E. Büyükelçi Osman Korutürk'ün 24ncü dönem milletvekilliği süresince danışmanlığını yapan Muzaffer Ayhan Kara'nın, "Düşürülen Rus uçağının maliyeti ne olur?" başlıklı 26 Kasım 2015 tarihli yazısını aktarıyorum.
RTE-Davutoğlu ikilisinin dümenine geçtiği Türk dış politikasının Suriye yöneliminin başımıza ne belalar açacağını daha işin başında ortaya koymuştuk. Danışmanlığını yaptığım, zamanın CHP dış politika kurmayı Osman Korutürk, Meclis’te AKP Grubunun gözünün içine bakarak bugün yaşanan vahim olayları birçok kez projekte etmişti. Odatv’nin arşivi o konuşmalara da atıf yapan makalelerimle doludur.
Daha dört buçuk sene önce asitmetrik savaşın olası sonuçlarına da vurgu yaptık, Suriye’nin müttefiki olan Rusya ve İran gibi devletlerin alacağı pozisyona da. Bütün riskleri ortaya koyduk. Tabii, en başta da Türkiye’nin Suriye’nin iç ihtilafında taraf olmasının nereden bakarsanız bakın uygun olmayacağının da altını çizerek.
DÜŞEN UÇAK DA TAVAN YAPAN GERİLİM DE SÜRPRİZ DEĞİL
Dün sabah angajman kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle Rus uçağının düşürülmesinin ardından birdenbire zaten kontrollü gerilimle seyreden Türk-Rus ilişkilerinin gerilimi tavan yaptı.
Ne var ki, sınırdaki elektrikli ortamda bir uçağın düşürülmesi de sürpriz değil, ardından uçağı düşürülen devletle düşüren devletin geriliminin doruğa sıçraması da sürpriz değil. Olmaması gereken, Türkiye’nin de Rusya’nın da Suriye topraklarındaki bir iç savaşta taraf olması. Temelden yanlış olan bu… Suriye’de bir sorun varsa (ki, var) bunu Suriyeliler çözecek. Uluslararası toplum, Suriye’nin müttefikleri veya muarızları ise ancak ve ancak Suriyelilere (gerek rejim yanlılarına gerek meşru muhaliflere) insan hakları ve demokrasiye ilişkin sorunlarını çözmede yardımcı olacak.
Yeniden düşürülen uçağa dönelim… Önce şu soru geliyor insanın aklına: Örneğin Türk –Yunan hava hattında onca ihlal oluyor ama kimse kimsenin uçağını düşürmüyor. Türk hava sahasını başka devletlerinde ihlal ettiği oluyor arada bir ama yine uçak düşürme yoluna gidilmiyor. O halde neden olası riskleri hesaba katılmadan bir Rus uçağı (ihlal etmiş olsa bile) düşürüldü? Oysa daha iki ay önce Cumhurbaşkanı Erdoğan Moskova’da Merkez Camii açılışı yapmamış mıydı? Putin’le bir araya gelmemiş miydi?
İşte düğüm burada… İki ay içinde Rusya Suriye’de rejimi domine eden faaliyetlerini iyice arttırdı. Son günlerde ise Hatay’ın hemen güneyindeki Bayırbucak Türkmenlerinin bombalandığı iddiaları AKP hükümetini bir tepki göstermeye itti.
Peki, iyi de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu (bir savaş çıkmayacağını kestirebilirler ama) düşülecek bir uçağın nelere mal olacağını kestiremezler miydi? Uçak düştükten itibaren Rusya’nın Türkiye karşıtı bir pozisyon alacağını bilemezler miydi?
ARTIK TÜRKİYE KARŞITI BİR RUSYA’DAN SÖZ EDEBİLİRİZ
E. Büyükelçi Uğur Ergun’un şu paylaşımını gördüm bugün sabah sosyal medyada ve çok da gerçekçi buldum. Şöyle demiş E. Büyükelçi Ergun:
“Bugünden itibaren Rusya'nın Türkiye'nin en büyük karşıtı olacağına kendimizi hazırlamalıyız. Türkiye kendisini zorlayan dört önemli konuda Rusya'yı karşısında görecektir:
1. Kıbrıs konusu ve Türk-Yunan ilişkileri,
2. Ermeni konusu,
3. Kürt konusu,
4. Suriye konusu.
Rusya'nın ekonomik yaptırımları daha ilk anda ortaya çıkmıştır. Akdeniz turizminin çökeceği anlaşılmıştır. Doğal gaz konusu ve çeşitli ekonomik projeler de sıkıntılar doğurabilecektir. Bu istikrarsız ortamda Ortadoğu bataklığına batarken Rusya gibi güçlü bir devletle ilişkilerin bozulması Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği üzerinde büyük sorunları beraberinde getirecektir.”
Hakikaten de bugün gün boyu cereyan edilen gelişmelere baktığımızda E. Büyükelçi Ergun’un saptamalarının ne kadar gerçekçi ve yerinde olduğu görülmüştür. Şöyle ki; Rusya’da parlamentoda Ermeni ‘soykırımı’ yasa tasarısı peydah olmuştur hemen… Kürt meselesiyle ilgili demeçler yüksek sesle servise koyulmuştur. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde Rusya’nın ne kadar etkili olduğu ve KKTC ile ilişkilerde yansımalarının görülebileceği açıktır. Rusya, Yunanistan’la stratejik olarak yakın bir devlet. Bunun Rusya-Türkiye gerilimi yüksek dozda sürdüğü sürece Türk-Yunan ilişkileri açısından ne kadar handikap oluşturacağı ortadadır. Buna karşın AKP hükümeti neden Rusya ile açıktan dalaşmayı tercih etmiştir, hakikaten mantıklı bir izah bulamıyorum. Kısa zamanda bir özür, manevra söz konusu olmazsa Türkiye açısından artık müthiş bir karşıtımız var demektir, yalnızlığımız iyice artacak demektir.
DÜŞÜRÜLEN UÇAK VE TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASIYLA KAYIPLARI
Suriye’de artık Türkiye’nin savunduğu geleneksel toprak ve devlet bütünlüğü tezi AKP’nin izlediği politikayla maalesef çökmüştür. ABD, Suriye’nin kuzeyinde PKK ile ittifak halindeki PYD’yi destekleme marifetiyle Kuzey Irak’takine benzer bir yapılanmayı hemen hemen gerçekleştirmiştir. Rusya’nın ise bir zamanlar yüzyılın ilk yarısında Fransa’nın yaptığına benzer bir şekilde bölünmüş bir Suriye’de Nusayri devletini garantileme, giderek olabildiğince genişletme gayretinde olduğu gözlenmektedir. Yani, Fransa yerine bugün Nusayrilerin hamisi Rusya’dır fiilen. Bu tablo, zaten GKRY ile de müttefik olan Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu da iyice güçlendirmektedir.
Özetle, şu aşamada ABD’de de Rusya da Suriye’de asgari olarak istediğini almış görünmektedir. Şimdi geri kalan Sünni bölgesindeki IŞİD etkisini kırmak ve böylelikle aynı zamanda Kürt ve Nusayri devletlerini garantiye almak istemektedirler. ABD bu yüzden Rusya-Türkiye itişmesinde geri planda kalmayı yeğlemektedir. Türkiye’nin ise bu iç ihtilafta kazanmadığı hiçbir şey yok ama kaybettiği çok şey var. En başta Suriye’nin parçalanması ulusal çıkarlarımıza çok aykırıdır. Güney sınırlarımızın riskinin artması söz konusudur. Suriye, İran, Rusya üzerinden ekonomik kayıplar çok ciddidir. Onca mülteci sorunu ortaya çıkmıştır. Tabii Türkiye’nin bir iç ihtilafa taraf olarak bölgede güvenilirliğini yitirmesi de çok büyük bir zaaftır.
Düşürülen Rus uçağı meselesine bakarken büyük fotoğrafı da görmek gerekiyor.
Muzaffer Ayhan Kara
Odatv.com
Friday, November 27, 2015
Tal Buenos'un "Kukla Papa" başlıklı yazısı (Daily Sabah - 13 Ekim 2015)
ABD’nin son dönemde Papa ile yakınlaşmasının ardında neyin yattığı bilinmemektedir. Ancak, Amerika, dış çıkarlarını meşru kılmak üzere Papa’yı etkisini kullanması için razı etmiş gibi görünüyor.
