CÜ YILINDA TÜRKİYE-ERMENİSTAN
İLİŞKİLERİ - DİPLOMATİK GÖZLEM - NİSAN 2020
BLOG NO : 2020 /
4
Diplomatik Gözlem (Nisan 2020, Sayı 99,
s. 40-43)
Alev KILIÇ*
Rusya’da Çarlık yönetiminin Bolşevik ihtilali ile sona
ermesini izleyen dönemde, Güney Kafkasya’da önce bir “Trans-Kafkasya Demokratik
Federatif Cumhuriyeti” oluşturulmaya çalışılmış, başarılı olunamayınca, üç
bağımsız devlet ortaya çıkmıştır. 28 Mayıs 1918’de kurulan “Demokratik Ermeni
Cumhuriyeti”, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi sonucu
Osmanlı ordusunun 3 Mart 1918 Brest-Litovsk anlaşması ile belirlenen sınırdan
geri çekilmek zorunda kalması üzerine, doğu Anadolu’da bir kez daha toprak
kazanımına ve yeni bir etnik temizlik harekâtına girişmiştir.[1] Amaç
Demokratik Ermeni Cumhuriyetinin sınırlarını doğu Anadolu’ya genişletmektir.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
açılması ve Meclis Hükümetinin kurulması sonrası Sovyet Rusya ile doğu
sınırının belirlenmesini de kapsayan görüşmeler başlamıştır. Ancak Ermeni
silahlı unsurların yarattığı olumsuz fiili duruma, ikinci kez tekrarlanan vahşi
ve acımasız katliamlara bir an önce son vermek üzere, 9 Haziran 1920’de
harekete geçen Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu 30 Ekim’de Misakı
Milli sınırları içinde kalan toprakları geri almış, ilerlemesine devam ederek
Ermenistan sınırındaki Gümrü kentini de ele geçirmiştir.[2]
Ermenistan’da yönetimdeki Taşnak hükümeti bu gelişme
karşısında barış talebinde bulunmuş ve görüşmeler 22 Kasım’da Gümrü’de
başlamıştır. Gümrü Barış Anlaşması 3 Aralık’ta imzalanmıştır. Anlaşmayı Ankara
TBMM Hükümeti adına Kazım Karabekir, Erzurum Valisi Kapancızade Hamid Bey ve
Erzurum milletvekili Süleyman Necati, Ermenistan Cumhuriyeti adına Aleksandr
Hatisyan, Avram Gülhandaniyan ve Stepan Georgiyan imzalamıştır.[3] Böylece
Kurtuluş savaşında Doğu cephesindeki çatışmalar sona ermiş, Türk ordusu tüm
gücünü Batı’ya yöneltebilmiştir. Gümrü anlaşması diğer bazı ilkleri daha
oluşturmuştur. Bu anlaşma TBMM Hükümetinin uluslararası alandaki ilk askeri ve
siyasi başarısı, imzaladığı ilk anlaşmadır. Bu anlaşma ile TBMM hükümetini ve
Misak-ı Milli sınırlarını tanıyan ilk ülke Ermenistan olmuştur.
Gümrü anlaşmasının imzalanmasının ertesi günü, 4
Aralık’ta Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti, Bolşevik Kızıl Ordu’nun yönetime
el koymasıyla, bağımsızlığını kaybetmiş, varlığı sona ermiş, Sovyet Rusya’ya
tabi, Moskova’dan yönetilen bir konuma gelmiştir. Bu durumun doğal sonucu,
Gümrü Anlaşması Ermenistan Meclisine sunulamamış, onay süreci yerine
getirilememiştir. Günümüz Ermenistan Cumhuriyeti yöneticileri hukuki süreç
tamamlanarak onaylanmadığı gerekçesiyle Gümrü Anlaşmasının geçerliliğinin ve
bağlayıcılığının olmadığını, dolayısıyla tanımadıklarını ifade etmektedir.
