Friday, April 24, 2020

Dış Politikada 100 yıllık perspektif Prof.Dr. İlter turan

Dış politikada 100 yıllık perspektif

Prof. Dr. İlter Turan
Dünya dengeleri değişim arifesinde… Çok yönlü ilişkileri koruyan, tüm aktörlerle iyi ilişkiler gütmeyi gözeten, opsiyonlarını açık tutan bir politikaya ihtiyaç var.
1923’ün 29 Ekim’inde Cumhuriyet’i resmen ilan eden Türkiye Büyük Millet Meclisi, aslında meşruiyetini cumhurdan alarak kurulmuş, bir kurtuluş savaşını örgütlemiş ve yürütmüş, barış görüşmeleri yapmış, saltanatı ilga etmiş bir hükümetti. Cumhuriyetin ilanı bu fiili durumun teyidi ve tescilidir. Dolayısıyla Cumhuriyetin dış politikasını inceleme konusu yaptığımız zaman, 1920’nin 23 Nisan’ından başlamak daha doğru olacaktır.
TBMM Hükümetinin Dış Politikası (1920-1923)
TBMM’nin kurulmasını simgelediği yeni cumhuriyetin dış politikasını bakacak olursak, Meclis’in açılışı, İstiklal Savaşı’mızı yürüttüğümüz emperyalist ülkelere yönelik, artık karşılarında örgütlenmiş bir devlet olduğunu ifade eden açık ve kesin bir mesajdır. Yeni devletin birincil sorunu ülkenin işgalini sonlandırmak olduğundan, dış politikası da bu amaca göre şekillenmiştir. En son tahlilde, yenilmesi gereken Yunanistan ve onu destekleyen İngiltere idi. TBMM Hükümeti bu ana mücadeleye hedef daraltarak hazırlanmıştır. En kolay sonlandırılacak çatışma Doğu’da Ermenistan’a karşı yürütülendi. Vakit kaybetmeden başlatılan bu savaş Ankara’nın milli ordusunun başarısıyla sonuçlanmış, 1920 Aralık ayında Gümrü Anlaşması ile bu cephedeki mücadele sonlandırılmıştır. Ardından Urfa-Maraş ve Gaziantep’te Türk ordusu tarafından kazanılan başarılar, Suriye’de zaten hakimiyetini tesis etmiş olan Fransa’yı da uzlaşmaya doğru itmiş, 20 Ekim 1921’de Ankara’da imzalanan anlaşma ile Türkiye ile Fransa arasında barışçıl ve dostane ilişkilerin gelişmesi için önemli bir adım atılmıştır. Aynı dönemde İtalya, İngiltere’nin Yunanistan’ın Ege’yi işgaline yeşil ışık yakmasına kızarak, Türk hükümetine karşı daha mülayim bir politika izlemeğe başlamış, Milli ordunun başarıları karşısında Anadolu’yu tahliye etmeye karar vermek yanında, silahlarının bir bölümünü de Yunan güçlerine kullanılsın diye Türklere bırakmaya karar vermiştir. Böylece, Büyük Taarruz başladığında diğer cephelerdeki mücadeleler bitirilmiş, tek hedefe odaklanma ortamı da sağlanmış oluyordu. Bu harekatın altında artık tek hedefe odaklanabilen çok başarılı bir dış politika yatıyordu.