Geçtiğimiz Nisan ayında Papa Francis’nın Osmanlı tarihini siyasallaştırması, daha sonra Amerikan güdümündeki Associated Press’in dikkatlice ambalajlayarak dünya kamuoyuna sunduğu, tertip edilen bir gösteri niteliğindeydi. Avustralya kanalı ABC, BBC, CNN ve Huffington Post gibi medya kuruluşları tarafından da benzer bir şekilde ele alınmıştı. Haberlerin içeriği, Papa’nın Ermenilerin sevk ve iskanını ve I. Dünya Savaşı’ndaki kayıplarını soykırım olarak nitelendirmesi sebebiyle, Türkiye’yi inkarcılıkla bağdaştırmak ve Türk hükümetini öfkeli olarak tanıtmak üzere hazırlanmıştı.
Tahmin edilebileceği üzere, birçok Türk, Papa’nın bu tartışmalı konuyu daha da alevlendirmesini olumlu karşılamamıştır. Verilen tepkilerden biri, tarihi gerçeklerin dışına çıkarak ve o dönemde yaşanan diğer acıları görmezden gelerek, Müslümanların katliamlar yapması üzerine vaaz veren Papa’nın Müslüman karşıtı duyguları dile getirip getirmediği olmuştur. Tarihte Avrupa’da din adına zulümlerin yapıldığını bilenler Papa’nın dikkatleri, yüzyıllar boyunca Hristiyan olmadıkları için belirli gruplara karşı işlenmiş, hiçbir zaman soykırım olarak nitelendirmediği ve de nitelendirmeyeceği suçlardan başka tarafa çevirirken yüzünün nasıl kızarmadığını muhtemelen merak etmiştir.
Fakat, Papa Francis’in Amerika’ya yakın zamanda gerçekleştirdiği ziyaret incelendiğinde, Papa’nın sadece dini önyargılara dayanarak Türklere karşı duyarsız davranmadığını, daha ziyade Amerikan etkisinin bir aracı olarak hareket ettiği inanmak görülmektedir. Dünya üzerindeki en büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri, Papa aracılığıyla, gündemi istediği gibi şekillendirebilmekte ve kendini ele vermeden etkisini ortaya koyabilmektedir. Peki, Amerika’nın Papa aracılığıyla ulaşabileceği insanlar hangileridir? Papanın dünya kamuoyu üzerindeki etkisi sadece Katoliklerle sınırlı değildir. Hem Katolikler, hem de Katolik olmayanlar Papa’yı genelde bağımsız bir figür olarak görmektedir. 1 milyardan fazla Katolik Papanın sözleriyle, düşüncelerinin Amerika’nın çıkarlarına hizmet etmek üzere şekillendirildiğinin farkında bile olmadan, belirli inanç ve tercihleri benimsemesi sağlanabilir. Ayrıca, Papa, geriye kalan milyarlarca insan tarafından, her ne kadar onlar için ahlaki bir otorite olmasa da, büyük bir dini temsil eden ve Amerikan olmayan bir ses olarak itibar görmektedir.
Papa’nın bağımsız bir figür olduğu yönünde yaygın bir algı olsa d, Vatikan’ın Amerikan etkisi altında olması imkansız değildir. Siyasal realizm, dünyadaki en güçlü devletin daha zayıf devletleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye mecbur bırakmayı hedeflediğini söylemektedir. Emperyalist çıkarların kitlelere karşı güç kullanma ve teşvik edici unsurlar sunma yoluyla sağlandığı eski sömürgecilik anlayışından farklı olarak günümüzün yeni sömürgeci uygulamaları, daha çok devlet liderlerinin atanmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, 1929’dan beri bağımsız olan bir şehir devletinin lideri olan Papa, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği düşünülen, Afrika, Asya ve Orta Doğu’daki belirli küçük devletlerin siyasi liderlerinden farklı değildir. Unutulmamalıdır ki, Aziz Petrus Bazilikasında yürüyen en son emperyalist askeri birlik, Haziran 1944’de, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika liderliğindeki Müttefik Devletler adına hareket eden İngiliz birlikleridir.
Papa Francis’in en etkili olduğu yer Latin Amerika’dır ve bu coğrafyadaki insanları etkileme becerisi Washington’ın işine gelmektedir. Çin, İran ve Rusya, ABD hegemonyasına meydan okuyan başlıca güçler olarak düşünülmekle birlikte, ABD’nin günümüzdeki hakim devlet olarak ortaya çıkmasının sebebinin öncelikle kendi bölgesinde hakimiyet kurması olduğu yönünde akademisyenler arasında bir görüş birliği vardır. Yani, Amerika’nın Amerika kıtasındaki mevcut hakimiyetinin statükosunun sürdürülmesi ki bu tür bir hakimiyet hiçbir devlet tarafından dünyanın hiçbir bölgesinde kurulamamıştır, 20. yüzyılın başından beri ABD’nin adım adım başardığı olduğu şeyin temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Latin Amerika’daki kamuoyu üzerinde çok büyük etkisi olan Arjantinli Papa’yı kullanabilmenin neden önemli olduğu anlaşılabilir. Belki bu durum, kamuoyunu etkileme görevini etkin bir şekilde gerçekleştirememiş olması muhtemel Alman Papa XVI. Benedikt’in beklenmedik bir şekilde görevinden ayrılmasının ardındaki sırrı da açıklayabilir.
VATİKAN D.C.
Papa Francis’nın ABD’yi ziyaret etmesinin ardın yatan fikir, Papa’nın Amerika’da kamuoyu yaratmasını hedeflediğinden oldukça iddialıdır. Çıktığı Doğu yakası turu boyunca dikkatlerin Papa’nın iplerini tutanlara yönelmesini engellemek için çaba sarf edilmiştir. New Jersey Valisi Chris Christie, Senatör Marco Rubio ve Milletvekili Paul Gosar gibi Katolik Cumhuriyetçiler’in Papa’yla olan siyasi fikir ayrılıklarını, Papa’nın görüşlerinin ille de Amerikan yanlısı olmadığı algısı yaratmak isteniyormuşçasına basın önünde dile getirmeleri sağlanmıştır. Benzer şekilde, sanki Papa ABD’nin başkentine gelerek düşüncelerini açıkça ortaya koymuş gibi, New York Times’da “Papa Francis’in Amerika’ya Meydan Okuması” başlıklı bir başyazı yayımlanmıştır. Bu gibi girişimler, Amerikan halkını Papa’nın Amerika’nın kuklası olduğu fikrinden uzaklaştırmayı amaçlamıştır. İnandırıcı ve etkili olmak için Papa, devlet eliyle desteklendiği şüphelerine yer vermeden, saygın ve değerli bir olarak tanıtılmıştır.
Washington’ın Papa’nın ziyaretini sayesinde elde ettikleri, Amerikan kamuoyunun Papa’nın Kongre’de yaptığı konuşmada üzerinde durduğu konularla aynı fikirde olmasını gerektirmemiştir. Bu bağlamda elde edilenler, Papa’nın dedikleriyle inandırıcı bir söylem yaratma becerisinde saklıdır. Bilgi, halkın benimsediği veya benimsediğini düşündüğü görüşler ne olursa olsun, söylem önceden tasarlanmış bir dizi seçenek içerisinde kalacak ve öngörülen dengeyi yaratacak şekilde kontrol edildiği müddetçe insanlar A veya B görüşünü veya A ve B arasındaki herhangi bir görüşü benimsemekte özgürdür. Papa’nın söylem şekillendirilmesine dair önceden tasarlanmış bir planın parçası olduğu tezi, ABD Başkanı Barack Obama’nın danışmanı Jim Wallis’in de aralarında bulunduğu 36 dini liderin, Papa’nın Kongre’deki konuşmasının iklim değişikliği konusuna ivme kazandıracak bir mesaj vereceğini nereden bildiğinin ve New York Times’ın konuşmanın ertesi günü çıkacak olan sayısında tüm bir sayfayı Papa’nın verdiği mesajı desteklemek için nasıl ayırdığının mantıklı açıklamalarından biridir. Reklamın yapıldığı gazete Papa’nın konuşmasının ertesi günü yayınlanmış olabilir; ancak, reklam yerleştirme çalışmalarının konuşmadan önce başlamış olduğu görülmektedir. Wallis, kamu yararına çevrenin korunması ile ilgili olarak yapılan “küresel tartışmanın” değiştiğini Papa Francis aracılığıyla söylemiş olabilir; ancak Wallis’in konuşmayla ilgili Papa’dan daha fazla bilgiye sahip olması muhtemeldir.
Bağımsız bir Papa Kongre’ye gitmeyebilirdi. Amerika’ya bağlı olmayan X. Pius, I. Dünya Savaşı’ndan önce, 1910 yılında dönemin Başkan Yardımcısı Charles W. Fairbanks ve daha sonra dönemin Başkanı Theodore Roosevelt gibi Amerikalı siyasetçilerle görüşmeyi reddetmiştir. Günümüzde Papaların, büyük siyasi güçlerin emrinde olduklarından, kendilerine verilen siyasi görevler vardır.