Doğu Anadolu sınırlarının belirlenmesinin ve hukuki
bağlayıcılık kazanmasının öneminin ve gerekliliğinin bilinci içinde olan TBMM
Hükümeti, üç güney Kafkas Cumhuriyetinin de birer federal Sovyet Cumhuriyeti
olarak içinde yer aldığı Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile 16 Mart 1921’de
Moskova’da imzaladığı Moskova anlaşması hükümleri içinde doğu sınırlarının da
yer almasına özen göstermiştir. Esas itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü
sınırlarını çizen bu anlaşma başlı başına yeterli ve geçerli bir anlaşma
olmakla beraber, TBMM hükümeti ileri bir görüşle, bir adım daha atmış ve
gelecekte olası bir kuşkuya yer vermemek üzere, üç güney Kafkas Sovyet
Cumhuriyeti ile ayrıca 13 Ekim 1921 tarihinde, Moskova anlaşmasında belirlenen
sınırları tekrarlayan ve teyit eden Kars Anlaşmasını imzalamıştır. Azerbaycan,
Gürcistan ve Ermenistan tam yetkili temsilcilerinin yanı sıra Rusya
temsilcisinin de imzasının bulunduğu Kars anlaşmasını Türkiye adına da Kazım
Karabekir imzalamıştır.[4]
Bu anlaşmalara ve belirlenen sınırlara saygı
gösterildiği sürece Türkiye’nin Sovyet Rusya tarafından temsil edilen güney
Kafkas cumhuriyetleri ile ilişkileri dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri
çerçevesinde devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşının galip güçleri arasında yer
alan Sovyet Rusya, Yalta’da ABD ve İngiltere ile dünyada yeni bir paylaşımın
ortağı olmanın getirdiği bir iştah ve ihtirasla Türkiye’nin doğu sınırlarında,
“Gürcistan ve Ermenistan” adına taleplerde bulununca bu ilişkide keskin bir
kırılma yaşanmış ve iki kutuplu hale gelen küresel jeopolitikte Türkiye Batı
cephesinde yerini almıştır. Stalin’den sonra yönetime gelen Kruşçev’un bu
konuda Stalin’i ağır biçimde suçladığı ve “bize Türkiye’yi kaybettirdi[5]”
dediği günümüzde bilinmektedir.
Sovyetler Birliğinin 1991 yılında dağılmasından ve on
beş cumhuriyet arasında Ermenistan’ın da Eylül 1991’de ilan ettiği
bağımsızlığını kazanmasından sonra, Ermenistan komşularıyla sınır sorunu
yaratan, barış ve istikrarı tehdit eden bir ülke olarak ortaya çıkmıştır.
Azerbaycan topraklarına karşı askerî harekâtı ve süregelen işgali burada ele
alınmamaktadır. Türkiye’ye yönelik, uluslararası hukuku, tarihi geçmişi ve
gerçekleri hiçe sayan, Gümrü anlaşması bir yana, Moskova ve Kars
anlaşmalarını sorgulayan emelleri 23 Ağustos 1990 tarihli Bağımsızlık
Bildirgesinde ve 23 Eylül 1991’de kabul edilen anayasasında yer almasına
rağmen, Türkiye, yeni bağımsızlığını kazanan komşu bir devleti kösteklememek ve
zaman içinde iyi komşuluk gereksinimleri doğrultusunda aklıselim içinde bir
politika izlemesine olanak sağlamak düşüncesi ve ümidi içinde, 16 Aralık
1991’de Ermenistan’ı ilk tanıyan ülkeler arasında yer almıştır. Bu anlayış
doğrultusunda Türkiye Ermenistan’ı, 1992 yılında, Sekretaryası İstanbul’da olan
Karadeniz İşbirliği Örgütüne de kurucu üye olarak davet etmiştir[6].
Yeni Ermenistan Cumhuriyetinin kendisine gösterilen
anlayışı yanlış değerlendirdiği ve yayılmacı emellerine cesaret verici olarak
gördüğü kısa süre içinde ortaya çıkmıştır. Ermenistan’ın bu cesareti bir
ölçüde, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla yaşanan süreçte, Kafkaslardaki tarihi
çatışmaların tekrar alevlenmesinden ve Rusya’nın da bu gelişmelerde aktif rol
oynamasından aldığını söylemek mümkündür. Ermenistan’ın Azerbaycan içinde yer
alan Dağlık Karabağ otonom bölgesini işgal etmesi ve burada durmayıp çevreleyen
Azerbaycan topraklarına da ilerlemesi ve 1993 yılında Kelbecer bölgesini işgal
etmesi üzerine, Türkiye bu işgale ve Ermenistan’ın Türkiye’ye karşı izlemeye
devam ettiği uzlaşmaz tutumuna tepki olarak, o zamana kadar açık olan sınırını
kapatmıştır[7].
