Yıl 2002…
ABD Irak’a müdahaleye hazırlanıyor…
Birleşmiş Milletler Silah Denetçileri Irak’ta uygun bir çalışma ortamı bulamıyor, dolayısıyla Saddam’da böylesi bir silahın varlığı da kanıtlanamıyordu.
8 Kasım 2002’de alınan 1441 Sayılı Karar’la BM, Irak’ı koşulsuz işbirliğine çağırıyor, ayrıca bu işbirliği için bir takvim sunmasında ısrar ediyordu.
Irak, 7 Aralık’ta söz konusu takvim çerçevesinde elindeki kitle imha silahlarının listesini BM’e göndermiş ancak bu kez de ABD bunu tatmin edici bulmamıştı.
27 Ocak 2003’te, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı(IAEA) Başkanı Muhammed El-Baradai ile silah denetçilerinin(UNMOVİC) Şefi Hans Blix, 60 günlük incelemenin ardından ilk raporlarını BM’e sunmuş ancak bu da yeterli görülmemişti.
Kriz büyüyordu…
Bu arada dönemin ABD Dışişleri Bakanı Powell’ın, Güvenlik Konseyi üyeleri başta olmak üzere dünya kamuoyunu etkilemek için 6 Şubat’ta BM’de sunduğu kanıtlar tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Daha sonra açıklamak zorunda kaldıkları gibi aslında rapor ve belge diye sunulanların hepsi uydurmaydı.
Aslında dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı duyguları ateşleyen asıl gelişme, 1441 sayılı karar doğrultusunda UNMOVIC ve IAEA’nın ortaklaşa yürüttüğü çalışmalar sonucunda, 14 Şubat 2003’te BM’e sunulan ikinci raporları oldu.
Raporda, henüz kitle imha silahlarıyla ilgili bir bulguya, dolayısıyla ABD’nin olası Irak işgalini haklı kılacak bir kanıta ulaşılamadığı ifade ediliyordu; 115 gözlemci, 300’den fazla tesiste 400’ün üzerinde denetim yapmıştı[1].
Uluslararası kamuoyu Irak’la görüşmelerin sürdürülmesi, henüz varlığı kanıtlanmamış bir silah meselesi yüzünden bir savaşa gidilmemesinden yanaydı…
Bu sırada Türkiye’de neler oluyordu?
Türkiye’de Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti Irak krizini endişeyle karşılamıştı ama sorun sadece bu değildi…
Kriz bir yana, Başbakan Ecevit üç ayrı sorunla daha karşı karşıyaydı, başta Ecevit’in gittikçe ağırlaşan sağlık durumu geliyor ve bunu da ABD’den gelen Kemal Derviş’in öncülüğünde hız kazanan DSP içindeki parti içi çekişmeler izliyordu.
İkinci önemli sorun, koalisyon ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ‘AB’ye uyum yasaları’ adı altında Meclis’e getirilen ‘Kürtçe eğitim’,’idamın kaldırılması’ ve ‘Kürtçe yayın’ konularına karşı bir tavır almasıydı.
Ve nihayetinde Ağustos ayı yaklaşıyordu, yeni komuta heyeti şekillenecekti; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılması meselesini Başbakan Ecevit’in çözmesi gerekiyordu.
Bu üç ana noktada yığılan sorunları da ABD’nin olası bir Irak harekatında Türkiye’den talepleri izliyordu.
Hepsi üst üste gelmişti…
MHP Lideri Bahçeli ne istiyordu?
PKK örgütü başı Abdullah Öcalan 1999’da Türkiye’ye teslim edilmiş, yargılanması tamamlanarak hakkında idam cezası verilmişti. Bahçeli, idama ilişkin dosyanın Meclis’e getirilmesini ve onaylanmasını istiyordu.
Öte yanda AB ile katılım müzakereleri sürüyordu; AB yetkilileri ön koşul olarak ‘idamın kaldırılması, Kürtçe eğitim ve yayın serbestliğinin yasal düzenlemeyle çözülmesinde ısrar ediyordu ve Bahçeli buna karşıydı.
7 Temmuz 2001’de, Bursa/Keles’te düzenlenen 11’nci Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda Bahçeli kesin tavrını ortaya koydu; 1 Eylül’de Meclis’in olağanüstü toplanmasını ve 3 Kasım’da erken seçime gidilmesini istedi.
