Türkler Türkmen
Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı
Anadolu Türkmenlerinin büyük çoğunluğu son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi.
Önce, Müslüman olmayan veya diğer dinlere dahil olan on milyonlarca nüfusa sahip Türkî topluluğun mevcudiyeti gerçeğini bir kenara koyalım. Ardından Müslüman Türkler realitesi üzerinden ifade edelim ki; Müslümanlaşmanın başlangıcından yüzyıllar sonrasına değin Türklerin İslam algısı doğal olarak diğer Müslüman halklardan belli ölçüde farklılık içeren bir mahiyete sahipti. Bu bağlamda bir Türk Müslümanlığından bahsetmek kesin olarak mümkündür. Türk Müslümanlığının genel Müslümanlık kimliğinin mezhepsel ayrışması içinde çoğunlukla Sünni ekole dahil olduğu da söylenebilir. Bu durum on milyonlarca Şii / Caferi Türk’ün ve yine bir o kadar Alevi Türk’ün varlığını yadsıyan bir yaklaşımı asla ifade etmez. Zira Türklerin Sünniliği de aslında Türk Müslümanlığı ifadesi gibi kendine özgüdür. Bu kendine özgü olma halinin en başat unsurları arasında Şii / Caferi ve Alevi kimliğinin kültürel ve inançsal anlamda çok derin izleri de bulunmaktadır. Yani Türk Sünniliği genel anlamda Türk Müslümanlığı gibi bir ölçüde Türkmen Aleviliği ve Türk Şiiliğinden gelme güçlü öğeler taşımaktadır.
O halde Türklerin İslam algısına
nasıl ki Türk Müslümanlığı demek imkan dahilinde ise, Sünniliğin Türkler
arasındaki teşekkülüne de yine aynı şekilde Türk Sünniliği demek mümkündür.
Türk Sünniliği sadece Anadolu Türklerinin Sünniliğini değil Orta Asya, Kıbrıs,
Kafkasya ve Balkanlardaki Türkî topluluklarla birlikte akraba halklar olan
Arnavut, Boşnak, Çerkez, Pomak, Gürcü, Abhaz gibi gruplar arasındaki Sünnilik
algısını da ifade etmektedir.
Sünni tabiri; sünnete uyan
demektir. Sünnetten kasıt da çoğunluk ulemaya göre Hazreti Muhammed’in
uygulamaları, sözleri ve öğütleridir. Bazıları Sünni sözü ile asında Emevi
sünnetinin kastedildiğini de ileri sürer. Evet, gerçek şu ki bir Emevi
sünniliği vardır. Nitekim Arap dünyasına egemen olan anlayış çoğunlukla Emevi
Sünniliğidir. Lakin Emevilere muhalif Ebu Hanife Sünniliği diyebileceğimiz bir
Sünnilik de vardır. Ebu Hanife aslında bir mezhep falan kurmuş değildir.
Hanefilik denilen akım da Ebu Hanife’nin görüşlerini değil onun öğrencilerinin
görüşlerini yansıtır.Bize göre Ebu Hanife, Muhammedî İslam’ın tarihteki büyük
temsilcilerinden biridir.
Gerçek şu ki Türklerin İslam
algısı da Sünnilik algısıda tarihen ve tüm yozlaştırma ve zayıflatma
çalışmalarına rağmen güncel anlamda da diğer Müslüman halklardan özellikle de
Araplardan son derece farklıdır. Bu farklılığı gereğince teşhis ve tespit
edebilmek için İslam’daki itikadî ve fıkhî mezhepleşme serüvenine kabaca göz
atmamız gerekiyor.
İslam, Hazreti Muhammed’in
vefatından sonra, süreç içerisinde tıpkı evvelki dinler gibi mezheplere
bölündü. Tarih ilerledikçe mezheplerin sayısı da arttı. İslam tarihine ve
günümüz İslam dünyasına baktığımızda yüzlerce mezhepten söz edebiliriz. Ancak
bunların tümünü üst bir kategorizasyonla temelde ikiye ayırmak mümkündür:
Sünnilik ve Şiilik… Elbette bu iki kategoriye dahil edilemeyen mezhepsel
oluşumlar da söz konusu. Lakin onları hem sayıca hem de etki bakımından son
derece kısıtlı yapılar olarak değerlendiriliyoruz. Bu sebeple biz daha ziyade
iki ana akım çerçevesinde bir analiz yapma arzusundayız.
