruyor. Hıristiyanlar şikayetleri varsa bunları çeşitli yabancı örgütlerin ve devletlerin dikkatine sunuyorlar, ama Türkler kime baş vurabiliyor? …[9]” Aynı yıl yine İzmir’deki İngiliz Konsolos vekili Büyükelçisine gönderdiği raporda, Osmanlı topraklarındaki Rum okulları konusunda şu bilgiyi vermiştir; “… Rum okullarında öğretmenlik eden Grekler, Rum çocuklarına Grek ihtilal şarkıları söylemeyi öğretmişlerdir ve bu da Rum gençleri arasında padişahın yetkisine karşı isyan etmelerini kışkırtmaktadır. Eğitim görmüş Rumların çoğunluğu Yunanistan, İyonya adaları ve Türkiye’de şubeleri olan ‘Eteria’ adlı gizli ihtilal derneğinin üyeleridirler veya ona bağlıdırlar.[10]” İngiliz Konsolosunun yukarıda değinilen raporunda belirttiği Türk köylüsünün askere gitmesine karşılık, Osmanlı uyruğu Hıristiyanların aynı görevden muaf olmaları nedeniyle sağladıkları avantajlar konusunda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler, değerli tarih araştırmacısı Cengiz Özakıncı’nın Bütün Dünya dergisinde yayınlanan “Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı” başlıklı yazısını okuyabilirler[11].
Sonyel’in söz konusu kitabı okunduğunda, Yunan Devleti kurulduktan sonra dahi, Osmanlı Devleti’nin Dışişlerinde Büyükelçilik ve diğer diplomatik görevlerde birçok Rum’un görev yaptığını, Meclisi Mebusan’da Rum milletvekillerinin bulunduğunu, Sultan Abdülhamit II’nin parasal varlıklarını Zafiri adlı bir Rum’un yönettiğini ve yine padişahın doktorunun da bir Rum olduğunu öğrenilecektir. Bu bilgiler, Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin diplomatik görev yapacak, mali işlerde görev üstlenecek, sağlık alanında halka hizmet sunacak nitelikte ve sayıda Türk vatandaşına eğitim olanağı sunamadığını da şaşırarak ve üzülerek öğreneceklerdir.
1821 yılında başlatılan Yunan isyanında ve sonrasında yaşananlar konusunda bu kısa alıntılar, Yunanistan’ın Kurtuluş Savaşı’nda galip taraf olmasını arzulayanlar için böyle bir galibiyetin insan maliyetinin ne olabileceği hakkında bir fikir vermiştir sanırım.
O döneme ilişkin daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin Sonyel ve St. Clair’in anılan kitaplarını okumalarını öneririm. William St. Clair’in kitabının dilimize çevrilmesi bu konuda bir İngiliz yazarının gözlemlerinin de öğrenilmesine yardımcı olacaktır. Sonyel’in kitabının, Yunan isyanını anlatan bölümünden sonra “İsyan Sonrası”, Osmanlı Devletindeki Islahatların ardından yaşananlar, Jön Türkler Dönemindeki Gelişmeler, Balkan Savaşları ve sonrası ile Mondros Bırakışması döneminde yaşanan olaylar ele alınmıştır.
Şimdi de Sonyel’in kitabından Yunan askerinin 15 Mayıs 1919 günü Amerikan, Fransız, İngiliz ve Yunan savaş gemilerinin koruması altında İzmir’i işgali ile başlayan Kurtuluş Savaşı sürecinde yaşananlar konusunda bazı kısa alıntılar yapmak istiyorum. İzmir’deki İngiliz Başkonsolosu, işgalin başlamasının ertesi günü 16 Mayıs’ta İstanbul’daki Amiral Webb’e gönderdiği raporunda, Yunan askerinin karaya çıkmasından sonra direnen Türkler ile çatışmalar yaşandığını, birçok Türk’ün gereksiz yere tutuklandığını ve kötü muamele yapıldığını, Rumların ayak takımının dükkanları ve evleri yağmaladığını, Türklere karşı cadı avının sürdüğünü, 300 Türk ile 100 Hıristiyan’ın yaşamını yitirdiğini bildirmiştir[12].
Diyarbakır’daki imamın I. inci İnönü Savaşı konusunda ileri sürdüğü görüşüne yanıt Sonyel’in kitabında, İngiliz arşiv belgelerinden alıntılanmış olarak mevcuttur. Alıntılayalım, “Yunan ordusu, 6 Ocak 1921 de yine saldırıya geçmiş, ancak 6-10 Ocak arasında I. İnönü Savaşı’nda ulusalcı Türk ordusu Yunan Ordusuna karşı kesin bir zafer sağlamıştır. Papulas’ın ordusu geri çekilirken Türk ve Müslümanlara zulüm yapmış; geçtiği yerleri viraneye çevirmiştir.[13]” Ayrıca, Stanford J. Shaw ve Ezel Kural Shaw’un kitabında da I. İnönü Savaşı için şu tanımlama yer almaktadır; “Birinci İnönü meydan savaşından sonra Yunanlılar Bursa’ya doğru geri çekildiler, bu savaştaki ilk Türk zaferidir. Türkler zaferi sürdürecek şekilde geri çekilen Yunan ordusunu takip etmeye niyetlendilerse de, yorgunluk, mühimmat noksanı ve Çerkez Ethem’in Yeşil Ordusunu denetim altında tutma gereği nedenleri ile vaz geçtiler.[14]” İstanbul’da görev yapan İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Lord Curzon’a yolladığı 3 Ocak 1921 tarihli yazısında şu bilgileri aktarmıştır; “Yunanlıların silah ararken ve halkı silahtan arındırırken yaptıkları işkence, hırsızlık, yağma ve yıkımlar çoğalmıştır. … Greklerin kendi işgal bölgeleri olarak nitelendirdikleri yerlerin çoğu çöl haline gelmiştir.[15]”
Yunan ordusu II. İnönü savaşında da yenilgiye uğradıktan sonra da halka çok ciddi kötü davranış içerisinde olmuştur. İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden Lancelot Oliphant, Londra’daki Yunan diplomatik temsilcisine 7 Nisan 1921 de gönderdiği yazı ile halka yapılan kötü davranışlar konusunda şu bilgileri vermiştir; “Batı Trakya’da 500 Türk’ün tutuklandığını, mallarının yağma edildiğini, genç Müslüman kız ve kadınlarının, Yunan askerlerinin zulmünden kurtulmak için intihar ettiklerini, camilerin yağma edildiğini … [16]” Sonyel’in, II. İnönü savaşının sonuçları konusunda, Yunan tarihçisi Sifneos’tan yaptığı alıntı ise şöyledir; “İsmet bizi denize dökecekti. 5 bin ölü ve yaralı vermiş olduğumuz bu savaşta (İsmet), Yunan ordusuna karşı sağlamış olduğu zaferden sonra kuzeye dönmüştü ve ‘A’ ordusuna öldürücü bir darbe indirmek üzereydi ama bu sırada 34. Alayın direnişi sayesinde durum kurtarılmıştı… İsmet’i İnönü’nde kahraman yaptık ve en kötüsü Mustafa Kemal’in rejimini kesinlikle sağlamlaştırdık.[17]”
Sonyel’in kitabında, Kurtuluş savaşında Yunan galibiyetini özleyenlerin ibretle öğrenmesi gereken birçok bilgi mevcuttur. Sonyel’in saygın, titiz ve nitelikli çalışmalarına ve emeklerine saygı gereği alıntılarımı çok sınırlı tutup, kitabın okunmasını özendirebilmek için alıntılarımı bu kadarla sınırlıyorum.