Batıya açılmak isteyen Ermenistan’a bu olanağı
sağlamak ve ilişkilerin normalleşmesine zemin hazırlamak üzere bir şans daha
vermek iradesini gösteren Türkiye, 10 Ekim 2009 tarihinde Ermenistan ile
“Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü” ile “İkili İlişkilerin
Geliştirilmesi Protokolü” imzalamıştır. Türkiye bu protokolleri onaylanmak
üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine sunmuştur. Ermenistan ise, parlamentosuna
sunmadan önce, anayasaya uygunluğunun incelenmesi için Anayasa Mahkemesine
iletmiş, mahkeme 18 Ocak 2010 tarihli gerekçeli kararında, protokol
metinlerinin lafzına ve ruhuna aykırı, önkoşullar ve kısıtlayıcı hükümler
getirmiştir. Böylece kesintiye uğrayan bu süreci sonlandıran gene Ermenistan
olmuş, Ermenistan Cumhurbaşkanı 1 Mart 2018 tarihinde protokolleri hükümsüz ilan
etmiştir[8].
Ermenistan, 1998-2008 arasındaki on yılını
Koçaryan, 2008-2018 dönemini Sarkisyan yönetiminde geçirmiştir. İki
cumhurbaşkanının ortak özelliği Dağlık Karabağ kökenli ve aynı partiden
olmaları, her ikisinin Dağlık Karabağ işgalinde ve katliamlarda üst düzey aktif
konumda bulunmuş olmalarıdır. Bu nitelikleriyle Türkiye ile ilişkilerde bir
gelişme sağlanamamış olması şaşırtıcı bulunmamaktadır. Aksine, özellikle 2015
yılını hedef alan Ermenistan yönetimi, “soykırım” iddialarını yüzüncü yıl
anması çerçevesinde istismar edebilmek için planlı yoğun bir faaliyet
sürdürmüştür. Ancak bu çabalar beklentilerinin hayli gerisinde kalmış, hayal
kırıklığı yaratmıştır. Özellikle Avrupa İnsan Haklar Mahkemesinin bu tarihlerde
açıkladığı Perinçek/İsviçre kararı hukuk alanında altından kalkılamayacak bir
darbe olmuştur.
Ermenistan’ın 2018 yılında Başkanlık sisteminden
Parlamanter sisteme geçmesi, Paşinyan’ın “kadife devrim” olarak adlandırdığı
sokak hareketiyle iktidara gelmesi, eski yönetimden hesap sorması, Koçaryan ve
Sarkisyan aleyhinde adli süreç başlatması, Ermenistan’ın yeni, reformist,
Ermenistan’ın öz çıkarlarını gözeten bir politika izleyeceği ümidini
yaratmıştır. Ancak, Dağlık Karabağ çatışmasına çözüm bulunması girişimlerinin
aşırı milliyetçi ve militan çevrelerce etkili biçimde istismarı, Rusya ile
bağların alternatifsiz gücü, Ermeni diasporasına ekonomik ve siyasi destek
sağlamada bağımlılık Ermenistan’ın farklı bir politika izleyebileceği
beklentilerini boşa çıkarmıştır. Bu sıkıntılar karşısında milliyetçilik kozuna
sığınan, diaspora ile ilişkileri de pan-Ermenizm boyutuna taşıyan yeni yönetim
Türkiye ile ilişkilerinde geleneksel Türkiye karşıtlığını düşmanlık görüntüsüne
çevirmiştir.
Türkiye ile ilişkilerinde düzelme, normalleşme,
uzlaşma ışığı göstermeyen bu gelişme, Ermenistan’ın yüz yıllık devletten
devlete ilişki döneminde saplanıp kaldığı söylemlerin giderek anlamsız ve
tutarsız kaldığını, çıkmaz bir yolda olduğunu görmesine rağmen, değiştirecek
adımlar atamamasından kaynaklanmaktadır. Ermeni söyleminin ve iddialarının
oturduğu üç ayak değişmemiş farklı ağırlık ve öncelik kazanmıştır.