Peki Eylül’de gerçekleştirilen bu ziyarete ilişkin hangi ipuçları “Papa gösterisinin” bir Amerikan ürünü olduğunu işaret etmektedir? Bu ipuçları, Papa’nın sözlerindeki belirgin Amerikan deyimlerinde saklıdır. Papa’nın bir topluluk karşısında İngilizce konuşmayı tercih etmesi hafife alınacak bir durum değildir. Papa’nın Amerika ziyaretinde İngilizce konuşmayı tercih etmesi, her ne kadar Amerikan basınında bunun Papa’nın tercihi olduğu vurgulanmaya çalışılsa da, Papa’dan beklenmesi doğal olan manevi rehberlikten ziyade Amerikan kamuoyunu etkileme görevini üstlendiğine işaret etmektedir.
Papa’nın Amerika’ya hizmet ettiğinin en önemli işareti, Amerikan Federal Hükümeti’nin Kızılderililere geçmişte nasıl davranıldığı hakkında yaptığı yorumdadır. Papa’nın rengi, ABD’nin soykırım söylemini nasıl kontrol ettiğinin farkında olanlar için, Kızılderililerin maruz kaldığı zulümler ve soylarının neredeyse tüketilmesi konusunda kullandığı sözlerle ortaya çıkmıştır: “İlk temaslar genelde sert ve şiddetli olsa da, geçmişi bugünün ölçütleriyle yargılamak güçtür.”
Papa’nın Soykırımı
Bu sözler, Papa’nın I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kayıplarıyla ilgili yaptığı açıklamalarla karşılaştırıldığında, Türklere yönelik utanç verici önyargısı ortaya çıkmaktadır. Papa Francis, Ermenilerin mağduriyetinin “20. Yüzyılın ilk soykırımı” olarak nitelendirildiğini ileri sürmeden önce şu sözleri söylemiştir: “Bir kötülüğün üstünü kapatmak ya da kötülüğü inkar etmek, bir yaranın üzerini sarmayarak kanamasına izin veremeye benzer”. Bu benzetme sadece bir çifte standarda değil, aynı zamanda, Papa’nın Amerikan’ın söylemler mühendisliğindeki rolüne işaret etmektedir. Bağımsız bir Papa, 19. yüzyılda Anadolu’daki Amerikalı misyonerlerin gücü nasıl Ermeni Apostolik Kilisesinin geleneksel liderlerinin elinden alıp Ermeni papazları üzerinde Amerikan kontrolünü sağlayan bir eğitim sistemine aktardıklarını, böylece nasıl Ermeni Hristiyanlığını Amerikan Hristiyanlığına dönüştürdüklerini sorgulayabilirdi. Nitekim, Apostolik örgütlenmesi ortadan kaldırılmış ve Ermeni Kilisesinin başına, dış güçlerle işbirliği yapmaya hevesli olan ve kendi halkını Osmanlı İmparatorluğu’nda barış içinde yaşayan bir azınlıktan Osmanlı’ya karşı öfkeli siyasi gruplara dönüştürme amacı güden Amerikan ve İngiliz politikalarını gözü kapalı bir şekilde benimseyen yeni liderler getirilmiştir.
Papa, bağımsız hareket etmemektedir ve bu kadar nüfuz sahibi bir dini kurumun başında olması, Osmanlı’da Ermeni dini liderlerine yapılana benzer, güçlü bir Amerikan manevrasının sonucudur. Kitleleri harekete geçirme gücü olan kurumlar imparatorlukların değer verdiği bir araçtır. Amerika’nın bu tip kurumlara değer vermesinin sebebi, görünürde güvenilir olan, fakat gerçekte dış güçlerin çıkarlarıyla uyumlu hareket eden liderleri kontrol etmek ve görevde tutmak kaydıyla, sadık grupları harekete geçirebilmesidir. Bu bağlamda Papa Francis, Amerikan çıkarlarına hizmet eden göstermelik papalar dizisinin sonuncusudur.
Konuşan Papa, ipleri elinde tutansa Amerika’dır.
*Tal Buenos, Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi doktora adayıdır.
Geçtiğimiz Nisan ayında Papa Francis’nın Osmanlı tarihini siyasallaştırması, daha sonra Amerikan güdümündeki Associated Press’in dikkatlice ambalajlayarak dünya kamuoyuna sunduğu, tertip edilen bir gösteri niteliğindeydi. Avustralya kanalı ABC, BBC, CNN ve Huffington Post gibi medya kuruluşları tarafından da benzer bir şekilde ele alınmıştı. Haberlerin içeriği, Papa’nın Ermenilerin sevk ve iskanını ve I. Dünya Savaşı’ndaki kayıplarını soykırım olarak nitelendirmesi sebebiyle, Türkiye’yi inkarcılıkla bağdaştırmak ve Türk hükümetini öfkeli olarak tanıtmak üzere hazırlanmıştı.
Tahmin edilebileceği üzere, birçok Türk, Papa’nın bu tartışmalı konuyu daha da alevlendirmesini olumlu karşılamamıştır. Verilen tepkilerden biri, tarihi gerçeklerin dışına çıkarak ve o dönemde yaşanan diğer acıları görmezden gelerek, Müslümanların katliamlar yapması üzerine vaaz veren Papa’nın Müslüman karşıtı duyguları dile getirip getirmediği olmuştur. Tarihte Avrupa’da din adına zulümlerin yapıldığını bilenler Papa’nın dikkatleri, yüzyıllar boyunca Hristiyan olmadıkları için belirli gruplara karşı işlenmiş, hiçbir zaman soykırım olarak nitelendirmediği ve de nitelendirmeyeceği suçlardan başka tarafa çevirirken yüzünün nasıl kızarmadığını muhtemelen merak etmiştir.
Fakat, Papa Francis’in Amerika’ya yakın zamanda gerçekleştirdiği ziyaret incelendiğinde, Papa’nın sadece dini önyargılara dayanarak Türklere karşı duyarsız davranmadığını, daha ziyade Amerikan etkisinin bir aracı olarak hareket ettiği inanmak görülmektedir. Dünya üzerindeki en büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri, Papa aracılığıyla, gündemi istediği gibi şekillendirebilmekte ve kendini ele vermeden etkisini ortaya koyabilmektedir. Peki, Amerika’nın Papa aracılığıyla ulaşabileceği insanlar hangileridir? Papanın dünya kamuoyu üzerindeki etkisi sadece Katoliklerle sınırlı değildir. Hem Katolikler, hem de Katolik olmayanlar Papa’yı genelde bağımsız bir figür olarak görmektedir. 1 milyardan fazla Katolik Papanın sözleriyle, düşüncelerinin Amerika’nın çıkarlarına hizmet etmek üzere şekillendirildiğinin farkında bile olmadan, belirli inanç ve tercihleri benimsemesi sağlanabilir. Ayrıca, Papa, geriye kalan milyarlarca insan tarafından, her ne kadar onlar için ahlaki bir otorite olmasa da, büyük bir dini temsil eden ve Amerikan olmayan bir ses olarak itibar görmektedir.
Papa’nın bağımsız bir figür olduğu yönünde yaygın bir algı olsa d, Vatikan’ın Amerikan etkisi altında olması imkansız değildir. Siyasal realizm, dünyadaki en güçlü devletin daha zayıf devletleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye mecbur bırakmayı hedeflediğini söylemektedir. Emperyalist çıkarların kitlelere karşı güç kullanma ve teşvik edici unsurlar sunma yoluyla sağlandığı eski sömürgecilik anlayışından farklı olarak günümüzün yeni sömürgeci uygulamaları, daha çok devlet liderlerinin atanmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, 1929’dan beri bağımsız olan bir şehir devletinin lideri olan Papa, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği düşünülen, Afrika, Asya ve Orta Doğu’daki belirli küçük devletlerin siyasi liderlerinden farklı değildir. Unutulmamalıdır ki, Aziz Petrus Bazilikasında yürüyen en son emperyalist askeri birlik, Haziran 1944’de, II. Dünya Savaşı sırasında Amerika liderliğindeki Müttefik Devletler adına hareket eden İngiliz birlikleridir.