Kurtuluş Savaşı’nı Yunanistan’ın kazanması özlemi duyanlara önermek istediğim diğer bir kaynak ise, dönemin şahitlerinde Falih Rıfkı Atay’ın (1894-1971), “Batış Yılları” başlıklı kitabıdır[18]. Atay kitabında, düşman donanmaları İstanbul Boğazına gelip demirler ve askerleri karaya çıkarken, bu olayları sevinçle izleyen Türklerle karşılaştıklarını yazar[19]. Atay aynı şekilde bu işgalin başladığı günün ertesinde Türklerin evlerinin kapısını çalıp, izleyen sabaha kadar evlerini boşaltmalarını emreden eski komşulardan da söz etmektedir. Atay’ın kitabı okunduğunda da kimlerin İngiltere’yi “âlem-i İslâm’ın hamisi” olarak gördüklerini de öğreneceklerdir. İstanbul işgal edilirken, “geldikleri gibi giderler” diyebilen tek kişi Mustafa Kemal Atatürk olduğunu kimse aklından bir an bile çıkarmamalıdır.
Ülke ve başkenti işgal edilirken, ülkenin düşman istilasından kurtarılabileceğine ve bağımsızlığın yeniden sağlanabileceğine inanan ve bu inancını yaşama geçirmek için eyleme geçen Mustafa Kemal Paşa için idam fetvasını şeyhülislam Mustafa Sabri vermiştir. Kurtuluş Savaş’ını Yunanistan’ın kazanması özlemini çekenler, Mustafa Sabri’nin Kurtuluş Savaşı sırasında yaptıklarını ise Yılmaz Özdil’in Sözcü Gazetesinde yayınlanan 20 Haziran 2019 tarihli yazısından öğrenebilirler.
Kurtuluş Savaşında Yunanistan’ın başarılı olmasını arzu edenlere önereceğim diğer bir kitap ise, emekli büyükelçi ve değerli tarih araştırmacılarımızdan Bilâl Şimşir’in “İngiliz Belgeleri ile Sakarya’dan İzmir’e 1921-1922” başlıklı kitabıdır[20]. Şimşir, kitabında Savaş’taki gelişmeler konusunda, Sonyel gibi, bilgiler aktarırken diplomatik yazışmalar ve girişimler hakkında da bilgi vermektedir. Şimdi de Şimşir’in kitabından bazı alıntılar sunmak istiyorum. “Daha Sevr Antlaşmasının hazırlanması sırasında, Nisan 1920 de, San Remo Konferansında askeri uzmanlar durumu enine boyuna incelemişler, görüşlerini müttefiklere bildirmişlerdi. Birinci Dünya Savaşının ünlü kumandanlarından Fransız Mareşali Foch Başkanlığındaki ‘Askeri Komite’, yapılacak antlaşmanın (Sevr’in) Türklere empoze edilebilmesi (dayatılması H.U.) için en az 27 tümen askere ihtiyaç bulunduğunu hesaplamıştı. Bir tümen 15,000 kişi hesabıyla bu 405,000 askerlik bir kuvvet olması gerekiyordu. Kim verecekti bu kadar askeri? Venizelos o zaman Yunanistan’ın 14 tümen verebileceğini söylemişti. Geriye kalan 13 tümeni verebilecek devlet çıkmamıştı. Doğu’da Ermenileri silahlandırıp yetiştirme fikri ortaya atılmıştı. Bunlar bir yıl önceki hesaplardı. O zamandan beri çok şey değişmişti. Umut bağlanan Ermeniler yenilmiş saf dışı edilmişlerdi. Yunan orduları İnönü’nde üst üste iki darbe yemişlerdi. Kilikya’da Fransa ateşkes anlaşması yapmak zorunda kalmıştı. İtalya, Antalya’yı boşaltıyordu. İngiltere hâlâ direniyordu. General Harington, müttefik orduları başkomutanı olarak İzmit’te Türk kuvvetleriyle burun burunaydı. Durumun ne kadar güç olduğunu onun kadar kavrayan bir başka İngiliz yoktu.[21]” 9 Temmuz 1921 günü Bursa cephesinden Yunan ordusunun saldırıya geçmesi üzerine, 13 Temmuz 1921 günü İngiltere’nin Atina’daki Büyükelçisi Londra’ya gönderdiği telgrafında şu hususlara da yer vermişti. “Hükümet ve Venizelos taraftarı bütün gazeteler uzun uzun geciktirilmiş saldırının başlaması üzerine heyecanlı makaleler yayımlıyorlar ve kesin zaferden emin olduklarını belirtiyorlar, son hedefin İstanbul olacağını da sözlerine ekliyorlar. Yalnız bir Venizelos’çu gazete Kemal’in çok kuvvetli olduğu uyarısında bulunuyor, ama bunun Yunan zaferini daha da parlak duruma getireceğini ekliyor… Sosyalist organ bütün bu iyimserliğin saçma olduğunu ve zaferin bile yararsız ve kısır olacağını söylüyor.[22]”
“20 Temmuz 1921 günü Yunan kuvvetleri Eskişehir’e de girdiler. Ertesi gün Yunan Dışişleri Bakanı Baltazzi, Yunanistan’ın dış temsilciliklerine şu telgrafı yolladı: ‘Perşembe günü (20.7.21) kızgın bir vuruşmadan sonra akşam saat 8.00 de onuncu tümenin Eskişehir’i zapt ettiği haberini biraz önce aldığımız bildirmekle mutluyum. Majeste kral bugün kurmay heyetle birlikte Uşak’a gitti. Ordu isabetle ve süratle düşman kovalama harekâtına devam ediyor. Kemalist sürülerinden kurtarılan Hıristiyan, Musevi ve hatta Müslüman halkın sevinci tarifsizdir. …[23]” Ülkesinin işgal edilmesinden tarifsiz mutluluk duyan insanlarımız olmuş o tarihlerde de. Bunu okurken bile insanın yüreği burkuluyor ve üzüntüsü tavan yapıyor.
