ATATÜRK
DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE MİSAK-I MİLLİ
Behçet Kemal YEŞİLBURSA
Uludağ
Üniversitesi, Tarih Bölümü öğretim üyesi, Prof.Dr.
Özet
Bu çalışmamızda 1919-1938 yılları arasında,
yani Atatürk döneminde, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını ve Misak-ı Milli’yi
incelemeye çalışacağız. Bu dönemi, özelliği gereği, birbirinden ayrı üç bölümde
ele alacağız. İlk önce 1919-1923 yılları arasında, yani Milli Mücadele döneminde,
yaşanan dış politika gelişmelerini ele alacağız. Daha sonra 1923-1932 yılları
arasında yaşanan olayları (mesela Musul meselesi gibi), daha sonra da 1932-1938
yılları arasında meydana gelen olayları (mesela Sadabat Paktı ve Hatay meselesi
gibi) ele alacağız. Son olarak da Atatürk dönemi ve sonrasının kısa bir
değerlendirmesini yapacağız (mesela Bağdat Paktı gibi). Anahtar Kelimeler:
Atatürk, Türk Dış Politikası, Ortadoğu, Misak-ı Milli.
TURKEY’S MIDDLE EASTERN
POLICY DURING THE ATATURK ERA AND THE NATIONAL PACT
Abstract
The aim of
this article is to study the National Pact and Turkey’s Middle Eastern policy
between the years 1919- 1938, that is, the Atatürk era. However, before doing
so, the political developments in foreign affairs during the the National
Struggle between 1919 and 1923. Then, the period of 1923-1938 will be dealt
with in two separate sections, as is necessary due to the characteristics of
that era. First, events during the period of 1923-1932, such as the Mosul
issue; then those of 1932-1938, for example the Sadabad Pact and the sanjak of
Alexandria (Hatay) issue will be presented. The article concludes with an
evaluation of the post-Atatürk era, including the Baghdad Pact and the Greater
Middle East Project.
Key words:
Atatürk, Turkish Foreign Policy, Middle East, National Pact.
1.
Giriş
Türkiye’nin Ortadoğu
politikası Cumhuriyet tarihimizin temel konularından birini teşkil etmektedir.
Atatürk döneminde takip edilen dış politikanın ve Ortadoğu siyasetinin dönemin
tarihi kadar günümüz siyasetçilerinin politika belirlemelerinde de son derece
önemli olduğu muhakkaktır. Günümüzün en önemli meselelerinden biri ve önemli
bir eksikliği ne yazık ki tarihi olayları sağlıklı bir şekilde analiz
yapamamaktan kaynaklanmaktadır. Maalesef bu durum, bilhassa Cumhuriyet tarihi
söz konusu olduğunda ve Atatürk ile ilgili hemen her konuda güncel siyasete
dayanak bulma veya karalama adına yapılmaktadır.1 Atatürk dönemi, Milli
Mücadele ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dış politika anlayışının temellerini
ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Dolayısıyla Atatürk dönemi dış
politika gelişmelerini Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi olmak üzere iki
süreçte ele almak daha doğru olacaktır.
*Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü. E-posta: bkyesilbursa@uludag.edu.tr 1 İki savaş arası
dönemde (1918-1939) Türkiye’nin Ortadoğu politikaları hakkında daha geniş bilgi
için bkz. Mustafa Bıyıklı, Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları, 3. Baskı, Savaş
Yayınevi, Ankara 2011. 2 Atatürk dönemi Türk dış politikası hakkında daha geniş
bilgi için bkz. Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış
Politikası (1919-1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997.
Ayrıca bkz. Semih Yalçın, Atatürk’ün Milli Dış Siyaseti, Berikan Yayınları,
Ankara 2000. Mustafa Yılmaz, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1919-1938)”,
Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2000.
2 Atatürk Milli Mücadele hareketinin başlaması
ile birlikte ortaya koyduğu dış politikanın temel ilkelerini Misak-ı Milli’ye
dayandırmıştır. Milli Mücadele hareketinin milli sınırlara dayalı ve tam anlamı
ile bağımsız bir devlet olmaktan başka bir amaç taşımadığı açıkça ortaya
koymuştur. Bu düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırken de batılı devletler arasındaki
çekişmelerden faydalanmayı iyi bilmiştir.
3 Bilindiği gibi Milli
Mücadele’nin temel hedefleri Amasya Genelgesi’nden sonra önce Erzurum’da daha
sonra da Sivas’ta toplanan kongreler vasıtasıyla ortaya konmuştur. Gerek
Erzurum gerekse Sivas kongrelerinde alınan kararlar daha sonra Meclis-i Mebusan
tarafından “Misak-ı Milli” adıyla kabul ve ilan edilmiştir.
Misak-ı Milli’de tespit
edilen ilkeler hem Milli Mücadele yıllarında hem de ondan sonraki dönemlerde
Türk dış politikasının temelini teşkil etmiş ve bölünmez bir Türk yurdunun
sınırlarını çizmiştir.4 Atatürk dönemi dış politika anlayışının iyi bir şekilde
anlaşılabilmesi, Misak-ı Milli ilkelerinin de aynı şekilde iyi bir şekilde
anlaşılabilmesi ile mümkün olabilir. Misak-ı Milli, Milli Mücadele’nin ve Türk
Milleti’nin amacını, hedefini ortaya koyan bir programdır, bir bağımsızlık
bildirgesidir. Misak-ı Milli ne bir efsane, ne de tarihin derinliklerinden
intikal etmiş bir destandır. Misak-ı Milli, Türk Milleti’nin karakterinde var
olan bağımsızlık fikrinin modern manadaki ifadesi ve tezahürüdür. Misak-ı
Milli, bölünmez bir Türk yurdunun sınırlarını tespit eden ve günümüzde de iç ve
dış siyasette canlılığını koruyan önemli bir hukuki ve siyasi belgedir.5 Ancak
Misak-ı Milli’yi sadece bir belge veya tarihi bir olay olarak değerlendirip
geçemeyiz. Bugün Türkiye’nin önünde duran çeşitli sorunların kökleri geçmişe,
Misak-ı Milli’ye kadar uzanmaktadır. O tarihlerde Türkiye aleyhine yürürlüğe
konan veya yerine getirilemeyen vaatler bugün olduğu gibi önümüzdeki yıllarda
da Türkiye’yi ciddi şekilde rahatsız edeceği ve uğraştıracağı anlaşılmaktadır.
Musul-Kerkük meselesi önümüzde duran sorunlardan sadece bir tanesidir. Bugün
Kuzey Irak meselesi olarak bilinen ve neredeyse bütün dünya 3 Türk dış
politikası hakkında daha geniş bilgi için bkz. Baskın Oran (ed.), Türk Dış
Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1:
1919-1980, 8. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2003. 4
Misak-ı Milli bir yönüyle Kurtuluş
Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in arka planını oluşturan bir siyasi ve hukuki
belgedir. Bir Meclis kararı olduğu için meşruiyeti olan ve onu esas alan kurucu
kadronun meşruiyetini de sağlayan bir belgedir. İkinci olarak, Misak-ı Milli,
Türk çoğunluğuna dayalı bir Türk vatanının sınırlarını çizmiştir. Bunu da
dönemin uluslararası hukukuna dayanarak yapmıştır. Osmanlı Devleti’nin
dağılması sürecinde yeni Türk Devleti’nin hem insan hem de toprak unsurlarını
gerçekçi ve insani değerlere dayalı olarak belirlemiştir. Mustafa Kemal Paşa ve
arkadaşlarının, Milli Mücadele’nin siyasi ve askeri süreçlerini takip ederken
dayandıkları yegâne belge Misak-ı Milli olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın ardından
imzalanan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran Lozan Antlaşması da bir kurucu
antlaşma olarak Misak-ı Milli kararlarına dayandırılmıştır.
Bkz. Ali Güler, Türk’ün
Unutulan Yemini, Misak-ı Milli, Halk Kitabevi, Ankara 2016. 5 Yalçın, a.g.e.,
s. 56-66. Ayrıca bkz. Fahir Armaoğlu “Tarihi Perspektif İçinde Misak-ı
Milli’nin Değerlendirilmesi”, Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Atatürk
Araştırma Merkezi, Ankara 2000.
3 devletlerinin içinde
olduğu ve Türkiye için hayati önem arz eden çok yönlü özellikleri olan bu
konunun da kökleri Osmanlı Devleti’nin parçalanma yıllarına dayanır. Bugün
Musul-Kerkük ve Erbil gibi merkezler başta olmak üzere bu coğrafyada yaşayan
Türkmen nüfusu görmezlikten gelinmektedir. Türkmenlerin hak ve hukuklarının
koruması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir görevidir.
6 Misak-ı Milli’nin en
önemli hükmü kurulmasına çalışılan yeni devletin sınırlarının tayinidir.
Misak-ı Milli’nin öngördüğü sınırlar fiziki olduğu kadar, tarihi, coğrafi ve
demografik özellikleri de ihtiva eder. Ancak Misak-ı Milli’nin hedefi Osmanlı
Devleti’ni yeniden ayağa kaldırmak, Mısır’ı, Hicaz’ı, Balkanlar’ı ve
Kafkasya’yı yeniden kurtarmak değildi. Misak-ı Milli’nin konuşulduğu tarihlerde
devletimizin hali belli, fakat akıbeti belli değildi. Zaten bu kararın
çıkmasından yaklaşık bir buçuk ay sonra İtilaf devletleri İstanbul’u işgal
etmiştir. Çünkü Misak-ı Milli bir bağımsızlık bildirgesi ve aynı zamanda bir
savaş kararıdır. Zira bu kararda belirtilen sınırların korunması için mücadele
edileceği yani savaşılacağı hakkında kesin inanç ve azim vardır.
7 Kısaca Misak-ı Milli
her şeyden önce bir milli devlet, üniter devlet düşüncesinin ürünüdür. Bu
itibarla da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini yansıtmaktadır. Ancak
bu önemli özelliğine rağmen anlam ve içeriği ne yazık ki ülkemizde yeterince
anlaşılamamıştır. Misak-ı Milli, millet kavramını tarih şuuru ve sınırları
belirlenmiş somut bir vatan kavramı ile birleştirerek milliyetçilik anlayışına
açıklık getiren ve Türkiye Cumhuriyeti’nin milli sınırlarına temel teşkil eden
bir belgedir. Atatürk, her ne kadar Misak-ı Milli’de sınırlarla ilgili hükümler
yer alırsa da bu sınırları ilgili metin hükümlerinin değil, milletin
menfaatlerinin tespit ettiğini ve bu sınırların milli menfaatlere göre yeniden
düzenlenebileceğini belirtmiştir. Bu ise, Atatürk’ün yazılı metinlerle
öngörülen dar kalıplar içinde kalmadığını, milli menfaatlere, devletin gücüne
ve günün şartlarına göre her zaman yeni hedeflerin belirlenebileceğini
göstermesi açısından da önemlidir.
8 Atatürk’ten sonra
işbaşına gelen hükümetlerin hemen hemen hepsi Atatürk’ün dış politikasını devam
ettirdiklerini söylemişlerdir. Ancak Atatürk dönemindeki Misak-ı Milli bilinci
ve heyecanı kalmamıştır. Misak-ı Milli tabiri ve amacı artık sadece bazı tarih
kitaplarında kalmıştır. Çoğu zaman Lozan Antlaşması hükümleriyle aynı sayılmış
ve hatta günümüzde
6 Misak-ı Milli ve Türk
Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1998, s. 7-8.
7 Misak-ı Milli…, s. 38-40. Ayrıca bkz. Fahir Armaoğlu "Tarihi Perspektif
İçinde Misak-ı Milli'nin Değerlendirilmesi", Atatürk Dönemi Türk Dış
Politikası, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2000. 8 Misak-ı Milli…, s.
219-221. TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara 1985, s. 1318. 4
bazı aydın veya
siyasetçilerimiz Misak-ı Milli sınırlarımızın Lozan’da gerçekleşmiş olduğu
düşüncesini benimsemiş bulunmaktadırlar. Bu ise çeşitli dönemlerde
yöneticilerinin Misak-ı Milli’yi farklı yorumlamalarından kaynaklanmıştır. Oysa
Atatürk, Misak-ı Milli’yi bir bütün olarak görmüş ve ileriye dönük anlamını
bilmiştir. Bu yüzden ömrünün sonuna kadar Misak-ı Milli’yi tam olarak gerçekleştirebilmek
için çalışmış ve aşama aşama başarılı da olmuştur.