Papa Francis’in en etkili olduğu yer Latin Amerika’dır ve bu coğrafyadaki insanları etkileme becerisi Washington’ın işine gelmektedir. Çin, İran ve Rusya, ABD hegemonyasına meydan okuyan başlıca güçler olarak düşünülmekle birlikte, ABD’nin günümüzdeki hakim devlet olarak ortaya çıkmasının sebebinin öncelikle kendi bölgesinde hakimiyet kurması olduğu yönünde akademisyenler arasında bir görüş birliği vardır. Yani, Amerika’nın Amerika kıtasındaki mevcut hakimiyetinin statükosunun sürdürülmesi ki bu tür bir hakimiyet hiçbir devlet tarafından dünyanın hiçbir bölgesinde kurulamamıştır, 20. yüzyılın başından beri ABD’nin adım adım başardığı olduğu şeyin temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Latin Amerika’daki kamuoyu üzerinde çok büyük etkisi olan Arjantinli Papa’yı kullanabilmenin neden önemli olduğu anlaşılabilir. Belki bu durum, kamuoyunu etkileme görevini etkin bir şekilde gerçekleştirememiş olması muhtemel Alman Papa XVI. Benedikt’in beklenmedik bir şekilde görevinden ayrılmasının ardındaki sırrı da açıklayabilir.
VATİKAN D.C.
Papa Francis’nın ABD’yi ziyaret etmesinin ardın yatan fikir, Papa’nın Amerika’da kamuoyu yaratmasını hedeflediğinden oldukça iddialıdır. Çıktığı Doğu yakası turu boyunca dikkatlerin Papa’nın iplerini tutanlara yönelmesini engellemek için çaba sarf edilmiştir. New Jersey Valisi Chris Christie, Senatör Marco Rubio ve Milletvekili Paul Gosar gibi Katolik Cumhuriyetçiler’in Papa’yla olan siyasi fikir ayrılıklarını, Papa’nın görüşlerinin ille de Amerikan yanlısı olmadığı algısı yaratmak isteniyormuşçasına basın önünde dile getirmeleri sağlanmıştır. Benzer şekilde, sanki Papa ABD’nin başkentine gelerek düşüncelerini açıkça ortaya koymuş gibi, New York Times’da “Papa Francis’in Amerika’ya Meydan Okuması” başlıklı bir başyazı yayımlanmıştır. Bu gibi girişimler, Amerikan halkını Papa’nın Amerika’nın kuklası olduğu fikrinden uzaklaştırmayı amaçlamıştır. İnandırıcı ve etkili olmak için Papa, devlet eliyle desteklendiği şüphelerine yer vermeden, saygın ve değerli bir olarak tanıtılmıştır.
Washington’ın Papa’nın ziyaretini sayesinde elde ettikleri, Amerikan kamuoyunun Papa’nın Kongre’de yaptığı konuşmada üzerinde durduğu konularla aynı fikirde olmasını gerektirmemiştir. Bu bağlamda elde edilenler, Papa’nın dedikleriyle inandırıcı bir söylem yaratma becerisinde saklıdır. Bilgi, halkın benimsediği veya benimsediğini düşündüğü görüşler ne olursa olsun, söylem önceden tasarlanmış bir dizi seçenek içerisinde kalacak ve öngörülen dengeyi yaratacak şekilde kontrol edildiği müddetçe insanlar A veya B görüşünü veya A ve B arasındaki herhangi bir görüşü benimsemekte özgürdür. Papa’nın söylem şekillendirilmesine dair önceden tasarlanmış bir planın parçası olduğu tezi, ABD Başkanı Barack Obama’nın danışmanı Jim Wallis’in de aralarında bulunduğu 36 dini liderin, Papa’nın Kongre’deki konuşmasının iklim değişikliği konusuna ivme kazandıracak bir mesaj vereceğini nereden bildiğinin ve New York Times’ın konuşmanın ertesi günü çıkacak olan sayısında tüm bir sayfayı Papa’nın verdiği mesajı desteklemek için nasıl ayırdığının mantıklı açıklamalarından biridir. Reklamın yapıldığı gazete Papa’nın konuşmasının ertesi günü yayınlanmış olabilir; ancak, reklam yerleştirme çalışmalarının konuşmadan önce başlamış olduğu görülmektedir. Wallis, kamu yararına çevrenin korunması ile ilgili olarak yapılan “küresel tartışmanın” değiştiğini Papa Francis aracılığıyla söylemiş olabilir; ancak Wallis’in konuşmayla ilgili Papa’dan daha fazla bilgiye sahip olması muhtemeldir.
Bağımsız bir Papa Kongre’ye gitmeyebilirdi. Amerika’ya bağlı olmayan X. Pius, I. Dünya Savaşı’ndan önce, 1910 yılında dönemin Başkan Yardımcısı Charles W. Fairbanks ve daha sonra dönemin Başkanı Theodore Roosevelt gibi Amerikalı siyasetçilerle görüşmeyi reddetmiştir. Günümüzde Papaların, büyük siyasi güçlerin emrinde olduklarından, kendilerine verilen siyasi görevler vardır.
Peki Eylül’de gerçekleştirilen bu ziyarete ilişkin hangi ipuçları “Papa gösterisinin” bir Amerikan ürünü olduğunu işaret etmektedir? Bu ipuçları, Papa’nın sözlerindeki belirgin Amerikan deyimlerinde saklıdır. Papa’nın bir topluluk karşısında İngilizce konuşmayı tercih etmesi hafife alınacak bir durum değildir. Papa’nın Amerika ziyaretinde İngilizce konuşmayı tercih etmesi, her ne kadar Amerikan basınında bunun Papa’nın tercihi olduğu vurgulanmaya çalışılsa da, Papa’dan beklenmesi doğal olan manevi rehberlikten ziyade Amerikan kamuoyunu etkileme görevini üstlendiğine işaret etmektedir.
Papa’nın Amerika’ya hizmet ettiğinin en önemli işareti, Amerikan Federal Hükümeti’nin Kızılderililere geçmişte nasıl davranıldığı hakkında yaptığı yorumdadır. Papa’nın rengi, ABD’nin soykırım söylemini nasıl kontrol ettiğinin farkında olanlar için, Kızılderililerin maruz kaldığı zulümler ve soylarının neredeyse tüketilmesi konusunda kullandığı sözlerle ortaya çıkmıştır: “İlk temaslar genelde sert ve şiddetli olsa da, geçmişi bugünün ölçütleriyle yargılamak güçtür.”
Papa’nın Soykırımı
Bu sözler, Papa’nın I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni kayıplarıyla ilgili yaptığı açıklamalarla karşılaştırıldığında, Türklere yönelik utanç verici önyargısı ortaya çıkmaktadır. Papa Francis, Ermenilerin mağduriyetinin “20. Yüzyılın ilk soykırımı” olarak nitelendirildiğini ileri sürmeden önce şu sözleri söylemiştir: “Bir kötülüğün üstünü kapatmak ya da kötülüğü inkar etmek, bir yaranın üzerini sarmayarak kanamasına izin veremeye benzer”. Bu benzetme sadece bir çifte standarda değil, aynı zamanda, Papa’nın Amerikan’ın söylemler mühendisliğindeki rolüne işaret etmektedir. Bağımsız bir Papa, 19. yüzyılda Anadolu’daki Amerikalı misyonerlerin gücü nasıl Ermeni Apostolik Kilisesinin geleneksel liderlerinin elinden alıp Ermeni papazları üzerinde Amerikan kontrolünü sağlayan bir eğitim sistemine aktardıklarını, böylece nasıl Ermeni Hristiyanlığını Amerikan Hristiyanlığına dönüştürdüklerini sorgulayabilirdi. Nitekim, Apostolik örgütlenmesi ortadan kaldırılmış ve Ermeni Kilisesinin başına, dış güçlerle işbirliği yapmaya hevesli olan ve kendi halkını Osmanlı İmparatorluğu’nda barış içinde yaşayan bir azınlıktan Osmanlı’ya karşı öfkeli siyasi gruplara dönüştürme amacı güden Amerikan ve İngiliz politikalarını gözü kapalı bir şekilde benimseyen yeni liderler getirilmiştir.
Papa, bağımsız hareket etmemektedir ve bu kadar nüfuz sahibi bir dini kurumun başında olması, Osmanlı’da Ermeni dini liderlerine yapılana benzer, güçlü bir Amerikan manevrasının sonucudur. Kitleleri harekete geçirme gücü olan kurumlar imparatorlukların değer verdiği bir araçtır. Amerika’nın bu tip kurumlara değer vermesinin sebebi, görünürde güvenilir olan, fakat gerçekte dış güçlerin çıkarlarıyla uyumlu hareket eden liderleri kontrol etmek ve görevde tutmak kaydıyla, sadık grupları harekete geçirebilmesidir. Bu bağlamda Papa Francis, Amerikan çıkarlarına hizmet eden göstermelik papalar dizisinin sonuncusudur.
Konuşan Papa, ipleri elinde tutansa Amerika’dır.
*Tal Buenos, Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi doktora adayıdır.
Atatürk'ün akıllı projeleri
Bugün ( 21 Kasım 2015) Caddebostan Kültür Merkezi 'nde "Atatürk'ün Akıllı Projeleri" konusunda bir söyleşi yapan araştırmacı yazar Sinan Meydan, Atatürk'ün mücadelesinin öncelikle üç ana eksene dayandığını vurguladı ve bunları şöyle sıraladı:
- bağımsızlık,
- ulusal egemenlik,
- uygarlaşma , çağdaşlaşma.