Sakarya Meydan Savaşı üzerine Yunan Genel Kurmay Başkan Yardımcısı 25 Eylül 1921 de uzun bir rapor yazmıştır. Savaş sürdüğü sırada başlanan ve Bursa’da bitirilen bu raporundan Şimşir’in yaptığı bir alıntıyı da paylaşmak istiyorum. “Haritaya bir bakınız. Çengel gibi kıvrılan bu Sangarios (Sakarya Nehri H.U.) ırmak değil, düpedüz koskoca bir oltadır. Porsuk bu oltanın iğnesidir. Biz Yunanlılar bu dev oltayı, iğnesi ile birlikte fena yuttuk![24]” Sakarya savaşı devam ederken, Harington 7 Eylül’de şunları yazıyordu; “Bugün aldığım bilgilerden Yunanlıların çekilmekte oldukları ve onları kovalamak için Türklerin yoğun bir hazırlık yaptıkları kesinlikle görülüyor. Yunan çekilmesinin Sakarya arkasında (batısında) toparlanıp hücumu yenilemek amacıyla yapılıp yapılmadığını söyleyemem. Herhalde şimdiki durumda hedeflerine ulaşmayı başaramamışlardır ve Türkler başarı kazandıklarını ileri sürecekler. Türk başarısı burada (İstanbul’da) hemen yankı yaratabileceğinden her türlü ihtiyat tedbirleri alıyorum.[25]” Şimşir’in kitabını okumaya devam ettiğimizde Harington’un bu gözleminden tam bir yıl sonra 30 Ağustos Zaferi’nin kazanıldığını ve 6 Eylül 1922 günü Yunan Generali Tricoupis’in esir alındığına ilişkin bilgiler ve diğer değerlendirmeler de görülecektir. Yunan Dışişleri Bakanı 8 Eylül 1922 günü Atina’daki İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikalı elçiliklere şu çağrıda bulunduğu da Şimşir’in kitabına alıntılanmıştır. “Anadolu limanlarına acıklı bir durumda 500,000 den fazla göçmen geldi. Yunan Hükümeti, kendilerine gereken toprağı verebilir, ama onun elinde gemi, yiyecek ve çadır yoktur. Yunan Hükümeti, insani bakımdan yardım çağrısında bulunuyor.[26]” Yunan Dışişleri Bakanı’nın insani yardım talebinde bulunduğu 8 Eylül 1922 günü İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Rumbolt, Fransız meslektaşının da uyarısını göz önüne alarak, Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a şu mesajı gönderme gereğini duymuştur; “Yunan askerlerince boşaltılması sırasında Bursa’nın da, Eskişehir ve Uşak’ın akıbetine uğrayacağından korkulmasına neden vardır. Böyle bir hareketin, hele Yeşil Camiye (Türbeye) zarar verilmesinin havsalaya sığmayan çılgınlığı ve bütün Osmanlı Türklerince derin hürmet duyulan bir kentin vahşice yıkılmasının doğuracağı dehşetli sonuçlar üzerine parmak basmaya ihtiyaç duyuyorum. Böyle bir felaketi önlemek için manevi nüfuz kullanmak üzere üç müttefik subayından kurulu bir heyetin Bursa’ya gönderilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Bu konuda Yunan Hükümeti’nin en sert bir şekilde uyarılması gerektiğini düşünüyorum. …[27]” Kurtuluş Savaşında Yunanistan’ın galip gelmesini isteyenlerin aklına, Bursa’nın Yeşil Türbesi’nin başına ne gelebileceği düşüncesi gelmezken, bunu bir İngiliz’in düşünmesinden alınacak ders olmalı. Şimşir, bu bilgiyi alıntıladıktan sonra şu tamamlayıcı bilgiyi de vermiştir. “Çeşitli yönlerden gelen uyarılar sonucunda Yeşil Türbelerin, Ulu Camilerin bulunduğu ilk Osmanlı Devleti başkentinin Uşak ve Eskişehir’in akıbetine uğramadığı anlaşılıyor.[28]” Kurtuluş Savaşını Yunanistan’ın kazanmış olmasını arzu edenler, sadece yukarıya alıntıladıklarımın ne kadarından haberdardırlar acaba?
Şimşir’in emeklerine saygı gereği alıntılarımı bu kadarla sınırlandırıyorum ki bu değerli araştırma da merak ve ilgiyle okunabilsin.
Yukarıda sunduğum bilgiler, bugün ülkemizde bizimle birlikte yaşayan Rum kökenli vatandaşlarımıza ve diğer azınlıklara yönelik olumsuz düşüncelere dönüşmemelidir. Zira geçmişte yaşananlar yaşanmış, geride kalmış ve alınması gereken dersler alınmıştır. Esasen nitelikli ve gerçekleri saptırmayan tarih, geçmişi sağlıklı ve doğru biçimde öğrenmek ve geçmişteki hatalardan ders çıkarıp, o hataları yenilememek için yazılmaktadır. Bu ülkedeki tüm insanlarımızın barış, huzur ve gönenç içinde bir arada yaşamaları ile birliğimiz bütünlüğümüz sağlanıp sürdürülebilir. Benim okunmasını önerdiğim kaynaklar, insanlarımızın kendi tarihimize yönelik bilinçli ve bilinçsiz çarpıtmalardan kaynaklanan yanlış bilgilerle Cumhuriyet karşıtı olarak yetişmemelerine yardımcı olmaya küçük bir katkıda bulunma amacını taşımaktadır.
Yunan galibiyeti ile Hilafetin kalkmayacağını düşünenler de, Hilafetin kaldırılmasına ilişkin yasanın görüşülmesinin yapıldığı Cumhuriyet Halk Fırkasının Grup toplantısı ile TBMM Genel Kurulu tutanaklarını dikkatle okumalarını öneririm. Özellikle dönemin Adalet Bakanı İzmir Milletvekili Seyyid Beyin kitabının ve Mecliste’ki açıklamalarını satır satır okunduğunda hilafetin ne olup ne olmadığı çok iyi anlaşılacaktır. Bu konuda bilgilere Av. Kemâleddin Nomer’in derleyip yayına hazırladığı, “Şeriat, Hilafet, Cumhuriyet ve Lâiklik” başlıklı kitapta yer alan belgelerden ilki, Seyyid Beyin “Usul-i Fıkıh” dersleri kitabının ilgili bölümlerini ve Cumhuriyet Halk Fırkası Grubunda Seyyid Beyin açıklamalarını ve diğer söz alanların görüşlerini içermektedir[29]. Nomer’in kitabından sadece üç alıntı yapmakla yetineceğim. Bu alıntıları vermeden önce Adalet Bakanı Mehmet Seyyid Bey (1873-1925) hakkında Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayınladığı İslâm Ansiklopedisinde yer alan ve Sami Erdem tarafından kaleme alınan özgeçmişinden kısa bir alıntı yapmakta fayda görüyorum. “Mehmed Seyyid İzmir’de doğdu. Babası İzmir eşrafından Müezzinzâdeler ailesinden Abdullah Takıyyüddin’dir. Meşhur âlim İbn Melek’in de aralarında bulunduğu büyük dedeleri Aydınoğulları’nın daveti üzerine Türkistan’dan Aydın sancağına gelmişti (Seyyid Bey, s. 55). İyi bir medrese eğitimi alan Mehmed Seyyid’in İzmir’de bulunduğu yıllar hakkında yeterli bilgi yoktur. 1904 yılında 18. devre birincisi olarak Mekteb-i Hukuk’tan mezun olduktan sonra İzmir’de iki yıl kadar avukatlık yaptı (Türk Parlamento Tarihi, III, 445). Dârülfünun Hukuk Fakültesi’nde başladığı usûl-i fıkıh müderrisliği aralıklarla ölümüne kadar devam etti. II. Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte siyasete atıldı ve 1908 seçimlerinde İzmir mebusu oldu, 1912 ve 1914 seçimlerinde aynı ilden mebus seçildi. Üçüncü meclisteki iki yıllık görevinin ardından 13 Kasım 1916’da Âyan Meclisi üyeliğine tayin edildi. Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin lider kadrosunda bulunan Seyyid Bey 1910’da İttihat ve Terakkî Fırkası başkan yardımcılığına, 1911’de fırka reisliğine getirildi. Medrese kökenli olmasının verdiği ilmî nüfuzla cemiyet içinde bir denge unsuru olduğu ve hiziplerin arasını bulmada etkin rol üstlendiği anlaşılmaktadır. … Mebus ve İslâm hukuku müderrisi olarak II. Meşrutiyet döneminde çeşitli kanunlaştırma ve tâdil komisyonlarında görev yaptı. İlk defa 1909 yılında Kānûn-ı Esâsî’nin tâdili için görevlendirilen otuz kişilik özel komisyonda (Tunaya, III, 379) ve 1916’da Mecelle’nin ikmal ve tâdili için Mebusan Meclisi’nce kurulan komisyonlardan Kānûn-ı Medenî Komisyonu’nda bulundu (Öztürk, s. 96). Mondros Mütarekesi’nin ve İngilizler’in İstanbul’u işgalinin ardından Malta’ya sürgün edilenler arasında Seyyid Bey de vardı. … Millî Mücadele sırasında Mustafa Kemal’in kendileriyle irtibat kurarak Anadolu’daki harekete destek vermelerini istediği kişiler arasında bulunan Seyyid Bey, Cumhuriyet’in ilânından önceki dönemde Mustafa Kemal’e hukukî konularda danışmanlık yaptı (Soyak, I, 182). 1923 yılı başlarında (3 Mayıs 1339) Adliye Vekâleti tarafından teşkil edilen ta‘dîl-i kavânîn komisyonlarından ilki olan ve Mecelle’yi tâdille görevlendirilen Vâcibât Komisyonu’nda Ali Haydar Efendi’nin istifasıyla boşalan komisyon başkanlığına seçildi. Cumhuriyet’in ilânının arefesinde yapılan seçimlerde İzmir’den milletvekili ve ikinci meclisin 14 Ağustos 1923 tarihinde yaptığı Hey’et-i Vekile seçiminde adliye vekili oldu.[30]” Hilafetin kaldırılmasına ilişkin TBMM görüşmelerinde bu bilgi birikimine sahip bir bilge insan bilgi sunmuş ve Hilafetin kaldırılmasını savunmuştur.