Ancak, Misak-ı Milli,
Atatürk’ün tüm çabasına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk temel politikası
olmasına rağmen bu güne kadar bütünüyle gerçekleşememiştir. Fakat Misak-ı
Milli’nin milletimizin gelecek nesillerine, bütün istiklal savaşı şehit ve
gazileri gibi, Atatürk’ün de “rüyası” ve “hedefi” olarak devredildiği
görülmektedir.
9 Atatürk’ün Lozan
sonrası Misak-ı Milli’nin temel ruhunu terk etmeden akılcı bir tarzda hedefe
doğru gittiğini görmekteyiz. 30 Ağustos Zaferi’nin hemen akabinde Fransız le
Figaro Gazetesi’ne verdiği demeç onun amaç ve hedefini tüm açıklığı ile ele
vermektedir. Amerikalı yazar Richard Danin’in sorduğu soruya karşılık:
“-Makedonya’yı ve Suriye’yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk
olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmayı azmettik ve kurtaracağız.
Yazar: İhraz ettiğiniz muzafferiyetten sonra projelerinizin neden ibaret
olduğunu sorabilir miyim? Paşa: Bütün Türk toprakları halas olmadıkça tevakkuf
etmeyeceğim. Yazar: Paşa hazretleri, Türk toprakları demekle ne murad
ediyorsunuz? Paşa: Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya, Asya’da Anadolu,
Musul arazisi ve Irak’ın nıfsı”10
Açıkça görüldüğü gibi
Atatürk Irak’ın yarısını hedefliyordu. Buna Suriye içinde yer alan Türklerle
meskûn topraklar da dâhildi. Atatürk Lozan ve sonrasında güneydeki bu
hedeflerini gerçekleştirmek için yoğun bir çaba harcamıştır. Ancak malum olduğu
üzere Lozan’da Irak sınırı belirsiz kalmıştır. Bu durum özellikle Atatürk
tarafından değişmeye namzet, geçici bir sınır olarak telakki edilmiş ve öyle
kabul edilmiştir. Lozan’dan sonra Musul ve Hatay Atatürk’ün dış politika
hedeflerinin başlıca odak noktaları olmuştur. İşin ilginç yanı o günden bugüne
de öyle kabul edilmesidir. Yani bugün de Kuzey Irak ve Kuzey Suriye Türk dış
politikasının iki önemli meselesi olmaya devam etmektedir.
11 Atatürk’ün Lozan’da
elde edilen sonuçlardan ne derece memnun olduğunu belirtmek hayli zordur. Ancak
Lozan’da Türkiye’nin sınırları ile ilgili alınan kararları Misak-ı Milli ve
milli menfaatler doğrultusunda değiştirmeyi düşündüğü de bir gerçektir. 1933
yılında Ankara’da Amerikalı General McArthur ile yaptığı görüşme sırasında,
McArthur “Sizin Türkiye’nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?” diye sorduğunda
cevaben şöyle demiştir: “Allah 9 Misak-ı Milli…, s. 217-220. 10 Misak-ı Milli…,
s. 52-53.
11 Misak-ı Milli…, s.
52-53. 5 nasip eder, ömrüm vefa ederse, Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım.
Selanik de dâhil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım.” Buradan da,
Atatürk’ün Misak-ı Milli’den vazgeçmediğini, hedefe ulaşmak için uygun
şartların oluşmasını beklediğini anlıyoruz.
12 Ancak Atatürk’ün
yukarıdaki ifadeleri yanlış anlaşılmamalıdır. O, katiyetle irredandist,
saldırgan ve emperyalist bir düşünceye sahip değildir. Atatürk’ün sınırlarla
ilgili sözlerini ve hedeflerini zamanın şartları ve imkânları çerçevesinde
düşünmek gerekir. Şartların elverdiği oranda Atatürk, hakkı gasp edilmiş, zulme
uğramış, vatanı işgal edilmiş bir milletin en tabii haklarını elde etmeyi
amaçlamıştır. Dolayısıyla Atatürk yayılmacı ve saldırgan bir dış politika takip
etmemiştir.
13 Bu arada Atatürk’ün
bir maceraperest olmadığını vurgulamak gerekir. O, Türkiye’nin durumunu göz
önünde bulundurarak dış politikasını tespit etmiş ve uygulamıştır. Bu yüzden
Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek için uygun şartların oluşmasını beklemiştir.
Atatürk, takip ettiği barışçı, tutarlı ve yapıcı dış politika ile Türkiye’yi
bölgesinde ve dünyada güvenilen, sözü dinlenen ve saygı duyulan bir devlet
haline getirmiştir. Dış politika alanında daima milli hedefleri gözetmiştir.
Bütün anlaşmazlıkların barış yolu ile çözümü, Atatürk’ün takip ettiği temel
ilke olmuştur. Bu ilke doğrultusunda anlaşmazlıkları öncelikle barış içinde ama
milli menfaatlerden asla taviz vermeden çözüme çalışmıştır. Atatürk’ün dış
politikası da aynı şekilde akılcı ve ileriye dönüktür. Nitekim yaşadığımız şu
günlerde dünya ve bölgemiz yine çok büyük bir değişim içindedir. Böyle bir
ortamda Misak-Milli’nin fikirlerini, siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel vs
yönlerini değişen dünya ve bölge sistemi içinde bir rehber olarak takip etmek
Türkiye’nin milli menfaatleri açısından zorunludur.14
2. 1919-1923 Dönemi
Milli Mücadele, uzun bir
geçmişe sahip olan bir devletin yaşamının tehlikeye düştüğü, hatta bir bakıma
son bulduğu, çok hassas, kritik bir dönemdir. Bu mücadele sonunda Avrupa’nın
“hasta adam” diye tanımladığı Osmanlı Devleti yıkılmış, onun yerine yeni bir
Türk Devleti, yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Bugün dış politikamıza
hâkim olan ilkelerin temelleri Milli Mücadele döneminde ve onu takip eden
yıllarda, bizzat Atatürk tarafından atılmıştır. Dolayısıyla Atatürk dönemi
Türkiye’nin dış politikasını incelemek, daha sonraki dönemlerde izlenen dış
politika esaslarını daha iyi
12 Misak-ı Milli…, s. 216-218. Ahmet
Kabaklı, Temellerin Duruşması, 4. Baskı, İstanbul 1990, s. 52-53. 13 Misak-ı
Milli…, s. 216-218. 14 Misak-ı Milli…, s. 219-221. Ayrıca bkz. Mehmet Gönlübol
ve Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997. 6
anlamamızı sağlayacaktır. Türkiye’nin
uluslararası camiada özellikle de batı dünyasında saygın bir yer kazanması,
gerek Milli Mücadele döneminde, gerek onu takip eden yıllarda izlenen dış
politika, yani Atatürk döneminde izlenen dış politika, sayesinde mümkün
olmuştur. Öte yandan, Atatürk Türkiye’nin bağımsızlığı için mücadele ederken,
bağımsızlığını henüz kazanmamış, emperyalist devletlerin emellerine hedef olmuş
halklar için de bir kurtuluş örneği oluşturmuştur. Ayrıca Atatürk’ün izlediği
dış politika, yirminci yüzyılda emperyalist güçler karşısında siyasi ve
ekonomik bağımsızlık mücadelesine girişen ülkeler için de bir örnek teşkil
etmiştir.
15 Milli
Mücadele döneminde Türk dış politikası, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile sıkı
bir diyalog suretiyle, bizzat Atatürk tarafından yönetilmiştir. Yeni Türkiye
ancak Lozan’dan sonra Dışişleri Bakanlığı’nı kurabilmiştir. Ancak Lozan’dan
sonraki dönemde de Türk dış politikasının başlıca mimarı yine Atatürk olmuştur.
Dolayısıyla Türkiye’nin dış politikasının temel ilkeleri ve hedefleri Atatürk
tarafından tespit edilmiştir.16 Milli Mücadele döneminde Türk dış politikasının
başarılı olması, bir taraftan askeri alanda kazanılan zaferler, diğer yandan da
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtilaf Devletleri arasındaki dayanışmanın
çökmesi ve Sovyet Rusya ile bu devletlerarasında meydana gelen çatışmayı Milli
Mücadele’yi yönetenlerin iyi değerlendirmiş olmasından kaynaklanmıştır. Ancak,
şunu da belirtmek gerekir ki, Misak-ı Milli de hedefler dar bir şekilde
tutulmamış olsaydı, bu başarının elde edilmesi zor olabilirdi.17 Milli Mücadele
yıllarında Asya’daki Müslüman halklarla canlı bir şekilde devam eden dış
ilişkiler diğer taraftan Ortadoğu’daki Müslüman halklarla da yeniden bir
canlanma sürecine girmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında bağımsızlık
umuduyla Batı güçlerle işbirliği yapan Araplar, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan
etmişlerdi. Ancak savaş sonunda İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu üzerindeki
emelleri açıkça ortaya çıkınca, Araplar büyük bir hayal kırıklığına
uğramışlardır. Batılılar tarafından aldatıldıklarını ve isteklerinin
karşılanmayacağını anlayan Araplar, İngiltere ve Fransa’ya karşı cephe alırken
Türkiye’yi yeniden bir umut ışığı olarak görmüşler ve böylece ciddi bir
Türk-Arap yakınlaşması başlamıştır. İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı
Türkiye’nin öncülüğünde ortak mücadele fikri Araplar arasında yayılmaya
başlamıştır. Bu dönemde Türk ve Arap liderler arasında yakın ilişkiler
kurulmuş, hatta Suriye, Irak ve Türkiye’nin bağımsızlıklarının sağlanmasından
15 İdris Bal (ed.), 21.
Yüzyılda Türk Dış Politikası, Nobel Yayınları, Ankara 2004, s. 31-57. 16 Oran,
a.g.e., s. 74-75. 17 Oran, a.g.e., s. 98-109. 7
sonra bir konfederasyon
kurabilecekleri fikri bile ortaya atılmıştır. Asya ve Ortadoğu’daki Müslüman
halklarla iyi ilişkiler kurmanın Milli Mücadele ve Doğunun kurtuluşu için
önemini çok iyi bilen Atatürk, Irak, Suriye ve Mısır halkı ile iyi ilişkiler
kurarak, İngiliz ve Fransızlara karşı teşkilatlanmalarını söylediği gibi, maddi
yardımda da bulunacağını bildirmiştir.18
3.