Atatürk'ün en önemli projesinin "insanlık ve barış" projesi olduğunu belirten konuşmacı, Atatürk'ün tüm mazlum milletlerin bir araya gelerek barış kuşağı oluşturmalarını önerdiğini, bu gerçekleştiğinde dünyada barışın da kurulacağını söylediğini ifadeyle, Atatürk'ün "kalabalığın sesi" olmamayı şiar edindiğini, mücadelesinin "hak" odaklı olduğunu belirtti ve bu konuda aşağıda aktardığım olayı dinleyicilerine anımsattı:
"1920 Nisan ayındayız. Ankara'da TBMM yeni açılmış,
bazı milletvekilleri Ankara'nın yoksulluğunu görünce, memleketlerine dönmeye karar verirler. Mustafa Kemal, kürsüye çıkarak, morali bozulan milletvekillerine şöyle seslenir:
-“İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim. Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.”
Sinan Meydan konuşmasını bitirdiğinde, tesadüfen yanımda oturan salondaki başı örtülü tek hanım dinleyici ayağa kalkarak alkışlara katıldı.
- bağımsızlık,
- ulusal egemenlik,
- uygarlaşma , çağdaşlaşma.
Atatürk'ün en önemli projesinin "insanlık ve barış" projesi olduğunu belirten konuşmacı, Atatürk'ün tüm mazlum milletlerin bir araya gelerek barış kuşağı oluşturmalarını önerdiğini, bu gerçekleştiğinde dünyada barışın da kurulacağını söylediğini ifadeyle, Atatürk'ün "kalabalığın sesi" olmamayı şiar edindiğini, mücadelesinin "hak" odaklı olduğunu belirtti ve bu konuda aşağıda aktardığım olayı dinleyicilerine anımsattı:
"1920 Nisan ayındayız. Ankara'da TBMM yeni açılmış,
bazı milletvekilleri Ankara'nın yoksulluğunu görünce, memleketlerine dönmeye karar verirler. Mustafa Kemal, kürsüye çıkarak, morali bozulan milletvekillerine şöyle seslenir:
-“İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim. Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.”
Sinan Meydan konuşmasını bitirdiğinde, tesadüfen yanımda oturan salondaki başı örtülü tek hanım dinleyici ayağa kalkarak alkışlara katıldı.
Kamran İnan'ın ardından (27 Kasım 2015)
Dışişleri Bakanlığı'nda 1964 Şubat ayında göreve başladım. Altı aylık bir staj döneminden sonra çok taraflı ekonomik ilişkiler dairesine ikinci katip olarak atandım. Genel Müdürümüz Nazif Çuhruk (R), Genel Müdür Yardımcıları Necdet Tezel (R) ve Nurettin Karaköylü idi. Ekonomik İşlerle görevli dairelerin tümü, Genel Sekreter Ekonomik İşler Yardımcısı Kamuran Gürün(R)'e bağlıydı.Benim sorumlu olduğum konular BM Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Dünya Gıda Programı (WFP) ve gıda ve tarımla ilgili diğer çok taraflı anlaşmalar idi. FAO ve WFP' ın yönetim merkezleri Roma'da olduğundan yaklaşık altı ayda bir Roma'ya gidiyor, toplantılara çoğunlukla Roma Büyükelçiliğinde Başkatip olarak görevli olan Kamran İnan'la birlikte katılıyorduk. Benim, bir yandan çok taraflı diplomasi ile diğer yandan Kamran İnan'la tanışmam böyle oldu. Toplantılar dışında beni evinde ağırlar ve hafta sonuna denk gelen toplantılar olduğunda, Roma civarındaki bazı tarım yerleşimlerine birlikte giderdik. Roma'dan sonra, bir araya gelmedik; ancak politikaya atıldıktan sonra Ankara'da kendisiyle zaman zaman buluşmalarımız oldu. Fransızca ve İngilizce başta olmak üzere yabancı dillere hakim, uluslararası medyayı gayet yakından izleyen, müzakere tekniklerini iyi bilen, diplomatik ön hazırlıkları ayrıntılarıyla yapan, dik duruş sergileyerek muhataplarına görüşlerini kabul ettiren, en azından saygı uyandıran başarılı bir diplomat ve seçkin bir Devlet adamı idi. Sevmeyenleri olmuştur ama, attığı adımlarda Devlet menfaatlerini ön planda tutmuştur. Televizyon mülakatlarında, yazdığı kitaplar ve makalelerde, Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerini savunmuştur.
Bu kısa bilgi notunu, internet ortamında Naci Akın imzasıyla yer alan 26 Kasım 2015 tarihli tanıtım yazısının son paragrafı ile sonlandırmak istiyorum.
"... Kürt kimliğine rağmen hakiki bir Türk milliyetçisiydi. Türkiye Cumhuriyetine başkaldıranları hain olarak görüyor ve Türkiye'nin haini en çok olan bir ülke olduğunu söylüyordu. Seyit'ti ama bu vasfını asla kullanmıyor, siyasete malzeme yapmıyordu. Cumhuriyetin değerlerine sonuna kadar bağlıydı ve Türkiye'nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması için çabalıyordu.
Hakiki Türk milliyetçisi olmak için illa ki, Türkçü ya da Türk soylu olmak gerekmiyor. Türkiye Cumhuriyetine ve onun değerlerine sadakatle bağlı olmak ve ülkenin birlik ve beraberliği için çalışmak yetiyor. Bu aynı zamanda milletin birliğine, ortak değerlerine ve hassasiyetlerine yönelebilecek saldırılara ve tehditlere milli reflekslerle tepki göstermeyi de gerektirir. Türk milliyetçisi olarak bilinenlerden hangisi Fransa'nın Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesi üzerine taşıdığı "Légion d' Honneur" nişanını iade etmiştir? Kamran İnan bunu yapmıştır.
Allah mekanını cennet eylesin. ."
Bu kısa bilgi notunu, internet ortamında Naci Akın imzasıyla yer alan 26 Kasım 2015 tarihli tanıtım yazısının son paragrafı ile sonlandırmak istiyorum.
"... Kürt kimliğine rağmen hakiki bir Türk milliyetçisiydi. Türkiye Cumhuriyetine başkaldıranları hain olarak görüyor ve Türkiye'nin haini en çok olan bir ülke olduğunu söylüyordu. Seyit'ti ama bu vasfını asla kullanmıyor, siyasete malzeme yapmıyordu. Cumhuriyetin değerlerine sonuna kadar bağlıydı ve Türkiye'nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması için çabalıyordu.
Hakiki Türk milliyetçisi olmak için illa ki, Türkçü ya da Türk soylu olmak gerekmiyor. Türkiye Cumhuriyetine ve onun değerlerine sadakatle bağlı olmak ve ülkenin birlik ve beraberliği için çalışmak yetiyor. Bu aynı zamanda milletin birliğine, ortak değerlerine ve hassasiyetlerine yönelebilecek saldırılara ve tehditlere milli reflekslerle tepki göstermeyi de gerektirir. Türk milliyetçisi olarak bilinenlerden hangisi Fransa'nın Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etmesi üzerine taşıdığı "Légion d' Honneur" nişanını iade etmiştir? Kamran İnan bunu yapmıştır.
Allah mekanını cennet eylesin. ."
Friday, November 13, 2015
Iran and the Middle East
MEF Research and Writing
Is It Iran's Middle East Now?
http://www.meforum.org/5622/iran-middle-east
While Iran leads the best organised and most aggressive alliance in the Middle East, the built-in limitations of its methods and the sectarian nature of the conflicts in question will likely stymie Iranian domination of the region.
|
The Middle East is currently in the midst of widespread instability, civil strife and the collapse or contraction of state authority. Syria, Iraq, Libya, Yemen, Turkey, the West Bank and Gaza Strip, Tunisia and Egypt have all experienced major instability over the last half decade. The first four of these areas have effectively ceased to exist as unitary states, and are now partitioned de facto between warring entities, organised according to ethnic, sectarian or tribal loyalty. The Palestinian territories too are divided into areas controlled by the Islamist Hamas movement in Gaza and the Fatah-dominated Palestinian Authority (PA) in the West Bank.
In this fractious landscape, powerful regional states are seeking to gain advantage, extend their own power, and diminish that of their rivals.
The collapse of states has in turn brought with it the decline of the national identities that supposedly underlay them, and the growth of sectarian identification as a political factor. The result is the emergence of Sunni-Shia conflict as a major overt presence in the Middle East. In Yemen, in Iraq, in Lebanon, and in a more complex way in Syria, Sunni-Shia rivalries form a central dynamic, which are also important in terms of the geo-strategic rivalries among major states competing in the Middle East.
