Fransız Yazar ve Filozof Voltaire’in (Asıl ismi François Marie Arouet, 1694 – 1778) “Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler” başlıklı tarih kitabından alıntı
Fatih Sultan Mehmet II dönemi ve İstanbul’un fethi anlatılıyor.
II. Mehmet, babasının filozof¬luğunu değil, yiğitliğini örnek almak azmiyle Osmanlı tahtına çıktı.
Fatih Sultan Mehmet, o zamanın en iyi yetişmiş şehzadelerindendi. Babası hakkında söylediklerimiz, Osmanlı tahtının mirasçısına mükemmel bir terbiye verilmekte kusur edilmediğini belirtecek niteliktedir. Mehmet'in de babasından aldığı tahtı geri vermek gerektiğinde, makul bir evlat gibi davrandığı, aşırı isteklerini susturmasını bildiği itiraz götürmez bir gerçektir. İki defa, en ufak bir kargaşalık çıkarmadan sultanlıktan inmeye razı oldu. Tarihte eşsiz bir olaydır bu! Fatih'irı" keskin ve sert mizaçlı oluşu da bu olaya bir farklılık katar.
Il. Mehmet, Yunanca, Arapça, Farsça konuşurdu. Latince anlar, resim yapardı. O vakitler bilindiği kadar coğrafya ve matematik bilirdi. Pentürü severdi. Venedik'ten meşhur Gentili Bellini'yi getirttiği ve Büyük İskender'in ressam Apelles'in gönlünü aldığı gibi ona çok yakınlık göstererek, hediyeler verdiği bütün güzel sanat amatörlerince bilinir. Ona, üç bin Duka değerinde bir altın taç bağışladı, büyük saygı ve iltifatlarda bulundu.
Bir baş gövdeden koparılınca, boğazın deri ve kaslarının büzülüşünü Bellini'ye göstermek için, bu denemeyi bir köle üzerinde yaptırdığını asılsız haberlerden sayarım. Hayvanlara uygulanan bu vahşilikleri, insanlar ancak savaşlarda öç almak için birbirlerine yaparlar. Dünyaya ateş saçan bütün fetihçiler gibi II. Mehmet, zaman.zaman yırtıcı ve zalimdi. Fakat hiç de gerçeğe benzemeyen böyle kıyıcılıkları ona yüklemeye ne sebep var? XV. yüzyılda yaşamış olan Philip-pes de Comines der ki: "Vatandaşlarına bir vergi saldığı için, Fatih ölürken Allah'tan af dilemiş."
Hristiyan prenslerin hangisinde böyle bir pişmanlık görülmüştür?
Fatih yirmi iki yaşında Osmanlı tahtına çıktı. Bizans tahtına da çıkmaya hazırlanırken, bu devletin kodamanları, hamursuz ekmek yensin mi yenmesin mi, dualar Yunanca mı yoksa Latince mi okunsun konularını sonuçlandırmaya uğraşıyorlardı.
II. Mehmet, İstanbul'u Avrupa ve Asya tarafından sıkıştırmaya koyuldu. 1453 Nisan'ının ilk günlerinde, savaş alanı askerlerle doldu. Şişirme payı indirilmezse; bu alanı üç yüz bin asker, Boğazı da üç yüz kalyonla iki yüz kadırga kaplamış.
Bu savaşın en ilgiç olayı, Fatih'in bir kısım gemilerini kullanış tarzıdır. Kalın bir zincirle kapanmış ve anlaşıldığına göre, üstün kuvvetlerle savunulan limana gemilerini sokamıyordu. Birkaç fersahlık bir araziye kızaklar döşeterek, seksen kadırga ile yetmiş mavnayı bir gecede Haliç'e indirdi. Kuşatılmış olanlar, ertesi sabah koca bir filonun karadan limana inişini büyük bir şaşkınlıkla seyrettiler. Onların gözleri önünde, aynı gün içinde, gemiler yanyana getirilerek bir topçu bataryasının iskelesi kuruldu. Anlaşılan İstanbul'un bataryaları da yoktu veya çok kötü yönetilmiştir. Çünkü, topçu kuvvetlerinin o iskeleyi dövmemesi nasıl açıklanabilir? Söylendiği gibi, Fatih'in doksan kiloluk gülle atan toplar kullandığı şüphelidir. Yenilenler her şeyi büyütürler. Öyle gülleleri iyi savurmak için en az yetmiş kilo barut lazım. Bu miktar barut birden tutuşmaz; on beşte biri bile ateşlenmeden gülle namludan fırlar ve etkisi çok az olur.