KADER VE KAZA İNANCI
Gerek Sünnilik gerekse Şiilik, itikadi bakımdan da fıkhî açıdan da yüzlerce diyebileceğimiz sayıda kola ayrıldı. Başat ayrışım itikadi ve fıkhî ekoller olarak ortaya çıktı.
Söz gelimi Sünnilik; itikadî olarak
Maturidilik ve Eş’arîlik olmak üzere ayrıştı. Fıkhî açıdan ise dört Sünni
mezhep oluştu: Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve
Hanbelilik. Sünnilik denilince bir de buna
Harranlı İbn Teymiye (Ölüm 1328) tarafından temelleri atılıp sistematize edilen
Selefilik akımını ilave etmek gerekir. Bu akım bugün de çok ciddi sayıda
taraftara sahiptir. Selefilik aslında Hanbelilikten doğmuştur. Fıkhî bir ekol
olan Hanbeliliğin itikadi boyutu olan Selefilik, günümüz dünya Müslümanlarının
yaklaşık % 12’sinin mensup olduğu bir akımdır. Selefilik demişken, 18. Yüzyılda
Vahhabilik akımının da aynı gelenekten doğduğunu belirtmeliyiz. Ayrıca İbn
Teymiye’den evvel de Selefilikten bahsetmek mümkündür. Selefilik, gerçekte
Eş’arîlik ve Maturîdîlik gibi itikadi akımların doğuşundan önceki dönemde cari
olan egemen Sünnilik anlayışını da ifade etmektedir. Bu anlayış temelde ayet ve
hadisleri zahiri manasıyla kabul edip yorumlamayı tasvip etmeyen bir yaklaşımı
işaret ediyor. Selefiliğe, “Ehl-i hadis” yahut “Hadis Taraftarları” da denilmektedir.
Ayrıca ilaveten belirtelim ki, İbn Teymiye öncesi Selefiliği ifade etmek üzere
“Ehl-i Sünnet-i Hassa” tabiri de kullanılmaktadır. Bu tabir, Sünniliğin özel
hali gibi bir anlama karşılık geliyor.
Sünnî ekol kendini ifade ederken;
“Ehl’üs-sünne ve’l-cemaa” sözünü kullanır. Bazılarınca, bunu ilk olarak
Muaviye’nin teleffuz ettiği ileri sürülüyor. Muaviye, Hazreti Hasan’la Hicretin
40. yılında yaptığı anlaşma sonucu halifeliği ele geçirip o yılı “sünnet ve
cemaat yılı” olarak ilan eder. Bazı kaynaklar sadece “Âm’ul- cemaa” yani
“birlik yılı” ifadesinin söylendiğini belirtir. Muaviye, aynı zamanda kendi
hilafetini de Allah’ın takdiri olarak niteler. “Allah’ın takdiri” söylemi kader
ve kaza inancının bir doktrin biçiminde Sünniliğe yerleşmesini sağlayan önemli
bir retorik olarak tarihin belleğine nakşedilir.
Kader ve kaza inancı, Emevîlerin
resmi devlet ideolojisi olunca yönetimin yaptığı tüm uygulamalar da Allah’ın
takdiri yani kader olarak görüldü. Bu uygulamalara itiraz etmek de Allah’ın
takdirine / Allah’a itiraz olarak damgalandı. Nitekim Amr el -Maksus, Mabed
el-Cuhenî ve Ca’d bin Dirhem gibi bir çok düşünce erbabı kişi, “kaderi inkâr
ettiği” gerekçesiyle ağır işkencelere maruz bırakılıp şehit edildi. Bu kişiler
yönetim yanlısı sözde âlimler tarafından da “Rafızî” yani sapkın diye nitelenip
itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.
Aslında kader ve kaza inancı
konusunda iki Sünnî ekol arasında pek çok yorum farkı vardır. Kabaca Eş’arî ekol daha
katı ve insan iradesi aleyhine bir tutum sahibi iken Maturîdî ekol daha
esnek ve insan iradesi lehine bir görüş ortaya koyar. Hatta Maturidîliğin ana
kaynaklarından addedilen, Ebu Muin en -Nesefî’nin “Tabsırat’ül- edille” adlı
yapıtında kadere iman maddesi, iman ilkeleri arasında yer almaz bile… Lakin
en-Nesefî dışında Maturîdî imamların çoğu kader ve kazayı iman ilkesi olarak
kaydeder.