9 Eylül’de İzmir’de tam bir başarıyla taçlanan bu politikanın altında nasıl bir dış politika stratejisi yatıyordu? İlkin sınırları Misak-ı Milli ile belirlenmiş toprakların işgalden kurtarılması gibi net bir hedefin varlığına işaret etmek gerekiyor. İkinci olarak, daha zayıf düşmandan başlayarak daha zoruna karşı ilerlendiği; her aşamada sağlanan başarı ve anlaşmalarla, eski düşmanın etkisizleştirilmesi ve mümkünse dostlaştırılması, yeni Türk hükümetini desteklemesi öngörülüyor. Üçüncü olarak, hasımlar arasındaki anlaşmazlıklardan ve rekabetten yararlanıldığı dikkati çekiyor. Fransa ile anlaşma yapılması, İtalya’nın etkisizleştirilmesi, İngiltere ve Yunanistan’ın yalnızlaştırılmasını bu yaklaşımın ürünleri olarak değerlendirmek gerekir. Dördüncü olarak, aynı rakiplerle mücadele eden diğer ülkelerle işbirliği yapılmasına gayret ediliyor. Milli Mücadele sırasında Sovyetlerle geliştirilen yardımlaşma bunun canlı örneğidir. Beşinci olarak, dış siyasete bir pragmatizm ve gerçekçilik hakim olmuştur. TBMM Hükümeti kazandığı zaferlerin hedef büyüterek yeni mücadelelere yol açmasına izin vermemiş, tam tersine barışın inşası için bazı hedeflerinden fedakarlık yapmayı dahi göze almıştır. Nitekim Lozan’da, anlaşmanın mümkün olması için Musul-Kerkük sorununun çözümü ertelenirken, ülkenin bağımsızlığı için zorunlu olan kapitülasyonlar kaldırılmış ama Osmanlı borçları büyük ölçüde üstlenilmiş, bunun yanında tüm vatandaşlara eşitlik vaat edilerek, herhangi bir ülkenin bir azınlığın koruyucu meleği olması kabul edilmemiştir.
Cumhuriyet’in ilk döneminde dış politika
Lozan’la gelen barıştan üç ay sonra ilan edilen cumhuriyetin dış politikası neydi? Dış politikanın genel amacının bir ülkenin güvenliğini ve refahını sağlamak olduğu hatırlanırsa, bu ikili amacın o dönemde ülkede egemen olan şartlarda nasıl gerçekleştirilebileceğine bakmak gerekiyor. Evet, şartlar nelerdi? Bir kere, cumhuriyet yeni kurulmuş bir rejimdi, öncelikle içte otoritesini sağlamlaştırmak baskısını hissediyordu. Sonra, on yıllardır süren savaşlarda varlıklarını tüketmiş, fakirleşmiş ve artık savaşmak istemeyen bir nüfus tevarüs etmişti. Ekonomiyi yeniden inşa etmek mecburiyetinde idi. O zaman soralım: bu iki kısıt izlenecek dış politikayı nasıl etkilemiştir? Cevap oldukça basit: dış politika büyük kaynak kullanımı gerektirmeyen yöntemlere yürütülecekti.
İçte yeni devletin teşkilatlanmasını, otoritesini sağlamlaştırması ve iktisadi hayatı canlandırması için kullanması gereken kaynakların dış politika eylemlerine tahsisi mümkün gözükmüyordu. Dış politikada büyük kaynak kullanmayı gerektirmeyen araçlar arasında devletler hukukuna uygun davranmayı ön planda tutmak, ihtilafları müzakereler özellikle uluslararası konferanslar vasıtasıyla veya uluslararası yargı dahil uluslararası örgütler aracılığıyla çözmek; ve silahlı güç kullanmayı gerektiren taahhüt ve eylemlerden kaçınmak bulunuyordu. Ancak, Cumhuriyetin bu yöntemleri kullandığı ortam son derece karmaşık ve istikrarsız bir ortam olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bu ortamın en belirgin özelliği savaşı kazanan devletlerin kaybedenlere zorladığı barış anlaşmaları nedeniyle mağlup ülkelerde tümünde revizyonist hareketlerin gelişiyor olmasıdır. Birinci Dünya Savaşının sona ermesi üzerinden çok süre geçmeden yeni bir savaşa doğru yol alındığı belli olmuştu. Türkiye ise, diğer mağlup ülkelerden farklı olarak bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermiş, yeni bir devlet kurmuş, bunu sağlamlaştırmayı ve geliştirmeyi öngören bir yola girmişti. Barışa ulaşmak için Lozan’da kabullendiği özverileri geri kazanmaya çalışarak varlığını tehlikeye atmayı düşünmüyordu.