Tarih boyutu artık tek taraflı Ermeni söyleminin
tekelinde değildir. Ortak ve uluslararası bir tarihçiler komisyonu kurulması
önerisinin tartışmasız reddedilmesi bu konudaki iddialarının zayıflığının açık
göstergesi olmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda, 1920 Paris Barış
görüşmelerinde Karadeniz’den Akdeniz’e oradan Hazar denizine uzanan toprak
taleplerini karşılayacak nüfusa sahip olduklarını ileri sürerken, bu hülyaları
reddedilince, nüfuslarının neredeyse tamamının soykırıma uğradığı iddiası
ciddiye alınabilecek nitelikte değildir. Uluslararası Suçlar ve Tarih
dergisinde yayınlanan Dr. Deniz Akçay’ın makalesi okunması gereken akademik bir
çalışmadır.[9] Keza askeri tarihçi Prof. Erickson’un, sevk ve
iskânın bir askeri zorunluk olduğunu ortaya koyan akademik çalışması da inkârı
zor bir tarihi gerçeği yansıtmaktadır.[10] 1915 olaylarını Yahudi
Holokostu ile özdeşleştirme gayretleri de hem Musevi liderlerin hem Ermeni yazarların
ifadeleriyle anlamsızlaşmıştır. AVİM’de “Seyyar Devrimciler” kitabına ilişkin
yayınlanan, “Seyyar Devrimciler mi, Teröristler mi” başlıklı yorum bu açıdan
ufuk açıcıdır.[11]
Hukuk boyutu Ermeni iddiaları ve talepleri bakımından
mutlak bir hüsrandır. AİHM, Fransa Anayasa Konseyi, AB Adalet Divanı kararları
ortadadır. E. Büyükelçi Pulat Tacar’ın konuya ilişkin çok sayıda makalesi,
konunun hukuki veçhesini kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkla ortaya
koyabilmektedir.[12] ABD’de açılan tazminat davaları da sonuç
alınamayacağını göstermiştir. AVİM’de yayınlanan “Türkiye-ABD Arasında
İmzalanan 25 Ekim 1934 Tarihli Antlaşma ve ABD Vatandaşı Ermenilerin Tazminat
Taleplerine Bağlayıcı Etkisi” başlıklı yorum bu konunun akılda tutulması
gereken, pek dikkate alınmayan bir yönünü ortaya koymaktadır.[13]
Siyasi boyuta gelince, -bu başlık altına, Ermeniler
Ortodoks Hristiyanlığın kendilerine özgü farklı bir mezhebini benimsemiş de
olsa, din birliği ve Hristiyan destek ve dayanışması da girmektedir-, günümüzde
ağırlık ve güncellik kazanmış ayağı oluşturmaktadır. Hedef uluslararası alanda
Türkiye’ye baskı yapabilecek güçlü yandaşlar bularak, hukuken ve tarihi
verilerle kanıtlanamayan taleplerin siyaseten kabul ettirilebilmesidir. Bu
alanda yoğunlaştırılan bir çaba, yandaş ülke parlamentolarından kararlar
çıkartabilmektedir. Bağlayıcılığı bulunmayan parlamento kararlarının
değerlendirmesi Prof. Brendon Cannon’un kitabında akademik bir bakış açısıyla
irdelenmiştir.[14] Yandaş ülke sağlamada başvurulan taktik,
Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde karşılaştığı gerginliklerden,
ihtilaflardan yararlanılması, Türkiye’ye karşı olan ülkelerle ve siyasi
oluşumlarla iş ve güç birliği yapılması olmaktadır.
Günümüzdeki görünüm Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin
maalesef normalleşme, uzlaşma çizgisinde olmadığıdır. Bu durum Ermenistan’ın
dışa açılmasının, reformlarının ve liberalleşmesinin gerçekleşmesinin önünde
ciddi bir engel oluşturmakta, gelecek için yeni bir vizyona olanak tanımamakta,
“böyle geldi böyle gider” anlayışını sürekli hale getirmektedir. Türkiye
bakımından da bu durum, aynı ağırlığı taşımasa ve hayati çıkar oluşturmasa da,
arzulanır bir çözüm değildir. Türkiye bakımından güney Kafkaslarda
oluşturulabilecek istikrar, iyi komşuluk ilişkileri ve iş birliği tüm taraflar
için bir “kazan-kazan” ortamı sağlayacaktır. Böyle bir ortamda, Türkiye’nin
köklü azınlığı Ermeni asıllı vatandaşlarımız ve kurumları Ermenistan ile
ilişkilerin hızla ve sağlam temeller üzerinde gelişebilmesi yönünde köprü ve
bağlantı oluşturabilecektir. Yüzüncü yıl anmaları bir anlam ifade ediyorsa,
Türkiye-Ermenistan ilişkilerin yüzüncü yılında tarihten ders alınmasının,
basiretli bir siyasi anlayışa sahip olunmasının ve ferasetli bir yaklaşım
geliştirilmesinin zamanı gelmiş olmalıdır.