Belki Türkler bilgisizlik yüzünden böyle toplar kullandılar; belki de Bizanslılar da bilgisizlikten ötürü bundan korktular.
Kendini dünyanın başkenti sanan İstanbul'a, Mayısın ilk gününde saldırılar başladı. Demek ki İstanbul çok kötü güçlendirilmişti. Savunulması da öylece oldu. Bizans İmparatoru, papanın ve katolik prenslerin gözüne girmekle yardım sağlayacağını umarak, Kardinal İzidor'un yanı başında La¬in mezhebine göre ayinler yaptırıyordu. Bu saçma manevraya Bizanslılar öyle kızıyorlardı ki, artık onun gittiği kiliseye ayak basmıyorlardı:
"Burada bir kardinal şapkası görmektense, bir sarık görmeği tercih ederiz." diyorlardı.
Eskiden, bütün Hristiyan prensleri, kutsal savaş bahanesiyle Hristiyanlığın bu kalesine çullanmak üzere el ele vermişlerdi. Şimdi oraya Türkler saldırırken, imdada hiç kimse yetişmedi. Doğrusunu isterseniz, İstanbul düşmeliydi ve düştü; çünkü dış yardımla tutunmak isteyen her kurum, çökmeye mahkumdur!
Şehrin savunması Jüstiniani isimli bir Cenevizlinin kumandası altındaydı. Oysa, hiçbir zaman eski Yunanlıların başında bir Farslı bulunmadı; hiçbir zaman da Roma ordularına bir Gaulois kumanda etmedi.
İstanbul alındı ama, bu iş Dukas ve Chalcondyle'i kopya eden tarihçilerimizin anlattıklarından bambaşka türlü oldu.
İstanbul'un fethi büyük bir devirdir. Avrupa Hristiyanlannın ortasında Türk İmparatorluğu'nun gerçek kuruluşu o tarihte başlar. Bizanslılar, kırk dokuz günlük kuşatılmadan sonra teslim oldular. İlk önce, galiplerin emirlerini almak üzere birkaç elçi gönderdiler. Bazı noktalarda mutabık kalınmıştı. Türk dergilerinin bu kuşatma hakkında verdikleri bilgiler çok doğru görünüyor. Kral soyundan olduğu sanılan ve çocukluğunu İstanbul'd a geçiren Dukas bile Sultanın, Peloponezya'yı Konstantin'e ve birkaç ufak sancağı onun kardeşlerine vermek teklifinde bulunduğunu itiraf eder. Fatih, İstanbul'u kendi malı gibi görüyor, onu yağmaya uğratmadan alıp korumak istiyordu. Bizans elçileri bu teklifleri götürmeye giderlerken, Padişah onlara bir şeyler söylemek üzere arkalarından adamlar koşturdu. Durumu hisarların ardından gözetleyen Yunanlılar, kendi adamları¬nın peşi sıra bir küme Türkün koştuğunu görünce, sonrasını düşünmeden ateş açtılar. Derken, o Türklerin yanına daha büyük bir küme ulaştı. Elçiler gizli bir kuvvetli siper kapısından girerken, Türkler de beraber girdiler ve aşağı kentten ayrı olan yüksek şehre hakim oldular. Bizans İmparatoru kargaşalıkta öldürüldü.
Dukas'ın kitabında okuduğumuza göre; Sultan her yerin ateşe verilmesini emretmiş ve bu emir, boş inançlardan gelen kafirce haykırışlar içinde yerine getirilmiş! Bu sözleri okurken içinizi öfke mi yoksa acıma hisleri mi kaplar? O kafirce çığlıklar, müslümanların her savaşta attıkları 'Allah, Allah!' naralarıdır. Asıl boş inançlar Yunanlılarda olmalı ki; bir kahinliğe güvenerek, gidip Ayasofya Kilisesi'ne sığındılar. Sözde, bir melek oraya inecek, onları koruyacakmış! Kilisenin avlularında birkaç Yunanlı öldürüldü, kalanı esir edildi. Fatih de o kiliseyi gül suyu ile yıkattıktan sonra orada namazını kıldı, Allah'ına şükretti ve gidip Konstantin'in sarayına yerleşti.