Bu noktada Bahçeli’nin tavrından anlaşılan, siyasi Kürt hareketine ivme kazandırması kuvvetle muhtemel AB’ye uyum düzenlemelerine siyasi ortak olmamaktı ve yine bu noktada Bahçeli haklıydı.
Ancak bu tavrın karşısında ortaya çıkacak sonuçlar Bahçeli’nin ısrarla erken seçime gidilmesi nedenleriyle uyuşmayacak; Meclis’teki MHP varlığına rağmen AB uyum yasalarının geçmesine engel olamayacaktı.
31 Temmuz’da erken seçim kararı alınırken, 3 Ağustos 2002’de Meclis’te AB uyum paketi görüşülecek ve Bahçeli’nin ‘hayır’ oyuna karşılık Meclis’te geçip yasalaşacaktı.[2]
Öyleyse Bahçeli neden erken seçim istemişti? Öyle ya mesele, bu yasaların Meclis’ten geçmesini önlemek değil miydi?
Oysaki baştan beri AB uyum yasalarına, haklı olarak karşı olan Bahçeli 3 Kasım’da erken seçim çağrısı yapacağı yerde, Öcalan’ın idamını kaldıran bu yasa teklifi Meclis’e geldiğinde Meclis’te fiilen çekilip hükümeti düşürmüş ve bu yasanın geçmesini engellemiş olsaydı, belki durum çok daha farklı olabilecekti…
Bahçeli’nin böylesi bir siyasi tavrıyla MHP iktidara dahi gelebilecekti ama bu hiç olmayacak, yapılacak erken seçimde MHP barajı dahi aşamayacaktır…
DSP’nin parti içi sorunlarına gelince…
Bülent Ecevit parti içi sorunlarla da boğuşuyordu; ekonomik sorunlara bir çözüm bulacağı umuduyla ABD’den getirilen Kemal Derviş önce İsmail Cem’e Yeni Türkiye Partisi(YTP)’ni kurdurarak iktidardaki DSP’den kopmalara yol açmış, ardından CHP’ye geçerek hem DSP’yi hem de YTP’yi 3 Kasım’da yapılacak seçimlerde büyük bir zora düşürmüştü.
Gerçekten de 3 Kasım seçimi sonuçları DSP ve YTP’nin silindiğini gösterecek, erken seçime ülkeyi zorlayan MHP barajı aşamayacak ve bu çarpık siyasi tabloda AKP tek başına iktidar olacaktır[3].
Gittikçe sağlık durumu ağırlaşan Başbakan Bülent Ecevit, yaklaşan Yüksek Askeri Şura’da yeni komuta heyetinin oluşturulması meselesiyle de yüz yüzeydi; Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin bir yıl uzatılmasını istiyor, ancak Meclis’teki siyasi denklem ve koalisyon sorunları buna izin vermiyordu.
Sonuçta, bugün dahi adından sıkça bahsettiren Orgeneral Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanlığına atanacak, Orgeneral Ataç Yalman Kara Kuvvetleri Komutanı, Şener Eruygur ise Jandarma Genel Komutanlığına atanarak yeni komuta heyeti şekillendirilecektir.
Ecevit Hükümeti neden peş peşe dizilen bu sorunlarla aniden karşı karşıya gelmişti?
Tam böylesi bir süreçte, gazeteci Cengiz Çandar’ın Yeni Şafak Gazetesinde bir yıl önce dillendirmiş olduğu bir siyasi analiz gündeme damgasını vuruyordu.
Çandar’a göre ABD Ecevit’i istemiyordu.
Çandar bunu Ecevit’in ABD politikalarına körü körüne itaat etmeyişine bağlıyordu;
‘Tüm yazılarda Ecevit'in Saddam'a ve diğer Irak yöneticilerine 'sevecen', Amerika ve İngiltere'ye ilişkin olarak ise 'kuşkucu' bir dil kullandığı dikkatlerden kaçmıyor. Körfez Savaşı'ndan önce 'iktidarda olmadığı' için 'ilk defa üzüldüğünü' Saddam'a açıklayan Ecevit'e bir 'ilahi el' yardım etmiş olmalı. Irak'ta Saddam Hüseyin rejimini hedef alan bulutların Washington'da koyulaşmaya başladığı sırada Ecevit iktidarda. Tarih, Ecevit'e içinde ukde kalmaması için cömert davranmış olmalı.