State collapse has brought the decline of national identities and the growth of sectarianism.
|
Prior to the conclusion of the Joint Comprehensive Plan of Action (JCPOA) on Iran's nuclear programme, signed on 14 July 2015, it had appeared that Iran might be approaching a point of overstretch. Tehran was committed to assist a large portfolio of clients engaged in conflict across the region, at a time when Tehran was itself subject to biting economic sanctions. The continued civil war in Syria and the opening of conflicts in Iraq and Yemen – in which the Iranians were heavily committed – seemed to introduce this possibility.
Sanctions relief bolsters Iran's capacity to assist armed clients across the region.
|
But even if one assumes the lower estimate, and combines this with additional sums likely to become available to Iran because of renewed economic ties with the outside world as an element of sanctions relief, it may be concluded that the risk of overstretch, and a consequent inability on the part of Iran to sustain its regional commitments, has effectively disappeared as a result of the signing of the JCPOA.
As a result, Iran is well placed in the current period to continue its practice of supporting proxy political-military organisations in a variety of regional locations, in pursuit of Iranian strategic goals.
Iranian Ambitions in the Arab world
Iran is currently actively supporting proxies in major conflicts in the following areas: Syria, Iraq, Yemen, Lebanon, and the Palestinian territories. In addition, there is evidence that Iranian agencies are active among Shia populations – as yet without major effect – in Kuwait, Saudi Arabia and Bahrain. Tehran also has a strategic relationship with (Sunni majority) Sudan.Iranian aims
Iran's strategic goal is to emerge as the dominant power in the Middle East and, eventually, the entire Islamic world. It seeks to roll back US influence in the region and to work towards Israel's destruction.
Ali Younesi, a senior adviser to President Hassan Rouhani, sees Iran's role as "protecting the interests of all the people in the region – because they are all Iran's people."
|
At a conference on "Iran, Nationalism, History, and Culture" in Tehran in March 2015, Ali Younesi, a senior adviser on intelligence matters to Iranian President Hassan Rouhani, outlined a clear vision for Iranian regional hegemony. Younesi described Iran's role as "protecting the interests of all the people in the region – because they are all Iran's people ... We must try to once again spread the banner of Islamic-Iranian unity and peace in the region. Iran must bear this responsibility, as it did in the past." He noted Iran's past as an empire, and spoke of a "greater Iran" which stretched from the borders of China to the Persian Gulf.
Younesi's statements are not, of course, a failsafe guide to policy. But the adviser's much noted speech is a fair summary up of the wide ambitions of Iran.
In practice, Iranian resources appear to be directed to realising this vision in two specific areas: firstly, the establishment of a contiguous line of pro-Iranian entities between the Iraq-Iran border and the Mediterranean Sea, and secondly, extending Iranian influence to the Arabic-speaking side of the Persian Gulf, and subverting the interests of Saudi Arabia in this area.
Iraqi militia leader Abu Mahdi al-Muhandis (right) with Iranian Quds Force commander Qasem Soleimani.
|
The former goal has a number of motivating forces behind it. Firstly, there is an obvious strategic interest in reaching access to the Mediterranean, which has been a feature of Iranian and Persian state policy from antiquity.
Secondly, reaching Lebanon gives Tehran an entry point into the Israel-Arab conflict. The Iranians have invested heavily for over 30 years in their client Hezbollah in Lebanon. As non-Arabs and non-Sunni Muslims, the Iranians suffer from a 'legitimacy gap' in the mainly Sunni Muslim Arab Middle East. They seek to close this gap through commitment to the destruction of Israel, and in practical terms through the sponsorship of organisations engaged in war against the Jewish state. Access to Israel's borders is essential for this.
In addition, Iran has an interest in a weak or subordinated Iraq. The Iranian regime fought a bloody war against Iraq in the 1980s, which forms a core formative experience for the regime. To avoid any possible recurrence, Iran has an interest in ensuring a non-hostile Iraq through sponsorship of friendly political players in that country.
Iran's ballistic missiles and asymmetric conflict abilities offset its weak conventional ground and air forces.
|
While the Iranians may hope eventually to isolate Saudi Arabia and cause the Gulf states to abandon their links with the US and to instead come under Iranian protection, this moment is far away in terms of the current balance of power because of Iran's limited military capacities. At present, therefore, the Iranians aim to frustrate any Gulf or US ability to carry out operations in the Gulf or into Iranian territory through the building of a deterrent capacity.
The Iranian practice of harassing international shipping in the Straits of Hormuz and the investment in small boats, coastal defence and UAVs reflects this goal. Because of their limited conventional capabilities, the effective use of proxy warfare has high importance to the Iranians.
So to sum up, Iran's strategic goal is ultimately to build regional hegemony. In the short term its core goals include maintaining domination of the space between the Iran-Iraq border and the Mediterranean as well as deterring the US and intimidating the Gulf states.
These goals place Iran at loggerheads with those status quo states in the region, most importantly Saudi Arabia. The Saudi-Iranian rivalry, combined with the collapse of a number of regional states and the growing importance of sectarian identity as a marker of political loyalty, are producing a cross-border sectarian struggle, with Iranian clients lined up against clients of Saudi Arabia, Turkey or Qatar.
This sectarian element is important, because it represents a built-in limit to Iranian potential. As a Shia power, Iran finds it difficult to gain legitimacy among Sunni Arabs or to successfully develop proxies outside of Shia Arab populations, as becomes apparent when taking a closer look at Iran's main commitments in the region.
The pattern of Iranian success and failure
When assessing how things stand for Iran in the main countries in which it is engaged, an emergent pattern presents itself.Syria
In Syria, Iran has been determined, since the outbreak of the uprising against the Assad dictatorship in March 2011, to preserve the dictator's rule. Iran and Syria have formal relations of military alliance dating back to 1982. Iranian financial assistance, mobilisation of regional proxies, help in military organisation and now direct provision of military personnel to Assad have been vital in preventing his downfall.
Members of the Iranian-backed Shia militia known as Liwa al-Sayyida Ruqayya in Damascus late last year.
|
Has the intervention into Syria been a success for Iran and its methods of outreach? Partially. Assad still controls Damascus. But he rules over only about 20 per cent of the entire territory of Syria. There are no prospects of the reconquest of the greater part of the areas lost any time soon. So Iran's efforts may have kept the dictator in his seat, but the result has not been a return to repressive stability, but rather the effective collapse and de facto partition of Syria, with Assad reduced to the status of a single warlord among others, rather than the ruler of a country.
It is noteworthy that despite Iranian assistance, the direction of the Syrian Civil War appeared to be turning decisively against Assad in the course of 2015. The intervention by Russia, beginning this past September derived to a degree from Russian perception that the current levels of support were not working and that if Assad was to be saved, a more direct involvement by Moscow was necessary. According to some reports, the Russian intervention was the direct result of a visit by Iranian Quds Force commander General Qasem Soleimani to Moscow in July 2015 in which he impressed on Russian officials the increasingly desperate predicament faced by Assad. If this was indeed the case, it is testimony to the limited efficacy of Iranian methods in the Syrian context.
Iraq
Iraq has a Shia Arab majority, and a traditionally pro-Iranian party (Dawa) is currently in power. Iranian assistance to the government of Prime Minister Haider al-Abadi in the form of the organising of the Shia militias in the Popular Mobilisation (Hashed al-Shaabi) played a vital role in stopping the Islamic State (IS) advance eastwards in the summer of 2014.
A poster of Iranian Supreme leader Ayatollah Khamenei at the entrance to an office of the Hashd al-Sha'abi (Popular Mobilization) in Baghdad. Photo by Jonathan Spyer.
|
The most powerful of the militias are political as well as military organisations. While these militias are officially administered by the Popular Mobilisation Committee, in reality the most powerful of them are directly linked to Iran. The Badr organisation, headed by Hadi al Ameri, and the Kataeb Hezbollah, led by Abu Mahdi al-Muhandis, are the strongest of these groups. Both Ameri and al-Muhandis are veteran pro-Iranian Shia Islamist activists, with long and verifiable links to the Iranian Revolutionary Guards Corps (the latter fought on the Iranian side in the Iran-Iraq war). Both are personally linked to the Quds Force and Qasem Soleimani.
The Shia militias, as both political and military organisations, are the key instrument for Iran in Iraq. Through them, the Iranians are able to directly impact the policymaking process in the country. Yet it is also the case that Iraq remains effectively divided into three component parts; the government controlled area in the south, the Islamic State territory in the centre, and the Kurdish north. Neither the Shia militias nor the Iraqi armed forces appear anywhere close to re-uniting the country, and it is difficult to see how they could do so, given their openly sectarian, Shia orientation.