* E. Büyükelçi, Avrasya İncelemeleri
Merkezi (AVİM) Başkanı
[1] Tolga
Başak, “Doğu Anadolu ve Kafkasya’da Ermeniler Tarafından Türklere Karşı Yapılan
Etnik Temizlik Hareketlerinin İngiliz Belgelerine Yansıyan Yüzü (1918-1919),”
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi 10, Sayı 45
(2010): 32.
[2] Halil
Bal, “Brest-Litovsk Antlaşması'ndan Sonra Türkiye ve Ermeniler,” Yakın Dönem
Türkiye Araştırmaları, Sayı 5 (2004): 45-47.
[3] Cengiz
Çetintaş, TBMM Tutanaklarında Kars, Ardahan ve Artvin’in Kurtuluşu Gümrü ve
Kars Antlaşmaları (2017): 40.
[4] Ayna Askeroğlu Aslan, “Moskova Anlaşması Ve
Türkiye’nin Kuzey-Doğu Sınırı,” Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 17,
Sayı 2 (Aralık 2015): 1-20.
[5] “Transcript
of a CC CPSU Plenum, Evening,” June 28, 1957, History and Public Policy Program
Digital Archive, Istoricheskii arkhiv 3-6(1993) and 1-2(1994). Translated by
Benjamin Aldrich-Moodie, http://digitalarchive.wilsoncenter.org/document/111990
[6] Emel G. Oktay, “Türkiye’nin Avrasya’daki Çok Taraflı
Girişimlerine Bir Örnek: Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü”, Uluslararası
İlişkiler 3, Sayı 10 (Yaz 2006): 149-179.
[7] “Ermenistan'ın
Ekonomisi,” T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/ermenistan-ekonomisi.tr.mfa
[8] Tutku
Dilaver, “Ankara’nın ‘Çekmecelerinden’ Ermenistan’ın Tozlu Raflarına: Zürih
Protokolleri,” Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM), Analiz No: 2018/7, 12 Mart
2018, https://avim.org.tr/tr/Analiz/ANKARA-NIN-CEKMECELERINDEN-ERMENISTAN-IN-TOZLU-RAFLARINA-ZURIH-PROTOKOLLERI
[9] Deniz
Akçay, “Sevr Antlaşması Hazırlık Görüşmelerinde 1915 Olayları Konusu Ve Bugünkü
Uluslararası Yargı Kararlarına Göre Değerlendirilmesi,” Uluslararası Suçlar ve
Tarih, Sayı 18 (2017): 129-163.
[10] Edward
Erickson, Ottomans and Armenians: A Study in Counterinsurgency (Palgrave
Macmillan, 2013).
[11] AVİM,
“Seyyar Devrimciler mi? Teröristler mi?” Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM),
Yorum No: 2020/10, 21 Şubat 2020, https://avim.org.tr/tr/Yorum/SEYYAR-DEVRIMCILER-MI-TERORISTLER-MI
[12] Bkz. Pulat Tacar, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
AİHM, Perinçek- İsviçre, soykırım, Türkiye, İfade Özgürlüğü,” Ermeni
Araştırmaları, Sayı 48 (2014): 77-108 ; Pulat Tacar, “Ermenilerin
Soykırımı Savını Yadsıyanları Cezalandırmak Veya Türkiye’den Tazminat Almak
Amacı İle Yaptıkları Yargı Mücadeleleri,” Ermeni Araştırmaları, Sayı 50 (2015):
395-470.
[13] AVİM, “Türkiye-ABD Arasında İmzalanan 25 Ekim 1934
Tarihli Antlaşma Ve ABD Vatandaşı Ermenilerin Tazminat Taleplerine Bağlayıcı
Etkisi,” Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM), Analiz No: 2020/1, 2 Ocak
2020, https://avim.org.tr/tr/Yorum/TURKIYE-ABD-ARASINDA-IMZALANAN-25-EKIM-1934-TARIHLI-ANTLASMA-ve-ABD-VATANDASI-ERMENILERIN-TAZMINAT-TALEPLERINE-BAGLAYICI-ETKISI
[14] Brendon
J. Cannon, Legislating Reality and Politicizing History: Contextualizing
Armenian Claims of Genocide (Manzara Verlag, 2016).
No comments:
Post a Comment