Aslında tüm itikadî meselelerde Maturidî ekol daha akılcı iken Eş’arî ekol daha
nakilcidir. Söz gelimi; Maturidî ekol iyiyi
ve kötüyü bilmede insan aklını öncelerken Eş’arî ekol nakli önceler. Bu
tartışmaya hüsün ve kubuh meselesi denilmektedir. Buna göre Maturidîler; insanın vahiy olmadan da neyin iyi ve neyin
kötü olduğunu bilebileceğini savunur. Eş’arîler ise iyi ve kötünün vahiy olmadan
bilinemeyeceğini iddia ederler.
İki ekol arasındaki akılcı ve
nakilci tavır konusunda mevcut olan farkı anlamak açısından birkaç örnek daha
vermek yerinde olacaktır:
Önce “tebliğ olmadan teklif olur
mu?” hususuna değinelim.
Bunun açılımı şudur:
Kendisine herhangi bir peygamber
yahut kutsal kitap ulaşmayan bir topluluk ya da bir birey için dinsel
sorumluluk var mıdır, şeklindeki soruya Eş’arîler; yoktur zira hiç kimse kendi
aklıyla Allah’ın varlığı ve birliğini bulamaz ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu
da keşfedemez, diye yanıt verirken, Maturîdiler; Allah’ın varlık ve birliği,
ayrıca iyi ve kötü, akılla bilinebilir, diyerek kendilerine dinsel tebliğ
yapılmayan toplumların / bireylerin de bu kapsamda bir dinsel sorumluluk içinde
olduklarını ve ahirette bu konulardan hesaba çekileceklerini savunurlar.
TÜRKLERİN İSLAM VE SÜNNİLİK
KİMLİĞİ FIKHÎ BOYUTTA HANEFİLİKTEN BESLENİYOR
İyi ve kötü gibi değerlerin
kaynağı Allah mı yoksa akıl mıdır, şeklindeki bir soruya da Eş’ariler,
kesinlikle Allah’tır, derler ve ilave ederler; iyi, Allah’ın emrettiğidir. Kötü
ise onun yasakladığıdır. İyi, Allah emrettiği için iyidir. Kötü, Allah
yasakladığı için kötüdür.
Maturîdiler ise şöyle düşünür:
İyi de kötü de akılla
bilinebilir. İyi, aklen iyi olduğu için Allah onu emreder. Kötü de aklen kötü
olduğu için Allah onu yasaklar.
Maturîdî inanışta aklı önceleme
tavrı o denli güçlüdür ki akıl ile nakil ola ki çeliştiğinde ne yapmak icap
eder; aklı mı yoksa akla aykırı olsa da nakli mi esas alacağız, biçimindeki bir
soruya mealen şöyle yanıt verilir:
Nakil yani vahiy akla
yaklaştırılarak diğer bir deyişle aklîleştirilerek yorumlanmalıdır. Buna te’vil
de denilmektedir. Nitekim Maturîdî ekolün kurucusu addedilen İmam Muhammed
Maturîdî’nin yapıtlarından biri de Te’vilat’ül- Kur’an’dır. Öbür ünlü yapıtı da
“Kitab’ut-tevhid” adını taşır.
Görüleceği üzere Maturîdiler aklı önceleyen bir inanca sahip iken,
Eş’arîler ise nakli öncelemektedirler.
Eş’arilerin, akılla nakilin asla
çelişmeyeceği görüşüne yakın bir görüşe sahip olduğu iddia olunmaktadır. Lakin
hüsun ve kubuh meselesindeki fikirleri düşünüldüğünde Eş’arîlerin akla karşı
daima nakli önceledikleri anlaşılmaktadır.