Bu neyi ifade ediyor?
Bülent Ecevit, Türkiye'de Başbakan kaldığı sürece, Türkiye'nin Amerikalıların girişmek istediği Saddam Hüseyin’i devirme operasyonuna dahil olmasının pek zayıf bir ihtimal olduğuna…
Bir başka 'şey'e daha işaret ediyor:
Eğer, Afganistan'daki Taliban rejimine yönelik olarak başlatılan 'terörü ve terörist barındıran ve üreten rejimleri hedef alan 'kampanya'nın içine -her ne pahasına olursa olsun- Irak'ı alarak genişlemesi bir 'Amerikan politikası' halini alırsa; o gün geldiğinde Bülent Ecevit, Türkiye'de Başbakan olarak bırakılmayacaktır’[4].
Cengiz Çandar böylesi kesin bir yargıda bulunma cüretini nereden almıştı?
Şimdi biraz geriye gidelim…
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Katar Emiri Halife El-Tani onuruna 25 Aralık 2001 günü verdiği yemekte Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu ile görüşmüştü.
Ecevit, ABD’nin Irak’a müdahalesi ve doğabilecek sonuçlarının ne olduğunu sorduğunda Kıvrıkoğlu’nun verdiği yanıt aynen şöyleydi[5];
‘ABD’nin müdahalesi halinde Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti gündeme gelebilir. Böyle bir şeyi hazmedemeyiz. Türkiye buna kayıtsız kalamaz. Irak zaten fiilen üçe ayrılmış durumda. Irak’ın resmen üçe ayrılmasını Türkiye, Rusya, İran, Suriye, kısaca tüm Araplar kabullenemez. Arap topraklarında etnik başka bir ülkenin kurulmasını kimse hazmedemez’.
Yani Genelkurmay, ABD’nin Irak’a müdahalesiyle ortaya çıkması güçlü bir olasılık olan bir Kürt devletini Türkiye’ye yönelik bir tehdit olarak algılıyordu.
Öte yanda, ABD’ye giderken Fikret Bila’ya verdiği şu beyanattan Başbakan Ecevit’in de Kürt devleti fikrine sıcak bakmadığı anlaşılıyor;
‘Başkan Bush’a söyleyeceğim şu olacak; Irak işini çözersek büyük başarı olur. Ayrıca Kuzey Irak’ta Kürt devletini kabul edemeyeceğimizi, Türkmenlerin haklarını gözeteceğimizi, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini ve müdahale halinde ulusal güvenlik ve çıkarlarımız doğrultusunda askeri açıdan da seyirci kalamayacağımızı ileteceğim.’
Ecevit, 16 Ocak 2001 Başkan Bush’la görüşmeden önce de bu tavrını ABD Dışişleri Bakanı Grossman’a bildirmişti;
‘Irak parçalanmamalı. Bu Türkiye için çok olumsuz sonuçlar doğurur. Irak’taki çözülme bölgede büyük istikrarsızlığa sebep olur. Bu bakımdan Irak’ın toprak bütünlüğü çok önemli. Türkmenler ezilebilir. Güneyde Şiiler İran’ın etkisine girebilir.’.
Yani Başbakan Ecevit, olası bir ABD harekatına destek vermeyecekti.
Çandar’ın, ‘ABD Ecevit’in başta olduğu bir Türk Hükümeti ile Irak’a savaş açamaz’, sözünün altında neyin yattığı artık anlaşılmıştı; Ecevit devrilecekti…
Peki nasıl?
Ecevit Hükümeti’nin devrilmesi sürecini bir yanda MHP liderli Bahçeli’nin amacı dışında yaptığı erken seçim çağrısı, öte yanda Kemal Derviş’in iktidarın temelini oluşturan DSP’yi parti içi sorunlara çekmesi tetikleyecektir.
Gerçekten de 3 Kasım’da erken seçime gidilecek ve tarihler 20 Mart 2003’ü gösterdiğinde ABD Saddam’a karşı harekete geçerken Ecevit başbakanlıktan düşmüş olacaktır.
Türk tarihi böylesi hassas bir süreçte ortaya çıkan Bahçeli’nin erken seçim çağrısı ile kemal Derviş’in DSP’ye karşı almış olduğu pozisyonu elbet değerlendirecektir…
(Sarızeybek haber - 11 Haziran 2016 )
No comments:
Post a Comment