1923-1932 Dönemi
Bu dönemde Türkiye’nin
dış politikası Milli Mücadele’nin ve bu mücadele sonunda imzalanan Lozan
Antlaşması’nın etkisi altında gelişmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin politikası uluslararası
ilişkilerin genel seyrinden çok, münferit devletlerin Türkiye’ye karşı
izledikleri politikalara göre düzenlenmiştir. Türk Milleti, Birinci Dünya
Savaşı sonrasında galip devletler tarafından Osmanlı Devleti’ne zorla kabul
ettirilmek istenen Sevr Antlaşmasını kabul etmeyerek giriştiği Milli Mücadele
hareketinden başarı ile çıkmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri ile 24
Temmuz 1923’de eşit şartlarda Lozan Barış Antlaşmasını imzalayarak Türkiye
Cumhuriyeti Devletini kurmuştur. Lozan Antlaşması, Misak-ı Milli açısından
eksik olmakla beraber, o günün şartları içinde, mümkün olanın en iyisi olarak
gerçekleştirilmiştir. Lozan, galip devletler tarafından zorla kabul ettirilen
bir antlaşma değildir. Lozan asla bir Sevr değildir. Lozan’ı Sevr ile kıyaslamak,
Lozan’a hezimet demek, doğru bir tahlil değildir. Sevr dünya savaşındaki
yenilginin, Lozan ise Kurtuluş savaşındaki zaferin ardından imzalanmıştır.19
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yerini alan Türkiye
Cumhuriyeti küçük fakat bununla beraber, Osmanlı Devleti’nden daha kuvvetli ve
daha homojen bir yapıya sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
uluslararası ilişkilerde Osmanlı Devleti’ne üstünlüğü de buradan
kaynaklanmıştır. Ancak Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti de, o dönemin
güçlü devletlerinin dış politika emellerine hedef olmuştur.20 Lozan’dan sonra
Türkiye’nin stratejik önemi azalmamış, aksine artmıştır. 1923’den sonra Türkiye
Avrupa’nın tüm güçlü devletleri ile komşu durumuna gelmiştir. Sovyetler Birliği
doğu bölgesinde, İngiltere Irak Mandası ve Kıbrıs vasıtasıyla, Fransa Suriye
Mandasıyla, İtalya ise On iki Adayı ele geçirdiği için Türkiye ile sınırdaş
olmuşlardı. Bu sebeple Türkiye Milli Mücadeleden sonra gerçekçi bir dış
politika izlemiştir. Bir takım milliyetçi duygulara
18 Haydar Çakmak (ed.),
Türk Dış Politikası, 1919-2012, 2. Baskı, Barış Platin Yayınları, Ankara 2012,
s. 128- 134. Mehmet Serhat Yılmaz, “Mısır Basınında Milli Mücadele Dönemi
Türk-Sovyet İlişkileri (1919–1923)”, ICANAS 38 International Congress of Asian
and North African Studies Abstracts, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu, Ankara, 2007, s.1005-1006. 19 Mehmet Gönlübol ve Cem Sar, Atatürk ve
Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara 1997, s. 42-53. Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap,
2014, s. 315-326. 20 Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), 9. Baskı,
Siyasal Kitabevi, Ankara 1996, s. 59-60. 8
kapılarak tehlikeli bir genişleme politikası
yani revizyonist bir dış politika izlememiştir. Ancak bu durum tamamen o dönem
ile ilgili konjonktürel bir husustur. Şartlar oluştuğunda veya Türkiye’nin
ulusal güvenliği ve bekası ile ilgili yeni hususlar ortaya çıktığında Türkiye
her türlü hareket olasılığını bugüne kadar saklı tutmuştur. Zira Lozan’dan
sonra Türkiye sosyal hayatta köklü değişiklikler yapan önemli devrim ve
kalkınma hareketlerine girişmiştir. Bu hareketlerin başarı ile sonuçlanabilmesi
için ülke içinde olduğu kadar uluslararası alanda da barış ortamına ihtiyaç
duyulmuştur. Bu sebeple Türkiye Lozan sonrası bütün devletlerle iyi ilişkiler
kurmaya özen göstermiştir.21 Lozan’dan sonra Türkiye’nin Ortadoğu’daki
devletlerle arasındaki ilişkiler uzun bir süre dini meselelerin ve yanlış
anlamaların etkisi altında kalmıştır. Hilafetin kaldırılması ve Cumhuriyet
Türkiye’sinin laik bir ülke olarak Batılılaşma hamleleri Asya ve Ortadoğu’daki
halklar, özellikle Araplar arasında Türkiye’ye kaşı bir soğukluk doğurmuştu.
Fakat bu halklar arasında Müslüman bir ülke olarak Türkiye’nin başarılarını
kendi kalkınmaları ve ilerlemeleri için örnek olarak gören aydınlar da vardı.
Bu kişilerin nazarında Türkiye emperyalizme ve emperyalist devletlere karşı
savaşmış ve zafer kazanmış bir ülke idi ve Türkiye’nin bu başarısı kendi
ülkeleri için de örnek alınmalıydı.22 Milli Mücadele ve onu takip eden yıllarda
Türkiye’nin Asya ve Ortadoğu’daki devletlerle olan ilişkilerini Misak-ı
Milli’de belirtilen amaç ve ilkelerin ışığı altında incelemek daha doğru olur.
Misak-ı Milli’nin temel ilkesi Türk unsurunun çoğunlukta bulunduğu topraklar
üzerinde milli bir Türk Devleti kurmaktı. Buna göre, bir bakıma Osmanlı
Devleti’nin varisi olan Türkiye Cumhuriyeti, yüzlerce yıl Osmanlı Devleti’nin
idaresi altında kalmış olan Ortadoğu ülkeleri üzerindeki iddialarından da vazgeçmiş
oluyordu. Böylece Türkiye Ortadoğu’da kurulan yeni devletlerle ilişkilerini
dostane bir şekilde yeniden düzenleme yoluna gitmiştir.
Öte yandan, Yeni
Türkiye’nin eskiden beri bağımsız olan Afganistan ve İran ile önemli bir çıkar
çatışması da bulunmuyordu.23 Milli Mücadele sırasında Türkiye’nin Asya ve
Ortadoğu’daki Müslüman devletlerle olan ilişkileri Ankara Hükümetinin Hilafet
kurumuna karşı tutumu ile yakından ilgiliydi. Milli Mücadelenin önderi olan
Mustafa Kemal Hilafetin er ya da geç kaldırılacağını düşünmekle beraber, bu
kuruma karşı tutumunu muhtemel iç ve dış tepkileri en aza indirecek şekilde
21 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 55-56. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 59-60. 22 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 91-92. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 59-60. Çakmak (ed.),
a.g.e., s. 128-134. Mehmet Serhat YILMAZ, “Mısır Basınında Milli Mücadele
Dönemi Türkiye’si Üzerine Bir Araştırma (1919- 1922)”, The Pursuit of History
International Periodical for History and Social Research (Tarihin Peşinde Uluslararası
Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi), Yıl:1, Sayı:2, (Ekim 2009), s.99-122. 23
Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 87-88. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 88. 9
ayarlamıştı. Zira
Müslümanlar halklar Halife’ye öteden beri ruhani, bir dereceye kadar da dünyevi
bir lider nazarıyla bakıyorlardı. Ayrıca Müslüman halkların maddi ve manevi
destekleri Milli Mücadele hareketini güçlendirecekti. Nitekim Osmanlı Devleti
sınırları dışında bulunan Müslüman halklar, özellikle de Hindistan’daki
Müslümanlar, Milli Mücadeleye maddi ve manevi desteklerini esirgememişlerdir.24
1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış ancak Hilafet makamı korunmuştu. Bu durum
Müslüman halklar arasında hoş karşılanmamakla beraber önemli bir tepki
yaratmamıştı. Ancak Lozan Antlaşmasının imzalanmasından sonra, köklü devrim
hareketlerine girişen Ankara Hükümeti eski düzenin bir kalıntısı olan Hilafet
meselesini tekrar ele almış ve cumhuriyetin ilanından sonra anlamını tamamen
yitiren bu kurumu Türkiye Büyük Millet Meclisi 3 Mart 1924’te kaldırmıştır. Hilafetin
kaldırılması Asya ve Ortadoğu’daki Müslüman halklar arasında bazı tepkilere
sebep olmakla birlikte, Türkiye’de önemli bir yankı oluşturmamıştır. Zira
Hilafet Müslüman devletlerarasında birleştirici bir unsur olmaktan çıkmıştı.
Ayrıca hiçbir egemen devletin Halife’nin üstün kuvvetini tanımayacağı da
açıktı. Dolayısıyla Hilafetin kaldırılması Müslüman devletlerin Türkiye ile
olan ilişkilerde herhangi bir değişikliğe sebep olmamıştır.25
Türkiye’nin, Asya’nın tek
bağımsız Müslüman ülkesi olan Afganistan ile olan ilişkileri artarak devam
etmişti. 1 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türkiye-Afganistan Dostluk
Antlaşması iki devlet arasında çeşitli konularda işbirliğinin gelişmesine yol
açmıştı. Antlaşma çerçevesinde Türkiye Afganistan’a öğretmen, subay ve doktor
göndermiş, Lozan’dan sonra iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gelişerek
devam etmiştir. Mayıs 1928’de Afgan Kralı Amanullah Ankara’yı ziyaret etmiş ve
25 Mayıs’ta Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Bu
tarihten sonra da iki ülke arasındaki işbirliği devamlı bir gelişme
göstermiştir.26
Türkiye ile doğu komşusu
İran arasındaki ilişkilere gelince27, iki ülke arasında 1921’de Afganistan ve
Sovyetler Birliği ile yapılan antlaşmalara benzer bir antlaşma yoktu. Öte
yandan, 1924’de Hilafetin kaldırılması İran’daki bazı çevreler tarafından iyi
karşılanmamış ve bu olay iki ülke arasındaki ilişkilerin dostane bir şekil
almasını kısa bir süre de olsa engellemiştir. Ayrıca Musul sorunu sırasında
Türkiye-İran sınırında yaşayan bazı aşiretlerin
24 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 87-88. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 88. 25 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 87-88. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 88-89. 26 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 88-89. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 88-89. Fahir Armaoğlu, 20.
Yüzyıl Siyasi Tarihi, (Cilt 1-2: 1914-1995), Genişletilmiş 11. baskı, Alkım
Yayınevi, Ankara 1996, s. 331-332. 27 Atatürk dönemi Türkiye-İran ilişkileri
konusunda daha geniş bilgi için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Atatürk Dönemi
Türkiye-İran İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Cilt: 5, Sayı: 3, 1999. 10
çıkardığı olaylar Türk ve İran Hükümetlerinin
karşılıklı itham ve protestolarına sebep olmuştur. İki ülke arasındaki sınır
sorunları 1925 yılında Türkiye’de ortaya çıkan Doğu isyanının bastırılmasından
sonra da devam etmiştir. Nihayet 22 Nisan 1926’da, Tahran’da sınır sorunlarına
son vermek ve iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmek amacı ile bir Güvenlik
ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Ancak 1926 Antlaşması iki ülke arasındaki
sınır meselesini tamamen sona erdirmemiştir. Zira sınır bölgesinde yaşayan
aşiretlerin zaman zaman yaptığı baskınlar iki ülke arasındaki ilişkileri
etkilemeye devam etmiş ve hatta iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin
kesilmesi tehlikesini dahi ortaya çıkarmıştır.28 Ancak tüm bunlara rağmen, önce
15 Haziran 1928’de, Tahran’da, 1926 tarihli Türk-İran Dostluk ve Güvenlik
Antlaşmasına ek bir protokolün imzalanması, sonradan da, 23 Ocak 1932’de, yine
Tahran’da, biri Türk-İran sınır çizgisinin tespiti, diğeri de Uzlaşma, Adli
Tesviye ve Hakemlik konularında iki antlaşmanın daha imzalanması üzerine
Türkiye ile İran arasındaki sınır sorunu kesin bir şekilde çözümlenmiştir.
Bunun üzerine Ankara’da yapılan görüşmeler sonunda, 5 Kasım 1932’de, 22 Nisan
1926 tarihli Güvenlik ve Dostluk Antlaşması yenilenmiştir. Böylece iki ülke
arasındaki ilişkiler dostane bir şekil de gelişmeye başlamıştır.29 Arap
ülkelerine gelince, Birinci Dünya Savaşı sırasında dış tahriklerle güç kazanan
Arap milliyetçiliği Türk milliyetçiliği ile çatışmıştır. Ancak Milli
Mücadele’den sonra, yeni Türkiye’nin Ortadoğu’daki Osmanlı ülkeleri üzerinde
herhangi bir hak iddia etmemesi sebebiyle, Türkiye ile Arap devletleri arasında
Musul ve Hatay sorunları dışında önemli bir çıkar çatışması olmamıştır. 1930
yılında İngiltere ile Irak arasında imzalanan antlaşma ile Irak’ın
bağımsızlığını elde etmesi üzerine 1931 yılında Kral Faysal ve Başbakan Nuri
Said Paşa Ankara’yı ziyaret etmiş ve bu ziyaret iki ülke arasında dostane
ilişkiler kurulmasına imkân hazırlamıştır. Eski Osmanlı ülkelerinden olan Yemen
ve Libya ise Türkiye’ye sadık bire dost ülke olarak kalmışlar ve Türkiye’den
yardım taleplerinde bulunmuşlardır. Türkiye’deki modernleşme hareketleri Mısır
üzerinde de bazı etkileri olmuş, mesela Mısır’daki muhafazakâr çevreler Hilafetin
kaldırılmasını hoş karşılamazken, aydın zümre Türk Hükümetinin kararını
memnuniyetle karşılamışlardır. Öte yandan, Türkiye’nin emperyalist ülkeler
karşısında kazandığı askeri zaferler Mısır halkı tarafından heyecan ve
memnuniyetle karşılanmıştır. Mesela Yunanlıların yenildiği haberi Kahire
sokaklarında Mısır
28 Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 89-90.
Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 90. Armaoğlu, a.g.e., s. 332-333. 29
Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 89-90. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 90.