Nomer’in yayına hazırladığı kitaptan ilk alıntım Mehmet Seyyid Beyin 1917 yılında yayınlanan “Şeriat ve Hilâfet” kitabından olacaktır. “Zamanımızda hilâfet makamı hakkında biri ifrat, diğeri tefrit olmak üzere birbirine zıd iki aykırı görüşün mevcut olduğu görülmektedir. Bir kısım halk, hilâfet makamına bir nevi kudsiyet (kutsallık) ve rûhaniyet (ruhsallık) isnad ederek (vererek) aşırılık derecesine varıyor. Bir kısmı da kamu işlerini yürütme hususunda adı geçen makamı büsbütün kısıtlayarak fıkhın herkesce bilinen mezhepleri dışında, hattâ Hanefi mezhebine aykırı kanunlar koymaya yetkili olmadığına inanıyor. Bu iki fikrin ikisi de yanlış olmakla beraber meselenin zamanımızda pek büyük ehemmiyet ve inceliği bulunduğundan bu konuda biraz uzun izahat vermeye, meselenin hakiki mahiyetini fıkıh ve İslâm Hukuku bakımından etraflıca tedkik ve şerh etmeye mecburiyet hasıl olmuştur.[31]”
İkinci alıntım yine Seyyid Beyin TBMM de yaptığı açıklamadan olacaktır. “Hilâfet-i hakikiyye (gerçek hilafet) asıl hilâfettir ki Hulefâ-yı Râşidin’e (ilk dört halifeye) mahsus (ait) ve münhasır (onlarla sınırlı) idi. Geldi geçti. Hilâfet-i sûriyye (hakiki olmayan) ise Hulefâ-yı Râşidin’den sonra gelen hâlifelerin hilâfetidir ki saltanat-ı kahireden (kahreden saltanattan) başka bir şey değildir ve şer’an gayet mezmumdur (kınanmıştır).[32]”
Şimdi de, Adalet Bakanı Seyyid Beyin TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmadan bazı alıntılar yapmak istiyorum[33]. Alıntıları yaptığım Genel Kurul tutanaklarına TBMM’nin web sitesindeki tutanaklar bölümünden isteyen erişip tam metni okuyabilirler. Okurlara kolaylık olsun diye alıntılardaki bazı eski sözcüklerin yanına parantez içinde güncel karşılıklarını vereceğim. Seyyid Bey açıklamalarının başlangıcında şu önemli vurgulamayı yapmayı uygun bulmuş, “Nitekim geçen sene hilâfet hakkında (Hilâfet ve hâkimiyeti milliye) unvanı ile bir de kitap neşretmiştim. Dediğim gibi tarihi İslâmda azîm (büyük, önemli) bir İnkılâp (Devrim) yapıyoruz. Diyebilirim ki bundan daha büyük inkılâp olamaz. Bu inkılâbın azametindendir ki (büyüklüğündendir ki) zihinler bununla pek meşguldür. Kalbler endişe ve tereddüt içindedir. Onun için cümlemizin vicdan ve izanı (kavrayış, inanç) arzu ediyor ki mesele tamamiyle tavazzuh etsin (açıklansın). Yârü ağyar (dost düşman) ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin.[34]” “Çünkü tekrar ediyorum mesele hakikaten gayet mühimdi. Âlemi İslâmda şimdiye kadar böyle bir inkılâp vaki olmamıştır. Değil Âlemi İslâmda, belki kürei arzda (dünyada) vaki olan inkılâbatın (devrimlerin) en büyüğü en mühimidir.[35]”
“Evvel emirde şu ciheti arz edeyim ki, hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi bir meseledir ve itikat (inanç) meselelerinden değil, millete ait hukuk ve mesalihi âmme (kamuyu ilgilendiren işlerden) cümlesindendir. İtikada taallûku (inançla ilgisi) yoktur. Vakıa itikadiyata dair teklif olunan âsarı İslâmiyede dahi bu meseleden uzun uzadıya bahs olunuyor. Fakat bu, hilâfet meselesinin akayîdi İslâmiyeden madud (İslâm dinin temel ilkelerinden) olduğu için değil, belki bu mesele etrafında sonradan hâsıl olan birtakım hurafat ve efkârı batılayı (hurafe ve boş düşünceleri) iptal (geçersiz kılmak) içindir.[36]”
“Muhterem efendiler, asıl kanunu din olan Kuran-ı Kerim’e müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim şekli Hilâfet hakkında yani İslâm Hilâfeti hakkında hiçbir âyeti kerîme yoktur.[37]”
“Efendiler,nazarı dikkatinizi celbederim; tırnak kesmek, sakal bırakmak gibi en fer’i adap ve adâta, umru seniyeye müteallik meseleler hakkında birçok hadisi şerif varid olduğu halde halifenin nasıl nasp ve tayin edileceği, hilâfetin şartlarının neden ibaret olduğu ve her zamanda halife nasp ve tayin etmek vacip olup olmadığı hakkında sarih ve kati hiçbir hadis yoktur. Bunun hikmeti nedir? … Bu nazarı dikkati calip değil midir? Bunun sebebi şudur ki hilâfet öyle zannolunduğu gibi mesaili asliye-i diniyeden değildir. Siyasi bir meseledir. …[38]”
“Eğer vârid olsa idi Ashabı Kiram hazeratı kimin halife nasb ve tayin edileceği hakkında kendi aralarında ihtifa düşmezlerdi. Halbuki irtihali nebeviden (peygamberin ölümünden) sonra Ashabı Kiram, içlerinden birini halife intihabı hususunda ihtilaf ettiler. (Sekife-i Beni Saide) denilen mahalde içtima ederek aralarında hayli münakaşa cereyan etti. Acı, tatlı sözler söylendi. Medineliler Mekkelilere bizden bir emir, sizden de bir emir olsun dediler. Mekkeliler bizden emir sizden vezir olsun diye cevap verdiler. Nihayet Hazreti Ebu Bekir’e biat olundu ve (Halife-i Resulüllah) denildi. Hatta isim takmak hususunda evvela tereddüt ettiler. Hazreti Ebu Bekir’e ne isim vereceklerini, ne suretle hitab edeceklerini birden bire kestirip atamadılar. Nihayet dediğim gibi halife dediler.[39]”
“Hazreti Peygamberin bu bapta bir hadisi şerifi vardır ki, burada bilinmesi lâzımdır ve calibi dikkattir. O hadiste (Elhilâfetü badi selâsüne seneten sümmetasire meliken adudan) dır. Mânası (Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata münkalib olur) demektir. (Adud ısırıcı demektir) bu hadis en muteber hadis kitaplarından olan (Sinnen türmüzi) de bütün akayit kitaplarında mevcuttur. Bâzıları bu hadisi zayıf addetmek istiyorlarsa da doğru değildir. (Hadisi hüsn) nevindendir.[40]”
“Hulâsa gerek Hulefayı Emeviye ve gerek Hulefayı Abbasiye hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife ıtlak olunmaması beynennası örf olmasındandır. Tefsiri Keşşafta demin zikrolunan ayetin tefsirinde Hulefayı Emeviye ve Abbasiye hakkında (Gâsıp ve mütegallibtirler, kendi kendilerine halife ismini takınmışlarıdır) diye mezkûrdur.[41]”
Cumhuriyet Halk Fırkası ve TBMM görüşmeleri sırasında Seyyid Beyin Osmanlı Padişahlarının Halifeliği ile ilgili açıklamasından kısa bir bölüm şöyledir; “Efendiler! Kendi kendimizi aldatmayalım. Âlem-i İslâmı biz hiç aldatamayız. Onların içinde bir çok ulemâ vardır. Kâffesi (hepsi) bugün bizlerden âlimdirler. Kütüb-i İslâmiyye (İslamiyete ait kitaplar) ellerindedir. Onlar hilâfeti İslâmiyenin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hind ulemâsı, Mısır ulemâsı, Yemen ulemâsı, Necid ulemâsı, Kürdistan ulemâsı halifenin Kureyş’den olması lâzım geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir âlimi bizim padişahımızın halifeliğini din nokta-i nazarından kabul etmez. Mısır’da, Hindistan’da, Kürdistan’da hilafetten bahsedildiği vakit bunun ciddi olduğuna inanıyor musunuz? Onların ulemâsı hiçbir zaman bizim padişahlara halife dememiştir. Kitapları meydandadır. … Hattâ bizim Osmanlı ulemâmız bile kendi padişahlarına halife dememişlerdir.[42]”
“Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi, ve hattâ güya makam hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekleyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekleyen Müslüman Hint askeri idi. İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmayalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet, âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiyenin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir. … Yoksa bir zatın halife namiyle heyülâ gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslâmiyet’te insanlar hakkında kutsiyyet yoktur. İslâmiyet’te öyle Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhaniyet yani Hükümeti ruhaniye yoktur. Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şeriatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiyeye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak) tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak) tır. Cenabı hakkın isimi de (Hak) tır. Kutsiyet de ondadır. Bazı dinlerin bazı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. …[43]”
“Efendiler bir vakit Avrupa zulmeti cehl içinde iken, Şark medeniyet yollarında hayli ilerlemişti. O vakitler küre-i arz üzerinde en müterakki ve en mütemeddin yerler âlemi İslâm idi. Bütün Avrupa ezcümle İngilizler tekmil ulûm ve fünunu şimdi İspanya denilen Endülüs’ten almıştır. Amerika darülfünun medreselerinden (draper) Niza-ı İlim ve din namiyle bir kiıtap neşretmiştir. Tavsiye ederim mühim bir kitaptır okuyunuz. Bu adam bu kitabında bir kafada bir dimağda din ile ilim içtima edemez. Âlim ise mütedeyyin değildir, mütedeyyin ise âlim değildir diyor ve bu mevzu üzerinde mütalâatını tetkikatı tarihiyesini yürütüyor, fakat yine kendisi o kitapta sarahaten diyor. Benim bu kitapta dinden maksadım Dini İslâm değildir. Diğer dinlerdir. Hususiyle Katolik dinidir. İslâm dini değildir diyor. Sonra Endülüs’te vaktiyle ulamayı İslâm tarafından kısmen yeni baştan icat, kısmen ikmal edilen ulûm ve fünunu birer birer tadad ediyor. Meselâ müsellesatı küreviyenin (trigonometri), kürre-i musattanın (düzlem küre) tamamiyle İslâm uleması tarafından icad edildiğini, eski Yunanlılar zamanında bunların icad edilmemiş olduğunu söyler, iki üç (üs) lü cebir düsturlarını, hesabı tefazuliyi (diferansiyel) ve hattâ lûgaritmayı (logaitmayı) fenni saydaIâni yani ispençiyarlık (eczacılık) fennini, …. daha birçok usul ve kavaid-i fenniyeyi doğrudan doğruya iptidaen İslâm ulemasının icad eylediğini söyler. İnkisarı ziyayı (ışığın kırılmasını), Ebubekir Razi’nin keşfettiğini ve kürre-i arzın küreviyetini (dünyanın küresel oluşunu) kezalik İslâm ulemasının, keşfettiğini söyler ve kürre-i arzın iptida Bağdad civarında Sincar ovasında usulü fenniyesi dairesinde ölçüldüğünü ve Avrupalıların kürre-i arzı ölçerek bulduğu miktar ile İslâm ulemasının bulduğu miktar arasında pek cüzi bir fark olduğunu söyler. Ebulkasım denilen bir doktorun Belçika Kralı tarafından kendisini tedavi için sureti mahsusada celbedildiğini ve müşarünileyhin iki defa Belçika’ya gittiğini, hattâ bir defasında altı ay kadar bir müddet Belçika’da oturarak Kralı ve diğerlerini tedavi ettiğini, Avrupa’da ilim meraklısı birçok gençlerin ve hattâ bilâhara Papa olan bir iki zatın tahsili ilim için Endülüs’e kadar gittiklerini İngilizlerin fünunu bahriyeyi (denizcili bilgilerini) Endülüste tahsil eylediğini uzun uzadıya tadat ve izah eder. İşte bunun içindir ki İngilizce ıstılahatı bahriyenin (denizcilik terimlerinin) ekserisi kelilmatı arabiyeden ahzedilmiştir; … Zaten bizce malûmdur. Lâkin ağyar (yabancı) lisanından işitmek hoşa gideceği için muhtasıran (özet) olsun onun sözlerini ve hüsnü şahadetini, takdirkâr ifadatını nakletmeyi muvafık gördüm. Efendiler, şurasını arz edeyim ki Şark’ta âlemi İslâm’da, medeniyeti İslâmiyeye ulûm ve fünuna hizmet eden ulemanın ekserisi Türk’tür, içlerinde pek büyük feylezoflar, pek büyük mütefennin ve mütebahhir (derya gibi bilgili) âlimler, büyük hukukçu fakihler vardır. … Şîmdi, sorarım size, o vakit medeniyeti İslâmiye o derecede müterakki ve âlemi İslâm o nisbette mamur ve mütemeddin (medeni-uygar) iken, şimdi neden harabezare (viraneye) dönmüş, ahalisi cehil ve nadan (kabalık) içinde kalmıştır, bunun sebebi nedir? İslâmiyet o vakit terakkiye mâni olmuyordu da şimdi mi mâni oluyor veyahut sözü aksine çevirelim, İslâmiyet şimdi terakkiye mâni oluyor da, o vakit olmuyor muydu? Bunun hiç biri değil. Efendiler, zamanımızda memleketimizde terakkiye mâni olan hal hakikî İslâmiyet değildir, cehilden körü körüne taklitçilikten neşet eden bugünün nâbemahal (uygun olmayan) zihniyetidir. … Bilâ tereddüt (duraksamadan) diyebilirim ki, bugünkü Dini İslâm başka, aşrı saadetteki Dini İslam başkadır. Hakikî Dini İslâm fıtrî ve mantıkî bir dindir. Hayalâtı, hurafatı birtakım efkârı bâtılayı hiç sevmez, bilâkis onlardan nefret eder. … Efendiler ahali bu hakayıkı anlamazmış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim; vazifemizdir. Ahali anlamamış, bilmemiş ise kabahat onlarda değil, anlatmayanlardadır, bildirmeyenlerdedir. Bundan sonra anlatalım, ikaz edelim, irşat ve tenvir edelim ve bu zavallı memleketi artık yürütelim. (Bravo, sesleri) Hilâfet, hilâfet diye çökmüş gitmişiz. Harap ve türab (toz-toprak) olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Bütün memleket yoksulluk içinde kalmış. Yevmi hilâfetin imhasını efendiler?.. (Bravo, sesleri) Artık yürüyelim, dirilelim. Bütün âlemi medeniyet almış yürümüş, tariki terakkide dev adımlarıyla gidiyor. Biz bunların arkasından boynu bükük yetim gibi bakıp bakıp da (Göçtü kervan, kaldık dağlar başında) mı diyelim? (Handeler) doğrusu insan müteessir oluyor. Ne yalan söyleyeyim aynı zamanda insana hiddet de geliyor. Ne acayip şey! Dini İslâm bu kadar âli ve terakkiperver bir din olsun da biz Müslümanlar milel ve akvam içinde en geride kalalım. …[44]”
Seyyid Beyin konuşmasını tamamlarken, cehaletin ortadan kaldırılabilmesi için çaba harcanmasını vurgulaması çok önemlidir. Atatürk de birçok konuşmasında Türkiye’nin en önemi konusunun cehaletin ortadan kaldırılması olduğunu vurgulamış ve sık sık bunun üzerinde durmuştur. Atatürk’ün ölümünden kısa süre sonra başlayan eğitimde içerik ve nitelik zayıflatıcı uygulamalar giderek artmış ve böylece, cehalet önlenemediği gibi cahillerin bir bölümü yarı cahile dönüştü ki bunlara bir şey öğretebilmek çok daha zor hale geldi. İleride bu konu ayrı bir yazıda işlemem gerekecek.