Bütün tarihçilerimiz, en modernlerine kadar, keşişlerin o zaman uydurdukları masalları tekrarlayıp dururlar. Fatih, İstanbul'u kan ve ateşe boğan bir barbarmış; bir kavunu kimin yediğini anlamak için on dört uşağının karnını yardırmış; yeniçerilerine hoş görünmek amacıyla sevgilisi İrena'nın başını kestirmiş!
Tarihsel yanlışlıklardan hoşlanan uluslar çoktur. Bazı Batılı tarihçiler, Müslümanların Venüs'e taptıklarını ve Allah'ı inkar ettiklerini ileri sürdüler. Grotius dahi, Muhammed'in bir güvercini kulağı etrafında uçmaya alıştırdığını, Tanrı buyruklarının bu güvercin vasıtasıyla kendisine ulaştığını zannettirmeye çabaladığını tekrarlayıp dururdu.
Çoğu birer alfabetik yalan dergisi olan sözlüklerimizde böyle gülünç masallara sık sık rastlanır.
II. Mehmet, Avrupa hükümdarlarının hepsinden daha terbiyeli ve kültürlüydü. Gözdesinin canına kıymaya gelince, bir sultanın yatak işlerine askerin karışabileceğini düşünmek için, Türk gelenekleri hakkında pek cahil olmak gerekir!
Kardinal İzidor'un ve daha birçoklarının safsatalarına aykırı olarak, Fatih'in sanıldığından daha makul ve kibar bir padişah olduğunu kabul etmek zorundayız; yenilen Yunanlılara patriklerini seçmek serbestliğini bağışladı. Yeni Patrik Gennadius'u parlak bir törenle makamına yerleştirdi. Ona, batılı imparatorların çoktan beri vermeye cesaret edemedikleri asa ve yüzüğü sundu. Ve protokolü bir tarafa bırakarak, patriği sarayının kapısına kadar geçirdi.
Gennadius, öncekilerden hiçbirinin hristiyan krallardan bile görmediği bu ilgilenmeden mahcup olduğunu söyledi, bazı yazarlar, II. Mehmet'in güya patriğe "Bendeki yetki ile seni Kutsal Teslis patrik yaptı." dediğini anlatırlar. Bu aptalca iddiayı ileri sürenler, bilmiyorlar mı ki; bizim 'Üçlü Allah' doğmamız Türkleri tiksindirir; onlar bu sözü ağızlarına almayı küfür sayarlar ve bizlere birden fazla Allah'a tapan putperestler gözüyle bakarlar.
II. Mehmet, fetih yoluyla hakimi olduğu İstanbul'da, Rumlara taviz vermek ve bu taviz üzerinde dindarca sözünü tutmak insanlığını veya siyasiliğini gösterdi. Bu o kadar gerçektir ki; aşağı kentin bütün kiliselerine, torunu Selim'e kadar hiç dokunulmadı. 'İsevi cami' leri' denilen bu kiliselerin birçoğunu Yavuz yıktırdı. Haliçte, patrikhane kilisesi durmaktadır. O mahallede, şimdi artık Yunanistan'da konuşulmayan Eski Yunanca, Aristo'nun felsefesi, ilahiyat ve hekimlik öğretilmek üzere bir akademi açılmasına Türkler müsaade etti. Sonradan Eflak Beyliği'ne atanan Konstantin Dukaslar, Mavrokordatolar ve Kantemirler hep bu okulda yetişti. Kantemir'in birçok eski masallar anlattığını biliyorum. Fakat gözüyle gördüğü modern yapıtlar ve içinde okuduğu akademi hakkında yanılamazdı.
Hristobul adında bir Rum mimar sayesinde, Hristiyanlara bir kilisenin daha muhafazası ve bir mahallenin hediye edilmesi sağlandı. Fatih, bu mimara, zamanında Jüstinien'in karısı Teodora tarafından yaptırılmış olup, zamanla çöken Havariler Kilisesi'nin yıkıntıları üstünde, hemen hemen de Ayasofya kadar güzel bir cami, inşa ettirmişti. Aynı mimar, bu caminin etrafında sekiz medrese ve sekiz imaret yaptı. Bu hizmetine karşılık Padişah ona, bahsettiğim mahalleyi bağışladı. Bir mimarın bir mahalle sahibi olması tarihsel bir olay değildir ama Türklerin Hristiyanlara karşı, hayal edildiği gibi, her zaman barbarca davranmadıklarını bilmek önemlidir.