Armaoğlu, a.g.e., s. 332-333. 11
halkının sevinç gösterilerine vesile
olmuştur.30 Böylece Lozan Antlaşması’ndan on yıl sonra Türkiye Batılı
devletlerle olduğu gibi Asya ve Ortadoğu’daki devletlerle de dostane ilişkiler
kurmuştur. Bu ilişkilerin kurulmasında ve geliştirilmesinde Türkiye’nin
izlediği yapıcı dış politikanın önemli bir rolü olmuştur. 4.
4. Musul
Meselesi
1923-1932 döneminde
Türkiye’yi ilgilendiren en önemli dış politika konusu Musul meselesi olmuştur.
Musul meselesi Lozan’dan sonra yalnız Türkiye ile İngiltere ve Irak arasında
değil, aynı zamanda Türkiye ile diğer Batılı devletlerarasındaki ilişkilerin de
gelişmesinde önemli rol oynamıştır.31 Musul meselesi, bugüne kadar, makale veya
kitap şeklindeki birçok bilimsel yayınların konusu olmuştur. Dolayısıyla biz burada
uzun uzun Musul meselesini anlatmayacağız, sadece kısa bir bilgi verdikten
sonra bu meselenin Türk Milleti için ne ifade ettiğini vurgulamaya çalışacağız.
İngiltere, Musul’u Mondros Mütarekesi’nin 7. Maddesine dayanarak 15 Kasım
1918’de işgal etmiştir. Musul, Misak-ı Milli ile tespit edilen sınırlar içinde
kalıyordu, ancak Milli Mücadele’de düşman işgalinden kurtarılamadan Mudanya
Mütarekesi imzalanmış ve bu yüzden, bu bölgenin geleceğini veya statüsünü
belirleme işi barış konferansına kalmıştı. Lozan Konferansı’nda İsmet Paşa,
Türkiye-Irak sınır sorunu görüşülürken Musul’un Türkiye’ye bırakılması
gerektiğini söylerken, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise statükonun
devamını, yani konferans devam ettiği sırada İngiltere’nin fiili işgali altında
bulunan Musul’un Irak sınırları içinde kalmasını ısrarla savunmuştur. Bu
sebeple Musul sorunu konferansın çalışmalarını tehlikeye düşürecek bir hal
almaya başlayınca taraflar bu sorunun çözümünü konferans sonrasına bırakmayı
kabul etmişlerdir.32 Nitekim Lozan Antlaşması’nın üçüncü maddesinin ikinci
fıkrasına göre, Musul meselesinin, yani Türkiye ile Irak arasındaki sınır
meselesinin, çözümü için İngiltere ile yapılan görüşmeler, 19 Mayıs 1924’te,
İstanbul’da eski Bahriye Nezareti binasında başlamış;
30 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 91-92. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 91-92. Çakmak (ed.),
a.g.e., s. 213-223. Mehmet Serhat Yılmaz, “Türkiye’deki Şapka ve Kıyâfet
İnkılâbının Mısır Kamuoyunda Yansımaları (1925- 1933)”, Hacettepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları
Dergisi, Yıl:1, Sayı:2, (Güz 2005), s.91-103. 31 Musul meselesi ile ilgili
olarak daha geniş bilgi için bkz. İhsan Ş. Kaymaz, Musul Sorunu, Kaynak
Yayınları, İstanbul 2014. Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi
(1918-1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını No: 40, İstanbul 1987.
Ayrıca bkz. Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayını, Ankara 1998. 32 Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 66-67. Armaoğlu,
a.g.e., s. 321-323. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s.
70. 12 konferansa katılan
Türk heyetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Fethi (Okyar) Bey, İngiliz
heyetine de o sırada Irak Yüksek Komiseri olan Sir Percy Cox başkanlık
yapmıştır.33 Konferansın ilk toplantısında Türkiye’nin görüşünü açıklayan Fethi
Bey, Musul halkının üçte ikisinin Türklerden ve Kürtlerden oluştuğunu ve
dolayısıyla bu bölgenin Türkiye sınırları içinde kalması gerektiğini
söylemiştir. Ayrıca Fethi Bey, Musul’un coğrafi bakımdan da Türkiye’nin bir
parçası olduğunu ileri sürmüştür. Böylece Fethi Bey, Musul’un etnik ve coğrafi
sebeplerle Türk ve Kürt halklarının kaderlerini birleştirmiş oldukları Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir parçası olduğunu savunmuştur.34 Diğer taraftan, İngiliz
temsilcileri, Türkiye’nin bu görüşünü kabul etmek şöyle dursun, Musul’un Irak
sınırları içinde kalmasını sağlamak için önceki iddialarını daha ileri
götürerek, Hakkâri bölgesi üzerinde de haklar ileri sürmüşlerdir. Tarafların
görüşlerinde ısrar etmeleri sebebiyle İstanbul Konferansı 5 Haziran 1924’te
dağılmıştır. Bunun üzerine Musul sorunu Lozan Antlaşması’nın üçüncü maddesinin
ikinci fıkrasına göre Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiştir.35 Musul
meselesi, 20 Eylül 1924 tarihinde Milletler Cemiyeti’nde görüşülmeye başlanmış
ve görüşmeler sırasında Fethi Bey, önce Lozan’da daha sonra da İstanbul
Konferansı’nda olduğu gibi, Türkiye’nin görüşünü açıklamış ve Musul’da bir
plebisit yapılmasını istemiştir. İngiltere daha önceki görüşünde ısrar ettiği
gibi, meseleyi sadece Türkiye ile Irak arasında bir sınır çizgisinden ibaret
görmüş ve bölgede yaşayan insanların cahil olduğunu ileri sürerek plebisit
yapılmasına itiraz etmiştir. Görüşmeler sırasında statükonun devamından yana
bir karar alan Milletler Cemiyeti, Musul halkının isteklerini tespit etmek,
ilgili üç devletin resmi makamları ile görüşmek ve bunlara dayanarak kendisine
bir rapor vermek üzere bir Tahkik Komisyonu kurmuştur. Ancak Cenevre’de
görüşmeler devam ederken Musul bölgesinde Türk ve İngiliz kuvvetleri arasında
yer yer çatışmalar meydana gelmiştir. İngilizler, 9 Ekim 1924’te verdikleri bir
ültimatom ile Türk kuvvetlerinin 48 saat içinde İngiltere tarafından kabul
edilen sınır hattının gerisine çekilmelerini aksi takdirde zora
başvuracaklarını bildirmişlerdir. Bunun üzerine, Türkiye geçici bir sınır
çizgisinin tespiti için Milletler Cemiyeti’ne başvurmuştur. Bu başvuru üzerine
Brüksel’de olağanüstü toplanan Milletler Cemiyeti, 29 Ekim 1924’te geçici bir
sınır çizgisi tespit etmiş ve tarafların bu çizgiye uymalarını istemiştir.
36 33 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 67-68. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 71. 34 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 67-68.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1916 yılında
İngiltere ile Fransa arasında imzalanan Sykes-Picot gizli antlaşmasına göre
Musul bölgesi Irak’ın değil Suriye’nin bir parçası sayılmıştı. Ancak Sevr
Antlaşması’nın 64. Maddesine göre de bu bölge (Musul) ne Irak’a, ne de
Suriye’ye bırakılmış, özerk Kürk bölgesinin bir parçası olarak kabul edilmişti.
Bkz. Olaylarla Türk Dış
Politikası…, s. 71. 35 Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 68-69. Olaylarla Türk Dış
Politikası…, s. 71. 36 Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 68-69. Olaylarla Türk Dış
Politikası…, s. 72.
13 Bu arada, Eylül
1925’de, Tahkik Komisyonu hazırlamış olduğu raporu Milletler Cemiyeti’ne sunmuş
ve raporda şu tavsiyelerde bulunmuştu: 1) Musul Irak’ın bir parçası sayılacak
ve Irak 25 yıl süre ile İngiliz Mandası altında kalacak; 2) Türkiye ile Irak
arasındaki sınır çizgisi Brüksel’de tespit edilen hat olacaktı. Komisyonun bu
tavsiyeleri Türk Hükümeti ve halkı tarafından şiddetle protesto edilmiştir.
Uzun tartışmalar sonucunda 16 Aralık 1925’de Milletler Cemiyeti Musul’un Irak’a
bırakılması yönünde bir karar almıştır. Bu karar Türk Hükümeti ve halkı
nezdinde Milletler Cemiyeti ve İngiliz emperyalizmine karşı büyük bir tepki
yaratmıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin İstanbul’u işgal
etmeleri, Yunanlıları, Arapları ve Kürtleri Türkler aleyhine kışkırtmaları ve
nihayet Musul meselesi Türkiye’de o dönemde haklı olarak bir İngiliz aleyhtarlığı
doğurmuştu. Ayrıca Musul sorunu devam ettiği sırada İngilizler bağımsız bir
Kürdistan kurulması fikrinden henüz vazgeçmemişler ve bu amaçlarını
gerçekleştirmek için zaman zaman ve yer yer Kürt halkını Türkiye aleyhine
kışkırtmaktan da geri durmamışlardır.37 Kabul etmek gerekir ki, Milletler
Cemiyeti’nin Musul’u Irak’a bırakma kararı tamamen siyasi bir karardır. Yoksa
bu karar, bu konuda Irak’ın ya da İngiltere’nin haklı olmasından dolayı
verilmemiştir. Bu dönemde Türkiye Milletler Cemiyeti’nin üyesi bile değilken,
İngiltere cemiyetin en nüfuzlu üyelerinden biri idi. Ayrıca Milletler Cemiyeti,
Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından kurulmuş bir teşkilat idi. Zira
bu teşkilat içinde büyük devletlerin özel hukuki yetkileri ve önemli siyasi
nüfuzları bulunuyordu.38 Milli Mücadele’den yeni çıkmış olan Türkiye’nin
yaşadığı sıkıntılardan yalnız İngiltere değil, savaştan galip çıkan Fransa ve
İtalya gibi diğer büyük devletler de faydalanmak istemişlerdir. Nitekim bu
devletler savaş meydanlarında elde edemediklerini diplomasi ve tehdit yolu ile
elde etmek istemişlerdir. Milli Mücadele’de Türkiye’yi anlamayan veya anlamak
istemeyen bu devletler Lozan’dan sonra da anlamamakta ısrar etmişler ve
Türkiye’ye karşı tutumlarını pek değiştirmemişlerdir. Büyük devletlerin bu
tutumu Türkiye’nin Milli Mücadele döneminde izlediği dış politikaya geri
dönmesine neden olmuştur.
Batılı devletlerin bu
davranışları karşısında yalnız kalan Türkiye tekrar büyük bir devletin
desteğine ihtiyaç duymuştur ve o dönemde Türkiye ile dostane ilişkilerini devam
ettirmek isteyen tek büyük devlet Sovyetler Birliği olmuştur. Nitekim Türkiye
17 Aralık 1925’de, yani Milletler Cemiyeti’nin Musul
37 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 69-72. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 72-74. 38 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 71-72. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 75.