Sanırım, Hilafetin kaldırılmasına ilişkin TBMM Genel Kurulu’nda Adalet Bakanı Seyyid Bey’den yaptığım bu alıntılar, adı geçenin açıklamalarının tümünü okumayı özendirecektir. Seyyid Bey’den alıntıladığım son bölümde Amerikalı bir akademisyenin kitabına atıf yapar, alıntılar yapar ve önemli gördüğü bu kitabın okunmasını önerir. Sözü edilen “(draper)” John William Draper New York Üniversitesi akademisyenidir. 1875 yılında “History of Conflict Between Religion and Science” isimli kitabını yayınlamıştır. 418 sayfalık kitabın metnine “internet archive” adresinden ulaşılabilir. Seyyid Bey konuşmasında bu kitaptan “Niza-ı İlim ve din” olarak bahsetmektedir. Çünkü anılan kitap Ahmet Mithat Efendi tarafından 1895 yılında çevrilmiş, tartışılmış ve analiz edilmiştir. Ahmet Mithat Efendi’nin çevirisi analizi Osmanlıca metin olarak ilk iki cildi 1018 sayfa ve üçüncü ve dördüncü ciltleri de 986 sayfadır. Osmanlıca bu metinlere de internet archive’dan ulaşılabilmektedir. Ayrıca, Ahmet Mithat Efendi’nin Niza-i İlm ve Din isimli kitabı, Seyyid Beyin 1924 te ismini anmasından tam 95 yıl sonra 2019 yılında Mustafa Yıldırım tarafından 522 sayfalık bir metin olarak yayınlanmıştır.
Bilim ve Din arasındaki çatışma tarihi konusunda bir Amerikan akademisyeni tarafından 1875 yılında yayınlanan kitap çok yönlü bir Osmanlı aydını olan Ahmet Mithat Efendi (1844-1912) tarafından yirmi yıl sonra tercüme ve şerh edilmesine rağmen, Draper’ın bu kitabı henüz Türkçeye çevrilmemiştir.
TBMM’de 3 Mart 1924 günü yapılan görüşmelere katılan II. Dönem TBMM’deki tüm üyeler, Osmanlı Devleti döneminde yaşamışlar, ailelerinden o dönemin terbiye ve moral değerlerini almışlar, o dönemin okullarında eğitim görmüşlerdir. Dolayısı ile padişahlık ve hilafet konusunda hem bilgi hem de deneyim sahibi olmuş kişilerdir. Milletvekillerinden benim sayabildiğim kadarı ile yirmiden fazlası da medreselerde öğrenim görmüşlerdir[45]. Seyyid Bey dahil, içlerinde Darülfünün’un Hukuk bölümünü bitirmiş olanlar vardır ki, bunlar Şer’i hukuk konusunda da bilgilidirler. Dolayısı ile böyle bir deneyime, moral değerlerine ve birikimlere sahip milletvekillerinden oluşan Meclis’in hilafeti kaldırma kararına saygı duymak gerektiğini düşünüyorum.
Gaziantep’teki imamın Yunan galip gelseydi “Osmanlı’yı daha sonra yeniden kurabilirdik” hayali ise, bir hayal olmaktan öteye geçemeyecek bir gündüz rüyasıdır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı bakiyesine bahşedilen Sevr coğrafyasından daha iyisinin Yunan zaferinden sonra elde edilebileceğine inanmak için nasıl bir düşünce yeteneğine sahip olmak gerekir düşünemiyorum. Osmanlı Devleti bakiyesine bırakılacak coğrafyadan bir süre sonra yeniden Osmanlı’yı kurabilmeye ne yeni Fatih ve yeni Kanuni Sultan Süleyman’ın bile yetmezdi. Çünkü pazı ve kılıç gücü ile ülkeler ele geçirme çoktan 16 ıncı yüzyılın gerisinde kalmıştı. Böyle boş hayaller kurmamanın yolu, önce, doğru bilgi kaynaklarından Osmanlı Devletinin neden battığını anlamak ve öğrenmekle başlar. Osmanlı Devleti’ni çökerten Devletlerin doğmalardan kurtularak laik eğitim ile sorgulayarak, araştırarak, teknoloji geliştirerek güç kazanmaları sayesinde bunu başardıklarını anlamak gerekir. Rönesans’tan beri lâik eğitimle, bilgi ve teknoloji üreten insanlar yetiştirerek ekonomik güç sahibi olma devri başlamıştır. Bu uygarlık yolundan uzaklaşmanın sonu, sahip olduklarımızı da tehlikeye atmaktan başka sonuç getirmez. Günümüzde lâik eğitimden uzak duran ve toplumsal cehaleti gideremeyen toplumların, gelişmiş ülkelerce nasıl sömürüldüğünü, doğal kaynaklarının nasıl ele geçirildiğini görmek için uzun süredir Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Haiti’de, Yemen’de ve diğer birçok ülkede yaşananlara göz atmanın yeterince aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum.
Onun için önce Atatürk’ü o zor zamanda ülkemize gönderdiği için Tanrı’ya teşekkür etmek ve Atatürk’e ve yaptıklarına sevgi ve saygı duyup onun gösterdiği aydınlık yoldan ayrılmamak gerekir.
Sözünü ettiğim kitapların yanında Atatürk’ün Nutuk isimli belge kitabının yanında, Nutuk’ta sözü edilen belgeleri içeren “Vesikalar” kısmını da mutlaka okumalarını öneririm. Vesikalar arasında 264 üncü belge olarak yer alan “Saltanat-ı Milliyenin tahakkukuna dair Büyük Millet Meclisi’nde cereyan eden tarihi celseden” başlıklı metinde, Atatürk, İslâm’daki halifelik dönemine ilişkin olarak da çok değerli bilgiler açıklamıştır. Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı öncesinde ülkenin içinde bulunduğu durum ve ülkenin parçalanması için ülke içinden ve dışından harcanan çabalar konusunda çok aydınlatıcı bilgiler bulunacaktır. Aynı şekilde Atatürk Araştırma Merkezi tarafından üç cildi bir arada yayınlanan “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” de bu yazının içerdiği konularda mutlaka okunması gereken temel kaynaklardan bir diğeridir.
Cengiz Özakıncı, Kanal B de yayınlanan “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” programlarının 4, 11 ve 18 Mart 2017 tarihli bölümlerinde Hilafetin Kaldırılması konusunu incelemiş ve bu konuda okunması gereken kaynak kitaplardan örnekler verme yanında bu konuda kamuoyunda yanlış bilinen hususları da belgeler eşliğinde açıklamıştır.