Bu istikrarsızlık ortamında revizyonizmin yarattığı tehlike, eski düşman Avrupa’nın emperyalist devletleriyle ilişkilerini geliştirmesini gerektiriyorsa da, revizyonistlere karşı açık tavır alarak mukadder görünen bir savaşta onların hışmına uğramaya gerek yoktu. Buna karşılık, kendisi de yeni kurulmuş ve Türk kurtuluş mücadelesine yardımcı olmuş olan Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkilerine, bu ülkenin izlediği ideoloji ve inşa etmeğe çalıştığı toplum modeli bir sınır getiriyordu. Bu koşullara en uygun tercih tarafsızlık idi. Nitekim, Cumhuriyetin ilanından İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar izlenen dış politika tarafsızlık politikasıdır. Tarafsızlık uluslararası politikada pasif bir tutum almayı gerektirmiyor, birbiriyle rekabet içinde olan ülkelerin mücadelelerinde yandaş olmamayı gerektiriyordu. Nitekim tarafsızlık gereklerini ihlal etmeden Türkiye gerek İngiltere ve Fransa, gerek Almanya ile savunma ittifakları yapabilmiş, Rusya ile ilişkilerini dostluk ve saldırmazlık temeline oturtabilmiş, Balkan ülkeleriyle savunma paktları kurabilmiştir. Bu politikanın büyük ödülü Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı dışında kalmayı başarabilmiş olmasıdır. Bunun yanında, Lozan’da çözümü ertelenen Musul meselesinde uluslararası yargı kararını İngiltere lehine vermiş olması bir yana bırakılacak olursa, Türkiye tarafsızlığını koruması sayesinde 1936’da Möntrö Anlaşması ile Boğazlarda egemenliğini tesis etmiş, 1938-39 döneminde Fransız yönetimi altında olan Hatay’ı yeniden Türkiye’ye katmıştır. 1932’de Cemiyet-i Akvam üyeliğine davet edilmiş olması ise ülkemizin uluslararası camianın bağımsız ve saygın üyesi olduğunu tescil eden bir gelişmedir.
Batı İttifakı’nın vazgeçilmez ortağı (1945-1980)
Almanya’nın yenileceği kesinleştikten sonra, savaş sonrası oluşacak yenidünya düzeni henüz savaş bitmeden şekillenmeye başlamıştı. Bu düzende ABD ve Sovyetler iki rakip olarak bu düzenin mimarı olacaklardı. Savaşa katılmamakta direnerek Sovyetlerin kızgınlığına hedef olan Türkiye, bir de Boğazların statüsünün ve Doğu sınırının Rusya lehine değiştirilmesi talepleriyle karşılaşınca, iki savaş arası izlediği tarafsızlık politikasını sürdüremeyeceğini gördü. Gidebileceği yol, şekillenmekte olan Batı Blokunun bir parçası olmaktı. Hükümet bu yöndeki çabalarını sıklaştırdı. Çabalar, Batı savunmasını düzenlemeyi üstlenen Amerika’dan karşılık buldu. Türkiye’ye 1947’de iktisadi yardım olarak başlayan destek, 1952’de Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle sonuçlandı.
Türk dış politikasının yeni çizgisi Batı Blokuyla her yönden bütünleşmekti. Blokun sınırında olması, kendisini bir cephe ülkesi olarak görmesi yanında NATO’ya girerken bazı Avrupalı ülkelerinin sergilediği tereddüt, Türkiye’yi ittifaka en güçlü bağı olan üyelerden biri yaptı. Ancak, Türkiye başından itibaren Batı ile ilişkisini sadece savunma alanıyla sınırlamayı yetersiz bulmuştu. Savaştan sonra Batı’da işbirliği amaçlı her türlü girişimin içinde yer almaya çalıştı. Avrupa Konseyi’nin üyesi oldu. OEEC’ye (daha sonra OECD) ve Batı ekonomilerinin düzenli işleyişini amaçlayan IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar içinde de yer aldı. En önemlisi, 1958’de Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulduğunda, uzun vadede üyeliğe götürecek olan ortak üyelik için ilk başvuruyu yapan iki ülkeden biri Türkiye, diğeri Türkiye ile benzer dış politika çizgisi izleyen Yunanistan idi.