14 hakkındaki kararından bir gün sonra,
Sovyetler Birliği ile Paris’te bir Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması
imzalamıştır.39 Misak-ı Milli sınırları içinde olmasına rağmen, Türkiye
Milletler Cemiyeti’nin kararından sonra Musul’u kuvvet yolu ile geri alma
teşebbüsünde bulunmamıştır. Zaten o sırada bunu yapacak gücü de
bulunmamaktadır. O dönemde böyle bir teşebbüste kalkışmak gerek iç, gerek dış
düşmanlara Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için yeni bir fırsat
vermiş olacaktı. Ayrıca savaştan yorgun ve bitkin çıkan Türkiye o dönemde yoğun
bir kalkınma hareketlerine başlamıştı. Zira yeni bir savaş tüm bu kalkınma
hareketlerini sekteye uğratabilirdi. Bu sebeplerle Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin
Musul hakkında vermiş olduğu kararı esas kabul ederek İngiltere ve Irak ile
yaptığı görüşmeler sonucunda bu iki ülke ile 5 Haziran 1926’da bir antlaşma
imzalamıştır. Böylece Lozan’dan arta kalan önemli bir sorun çözülmüş ve
Türkiye’nin Batılı devletlerle iyi ilişkiler kurmasının önü açılmıştır. Ancak
yine de Türkiye ile İngiltere arasındaki ilişkilerin gelişmesi pek kolay
olmamış ve bu durum 1930’ların başına kadar devam etmiştir. 1926 antlaşmasına
göre Türkiye ile Irak arasındaki sınır esas itibariyle Milletler Cemiyeti
tarafından Brüksel’de tespit edilen hat olmuş, ancak bu hatta Türkiye lehine
bazı küçük değişiklikler yapılmıştır. Yine antlaşmaya göre Irak Hükümeti, Musul
üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye’ye 25 yıl süre ile petrolden alacağı aidatın
%10’unu verecekti. Ancak daha sonra Türkiye 500.000 İngiliz lirası karşılığında
bu hakkından feragat etmiştir.40 Bugün elbette gönül arzu ederdi ki, bir Hatay
meselesinin halledildiği gibi Musul konusunu da halletmiş olalım. Ancak burada
farklı bir husus var. Burada petrol var. Dünya petrol rezervlerinin bugün
yaklaşık %5’i Musul, Kerkük ve Süleymaniye esas olmak üzere 36. Paralel
içerisinde, geri kalan %5’i yine Irak toprakları içerisinde 32. Paralel
içerisinde, yani Basra Körfezi civarındadır. Dolayısıyla hem İran-Irak Savaşı
sırasında hem de 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında Irak topraklarının dış güçler
tarafından bu şekilde bölünmesi tesadüf değildir. Batılıların öteden beri Arap
emperyalizmine (Büyük Suriye, Büyük Mısır, Büyük Arabistan ve Büyük Kuzey
Afrika-Arap Birliği gibi) vermeye çalıştıkları bu ham hayal veya idealler bugün
bölgedeki başka unsurlara verilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla bugün Türkiye
Cumhuriyeti üzerinde yine bir takım ham hayaller söz konusudur. Bugün Musul,
Kerkük denildiği zaman oralarda sadece terör örgütlerinin veya başta
İngiltere’nin, Amerika’nın, İsrail’in vs. ülkelerin politikaları ön plana
çıkmasın, Türkiye’nin,
39 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 72-73. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 75. 40 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 73-74. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 75-76.
15 Türk Milletinin ve
Türkmenlerin de görüşü, politikası ortaya konsun. Şunu kabul edelim, Musul
meselesi Atatürk’ten sonra ihmal edilmiş ve unutulmuştur. Kıbrıs meselesinin
onda biri kadar ilgiyi Musul meselesi kamuoyumuzda ve basınımızda görmemiştir.
Türkiye’nin Ortadoğu politikası, özellikle de Musul-Kerkük meselesi, böyle
makalelerle, sempozyumlarla, panellerle, konferanslarla sık sık işlenmeli ancak
her halükarda basında, kamuoyunda Kıbrıs meselemizin yanında bir de Musul
meselemiz olduğunu gündeme getirmemiz ve kabul ettirmemiz gerekiyor.
Kürkçüoğlu, Atatürk’ün Musul meselesindeki tutumu ile Büyük Zafer’den sonra
ortaya çıkan “Çanakkale Krizi” sırasındaki düşünce ve tutumu arasında
paralellik bulunduğunu ve 1922 Eylülünde, Çanakkale Krizinde Atatürk’ü
frenleyen sebeplerin, 1923 Martında Musul konusunda aynen mevcut olduğunu
belirtmektedir ki, bu analize katılmamak mümkün değildir.41 Ancak bugün Kuzey
Irak meselesi bir çıkmazdadır. Artık Kürt bölgesinin eskisi gibi kayıtsız
şartsız Bağdat’ın hâkimiyetine girmesi mümkün görünmediğine göre en basit
çözüm, 1970’lerde Kürtlere verilen özerklik statüsünün genişleterek yeniden
gündeme getirilmesidir. Ancak Kürt grupların bu çözümü artık yeterli
görmedikleri açıktır. Eğer Kürt grupları ciddi bir ekonomik kaynak bulur ve
güçlü devletlerden de bir destek görürlerse, bu bölgede bir Kürt devleti ilan
edebilirler. Dolayısıyla şartların her an değişebileceği bu coğrafyada önerilen
çözümlerin hiçbirisinin sancısız gerçekleşmesi mümkün görülmemektedir. Durum
böyle olunca Kuzey Irak ve Türkmenler konusunda Türkiye’nin ihtiyatlı,
hazırlıklı ve planlı olması kaçınılmaz bir gerçekliktir.
5. 1932-1938 Dönemi
1932 sonrası Türkiye’nin
izlediği dış politika daha çok uluslararası ilişkiler çerçevesinde gelişmiştir.
Bu dönemde Türkiye komşusu olan ve olmayan bütün devletlerle iyi ilişkiler
kurmuş ve uluslararası toplum içinde diğer bağımsız devletler gibi eşit bir
statü kazanmıştır. Dolayısıyla bu dönemde Türk dış politikasının temel hedefi
büyük zorluklarla elde edilen bu statünün devamını sağlamak olmuştur. Bu
dönemde uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan yeni gelişmeler Türkiye’nin daha
dinamik bir dış politika izlemesini zorunlu kılmıştır. 1932-1938 döneminde
uluslararası ilişkileri derinden etkileyen biri ekonomik diğeri de siyasi olmak
üzere iki önemli yüzü vardır. Bunlardan ilki 1930’larda dünya yaşanan iktisadi
krizdir. İkincisi ise bu iktisadi krizin etkisiyle birçok ülkede aşırı devletçi
ve milliyetçi ideolojilerin 41 Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri,
1919-1926, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1978, s. 244-245, 288.
16 kuvvetlenmiş olmasıdır. Bu iktisadi krizin etkisiyle ülkeler dış ticaret
politikalarını tekrar gözden geçirirken, uluslararası alanda da iktisadi
milliyetçilik akımı gittikçe kuvvetlenmiştir.42 Bu gelişmeler sonunda İtalya’da
Faşist yönetim güç kazanırken Almanya’da da Hitler iktidara gelmiştir. Nitekim
kısa bir süre sonra bu totaliter rejimlerin davranışları hem uluslararası
ekonomik ilişkilerde hem de siyasi ilişkilerde etkisini derhal göstermiştir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya ile bu savaştan galip çıkmasına
rağmen umduğunu bulamayan İtalya, Versay Antlaşması ile kurulan savaş sonrası
düzeni değiştirmek isteyen bir dış politika izlemeye başlamışlardır. Versay
sistemini değiştirmek isteyen bu revizyonist grup karşısında, Birinci Dünya
Savaşı’ndan galip çıkan ve bu sebeple de bu sistemin devamından yana olan
anti-revizyonist bir grup, yani İngiltere ve Fransa, bulunmaktaydı. Revizyonist
grubun saldırgan bir dış politika izlemesine karşılık, anti-revizyonist grup
daha çok yatıştırma ve taviz politikası takip etmiştir.43 1930’larda ortaya
çıkan bu ideoloji ve çıkar grupları karşısında Türkiye, Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra galip devletlerin insafsızca saldırılarına maruz kalmasına
rağmen, dış politika hedeflerini belirlerken duygusal sebeplerle hareket
etmemiştir. Ülke çıkarları ile uluslararası gerçekleri telif eden bir yol
seçmiştir. Eğer bu dönemde Türkiye tarihi ve duygusal sebeplerin etkisiyle
hareket etmiş olsaydı revizyonist gruba katılması pekala mümkün olabilirdi.
Ancak Atatürk,
Türkiye’nin yeni sınırları ile tatmin edilmiş olduğunu kabul ederek ülkeyi yeni
maceralara sürükleyebilecek davranışlardan kaçınmıştır. Zaten Türkiye’nin
“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini dış politikasının esası olarak kabul
etmesi, uluslararası alanda yeni gruplaşma hareketlerinin başladığı bu döneme,
yani 1930’lara, rastlar.44 Ancak şu hususu belirtmekte yarar var. Atatürk’ün
“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi pek çokları tarafından yanlış
anlaşılmaktadır. Lozan’da Misak-ı Milli hedeflerine tam olarak varılamayınca,
silaha başvurulmamış, beklenmiş ve hedefin bazı kısımlarına daha sonraki
yıllarda barış yolu ile erişilmiştir. Mesela 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve
1939 Hatay meselesi gibi. Bu olaylar hatırlanırsa, Atatürk’ün “Yurtta barış,
dünyada barış” ilkesi daha iyi anlaşılır. Atatürk milli hedeflerden
şaşılmamasının, fakat onlara bekleyerek, zamanı gelince barış yolu ile
erişilmesinin örneklerini vermiştir.
42 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 92-93. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 92-93. 43 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 92-93. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 93. 44 Gönlübol ve Sar,
a.g.e., s. 93-94. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 93-94.
17 1932-1938 döneminde
Türkiye, 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olmuş, Balkan ülkeleri ile
ilişkilerini geliştirerek 1934’te Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile
birlikte Balkan Paktını kurmuş, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve
Ortadoğu ülkeleri ile olan siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel ilişkilerini
geliştirmiş, 1936’da Montrö Antlaşmasıyla Boğazlar rejimini kendi lehine
sonuçlandırmış, 1937’de İran, Irak ve Afganistan ile birlikte Sadabad Paktı’nı
kurmuş ve 1938’de de Hatay sorununu yine kendi lehine çözüme kavuşturmuştur.45
6. Sadabad Paktı
Faşist İtalya’nın 1934’den sonra Asya
ve Afrika’ya yayılma politikası, Türkiye’yi Ortadoğu’da da Balkanlarda izlediği
politikaya benzer bir dış politika izlemeye sevk etmiştir. Tıpkı Balkanlarda
olduğu gibi Ortadoğu’da da bir ittifak, pakt kurma yoluna gitmiştir. Bu konuda
en sıkı işbirliği yaptığı ülke İran olmuştur. İran Şahı Rıza Pehlevi Haziran
1934’de Türkiye’yi ziyaret etmiş ve bu ziyaretten sonra iki ülke arasında
dostane ilişkiler kurulmuştu. Öte yandan, Musul meselesinin çözülmesinden sonra
Irak ile de dostane ilişkiler kurulması mümkün olmuştu. Ayrıca Afganistan’la
daha Milli Mücadele yıllarında başlayan dostluk ve işbirliği de gelişerek devam
etmişti.46 1935’de İtalya’nın Milletler Cemiyeti sistemini ihlal ederek
Habeşistan’ı işgal etmesi, Türkiye’yi İran, Irak ve Afganistan ile birlikte
tıpkı Balkan Paktı gibi bir pakt kurmaya sevk etmiştir. Bu olay üzerine
Türkiye, İran ve Irak 2 Ekim 1935’de Cenevre’de üçlü bir antlaşma parafe
etmişlerdir. Bu gruba daha sonra Afganistan’da katılmıştır. Ancak Cenevre’de
temelleri atılan bu paktın gerçekleşmesi uzun bir zaman almıştır. Bunun başlıca
sebebi İran ile Irak arasındaki sınır anlaşmazlığı olmuştur. İki ülke
arasındaki bu anlaşmazlık sebebi ile paktın imzalanması ancak 1937 yılında
gerçekleşmiştir. 1935 yılında Cenevre’de parafe edilen dostluk antlaşması
çerçevesinde İran’la girişilen ilişkiler sonucunda bu ülke ile çeşitli
konularda birçok antlaşma imzalanmıştır. Öte yandan, Irak ile 5 Haziran 1926 tarihinde
imzalanan ve süresi biten Dostluk Antlaşması da Nisan 1937’de iki yıl
uzatılmıştır. Bu arada Türkiye ve Mısır arasındaki ilişkiler, özel bir
antlaşmaya dayanmamakla birlikte, dostane bir şekilde devam etmiştir. Mısır ile
ilk dostluk antlaşması 7 Nisan 1937’de Ankara’da imzalanmıştır. Türkiye’nin
Ortadoğu’daki ülkelerle ilişkilerini yakınlaştırması ve ayrıca bu ülkelerin
kendi aralarında iyi ilişkiler kurması, 1935’de Cenevre’de parafe edilen dörtlü
paktın imzalanmasını kolaylaştırmıştır. Paktın imzalanmasını geciktiren
İran-Irak sınır 45 Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 92-133. 46 Gönlübol ve
Sar, a.g.e., s. 108. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 106-108. Sadabat Paktı
hakkında daha fazla bilgi için bkz. İsmail Soysal, “1937 Sadabat Paktı”, X. Türk
tarih Kongresi, Ankara 1994. 18 anlaşmazlığı 4 Temmuz 1937’de çözülmüş ve bunu
takiben Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında dörtlü pakt 8 Temmuz 1937’de
Tahran’da Sadabad Sarayı’nda imzalanmıştır. Daha sonraki yıllara da imzalandığı
yere atfen Sadabad Paktı olarak anılmıştır. Pakt beş yıl için imzalanmıştı,
ancak ilgili ülkeler bu sürenin bitmesinden altı ay önce paktın feshini
istemedikleri takdirde pakt otomatik olarak 5 yıl süre ile uzatılmış
sayılacaktı. Pakt, antirevizyonist ülkeler, özellikle İngiltere, tarafından
olumlu karşılanmıştır.47 Sadabat Paktı, Ortadoğu ülkeleri arasında yapılan çok
taraflı bölgesel ilk antlaşma olmasından dolayı önemlidir. Sadabat paktı,
1945’teki Arap Birliği’ne ve 1955 yılında yapılan Bağdat Paktı’na örnek olmuştur.