Hiçbir Hristiyan devleti, kendi topraklarında Türklerin bir camisi bulunmasına müsaade etmez. Oysa, Türkler bütün Rumların kiliseleri olmasını hoşgörürler.
O zamandan beri İstanbul' da bir patrik bulunur; Papa'nın da orada bir patriği vardı. Ona Latin Patriği derler. Bu iki kilise birbirini çekemez ve onların kavgalarını yatıştırmak Sultanların en hafif kaygılarından sayılmaz! Hristiyanları yenenler, şimdi onların arabulucuları rolündeler.
Türkler, 10. ve 11. yüzyıllarda Arapları yendikleri halde, onların din, dil ve adetlerini benimsemişlerdi. O zamanlar henüz uygar değillerdi. Fakat Yunan İmparatorluğu'nu devirdikleri zaman, hükümet teşkilatları çoktan beri yetkinleşmişti. Onun için Yunanlılara karşı, eskiden Araplara olduğu gibi davranmadılar. Yunanlılara sadece esir bir ulus gözüyle baktılar.
Türklerle Romalılar arasındaki büyük fark şudur ki; Roma, yendiği bütün milletlerle kaynaştı. Türkler ise onlardan daima ayrı kaldılar. Bugün İstanbul'da yaşayan Rumlar, efendileri için çalışan tüccar ve zanaatçılardan başka bir şey değildirler. Onlara, Türkler gibi giyinmek bile yasaktır.
Hemen ekleyelim ki, bir zamanlar Haçlı Seferleri için birleşen yirmi devlet, yirmi misli askerle ve iki yüzyıl süren çalışmalarla, aynı topraklar üzerinde ancak geçici bir egemenlik sağlayabildiler.
Otuz bir yıl süren saltanatı içinde Fatih, ülkesini durmadan genişletti. İran'ı yıldırdı, Yunanistan'a koştu, tekrar Karadeniz'e döndü ve tekrar Avrupa topraklarında ilerleyerek; Trieste'ye, Venedik kapısına, Kalabra'nm ortalarına kadar daldı.
Orada, Venedik 'Doge'nin [Doge: Venedik Cumhuriyeti'nin başı] Adriatik Deniziyle nikahlı olduğunu işitince: Zifaf tamam olsun diye "Doge"yi denizin dibine salacağını söylemiş! (Not: Venedik Doge'ları parmaklarında, bu nikahı belirten bir yuzük taşırlar.)
II. Mehmet'e başarıyla karşı koyan, Arnavutluk'ta İskender Bey'den başka Rodos Şövalyeleri oldu (1480). Fatih bu adayı zorladığı halde eline geçiremedi. Fakat burada çok tuhaf olan şey, Rodos kuşatılırken, II. Mehmet'in yanında bir sürü Hristiyan mühendisin çalışmış olmasıdır. Rodos üzerine yürüyen sadrazam dahi Paleolog soyundandı. Oysa, hiçbir Müslümanın dinini bırakıp Hristiyan ordularında çalıştığı görülmemiştir. Acaba bu fark neden? Belki müslüman olmak için katlanılan o ızdıraplı ve kanlı ameliyat, onları dinlerine sımsıkı bağlıyor. Belki de Allah katında Müslüman silahlarının daha makbul olduğu inancıyla Türklerin tarafı benimseniyordu.
Chalcondyle, 'Türklerin tarihi' adlı kitabında, Rodos'taki başarısızlığı şöyle yorumluyor: "Türkler, açtıkları gedikten geçerlerken, gökyüzünde ışıklar saçan bir altın haç ile beyazlar içinde güzel bir kadın görmüşler. Bu mucizeden ürkerek hemen sıvışmışlar." Halbuki, güzel bir kadının Türkleri korkutacak yerde, daha çok şahlandıracağı akla yakın gelir! Fakat şimdiki Yunanlılar işte böyle yazıyorlar:
"II. Mehmet, Mısır'ı fethetmeyi sonra da Napoli Krallığı topraklarında bıraktığı kumandanlarının yanına giderek, Roma'yı almayı tasarlıyordu. Ahmet Gedik Paşa, yüz elli kalyonla Otranto şehrini elinde tutuyordu. Napoli Krallığ'nın tümü düşmek üzereydi. Roma titriyordu. Hristiyan prenslerinin gevşekliği bu müthiş akını durduramazdı."
Fakat hiç umulmadık bir musibet; bir karın sancısı, Fatih'i elli üç yaşında ebediyete götürdü. (1481)
No comments:
Post a Comment