Türkiye’nin Batı Bloku ile çok yönlü bağının temelinde ortak güvenlik endişeleri yatıyordu. Türkiye’nin güvenliğe katkısını başarılı şekilde yerine getirebilmesi için güçlü bir silahlı güce ve istikrarlı bir ekonomiye sahip olması önemliydi. NATO bağlantısı Türkiye’nin silahlı kuvvetlerini modernleştirmesine önemli katkılarda bulundu. İkinci Dünya Savaşı sonunda Türk ordusunun donanımı eski ve eksikti. Bu eksiklik sistematik olarak giderildi. Türk ekonomisinin karşılaştığı güçlüklerin aşılmasında da İttifak bağlarının önemi azımsanmamalıdır. 1950’li yılların ortasında başlayan, 1960’dan sonra hızlanan ithal ikameci kalkınma sürecinde ekonomi genişliyor, bu genişleme dış alem gelirlerini arttırmadığından, bir aşamada döviz yetmezliği had safhaya varıyor, üretim düşerken enflasyon hızlanıyordu. Hükümetin döviz kurunu sabit tutması, bunalımı daha da şiddetlendiriyordu. Bu ortamlarda, ülkenin iktisadi istikrarını tesis etmek için ABD ve bilahare başta Almanya olmak üzere diğer Avrupalı müttefikler bağış ve kredilerle Türk ekonomisinin istikrarının iadesine yardımcı olmuşlardır.
Hiçbir nimet külfetsiz gelmiyor. Türkiye’nin savunma bağlantıları Türkiye’yi bazı risklere açarken, bazı alanlarda da eylemlerine sınırlar getiriyordu. Örneğin, ABD’nin İncirlik’te U-2 casus uçakları bulundurduğu, bunların Sovyetler üzerinden uçarak istihbarat topladıklarını Türkiye ancak Pakistan’dan kalkan uçaklardan birinin Rusya üzerinde vurulması sonucu öğrendi. Keza, Adana’da bulundurulan nükleer başlıklı Jüpiter ve Thor füzelerinin geri çekilmesinin Sovyetlerin Küba’daki füzelerini çekmesinin karşılığı olduğunu olay bittikten sonra anlayabildi. Daha ciddi bir bunalım Rum çetecilerin Kıbrıs Türklerini temizlemeye girişmeleri karşısında Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahaleyi tasarladığı zaman geldi. Başkan Johnson’un mektubuna göre böyle bir harekete Sovyetler cevabi bir hareket başlatırlarsa, Türkiye NATO’ya güvenmemeliydi. Amerika’nın sağladığı silahlar ise onun onaylamadığı maksatlar için kullanılamazdı. Bu sıkıntılar ilişkiyi sarstı fakat Soğuk Savaş’ın yoğun olarak devam ettiği yıllarda tüm NATO üyeleri Amerikan liderliğini kabullenmek mecburiyetinde kalıyorlardı.
1974’te Kıbrıs’ta Yunanistan’ı yöneten cuntanın tahrik ettiği Sampson darbesi işe bu ülkeyi ilhak girişimi karşısında Türkiye Kıbrıs’a müdahale edince Amerika ile ilişkilerde ciddi bir zedelenme ortaya çıktı. Amerikan yönetimi eylemi nispeten anlayışla karşılasa da, etnik lobilerin etkisine açık ve yürütmeyle iddialaşmaya düşkün Kongre Türkiye’ye silah ambargosu koydu. Türkiye de Amerika’ya tanıdığı askeri kolaylıkları sınırladı. 1977’de ambargo kalksa da, ilişkiler 1980’de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması çerçevesinde, karşılıklı çıkarları daha iyi gözeterek yürütülmeye başlandı.