Pakt, İtalya, İngiltere ve Sovyetler Birliği’ne karşı yapılmamıştır. Daha çok
Atatürk’ün barışçı dış politikasını ve ülke etrafında oluşturmaya çalıştığı
dostluk ve güvenlik çemberini yansıtmaktadır. Ayrıca Sadabad Paktı, Balkan
Paktı ile birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin batı ile doğu arasında bir barış
köprüsü olma misyonunun da ilk göstergesidir.48
7 . Hatay Meselesi
1932-1938
döneminde Türk dış politikasını ve aynı zamanda Türkiye-Fransa-Suriye
ilişkilerini etkileyen en önemli olay İskenderun Sancağı (Hatay) meselesidir.
Sancak bölgesinde en büyük çoğunluğu Türkler teşkil ettiği için bu bölge
Misak-ı Milli sınırları içine dâhil edilmişti. Ancak Suriye ve Sancak bölgesi
25 Nisan 1920’de San Remo’da yapılan antlaşma ile Fransa’nın yönetimine
bırakılmıştı. Bu sırada Anadolu’da Milli Mücadele hareketi devam ettiği için
Suriye sınırı henüz kesin olarak tespit edilmemişti. Milli Mücadele sırasında
Fransa ile silahlı çatışmanın durdurulması ve Türkiye’nin o zaman ki
çıkarlarını korumak için bu devlet ile 20 Ekim 1921’de Ankara’da bir antlaşma
yapılması gerekli görülmüştü. Ancak bu antlaşma ile Sancak bölgesi sınırlarımız
dışında kalmıştı. Suriye üzerindeki Fransız Mandası 23 Eylül 1923’de Milletler
Cemiyeti tarafından da onaylanmıştı.49 Ancak yıllar sonra 9 Eylül 1936’da
Fransa ile Suriye arasında Manda idaresinin kaldırılması ve Suriye’ye
bağımsızlık verilmesi konusunda bir antlaşma yapıldı. Antlaşmanın üçüncü
maddesine göre Fransa, Suriye üzerindeki haklarını yeni Suriye Hükümeti’ne
devrederken İskenderun Sancağı üzerindeki hak ve sorumluluklarını da bu
hükümete devretmiş oluyordu. Antlaşmanın metni yayınlanınca, Sancak bölgesinde
yaşayan Türklerin geleceği basında ve
47 Gönlübol
ve Sar, a.g.e., s. 108-110. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 106-108. 48
Yalçın, a.g.e., s. 229. 49 Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 132-133. Olaylarla Türk
Dış Politikası…, s. 126-133. Hatay meselesi hakkında daha geniş bilgi için bkz.
Yücel Güçlü, The Question of the Sanjak of Alexandretta, TTK Yayını, Ankara
2001. Ayrıca bkz. İsmail Soysal, “Hatay Sorunu ve Türk-Fransız Siyasal
İlişkileri, 1936-1939” Belleten, C. XLIX, Ankara 1986.
19 resmi
çevrelerde endişe yaratmıştı. İşte bu antlaşma ile Sancak’ın statüsü meselesi
tekrar ortaya çıkmış ve Fransa ile Türkiye arasında 1939 yılına kadar devam
eden bir anlaşmazlık konusu olmuştur.50 Türkiye’nin Sancak meselesine verdiği
önem Atatürk’ün 1 Kasım 1939’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken yapmış
olduğu konuşmada şu şekilde ifade edilmiştir: Bu sırada, Milletimizi gece
gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan
‘İskenderun-Antakya’ ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve
kat’iyetle durmaya mecburuz. Daima kendisiyle dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz
Fransa ile aramızda tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler ve
haklı sayanlar, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii
görürler.51 Türk Hükümeti’nin 9 Ekim 1936’da verdiği notaya Fransız Hükümeti 10
Kasım 1936’da cevap vermiştir. Notada, Fransa’nın, Manda Antlaşması’nın birinci
ve dördüncü maddeleri gereğince Suriye Mandasını ancak iki kısma ayırabileceği,
oysa Suriye ve Lübnan antlaşmalarına benzer bir antlaşma Sancak ile yapıldığı
takdirde Suriye topraklarının parçalanmış olacağı, Fransa’nın ise buna yetkili
olmadığı belirtilmiştir. Bundan sonra teati edilen notalarda iki taraf
görüşlerini tekrarlamış ve Fransa sorunun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini
teklif etmiştir. Türkiye’nin bu teklifi kabul etmesi üzerine Sancak meselesi
14- 16 Aralık 1936 tarihleri arasında Milletler Cemiyeti’nde görüşülmüştür.
Milletler Cemiyeti’nde çalışmalar sürerken, Türkiye ile Fransa arasında da
doğrudan görüşmeler devam etmiştir. İki ülke arasındaki görüşmeler sonunda
Sancak meselesi üzerinde birçok noktada uzlaşmaya varılmış ve iki devlet
arasında 29 Mayıs 1937’de Cenevre’de, Sancak’ın milli bütünlüğünü güvence
altına alan ve yeni Türkiye-Suriye sınırını tespit eden bir antlaşma
yapılmıştır. Ancak ne bu antlaşma ne de Milletler Cemiyeti’nin kararları Sancak
meselesini kökünden çözememiştir. Türkiye Sancak’ta yeni rejimin derhal
uygulanmasını isterken, Suriye’deki Arapların protesto ve isyan hareketleri ve
Sancak’taki Fransız sömürge idaresinin Arapları kışkırtan davranışları 1937
yazında yeni birtakım güçlüklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.52 Bu sırada
Avrupa’da uluslararası ilişkiler gerginleşmiş ve Almanya’nın Avusturya’yı ilhak
etmesinden sonra Avrupa’daki kuvvet dengesinin Mihver devletlerin lehine
değişmeye başlaması, anti-revizyonist ülkelerin Türkiye’ye olan ihtiyacını artırmıştır.
Bu gergin durum karşısında Fransa Sancak meselesi sebebiyle Ortadoğu’nun en
güçlü devleti olan Türkiye ile ilişkilerini kısa zamanda düzeltme ihtiyacını
hissetmiştir. 3 Temmuz 1938’de Antakya’da, 50 Gönlübol ve Sar, a.g.e., s.
132-133. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 126-133. 51 Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri, Cilt: 1, (1918-1938), Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları No. 1,
Ankara, 1952, s. 392. 52 Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 133-137. Olaylarla Türk
Dış Politikası…, s. 126-133. 20 Türk-Fransız askeri temsilcileri arasında
yapılan görüşmeler sonunda, Sancak’ın mülki bütünlüğünün ve siyasi statüsünün
müştereken korunması hakkında bir askeri anlaşma yapılmıştır. Öte yandan,
Paris’te başlayan ve sonradan Ankara’da devam eden Türk-Fransız görüşmeleri de
olumlu gelişmiş ve 4 Temmuz 1938’de Ankara’da Türk Dış İşleri Bakanı ile
Fransa’nın Ankara Büyükelçisi arasında bir Dostluk Antlaşması parafe
edilmiştir.53 Türk-Fransız antlaşmasının imzalanmasından sonra Temmuz ayı
sonuna doğru Sancak’ta yapılacak seçimler hakkında çalışmalara tekrar başlanmış
ve Ağustos’ta yapılan seçimler sonunda Sancak Meclisi’ndeki 40 sandalyeden 22
sini Türkler kazanmışlardır. Sancak Meclisi ilk toplantısını 2 Eylül 1938’de
yapmış ve Sancak’a Türkçe adıyla, Hatay Devleti adını vermiştir. Türkiye ile
Hatay Devleti arasındaki ilişkiler süratle gelişmiş ve Hatay Devleti
yöneticileri her vesile ile Türkiye’ye katılma arzularını dile getirmişlerdir.
Nihayet 29 Haziran 1939’da son toplantısını yapan Hatay Meclisi oybirliği ile
Türkiye’ye katılmaya karar vermiştir. Bu arada Hatay’ın Türkiye’ye
katılmasından sonra Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkiler de süratle gelişmiş
ve iki ülke arasında 23 Haziran 1939’da Ankara’da Türkiye ile Suriye arasındaki
sorunları kesin olarak çözen bir antlaşma ile aynı gün Paris’te bir Karşılıklı
Yardım Bildirisi imzalanmıştır. Bunun üzerine 19 Ekim 1939’da Türkiye, Fransa
ve İngiltere arasında üçlü bir Karşılıklı Yardım Antlaşması imzalanmıştır.54
Hatay’ın Türkiye’ye katılması Atatürk dönemi Türk dış politikasının son
başarısı olmuştur. Bu başarıyı Atatürk döneminde izlenen barışçı dış
politikanın bir sonucu olarak görmek gerekir. Hatay meselesi, Atatürk’ün
barışçı, azimli, ileri görüşlülüğü ve kararlı tutumu sayesinde savaşa lüzum
kalmadan barışçı yollarla çözümlenmiştir tıpkı 1936 Boğazlar Antlaşmasında
olduğu gibi. Nitekim 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Lozan’da
Boğazlara konulan bütün kayıtlar kaldırılmış ve Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki
hâkimiyeti kabul edilmiştir.
8. Sadabat Paktı’ndan Bağdat
Paktı’na, Bağdat Paktı’ndan Büyük Ortadoğu Projesine
Yukarıdaki
başlıktan da anlaşılacağı üzere Ortadoğu’ya yönelik planlar, projeler sürekli
yenilenmekte ve değişmektedir. Ancak birincisinden sonuncusuna Türkiye’nin
inisiyatifi tamamen ortadan kalkmıştır. Atatürk döneminden sonra yavaş yavaş
Batı’ya bağımlı hale gelen Türkiye 1950’lerden sonra hemen hemen her alanda
tamamen bağımlı hale gelmiştir;
53 Gönlübol
ve Sar, a.g.e., s. 137-138. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s. 126-133. 54
Gönlübol ve Sar, a.g.e., s. 138-139. Olaylarla Türk Dış Politikası…, s.
126-133. Yusuf Sarınnay, “Atatürk’ün Hatay Politikası” (1936–1937)–I, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt. XII, Sayı:34 (Mart 1996), s.3–65. Yusuf
Sarınay, “Atatürk’ün Hatay Politikası” (1938–1939)-II, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Cilt. XII, Sayı:35 (Temmuz 1996), s.407–454.
21 Zamanla
Batı politikalarının Ortadoğu’da sadece yürütücüsü durumuna gelmiştir. Bu durum
Bağdat Paktı’nın kuruluşundan Büyük Ortadoğu Projesinin uygulanışına kadar birçok
konuda açıkça görülmektedir. Türkiye bu dönemde ekonomik ve askeri bakımdan
şüphesiz birtakım kazanımlar elde etmiştir, fakat bu kazanımlarından kat be kat
daha fazlasını da kaybetmiştir. İlk başta ekonomisi bağımlı hale gelmiş ve
siyasi olarak da Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesi yara almıştır.55
Atatürk’ten sonra Türkiye dış politika alanında geleneksel olarak Batıcılık
çizgisini takip etmiş, fakat en az onun kadar geleneksel olan dengecilik ve
statükoculuk çizgisinden özellikle 1945’den sonra ciddi bir sapma göstermiştir.