Cengiz Özakıncı’nın “Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı”, “İblisin Kıblesi”, “İslâm’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü” ile “Dil ve Din” isimli kitapları da, ülkemizdeki bilgi açığı ve boşluğunu dolduran ve inancı, çeşitli ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarları için nasıl kullandıklarını belgeler eşliğinde açıklayan çok değerli araştırmalardır. Okunmalarını öneririm.
Dünyadaki ve ülkemizdeki değerli araştırmacıların ömürlerini adayarak ortaya çıkardığı bilgi hazinelerine toplumumuzun ve eğitim kurumlarımızın gösterdiği ilgi düşüklüğü, insanlarımızın çarpıtılmış bilgilere esir olabilmelerini de kolaylaştırmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından Mayıs 2018 de açıklanan “İstatistiklerle Aile” verilerine göre, ülkemizde 22,676,186 hane halkı vardır. Bunların büyüklüklerine göre dağılımı Tablo 1 de yer almaktadır.
Tablo 1 deki hane boyutları, olası aylık gelir boyutları ve okutmak zorunda oldukları çocuk sayıları ile birlikte düşünüldüğünde, çocukların ders kitapları dışında, kitap satın almaya gücü yeten hane sayısının kabaca 12.7 milyon olabileceğini var saymak pek de hatalı olmaz sanırım. İki çocuklu ailelerin de ders kitapları dışında kitap almak için kaynak ayırabileceğini var sayarsak bu sayı Tablo 1 den de görüleceği üzere 17.4 milyona ulaşacaktır.
Tablo 1
Hane halkı yapısı
| |
Hane halkı nüfusu | Her gruptaki hane sayısı |
Bir nüfuslu | 3,491,148 |
İki nüfuslu | 4,734,931 |
Üç nüfuslu | 4,541,246 |
Ara toplam | 12,767,325 |
Dört nüfuslu | 4,667,819 |
Ara toplam | 17,435,144 |
Beş nüfuslu | 2,518,575 |
Altı nüfuslu | 1,233,415 |
Yedi ve daha
fazla nüfuslu
|
1,489,052
|
Toplam | 22,676,186 |
Kaynak: İstatistiklerle Aile 2017.
Şimdi bu bilgiler eşliğinde, bu yazıda okunmasını önerdiğim kitaplardan bazılarının evlerimize giriş boyutuna ilişkin küçük bir hesaplama yapabiliriz. Salahi Sonyel’in “İngiliz Gizli Belgelerinde Türk Yunan İlişkileri 1821-1923” başlıklı kitabı benim saptayabildiğime göre ilk basımını 2011 yılında yapmış ve halen piyasada bulunmaktadır. Kitap, yayınevlerinin kitap türüne göre satış boyutu konusunda sahip oldukları bilgi ve deneyimler ışığında, yanılmıyorsam 1,000 adet basılmıştır. Dolayısı ile bu kitap 2011 den bu yana sekiz yıl geçmesine karşın tümüyle tükenmemiştir. Bu var sayımlarım doğru ise ve kurumsal alımlar hariç ki bu boyutu biraz sonra ele alacağım, 22,700 haneden birisine ve olasıdır ki tek çocuklu aileler aldı ise 12,700 haneden birisinde bulunmaktadır. Bu rakamlar hepimizi uzun uzun düşündürecek verilerdir.
Bilâl Şimşir’in “İngiliz Belgeleri ile Sakarya’dan İzmir’e 1921-1922” başlıklı kitabı ise saptaya bildiğim kadarı ile ilk baskısı 1972, ikinci baskısı 1989 ve üçüncü baskısı da 2016 yılında yapılmıştır. Diğer bir deyişle 44 yılda üç baskı yapabilmiştir. Her baskının 1,000 adet olduğunu kabul edersek, en fazla 22,700/3= 7,567 haneden birinde mevcut olabilir. Eğer, 44 yıl önceki baskı halen evlerde mevcut ise!
Kemâleddin Nomer’in derlediği “Şeriat, Hilafet, Cumhuriyet ve Lâiklik” başlıklı kitabın ilk baskısı ise 1996 yılında yapılmış, aradan 23 yıl geçmesine rağmen piyasada bulunabiliyor. Bu kitabın da 1,000 adet basıldığını tahmin edersek, ailelere erişim boyutu henüz 22,700 de biri veya 12,700 de biri bulmadığı ortaya çıkar.
Mustafa Yıldırım tarafından yayınlanan Ahmet Mithat Efendi’nin “Niza-i İlm ve Din” isimli kitabı 2019 yılı başında basıldığına göre, bu kitaba ulaşan aileler için bir tahminde bulunmak için çok erkendir.
Uygar ülkeler, kitapların ve özellikle de nitelikli ve biraz yüksek bedelli kitaplara halkın erişebilmesini sağlamak üzere “halk kütüphaneleri” kurmaya büyük özen göstere gelmişlerdir. Örneğin ABD Washington D.C. kentinde görev yaptığım dönemde 1920 lerde yayınlanmış bir kitap için mahallemizde bulunan halk kütüphanesine gittiğimde, kendilerinde bulunmadığını arzu edersem bir iki gün içinde kitabın bulunduğu kütüphaneden getirtebileceklerini söylediler. Getirtmelerini istediğimde, iki gün sonra telefon ederek kitabınız geldi alabilirsiniz dediler. Halk kütüphanesi, yanlış anımsamıyorsam, gece saat 10.00 a kadar da açıktı.
Ülkemizin dar gelirli halkın kolayca kitaba erişebilmesi için kütüphaneler konusunda ne durumda olduğuna ilişkin genel bilgiler Tablo 2 de yer almaktadır.
Tablo 2
2015 yılında ülkemizdeki kütüphane ve sahip olduğu kitap sayısı
| |||
Kütüphaneler
|
Sayısı
|
Kitap sayısı
|
Kütüphane başına ortalama kitap sayısı
|
Millî Kütüphane | 1 | 1,299,000 |
1,299,000
|
Halk Kütüphanesi | 1,137 | 18,828,000 |
16,559
|
Üniversite Kütüphanesi | 552 | 15,236,000 |
27,601
|
Örgün ve yaygın
Eğitim kütüphanesi
|
27,280
|
27,430,000
|
1,005
|
Kaynak: İstatistiklerle Türkiye 2016, Eğitim ve Kültür Bölümü Tablo 6.8 sayfa 41.
Tablo 2 nin incelenmesinden de görüleceği üzere, Ankara’daki Millî Kütüphane 2015 yılı verilerine göre yaklaşık 1.3 milyon kitaba sahip bulunmaktadır.
Tablo 2 den görüldüğü üzere, 2015 yılı itibariyle 1,137 halk kütüphanesi mevcuttur. 2004 yılında halk kütüphanelerinin sayısı 1,367 idi ve bu sayı 2012 yılında 1,112 ye değin gerilemişti[46]. Halk kütüphanelerindeki toplam kitap sayısı kütüphane sayısına bölündüğünde, kütüphane başına ortalama 16,559 adet kitap düşmektedir. Bu yazıda okunmasını önerdiğim kitaplar halk kütüphaneleri tarafından satın alınmış olsalardı, şimdiye kadar en az 16 baskı yapmış olmaları gerekirdi. Diğer taraftan bu kitaplar, üniversite kütüphanelerince satın alınmış olsa idi, bu gereksinimi de karşılamak için en az 27 baskı yapmış olmaları gerekirdi.
Örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerinin bu kitapları alma olasılığı üzerinde durmuyorum bile zira, kütüphane başına düşen kitap sayısı bin adettir.
Ülkemizdeki halk kütüphanelerinin diğer ülkelerdeki halk kütüphaneleri karşısındaki durumunu da Tablo 3 de özetle vermek istiyorum. Bu tabloda yer alacak bilgileri daha kapsamlı görmek isteyenler, tablonun kaynağına gidebilecekleri gibi arama motorlarında kendi aramalarını yapabilirler.