Batı İttifakı’nın otonom ortağı (1980-2010)
Avrupa’da cepheleşmeyle başlayan Amerikan-Sovyet rekabeti, özellikle iki süper güç arasında nükleer dehşet dengesi kurulunca, tedricen istikrara kavuştu. Avrupa’da savaştan kaçınılacak, dünyanın başka bölgelerinde vekiller aracılığıyla yürütülen savaşlar dahil, nükleer çatışmaya yol açmayacak her türlü mücadele yapılabilecekti. Doğu-Batı ilişkilerindeki yumuşama, Nato’nun Amerika dışındaki üyelerine dış politikalarında daha esnek davranma fırsatı da yaratıyordu. Türkiye’nin iktisadi gelişme modeli 1980 yılının başında değişince böyle bir ortamın varlığı daha da önem kazandı. Türkiye’nin dönemsel krizlere açık olan ithal ikameci kalkınma modeli, 1973’teki petrol krizinden sonra giderek sürdürülemez bir nitelik kazanmıştı. Buna karşılık, otuz yıldır uygulanan model Türk ekonomisinin gelişerek uluslararası pazarlara mal ve hizmet sunabilecek düzeye ulaşmasına imkan vermişti. 24 Ocak 1980’de Demirel Hükümeti beklenmedik bir dizi tedbiri devreye sokarak, bir gecede ithal ikameci politikanın terkine ve ihracata dayalı büyüme modelinin benimsenmesine karar verince, iktisadi istikrarın teessüsünü amaçlayan yeni modelin uygulanmasına geçildi. Bundan böyle Türkiye, daha sonra Prof. Kemal Kirişçi’nin deyimiyle, “tüccar devlet” olacaktı. Tüccar devletin stratejisi ise eski piyasalarda ticari varlığını genişletirken, yeni piyasalara ulaşmaktı. Tüccar devlet, komşularıyla siyasi ihtilaflarını yumuşatır, herkesle iyi geçinmeye ve yeni dostluklar kurmaya gayret ederdi.
Türkiye’nin iktisadi nedenlerle dış politikasını esnekleştirilmesini uluslararası alandaki gelişmeler de destekliyordu. Sovyet Bloğu çözülmeye başlamıştı. On yıl içinde önce Varşova Paktı, sonra da Sovyetler’in kendisi dağıldı. Uluslararası politikada Sovyetlere yakın duran Suriye ve Irak gibi Arap ülkeleri de komşularıyla daha iyi ilişkiler kurma baskısını hisseder oldular. Türkiye ise tüm Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmeye yöneldi. Kültürel yakınlığımız olan Kafkas ve Orta Asya ülkeleri ile bağların geliştirilmesine çalışıldı. En önemlisi Rusya Federasyonu Türkiye’nin önemli bir iktisadi ortağı oldu. Daha sonraki yıllarda iktisadi saiklerin itici güç oluşturduğu Türk dış politikası zamanla Afrika’yı, diğer Asya ülkelerini ve Latin Amerika ülkelerini de ilgi alanı içine almağa başladı.