So in the Iraqi context, Iranian influence is deep, but the result of it is the fragmentation of Iraq, and the Iranian domination of one part of it, rather than the emergence of a strong Iran-aligned unitary Iraqi state.
Lebanon
In Lebanon, the success of Iranian methods of outreach and subversion are most clearly showcased. Hezbollah is the prototype of an Iranian created and supported political-military group. Established by the Revolutionary Guards in the early 1980s, Hezbollah has, since 1990, been the only non-governmental organisation permitted to maintain an armed wing in Lebanon (with the exception of Palestinian groups permitted to carry arms within refugee camps). In 2006, Hezbollah launched a war on Israel without seeking the consent of the official government of the country. In 2008, it crushed an attempt to impose the authority of the central government over some of its activities.
Hezbollah Secretary General Hassan Nasrallah declared in a May 24 speech that his Lebanese Shia movement's fighters will deploy to "all the places in Syria that this battle requires."
|
Hezbollah has played a vital role in the Syrian civil war as an ally of Iran. Its personnel are taking an active part in the fighting. Iran and Hezbollah have also sought to take advantage of the chaos in Syria to establish an additional front for operations against Israel just east of the Quneitra Crossing (facing the Golan Heights). So far this has not been successful. Israeli pre-emptive action to prevent this has included the killing of a number of senior Iranian Revolutionary Guards Corps and Hezbollah personnel on 19 January 2015.
No challenge to Hezbollah's military power is on the horizon, though the entry of approximately one million Syrian Sunni refugees since 2011 has undermined the notion of an emergent Shia demographic majority that underlay and deepened the organisation's strength. There is evidence of efforts to organise among the Sunnis by both Jabat al-Nusra and IS.
There are no physical restrictions on Hezbollah's freedom of action. But at the same time, the notion of emergent open Hezbollah rule replacing the Lebanese state, and implementing the Iranian system of government in the country is far-fetched. Hezbollah has neither the need nor the possibility of imposing such rule. Iran has implanted a powerful military machine along the border with Israel, giving itself a direct entry to the Arab-Israeli conflict, and the ability to intervene to help other allies in need (Hezbollah has also involved in supporting pro-Iranian groups in Iraq, Yemen and the Palestinian territories in recent years.) But even in Lebanon, the site of Iran's greatest success, if Iran was hoping to produce a similar Shia Islamic regime to its own, this appears neither imminent nor likely.
Yemen
In Yemen, the Iranian ally/client is the Ansar Allah organisation, more commonly known as the Houthis, after the name of the tribe that controls the organisation. The Houthis seized control of the Yemeni capital, Sana'a, in September 2014. The government of President Abd-al Rabbo Mansour Hadi was forced into exile in Saudi Arabia. The Houthis and their allies then began a march to the south, intending to seize the Gulf of Aden and unite the country under their control.
Saudi and Emirati assistance to Yemeni government forces seeking to prevent this outcome began on 26 March. Egypt, Morocco, Jordan, Sudan, Kuwait, Qatar and Bahrain also joined the coalition against the Houthis. The Houthis, having failed to take Aden City, have now agreed to adhere to a seven point plan brokered by the UN at talks in Muscat, Oman. The plan includes a ceasefire and the return of the government to Sana'a. It is not yet clear if the planned ceasefire will be implemented. But again, we see the pattern of Iranian support resulting in division and renewed conflict, rather than outright victory for the Iranians.
Palestinians
Iranian-backed Islamic Jihad militants in training.
|
Iran maintains a strategic alliance of long standing with one Palestinian organisation – Palestinian Islamic Jihad (PIJ). Islamic Jihad was founded in the Gaza Strip in 1981 by activists directly influenced by the Islamic Revolution in Iran. PIJ has remained a supporter of Iran and beneficiary of Iranian aid and support ever since. Islamic Jihad, however, is a small organisation, with no serious ambitions for competing for the political leadership of the Palestinians. In the course of the 1990s, Iran sought to establish a strategic relationship with Hamas, largest and most powerful of Palestinian Islamist groups. This burgeoning relationship was disrupted, however, by the post-Arab Spring rise of the Muslim Brotherhood in Egypt and then by the outbreak of civil war in Syria. Hamas, a Muslim Brotherhood linked group, sought to distance itself from the Iran-aligned Syrian regime, which was engaged in crushing a largely Sunni Arab revolt. The movement transferred its headquarters from Damascus. At the same time, Hamas sought to draw closer to what looked then to be an emergent Muslim Brotherhood regional bloc, centred on Egypt and Qatar.
In the event, no such bloc emerged. But it led to estrangement between Hamas and Iran. As of today, a split pertains in Hamas regarding future relations with Iran, with some elements supporting a return to alignment with the Iranians and others favouring alignment with Qatar and an attempt to repair relations with Saudi Arabia.
During the period of the Second Intifada, the Iranians also maintained contacts with and support for armed elements within the rival Fatah movement. It is likely that these channels of communication and support still exist.
Conclusion
In all areas of Iranian regional "outreach," a common pattern exists. Iranian regional policy is characterised by the establishment and/or sponsorship of proxy political-military organisations. In every case noted, (with the partial exception of Lebanon) the result of the Iranian involvement is not Iranian strategic victory and the constitution of the state in question as an ally of Iran. Rather, Iranian outreach prevents the defeat and eclipse of the local Iranian ally, while ensuring division and continued conflict in the area in question.This Iranian modus operandi – and its centrality in Iranian regional strategy – as well as the far reaching nature of Iranian goals as outlined above, mean the notion that a post JCPOA Iran can form a partner for stability in the region is deeply flawed, and will quickly be contradicted by the facts.
The export of chaos has the merit, perhaps, of keeping disorder far from Iran's own borders by ensuring that rivals to Tehran are kept busy engaged in proxy conflicts elsewhere. However, it is difficult to see how it can result in regional hegemony and leadership.
This Iranian penchant for fomenting chaos also places them on a different trajectory than the Russians. This is important, because the Russian intervention in the Syrian civil war from September 2015 on has been characterised in some quarters as the birth of a new strategic alliance between Tehran and Moscow. Ibrahim Amin, editor of the pro-Hezbollah al-Akhbar newspaper, happily called this supposed new bloc the "4 + 1" alliance (Iran, Iraq, Syria, Russia and Hezbollah).
Iran can be a spoiler, but not the founder, of a new Middle Eastern order.
|
As a result of the JCPOA, Iran is likely to increase its support for its portfolio of proxy organisations across the region. The net effect of this will be to increase regional disorder and foment continued conflict. However, because of the built in limitations of Iranian methods and because of the sectarian nature of the conflicts in question (which means Iran finds it very difficult or impossible to pursue really lasting alliances with non-Shia Arab clients), it is unlikely that this will result in the attainment by Iran of its strategic goal of regional leadership/hegemony. Iran is a spoiler par excellence. But despite its ambitions and pretensions, it does not look like the founder of a new Middle Eastern order.
Jonathan Spyer is director of the Rubin Center for Research in International Affairs and a fellow at the Middle East Forum.
Monday, November 9, 2015
Atatürk 10 Kasım 2015
Atatürk’ün ebediyete intikalinin 77nci yıldönümünde
Atatürk’ün hedefi neydi? Tek bir Türk milleti oluşturmak. (10 Kasım 2015)
Onsekizinci yüzyılın birinci yarısından itibaren yapılan reformlardan ve Birinci Dünya Savaşı sonundaki yenilgiden ve Anadolu’nun büyük kısmının işgal edilmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsuru olan Türk milletinin önünde Kurtuluş Savaşı ve devrimlerle gerçekleştirilmek istenen tek bir amaç vardı. Mustafa Kemal Atatürk bu amacı şöyle tanımlamıştı:
“ Milli, bağımsız ve bilimsel düşüncenin yöneteceği bir toplum kurmak.”
Atatürk Devrimleri ve uygulamaları bu hedefi gerçekleştirmek içindir. Bunun için bir millet yaratmak zorunluydu. Başka bir deyimle, Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli milletler arasında var olan Türklerde millet bilincinin yaratılması gerekiyordu.
Ümmetçilik ve cemaatçilik Osmanlı İmparatorluğunun ayakta kalmasını sağlayan temel direklerdi. Ancak, milli bir Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ve yaşaması için ümmetçilikten vazgeçilmesi gerekiyordu.
Atatürk’ün tarih görüşü milliyetçi fakat ümmetçi olmayan bir tarih görüşüdür.
Milliyetçilik bütün devrimlerin esas amacı olarak kabul edilebilir. Millet kavramı , sosyolojik açıdan, bugün dünyada yaşayan toplumların aşamadığı bir sosyal gerçektir. Bağımsızlık da, bu açıdan tam milliyetçiliğin elde edilmesi için vazgeçilmez koşuldur.