Nitekim bu dönemde Türkiye ne Doğu-Batı arasındaki, ne de Batı’nın kendi
içindeki dengeleri gözetmiştir. Her iki bakımdan da yalnızca ABD’ye bağlılık ve
bağımlılık göstermiş, uluslararası gelişmeleri dikkate almayarak dış politikada
kendini oldukça sınırlamıştır. 1950’den sonra Türkiye’nin adeta bağımsızlığını
kısıtlayacak şekilde bir dış politika izlemesi, uygulanan ekonomik politikanın
iflası sonucu komünizm tehlikesini durmadan abartarak dış yardım ve dış borç
almak istemesinden kaynaklanmıştır. Nitekim Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler
Birliği’nin tutumu açıkça değiştiği halde Türkiye bunu görmek istememiş,
Bağlantısızlık akımını adeta yok saymış ve dış yardımın sürmesi için Soğuk
Savaşı abartmıştır.56 İkinci Dünya Savaşı sonunda Sovyetler Birliği tarafından
tehdit edilen ve savaşın ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerini silmek için
dış borç arayan Türkiye, Soğuk Savaş ortamında dış politikasını tamamen Batı
çerçevesinde belirleyerek, stratejik önemine vurgu yapan ve Batı’nın güvenliği
için kendisinin vazgeçilmez olduğunu daima ön plana çıkaran bir dış politika
izlemiştir. Özellikle 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte,
Türk dış politikası, “Türkiye’nin çıkarı Batı’nın yani ABD’nin çıkarıyla
özdeştir” anlayışıyla yönetilmeye başlanmıştır. Bu anlayış doğal olarak
Türkiye’nin Ortadoğu politikasını da etkilemiştir. Türkiye bölgedeki
gelişmeleri Soğuk Savaş mantığı ve Batı gözüyle takip etmiştir. Yani bir
bakıma, Batı’nın Ortadoğu’daki “sözcüsü” gibi davranmış ve bu bölgede
bağımsızlığını yeni kazanmış Arap devletlerini Batı’ya yakınlaştırma ve onlara
liderlik yapma görevini üstlenmiştir.57 Bu durum Arap devletlerince
“emperyalizmin sözcülüğünü yapmak” olarak algılanmış ve olumsuz karşılanmıştır.
Dolayısıyla Atatürk ve İnönü dönemleri sonrası Türkiye’nin Ortadoğu
55 Baskın
Oran (ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, Cilt 1: 1919-1980, 8. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s.
480-652. 56 Oran, a.g.e., s. 480-652. 57 Oran, a.g.e., s. 480-652. 22
politikası hem başarısız olmuş hem de Arap
devletleriyle ilişkilerinde uzun vadede onarılması güç sorunlar yaşanmıştır.
Türkiye, 1950’lerde Arap devletlerine karşı takip ettiği bu politikasının
olumsuz sonuçlarını 1960’larda yaşamış ve bu tarihten sonra da yeni bir dış
politika oluşturma sürecine girmiştir.
58 Bağdat
Paktı59, İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruma düşüncesinin bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Bölgede hatırı sayılır derecede ekonomik ve askeri
güce sahip olan İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgede artan
milliyetçilik hareketlerini ve Sovyetler Birliği’nin bölgeye yönelik
faaliyetlerini, kendi menfaatlerine karşı bir tehdit olarak algılamış ve
bölgedeki çıkarlarını korumak için yeni bir savunma paktı kurmak istemiştir.
Bölgedeki (Türkiye, Mısır ve Irak gibi) ülkelerle yapılacak olan ve özellikle
de Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük devletlerin taraf olacağı çok taraflı
bir savunma paktı hem bölgeye yönelik Sovyet tehdidini önleyebilir hem de
İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarını koruyabilirdi. Bu düşünce doğrultusunda
1950’lerin başından itibaren İngiltere, özellikle de Mısır’la olan Süveyş Kanal
Üssü sorununu çözmek için, Ortadoğu’da çok taraflı bölgesel bir savunma
paktının kurulması için harekete geçti. Ancak “Ortadoğu Komutanlığı” ve
“Ortadoğu Savunma Organizasyonu” gibi başarısızlıkla sonuçlanan iki projelerden
sonra 1954’te bu konuda bölgedeki inisiyatifi ABD’ye kaptırmış oldu. Fakat
ABD’nin Türkiye-Pakistan eksenli kurmaya çalıştığı “Kuzey Kuşağı Savunma
Projesi’nin” de pek başarılı olmaması sebebiyle İngiltere, Türkiye-Irak eksenli
Bağdat Paktı’nın kurulmasında önemli bir rol oynadı.60 24 Şubat 1955’de
Bağdat’ta iki ülkenin başbakanları (Menderes ve Nuri Said Paşa) tarafından
Türkiye-Irak Karşılıklı İşbirliği Antlaşması (Bağdat Paktı) imzalandı. Bu
antlaşmaya aynı yıl 5 Nisanda İngiltere, 23 Eylülde Pakistan ve 3 Kasımda da
İran katılmıştır. ABD ise Mısır’ı kışkırtmamak ve İsrail ile olan özel
ilişkilerinde bir sorun yaşamamak için pakta tam üye olmamış, ancak onu
desteklemek üzere, paktın bazı komitelerine üye olmuştur. Bağdat Paktı’na en
büyük tepki Mısır’da gelmiştir. Arap birliğinin lideri olan Mısır’ın genç
başkanı Nasır bu paktı, birliğe karşı bir tehdit olarak algılamış ve Irak’ı başka
Arap ülkelerinin (Ürdün, Suriye ve Lübnan gibi) takip etmesini engellemiştir.
Sonunda Nasır’ın giriştiği kampanyanın da etkisiyle hiçbir Arap devleti pakta
katılmamış ve Irak Arap dünyası
58 Oran,
a.g.e., s. 480-652. 59 Bağdat Paktı hakkında daha geniş bilgi için bkz. Behçet
Kemal Yeşilbursa, The Baghdad Pact: AngloAmerican Defence Policies in the
Middle East, 1950-1959, Frank Cass, London 2005. Ömer Osman Umar, Bağdat Paktı,
Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2013. 60 Orta Doğu Komutanlığı ve Kuzey
Kuşağı projeleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Behçet Kemal Yeşilbursa,
Ortadoğu’da Soğuk Savaş ve Emperyalizm, IQ Yayınları, İstanbul 2007. 23
içinde yalnız kalmıştır. Bağdat Paktı, Arap
dünyasını birleştireceği yerde tam aksine iki kampa bölmüş (batı yanlısı
olanlar ve tarafsız olanlar) ve Mısır ile Irak, başka bir deyişle, Nasır ile
Nuri Said arasında soğuk savaşın başlamasına sebep olmuştur. NATO’nun aksine,
Bağdat Paktı’nda kesin yükümlülükler bulunmamaktadır. Pakt savunma alanında bir
işbirliği çerçevesi ortaya koymakta, bu çerçevenin içeriğinin üye ülkeler
arasında yapılacak olan özel anlaşmalarla doldurulması öngörülmüştür. Nitekim
bu bağlamda, 5 Nisanda İngiltere ile Irak arasında özel bir antlaşma
imzalanmıştır. Bu antlaşma ile iki ülke arasında imzalanmış olan 1930 tarihli
antlaşma yürürlükten kaldırıldığı gibi, Irak’a silah sağlanması ve bir saldırı
durumunda İngiltere’nin Irak’a yardım etmesi öngörülmüştü. Başka bir ifadeyle,
bu antlaşmayla İngiltere’nin Irak ile olan özel ilişkileri (ekonomik ve askeri)
Bağdat Paktı’nın şemsiyesi altına alınmış oluyordu. Ancak paktın ömrü uzun
olmamıştır. 14 Temmuz 1958’de General Kasım’ın yaptığı askeri darbeden sonra
Irak 24 Mart 1959’da Bağdat Paktı’ndan resmen ayrılmıştır. Bundan sonra paktın
merkezi Ankara’ya taşınmış ve adı da Merkezi Antlaşma Örgütü (Central Treaty
Organization: CENTO) olarak değiştirilmiştir. Ancak paktın metninde herhangi
bir değişiklik yapılmamıştır. Ancak 1979’da İran’da İslam Devrimi olunca, İran
hükümeti 11 Mart 1979’da “yalnız emperyalistlerin çıkarlarını koruduğu”
gerekçesiyle CENTO’dan çekildiğini, ertesi gün de Pakistan hükümeti CENTO’nun
“Pakistan’ın güvenliğini koruyamadığını” belirterek üyelikten ayrılmıştır.
Bunun üzerine Türk hükümeti de 13 Martta yaptığı bir açıklamayla, artık
“CENTO’nun bölgede işlevini fiilen yitirdiğini” belirtmiştir. CENTO’nun
beklentilerini karşılamadığını düşünen üç bölge ülkesi Türkiye, Pakistan ve
İran aralarındaki ekonomik ve kültürel işbirliğini geliştirmek amacıyla 22
Temmuz 1964’de Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği (Regional Co-operation for
Development: RCD) adlı yeni bir örgüt kurmuşlardır. Ancak tüm çabalara rağmen
RCD yeterince gelişme gösterememiş ve yerine 29 Ocak 1985’de aynı ülkeler
tarafından Ekonomik İşbirliği Örgütü (Economic Co-operation Organization: ECO)
kurulmuştur.61
Sonuç olarak
bu tarihi sürece baktığımızda Ortadoğu’nun özel olarak da Türkiye’nin bugün de
tıpkı geçmişte olduğu gibi İngiltere ve Amerika için önem taşıdığını görüyoruz.
Bu iki ülkenin bölgeye yönelik geliştirdikleri projeler (özellikle Büyük
Ortadoğu Projesi-BOP) çerçevesinde Ortadoğu’nun yakın, orta ve uzun vadede
alacağı şekil daha net olarak ortaya 61 RCD hakkında daha geniş bilgi için bkz.
Behçet Kemal Yeşilbursa, “The Formation of RCD: Regional Cooperation for
Development”, Middle Eastern Studies, Volume: 45, Number: 4 (July 2009), pp.
637-660. 24 çıkacaktır. Aslında bu süreçte Ortadoğu’daki devletlerin alacağı
yeni şekillerden ziyade bizim için önemli olan Türkiye’nin alacağı şekil
olacaktır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ABD’nin 1990’ların başında
uygulamaya koyduğu BOP’un varlığından bölge ülkeleri ancak yıllar sonra
haberdar olmuştur. Fas’tan Pakistan’a (hatta Endonezya ve Malezya’ya),
Somali’den Kazakistan’a, Yemen’den Bosna’ya, Azerbaycan’a uzanan bu geniş
coğrafyada, ABD’nin 1991’den beri yürüttüğü askeri operasyonlar ve dayattığı
siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel çözümler hep bu projenin birer
parçaları durumunda olmuştur. Bu bölgelerin, özellikle de Ortadoğu bölgesinin
genelde Batı dünyası, özelde de ABD için bir kaynak ve pazar olarak görüldüğü,
fakat bunun dışında bir takım sözde demokratikleşme hareketlerini de kapsamış
olduğunu görüyoruz. Yani BOP çerçevesinde bölge ülkelerinin sınırlarına ve
siyasi yapılarına da müdahale edileceği anlaşılmaktadır. Bölge ülkeleri, Soğuk
Savaş döneminde Sovyet tehdidi bahane edilerek, bugün ise (kendi yarattıkları
ve besledikleri) terör bahane edilerek her anlamda Batı tarafından
sömürülmektedir. Bu sömürünün bilinen adı ise “Büyük Ortadoğu Projesi”dir.
Fakat acı olan bu projeye başta Türkiye olmak üzere bazı bölge ülkelerinin
destek vermesidir. Bu projenin bölge ülkeleri tarafından özellikle de Türkiye
tarafından algılanış biçimine göre, Irak’la birlikte diğer bölge ülkelerinin de
(Suriye gibi) durumu yakın gelecekte yeniden şekilleneceğe benziyor. Irak’ta
istikrarın sağlanamayacağı, özellikle de kuzeyine göre güneyinde kargaşanın
devam edeceği anlaşılmaktadır. Bölgede ortaya çıkacak yeni dengelere göre,
Irak’ın tamamen bölünebileceği, Erbil, Musul, Bağdat ve Basra merkezli yeni
siyasi oluşumların ortaya çıkabileceği ihtimali her zaman var olacaktır. Yine
aynı şekilde Suriye’nin bölünebileceği ve yeni oluşumların ortaya çıkabileceği
ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor. Bütün bu gelişmelerden bölgedeki
ülkeler paylarına düşeni alacaktır. Fakat burada önemli olan Türkiye’nin
bölgedeki çıkarlarıdır. Hatta bunun da ötesinde, Türkiye’nin kendi sınırları
içerisinde çıkabilecek yeni durumların bölgedeki çıkarlarından daha da önemli
hale gelip gelmeyeceği meselesidir. Türkiye’nin 1945-65 yılları arasında
bölgeye yönelik politikalarında tamamen İngiltere ve ABD ile birlikte hareket
etmiş olduğunu görüyoruz. Fakat bu politikalarında pek başarılı olduğu
söylenemez. Bugün yine ABD ve İngiltere ile birlikte (özellikle BOP
çerçevesinde) hareket etmesinin kendisine neler sağlayacağını veya neler
kaybettireceğini çok iyi hesaplaması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün Türkiye
bir yol ayrımındadır, ya BOP çerçevesinde ABD ile birlikte hareket edecek ve
bir bilinmeyene doğru yelken açacak ya da Atatürk’ün milli dış siyasetine geri
dönecektir. Bu orta ve uzun vadede ne Irak, ne Suriye, ne 25 Arap Baharı ne de
Büyük Ortadoğu Projesi meselesidir, bu orta ve uzun vadede Türkiye’nin “Büyük
Türkiye mi” yoksa “Küçük Türkiye mi” olup olmayacağı meselesidir. Başka bir
ifadeyle mevcut yapısını (her anlamda) koruyup koruyamayacağı meselesidir.