Anahatları özetlediğimiz 1980-2010 dönemi dış politikasında izlenen çizgi, Batı dünyası ile geleneksel bağların ihmalini gerektirmiyordu. Güvenlik konularının öneminin nispeten azalması AET (sonradan AB) ile ilişkilerin gelişmesi için olumlu bir ortam yaratmıştı. İhracata dayalı büyüme, ithal ikameci modelin iktisadi entegrasyona uzak duran, tereddütlü yaklaşımını etkisizleştirmişti. 1987’de AB’ye tam üyelik başvurusu yapıldı. 1996’da Türkiye AB ile ilişkilerinde çok önemli bir adım atarak Gümrük Birliği anlaşması imzaladı. 1999 sonunda ise, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve eski Varşova paktı üyelerini üye almasından sonra Türkiye’nin üyeliğine pek istekli olmayan AB, yine de güvenlik ve iktisadi bakımdan Türkiye’den vazgeçemeyeceğini görerek Türkiye’yi üyeliğe davet etti, 2004 yılında üyelik müzakerelerinin başlaması için gerekli şartların yerine getirildiğini kabul etti ve müzakereler 2005 Ekim ayında başladı.
Türkiye aynı dönemde NATO’nun hemen her eylemine katıldı. Afganistan’a, Balkanlar’a asker gönderdi. Somalili deniz korsanlarına karşı oluşturulan deniz devriyesinde dahi görev aldı. Kendi güvenliği açısından pek memnun olmasa da, Amerika’nın Irak’ı ilk işgali sırasında Kuzey’deki Kürt nüfusu korumak için devreye soktuğu Çekiç Gücü bile destekledi. Buna karşılık, 2003 yılında müttefiki Amerika ile arasında ciddi bir ihtilaf ortaya çıktı. O yıl, Amerika Saddam Hüseyin’in nükleer ve biyolojik silahlar geliştirdiği gerekçesiyle Irak’ın yeniden işgalini planlamış, Kuzey Irak’a sokacağı gücü Türkiye üzerinden sevk etmek üzere Türk hükümeti ile anlaşmıştı. Ancak hükümet, parlamentoda karşılaştığı direnç karşısında bir oy farkla bu sözünü yerine getiremedi. Bu sonuç Amerikan tarafında büyük hayal kırıklığı yarattı ve özellikle askeri alanda günümüze kadar süregelen bir güven bunalımının da temelini oluşturdu.
Bütün güçlüklerine rağmen, 1980-2010 dönemi, Türkiye’nin uluslararası alanda yıldızının parladığı bir dönemdir. Ülkemiz arada krizler yaşamasına rağmen önemli iktisadi gelişme sağlamış, iktisadi ve siyasi bakımdan yükselen bir güç olarak değerlendirilmiştir. G-20 üyesi olmuştur. Türkiye’nin gerek Orta Doğu gerek Balkanlar’da bütün ülkelerin güvendiği, ilişkilerini geliştirmek istediği, arabuluculuğunu kabul ettiği bir konuma ulaştığı da unutulmamalıdır. Orta Doğu’da diğer ülkelerin yaşadığı iç bunalımlar başta Mısır, bu ülkeleri güçsüzleştirmiş, Türkiye iktisadi başarıları ve siyasi istikrarı ile bölgede herkesin liderliğini benimsediği bir ülke olmuştur.
Türk dış politikasının 2010’da başlayan yeni dönemine geçmeden önce, TBMM’nin açılışından itibaren yaşadığımız dört dönemin ortak yönleri üzerinde bazı özet tespitler yapmak istiyorum.