Laiklik de yine bu milli toplumun gerçekleşmesini sağlayacak bir araç olarak kabul edilebilir. Dinin etkilemediği bir toplum ve eğitim düzeni yani laiklik, Ortaçağın rasyonellikten uzak egemenliğinden kurtulmak için gerekliydi. Bu nedenle laiklik, milliyetçilik ilkesini tamamlayıcıdır.
Milliyetçilik ve laiklik Aatatürk devrimlerini anlamanın ve değerlendirmenin ana unsurlarıdır.
Gerçekleştirilen bütün devrimler aynı amaca yönelmiştir: Millet'i gerçekleştirmek.
Tarihi perspektif içinde yerli yerine koyduğunuzda, Atatürk Devrimlerinin, Osmanlı İmparatorluğunu yok eden iç ve dış sorunlara ve çelişkilere çözüm getirmek üzere planlanmış ve uygulanmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
İmparatorluğu çöküntüye sürükleyen en önemli mekanizmalardan biri, 19ncu yüzyıldan beri emperyal Avrupa devletleri tarafından ustalıkla kullanılan milliyetçilikti. O halde Anadolu’da kurulacak olan yeni politik düzen cemaatlerden meydana gelen bir aglomera değil, fakat tek bir milletin örgütlenmesi olacaktı. Osmanlı İmparatorluğunu çöküntüye sürükleyen diğer bir güçlü faktör , düşüncenin Orta Çağ baskısından kurtulamamasıydı. Öyleyse, laiklik ve ona uygun eğitim gerekiyordu.
Osmanlı Devleti Hanedan ve Hilafet’e dayanıyordu. Öyleyse, yeni Devletin şekli Cumhuriyet olacaktı. Osmanlı ekonomisi milli olmayan dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin elindeydi. Osmanlı Maliyesini “duyunu umumiye” idaresi yönetiyordu. Öyleyse, milli bir ekonomi düzeni kurulmalıydı.
Osmanlı yönetim modeli Saray’ın ve kapıkullarının egemen olduğu ve son yüzyıllarda buna eyalet beylerinin ve büyük toprak sahiplerinin ortak olduğu bir oligarşiydi. Öyleyse, halkçılık ilkesi hayata geçirilmeliydi. Halkın konuştuğu dil kültür dili değildi. Öyleyse, Türkçenin egemenliği sağlanmalıydı. Kadın toplum yaşamının dışında bırakılmıştı. Öyleyse, kadına en ileri medeni haklar verilmeliydi.
Atatürk’ün , bütün bu devrimlere hiç bir zaman bitmiş olarak bakmadığını ve hepsine ulaşılacak hedefler olarak baktığını da kendi sözlerinden biliyoruz.
Milli sınırlar içinde gerçekleşecek bir sosyo – ekonomik değişim için minimum taban ortak bir milli bilinçtir. Biz, önce bir millet olma bilincine varmak zorundaydık.
İslami düşünce açısından bakıldığında, Atatürk devrimleri olumsuz yorumlanabilir. Zira, devrimlerin iki temel unsuru milliyetçilik ve laiklik, ümmet ve şeriat ile bağdaşmaz.
(Yukarıdaki metin, Doğan Kuban’ın, Türk Tarih Kurumu tarafından 1970 yılında Dördüncüsü düzenlenmiş olan Atatürk Konferansı’nda, “Atatürkçülük Üzerinde Yorumlar ve Çağdaş Uygarlığa Katılma Sorunu” konusunda yaptığı sunumdan derlenmiş bir kısaltmadır.)
Atatürk’ün hedefi neydi? Tek bir Türk milleti oluşturmak. (10 Kasım 2015)
Onsekizinci yüzyılın birinci yarısından itibaren yapılan reformlardan ve Birinci Dünya Savaşı sonundaki yenilgiden ve Anadolu’nun büyük kısmının işgal edilmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsuru olan Türk milletinin önünde Kurtuluş Savaşı ve devrimlerle gerçekleştirilmek istenen tek bir amaç vardı. Mustafa Kemal Atatürk bu amacı şöyle tanımlamıştı:
“ Milli, bağımsız ve bilimsel düşüncenin yöneteceği bir toplum kurmak.”
Atatürk Devrimleri ve uygulamaları bu hedefi gerçekleştirmek içindir. Bunun için bir millet yaratmak zorunluydu. Başka bir deyimle, Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli milletler arasında var olan Türklerde millet bilincinin yaratılması gerekiyordu.
Ümmetçilik ve cemaatçilik Osmanlı İmparatorluğunun ayakta kalmasını sağlayan temel direklerdi. Ancak, milli bir Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ve yaşaması için ümmetçilikten vazgeçilmesi gerekiyordu.
Atatürk’ün tarih görüşü milliyetçi fakat ümmetçi olmayan bir tarih görüşüdür.
Milliyetçilik bütün devrimlerin esas amacı olarak kabul edilebilir. Millet kavramı , sosyolojik açıdan, bugün dünyada yaşayan toplumların aşamadığı bir sosyal gerçektir. Bağımsızlık da, bu açıdan tam milliyetçiliğin elde edilmesi için vazgeçilmez koşuldur.
Laiklik de yine bu milli toplumun gerçekleşmesini sağlayacak bir araç olarak kabul edilebilir. Dinin etkilemediği bir toplum ve eğitim düzeni yani laiklik, Ortaçağın rasyonellikten uzak egemenliğinden kurtulmak için gerekliydi. Bu nedenle laiklik, milliyetçilik ilkesini tamamlayıcıdır.
Milliyetçilik ve laiklik Aatatürk devrimlerini anlamanın ve değerlendirmenin ana unsurlarıdır.
Gerçekleştirilen bütün devrimler aynı amaca yönelmiştir: Millet'i gerçekleştirmek.
Tarihi perspektif içinde yerli yerine koyduğunuzda, Atatürk Devrimlerinin, Osmanlı İmparatorluğunu yok eden iç ve dış sorunlara ve çelişkilere çözüm getirmek üzere planlanmış ve uygulanmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
İmparatorluğu çöküntüye sürükleyen en önemli mekanizmalardan biri, 19ncu yüzyıldan beri emperyal Avrupa devletleri tarafından ustalıkla kullanılan milliyetçilikti. O halde Anadolu’da kurulacak olan yeni politik düzen cemaatlerden meydana gelen bir aglomera değil, fakat tek bir milletin örgütlenmesi olacaktı. Osmanlı İmparatorluğunu çöküntüye sürükleyen diğer bir güçlü faktör , düşüncenin Orta Çağ baskısından kurtulamamasıydı. Öyleyse, laiklik ve ona uygun eğitim gerekiyordu.
Osmanlı Devleti Hanedan ve Hilafet’e dayanıyordu. Öyleyse, yeni Devletin şekli Cumhuriyet olacaktı. Osmanlı ekonomisi milli olmayan dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin elindeydi. Osmanlı Maliyesini “duyunu umumiye” idaresi yönetiyordu. Öyleyse, milli bir ekonomi düzeni kurulmalıydı.
Osmanlı yönetim modeli Saray’ın ve kapıkullarının egemen olduğu ve son yüzyıllarda buna eyalet beylerinin ve büyük toprak sahiplerinin ortak olduğu bir oligarşiydi. Öyleyse, halkçılık ilkesi hayata geçirilmeliydi. Halkın konuştuğu dil kültür dili değildi. Öyleyse, Türkçenin egemenliği sağlanmalıydı. Kadın toplum yaşamının dışında bırakılmıştı. Öyleyse, kadına en ileri medeni haklar verilmeliydi.
Atatürk’ün , bütün bu devrimlere hiç bir zaman bitmiş olarak bakmadığını ve hepsine ulaşılacak hedefler olarak baktığını da kendi sözlerinden biliyoruz.
Milli sınırlar içinde gerçekleşecek bir sosyo – ekonomik değişim için minimum taban ortak bir milli bilinçtir. Biz, önce bir millet olma bilincine varmak zorundaydık.
İslami düşünce açısından bakıldığında, Atatürk devrimleri olumsuz yorumlanabilir. Zira, devrimlerin iki temel unsuru milliyetçilik ve laiklik, ümmet ve şeriat ile bağdaşmaz.
(Yukarıdaki metin, Doğan Kuban’ın, Türk Tarih Kurumu tarafından 1970 yılında Dördüncüsü düzenlenmiş olan Atatürk Konferansı’nda, “Atatürkçülük Üzerinde Yorumlar ve Çağdaş Uygarlığa Katılma Sorunu” konusunda yaptığı sunumdan derlenmiş bir kısaltmadır.)
Subscribe to:
Posts (Atom)