Evet, öyle anlaşılıyor ki, BOP çerçevesinde öngörülen “Büyük Ortadoğu”, fakat
“Küçük Türkiye” ve diğer küçük parçalardan oluşan bir “Büyük Ortadoğu”. Eğer
Atatürk’ün milli dış siyasetine acilen dönülmediği takdirde Ortadoğu’da
yaşanacak olan ne Arap ne de Türk baharı olacaktır, yaşanan sadece “Kürt
Baharı” olacaktır ki bu da şüphelidir. Zira Ortadoğu’da yaşayan tüm halklar
için yakın ve orta vadede bir bahar havasının (siyasi, iktisadi, sosyal,
kültürel, eğitim, bilim, sanat, çevre, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük,
demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile din ve vicdan
özgürlüğü gibi alanlarda) yani bir “aydınlanmanın” yaşanma olasılığı oldukça
zayıf bir ihtimal olarak görülmektedir.
9. Sonuç 1919-1923 döneminde Türkiye tam bir
ölüm-kalım savaşı vermiştir. Dolayısıyla bu dönemde takip edilen dış
politikanın da tek bir amacı olmuştur, o da tam bağımsızlığı elde etmek
olmuştur. Yani realizm temelinde tam bağımsızlık hedefiyle hareket edilmiştir.
Yine bu dönemde izlenen dış politika için söylenecek ilk şey, bunun bir
revizyonizm olduğudur. Ancak bu, dönemin revizyonist anlayışından oldukça
farklı olmuştur. İlk önce, durmayı bilmiştir, ulaşmak istediği sınırlar
rasyonel ve gerçekçi olmuştur. Dolayısıyla savaş sonunda Lozan’la kurulan
düzen, bugüne kadar ayakta kalan tek düzen olmuştur. Yine Lozan’dan hemen sonra
dış politikada statükoculuğa dönülmüş, alınanla yetinilerek, içte güçlenilmeye
önem verilmiştir. Ayrıca Nazi Almanya’sı gibi siyasal açıdan Batı üstünlüğüne,
Sovyetler gibi ekonomik açıdan da kapitalizme karşı çıkmamıştır. Bu sayede, bir
noktadan sonra büyük devletlerin üzerine gelmesini önleyebilmiştir. İşte tüm
bunlar altı maddelik Misak-ı Milli’de ifadesini bulmuştur.62 Yine bu dönemde
dış politikada dengecilik temelinde batı yanlısı bir politika uygulanmıştır.
Yani Türkiye Osmanlı’dan beri dış politikada bir denge politikası takip
etmiştir. Batılı devletlere karşı verilen Milli Mücadele, Batı’dan uzaklaşmanın
savaşı olmamıştır. Başta İngiltere olmak üzere bütün Batı’ya, kurulacak yeni
Türkiye’nin komünist blokta yer almayacağı, Batı ile birlikte hareket edeceği
mesajı İzmir İktisat Kongresinde verilmiştir. Bunun yanı sıra, Mustafa Kemal
bunu çok ustaca ve denge gözeterek, Batı’ya karşı Batı ve 62 Oran, a.g.e., s.
97-109. 26 Batı’ya karşı Sovyetler şeklinde uygulamıştır. Mustafa Kemal Batı
içindeki çatışmalardan sonuna kadar faydalanmış ve Batı ülkelerini birbirine
karşı kullanmıştır. Böylece Fransa ve İtalya’yı İngiltere’den, ABD’yi de diğer
üçünden ayırmak suretiyle Batı kampını bölmüştür. Yine Mustafa Kemal,
Türkiye’yi işgal eden Batı’ya karşı da Sovyetler Birliği’ni bir denge unsuru
olarak kullanmıştır ki bugün de aynısı yapılmalıdır. Kısaca bu dönemde
Türkiye’nin tavrı, “Komünizme hayır, Sovyetlere evet” şeklinde olmuştur.63
1923-1938 döneminde Türkiye orta büyüklükte bir ulus devlet olarak dış
politikada denge politikasını sürdürmüştür. Bu dönemde Türkiye, üç grup devlet
arasında (İngiltere-Fransa, Almanya-İtalya ve Sovyetler Birliği) denge
politikasını başarıyla uygulamıştır. Bu dönemde Türkiye, birinci grupla
arasındaki sorunları süratle çözme yoluna gitmiş, ikinci gruptan mümkün
olduğunca uzak durmuş, üçüncü grubu oluşturan Sovyetler Birliği ile tam bir
dostluk havası oluşturmuş ve böylece birinci ve ikinci gruba karşı bir denge
oluşturmuştur. Ayrıca bu dönemde Türkiye, kendi doğusu ve güneyi ile ilgili
olarak gerek bağımsız İran’la (1926 ve 1932), gerekse Suriye’nin mandateri
Fransa ile (1921, 1926 ve 1938) ve Irak’ın mandateri İngiltere ile (1926)
çeşitli dostluk, güvenlik, tarafsızlık, saldırmazlık, işbirliği ve iyi komşuluk
vb. anlaşmalar yapmıştır. Kısaca bu dönem için, Türkiye’de “Haysiyetli Dış
Politika” deyimi kullanılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde Türkiye, her alanda
olduğu gibi dış politikada da tam bir özerklik dönemi yaşamıştır.64
KAYNAKLAR
AKYOL, Taha; Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap, 2014.
ARMAOĞLU,
Fahir; “Tarihi Perspektif İçinde Misak-ı Milli’nin Değerlendirilmesi”, Atatürk
Dönemi Türk Dış Politikası, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2000.
ARMAOĞLU,
Fahir; 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, (Cilt 1-2: 1914-1995), Genişletilmiş 11.
baskı, Alkım Yayınevi, Ankara 1996.
Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri, Cilt: 1, (1918-1938), Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü
Yayınları No. 1, Ankara, 1952, s. 392. BAL, İdris (ed.),
21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Nobel
Yayınları, Ankara 2004. BIYIKLI, Mustafa; Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları, 3.
Baskı, Savaş Yayınevi, Ankara 2011.
BUDAK, Mustafa; Misak-ı Milli’den Lozan’a,
İdealden Gerçeğe Türk Dış Politikası, Küre Yayınları, İstanbul 2003. 63 Oran,
a.g.e., s. 97-109. 64 Oran, a.g.e., s. 241-257. 27
ÇAKMAK, Haydar (ed.), Türk Dış Politikası,
1919-2012, 2. Baskı, Barış Platin Yayınları, Ankara 2012, s. 128-134
ÇETİNSAYA,
Gökhan; “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Cilt: 5,
Sayı: 3, 1999.
GÖNLÜBOL,
Mehmet ve Cem SAR, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997.
GÜÇLÜ,
Yücel; The Question of the Sanjak of Alexandretta, TTK Yayını, Ankara 2001.
GÜLER, Ali;
Türk’ün Unutulan Yemini, Misak-ı Milli, Halk Kitabevi, Ankara 2016.
KABAKLI,
Ahmet; Temellerin Duruşması, 4. Baskı, İstanbul 1990.
KAYMAZ, İhsan Ş.; Musul Sorunu, Kaynak
Yayınları, İstanbul 2014.
KAYMAZ,
Nejat; VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri: Misak-ı Milli Üzerine Yapılan
Tartışmalar Hakkında, TTK, Ankara 1977.
KÜRKÇÜOĞLU,
Ömer; Türk-İngiliz İlişkileri, 1919-1926, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları,
Ankara 1978. Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma
Merkezi Yayını, Ankara 1998.
Olaylarla
Türk Dış Politikası (1919-1995), 9. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara 1996.
ORAN, Baskın
(ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, Cilt 1: 1919-1980, 8. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2003.
ÖKE, Mim
Kemal; Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Yayını No: 40, İstanbul 1987.
SARINAY,
Yusuf, “Atatürk’ün Hatay Politikası” (1936–1937)–I, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, Cilt. XII, Sayı:34 (Mart 1996), s.3–65.
SARINAY, Yusuf, “Atatürk’ün Hatay Politikası”
(1938–1939)-II, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt. XII, Sayı:35 (Temmuz
1996), s.407–454.
SOYSAL,
İsmail; “1937 Sadabat Paktı”, X. Türk tarih Kongresi, Ankara 1994.
SOYSAL,
İsmail; “Hatay Sorunu ve Türk-Fransız Siyasal İlişkileri, 1936-1939” Belleten,
C. XLIX, Ankara 1986.
SÖNMEZ,
Şinasi; “Atatürk’ün Cezayir Milliyetçiliği Oluşumuna Etkileri”, Hacettepe
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Cumhuriyet Tarihi
Araştırmaları Dergisi, Sayı 4, Ankara 2006, ss.79-96.
SÖNMEZ,
Şinasi; “Cemal Abdül Nasır İktidarında Mısır-Türkiye İlişkilerinin Türk
Basınına Yansımaları 1954-1962”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Sayı 43, Ankara
2009, s. 491-516.
SÖNMEZ,
Şinasi; “Cezayir Bağımsızlık Hareketinin Türk Basınına Yansımaları 1954-1962”,
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 12, Zonguldak
2010, s. 289- 318. 28
SUNAY,
Cengiz; Son Karar, Misak-ı Milli, Doğan Kitap, İstanbul 2008. TBMM Gizli Celse
Zabıtları, C. 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1985.
UCUZSATAR,
Necati Ulunay; Atatürk’ün Jeopolitiği Misak-ı Milli ve Küresel Emperyalizm,
Derin Yayınları, İstanbul 2011.
UMAR, Ömer Osman; Bağdat Paktı, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2013. YALÇIN, Semih; Atatürk’ün Milli Dış
Siyaseti, Berikan Yayınları, Ankara 2000.
YEŞİLBURSA,
Behçet Kemal; “The Formation of RCD: Regional Cooperation for Development”,
Middle Eastern Studies, Volume: 45, Number: 4 (July 2009), pp. 637-660.
YEŞİLBURSA,
Behçet Kemal; Ortadoğu’da Soğuk Savaş ve Emperyalizm, IQ Yayınları, İstanbul
2007.
YEŞİLBURSA,
Behçet Kemal; The Baghdad Pact: Anglo-American Defence Policies in the Middle
East, 1950-1959, Frank Cass, London 2005.
YILMAZ,
Mehmet Serhat, “Mısır Basınında Milli Mücadele Dönemi Türkiye’si Üzerine Bir
Araştırma (1919-1922)”, The Pursuit of History International Periodical for History
and Social Research (Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar
Dergisi), Yıl:1, Sayı:2, (Ekim 2009), s.99-122.
YILMAZ, Mehmet Serhat, “Mısır Basınında Milli
Mücadele Dönemi Türk-Sovyet İlişkileri (1919–1923)”, ICANAS 38 International Congress
of Asian and North African Studies Abstracts, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu, Ankara, 2007, s.1005-1006.
YILMAZ,
Mehmet Serhat, “Türkiye’deki Şapka ve Kıyâfet İnkılâbının Mısır Kamuoyunda
Yansımaları (1925-1933)”, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarihi Enstitüsü, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl:1, Sayı:2, (Güz
2005), s.91-103.
YILMAZ,
Mustafa; “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası (1919-1938)”, Atatürk Dönemi Türk
Dış Politikası, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2000.
No comments:
Post a Comment