1920-2010 döneminin özellikleri
Türk dış politikasında şu ana kadar incelediğimiz dört dönemin ortak özellikleri var mıdır? Kanaatimce dört ortak özellik dikkati çekiyor. İlkin, uluslararası durumun gerçekçi bir değerlendirmesi yapılıyor. Dünya siyaseti nereye doğru evriliyor, hangi aktörler hangi hedefleri güdüyorlar, aralarında ne gibi ihtilaflar var, hangisi ile hangi konularda ortak çıkarlar var, ne oranda işbirliği yapılabilir, tüm bunlar inceleniyor. İkinci olarak, benzer bir şekilde, ulusal imkanların da gerçekçi bir değerlendirilmesi yapılıyor. Ülkenin dış siyaset amaçları için sahip olduğu kaynaklar, bunların kapsamı, hangi amaçlar için kullanılabileceği ve benzeri hususlara bakılıyor. Üçüncü olarak, ilgili devlet kurumlarının katılımıyla, toplanan verilerin ışığı altında ülkenin güvenliğini ve refahını sağlamak için izlenecek dış politikanın ana çizgileri ve somut uygulama adımları belirleniyor. Sözü edilen ilgili devlet kurumlarının arasında Dış İşleri, Genel Kurmay, istihbarat kurumları yanında konuya göre bürokrasinin diğer ilgili kurumları, bunlara yön verecek olan hükümet ve devletle toplumu siyaset düzeyinde bağlantılandıran iktidar ve muhalefetiyle parlamento yer alıyor. Dördüncü olarak, dış politika tartışılmakla birlikte, iktidar ve muhalefet dış politikanın genel yönü konusunda belirli bir mutabakatı koruyarak hareket etmeğe itina ediyorlar. Bu özelliklerin nitelediği süreç sonunda belirlenen dış politika ani değişiklikler sergilemiyor, zikzaklar çizmiyor, temel vasfı istikrarı oluyor. Türkiye’nin iyi tasarlanmış, değişime uyum sağlayan istikrarlı bu dış politikası ülkemizi uluslararası camianın saygı duyulan ve güvenilen bir üyesi yapmıştır.
Yeni Dönem Türk dış politikası (2010- )
AKP hükümetinin göreve geldiği 2002 yılında önceki hükümetlerden devralarak devam ettirdiği gelenekselleşmiş dış politikadan memnun olmadığına ilişkin bazı olaylar bulunmakla beraber, 2010 yılı sonunda başlayan Arap Baharı Türk Dış Politikası için esas dönüm noktası oldu. Hükümet, yıkılan rejimlerin yerine geçecek en güçlü aday olarak Müslüman Kardeşler çizgisindeki siyasi hareketleri gördü. Ortaya çıkan güç boşluğunda, yeni iktidarları destekleyerek Türkiye’nin bölgesel lider olabileceğini düşündü. Yeni politikanın doğuracağı sorunlara işaret eden, başta Dış İşleri kadrolarının temsil ettiği geleneksel dış politika seçkinleri, siyasa yapımı sürecinden dışlandı; birikimi ve deneyimi olmayan kadrolarla ikame olundular. İç ve dış politika aynı siyasal sürecin değişik veçhelerine dönüşmeye başladı. Aynı dönemde, uluslararası düzene karşı, geçmiş dönemlerde Üçüncü Dünyacılar tarafından ifade edilen tutumları andıran bir söylem benimsendi. En üst düzeyde yapılan konuşmalarda düzenin değişmesi gereğine sıkça işaret edilir oldu. Yeni gelen dış siyaset yapım ve uygulama sürecini ideolojikleştirme, iç siyasetleştirme, kurumsallıktan uzaklaştırma ve profesyonellikten koparma sözleriyle özetlemek mümkündür.
Genel bir değerlendirme yapacak olursak, Türkiye’nin yeni dış politikasının beklenen sonucu verdiğini söylemek mümkün gözükmüyor. Dünya dengelerinin değişim arifesinde, çok yönlü ilişkileri koruyan, tüm aktörlerle iyi ilişkiler gütmeyi gözeten, opsiyonlarını açık tutan bir politikaya ihtiyaç varken, Türkiye müttefikleriyle ilişkileri zayıflayan, yeni dostluklarının yeterince güvenli olmadığı bir duruma sürüklenmiştir. Büyük kaynak tüketen Suriye müdahalesinden nasıl çıkılacağı bilinmemektedir. Buna karşılık, izlenen dış politikanın kapsamlı bir biçimde gözden geçirileceğinin ipuçları mevcut değildir. Halbuki, TBMM’nin açılışının 100’üncü yılında, ilk 90 yıl izlenen politikanın yapılış ve yürütülüş esaslarına dönerek dış politikamızı yeniden belirlemeye şiddetle ihtiyaç vardır.

No comments:

Post a Comment