Tablo 3 den de görüleceği üzere Polonya’nın başkenti Varşova’da (100,000/11.5=) 8,696 kişiye, Güney Kore’nin başkenti Seul’de (100,000/11=)9,090 kişiye, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de 16,129 kişiye ve İtaiya’nın başkenti Roma’da (100,000/1.4=) 71,429 kişiye bir halk kütüphanesi mevcutken, İstanbul’da (100,000/0.4=)250,000 kişiye bir halk kütüphanesi olduğu görülüyor. İstanbul için bu bilginin doğruluk derecesini denetleyebilmek için izleyen paragraflarda bir makalenin adını veriyorum. Dileyen okur o makaleye göz atabilir. Bu kütüphanelerdeki kitap sayıları gibi anlamlı diğer verilere girmeksizin dahi veriler yeterince iç karartmaktadır. Ancak Finlandiya’dan birkaç rakam vermek isterim. 5.5 milyonlu Finlandiya’da 2017 yılında 68 milyon kitap ödünç alınmıştır[47]. Finlandiya’da her yıl ortalama 20 milyon kitap satılmaktadır[48]. Bu ülkede yerleşik halk kütüphanelerinin yanında 12,500 adet de kütüphane hizmeti veren otobüs görev yapmaktadır.
Tablo 3
100,000 kişiye düşen halk kütüphanesi
| ||
Kent adı | Kütüphane sayısı | Verinin ait olduğu yıl |
Varşova | 11.5 | 2017 |
Seul | 11.0 | 2017 |
Brüksel | 10.0 | 2015 |
Paris | 8.5 | 2015 |
Helsinki | 6.2 | 2018 |
Stokholm | 5.9 | 2016 |
Viyana | 5.9 | 2014 |
Edinburg | 5.5 | 2018 |
Madrid | 1.5 | 2013 |
Roma | 1.4 | 2017 |
İstanbul | 0.4 | 2014 |
Kaynak: World cities culture forum number of public libraries per 100,000 population
Devlet yönetimi, ülkeden cehaletin tümden kalkması gerektiğini düşünüyorsa, halk kütüphanelerine ve üniversite kütüphanelerine ülkenin yaşamsal çıkarları açısından önem taşıyan kitapların satın alınması için gerekli kaynakları aktarmak ve bunların alındığından emin olmak durumundadır. Ailelerin kitaba erişebilmelerini desteklemek üzere, kitaptan alınan katma değer vergisinin tümden kaldırılması yanında bilimsel ve kültürel içerikteki kitapların basıldığı kağıt üzerindeki tüm vergilerin kaldırılmasının da uygun olacağını düşünüyorum. Buradan doğacak vergi kaybı kolaylıkla lüks tüketimden alınan kdv’de çok küçük bir artışla dengelenebilir.
Ülkemiz kütüphaneleri hakkında değerli bir araştırmayı da okurların bilgisine sunarak yazımı tamamlamak isterim. Umut Al ve Sinan Akıllı tarafından yazılmış ve Hacettepe Üniversitesi’nin web sitesinden indirilebilen 12 sayfalık makalelerinde ayrıntılı veriler eşliğinde değerli bilgiler mevcuttur.
Atatürk’ün ulusumuza verdiği önemli görevlerden birisi olan “cehaletin ortadan kaldırılması”, ancak toplumumuzun kurumları ve bireyleri ile birlikte sürekli çaba göstermesi ile başarılabilecektir. Bilginin üretim hızındaki ivme büyüklüğünün yanında, bilgi kirliliğinin de giderek yoğunlaştığı göz önüne alındığında bu mücadele sürekli ve yoğun olmak zorundadır.
Hikmet Uluğbay
[1] “Cumhuriyet Düşmanı İmamdan Skandal Vaaz”, Sözcü Gazetesi 5 Haziran 2019 sayfa 10 ve “Kim bu cumhuriyet düşmanı imam”, Odatv 04.06.2019.
[2] ‘Keşke Yunan galip gelseydi’ diyen Kadir Mısıroğlu hakkında suç duyurusu, Cumhuriyet.com.tr 26 Temmuz 2017.
[3] “10 Kasım’da Atatürk’ü anmayan Diyanet, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu’nu ziyaret etti”, Odatv, 10 Kasım 2018 ve “İlahiyatçılardan Diyanet’e: Mısıroğlu’nu ziyaret Cumhuriyet’e meydan okumaktır”, Aydınlık 11.11.2018 02:00.
[4] Clair William St., “Taht Greek Might Still Be Free”, Cambridge Open Book Publishers 2008, From reviews of the first edition Daily Telegraph’tan yapılan alıntı.
[5] Clair William St., “That Greek Might Still Be Free”, Cambridge Open Book Publishers 2008.
[6] Clair, y.a.g.e. sayfa 1 ve Sonyel Salahi, “İngiliz Gizli Belgelerinde Türk-Yunan İlişkileri 1821-1923” Remzi Kitabevi Ağustos 2011, sayfa 31.
[7] Sonyel, sayfa 35-36, Clair, sayfa 107.
[8] Y.a.g. eserler aynı sayfalar.
[9] Sonyel, sayfa 67-68.
[10] Sonyel, sayfa 68.
[11] Özakıncı Cengiz, “Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı”, Bütün Dünya dergisi Kasım 2016 sayfa 57-62.
[12] Sonyel, sayfa 150.
[13] Sonyel, sayfa 255.
[14] Shaw Stanford J. ve Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and Modern Turkey” Cilt 2 sayfa 358.
[15] Sonyel, sayfa 255.
[16] Sonyel, sayfa 270.
[17] Sonyel, sayfa 272.
[18] Atay Falih Rıfkı, “Batış Yılları” Pozitif Yayınları.
[19] Atay, y.a.g.k., sayfa 121.
[20] Şimşir N. Bilâl, “İngiliz Belgeleri ile Sakarya’dan İzmir’e 1921-1922”, Bilgi Yayınevi, Mayıs 1989.
[21] Şimşir, y.a.g.e., sayfa 61.
[22] Şimşir, sayfa 118.
[23] Şimşir, sayfa 123.
[24] Şimşir, sayfa 150.
[25] Şimşir sayfa 166.
[26] Şimşir sayfa 381.
[27] Şimşir sayfa 384.
[28] Şimşir sayfa 384.
[29] Nomer Kemâleddin Av., “Şeriat, Hilafet, Cumhuriyet ve Lâiklik” Boğaziçi Yayınları Kasım 1996.
[30] Türkiye Diyanet Vakfı, İslâm Ansiklopedisi, “Seyyid Bey” maddesi, SEYYİD BEY – TDV İslâm Ansiklopedisi,
[31] Nomer, sayfa 25.
[32] Nomer, sayfa 176.
[33] TBMM Zabıt Ceridesi 3 Mart 1924, sayfa 40-61.
[34] Y.a.g.z. sayfa 40.
[35] Y.a.g.z. aynı sayfa.
[36] Y.a.g.z. aynı sayfa.
[37] Y.a.g.z. sayfa 41.
[38] Y.a.g.z. sayfa 43.
[39] Y.a.g.z. aynı sayfa.
[40] Y.a.g.z. sayfa 44.
[41] Y.a.g.z. sayfa 47.
[42] Nomer, sayfa 174.
[43] Y.a.g.z. sayfa 50.
[44] Y.a.g.z. sayfa 59-60.
[45] TBMM Albüm 1920-2010, Cilt 1 1920-1950, II. Dönem sayfa 81-122.
[46] TÜİK, İstatistik Göstergeler 1923-2013, Kültür Bölümü Tablo 5.5 sayfa 81.
[47] Banks Tash Reith, “The borrowers: why Finland’s cities are havens for library lovers, The Guardian 15 May 2018.
[48] Finland Reads This is Finland.
No comments:
Post a Comment