Geçmişte ve günümüzde İslam
dünyasının büyük çoğunluğu Eş’arî anlayışın egemenliği çevçevesinde bir dinsel
görüşe yönelmiş durumdadır. Maturîdilik ise daha sınırlı bir etkiye sahip
olmuştur. Eş’arî anlayış, Eş’arîliğin sistematik hale gelmesinden önce de
Selefi düşünce ile birlikte İslam dünyasında egemendi. Kökleri Emevilere değin
uzanan Eş’arî düşünce zahiren Maturîdî olan kitleleri de belli ölçüde
etkilemiştir. Zira Eş’arîliğin dayandığı fideist anlayış, özü itibariyle imana
meyyal kimseleri çok çabuk etki altına alabilecek bir özelliğe sahiptir.
Nitekim, geniş halk yığınlarından inançla ilgili konularda aklî bir tavır beklemek
kitle psiklojisi açısından realiteye pek de uygunluk arzetmemektedir.
Bununla birlikte Müslüman Türkî
halklar arasında, çoğunlukla Maturîdî düşünce egemen iken Araplar ve diğer
Müslüman halklar arasında ise başat olarak Eş’arî ve Selefî düşüncenin hakimiyeti
söz konusudur.
Osmanlı ve Türkiye’ye de Eş’arî
ve Selefî düşüncenin sirayet ettiği ve etkisinin özellikle son dönemde bir
hayli arttığını belirtmeliyiz. Özellikle Yavuz’un Mısır’ı ve hilafeti ele
geçirmesinden sonra Mısır’daki Eş’arî ulemanın İstanbul’a
getirilmek suretiyle medreselere hakim kılındığını tarihen biliyoruz.
Anadolu’nun ve Anadolu
Türklerinin Eş’arîleştirilmesinde Yavuz’un etkisi büyüktür. Lakin bu noktada
Nizamiye Medreseleri gerçeğini de zikretmeliyiz. Bu medreseler Anadolu toprakları
dışında ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında ihdas edilse de Türklerin
Müslümanlık algısını etkilemiştir.
Nizamiye Medreselerinin baskın
bir biçimde fıkıhta Şafiiliği, akaid ve kelam konusunda ise Eş’ar’iliği esas
aldığı ve bu çizgide bir İslam algısı inşa etmeye çalıştığı malumdur.
Söz bu noktaya gelmişken
Türklerin İslam ve Sünnilik kimliğinin fıkhî boyutta Hanefilikten beslendiğini
ve Hanefi imamlardan da daha ziyade Muhammedî İslam’ın tarihteki büyük
temsilcilerinden gördüğümüz Ebu Hanife sevgisi etrafında teşekkül ettiğini
belirtmeliyiz. Ebu Hanife’nin genel Hanefî fıkhından daha özgürlükçü görüşlere
sahip olduğunu biliyoruz. Söz gelimi, Ebu Hanife, fıkhî meselelerin hallinde
istihsan adını verdiği bir yöntem geliştirmiştir. İstihsan; müctehidin daha
güçlü gördüğü bir husustan dolayı bir meselede benzerlerin hükmünden başka bir
hükme başvurmasıdır. Bu aslında bir nevi, çeşitli sebeplerle zahirî kıyası
terkedip daha yararlı yahut daha isabetli kabul ederek başka bir hüküm
vermektir. Ebu Hanife bu konuda örfü de dikkate almaktadır ki diğer bazı
ekollerde istihsan bağlamında örfün hüküm kaynağı sayılması çoğunlukla itibar
görmemiştir.
Ebu Hanife’nin ana dilde ibadet
meselesi ve nebizler (şarap dışındaki alkollü içecekler) konusundaki görüşleri
de onun özgürlükçü kimliğinin önemli öğeleri arasında yer almaktadır.
Oysa İmam Muhammed, İmam Ebu
Yusuf ve İmam Serahsî gibi Hanefi fakihler, fıkhî meselelerde gayet katı
addedilebilecek görüşlere sahiptir ki mezhebin ana karakteri de söz konusu
görüşler çerçevesinde teşekkül etmiştir.
Ebu Hanife’yi özgün bir düşünce
önderi ve özgürlükçü bir fakih kılan önemli görüşlerinden biri de zalim sultana
isyanı farz görmesidir. Ne var ki, diğer Sünni ulema, çoğunlukla bu görüşü
reddetmiş ve zalim de olsa sultana itaati farz görmüştür. Zira onlara göre
isyan; fitneye, asayişsizliğe sebep olacağından caiz görülemez. Lakin Ebu
Hanife, zalim sultanın zulmüne rıza göstermenin de zulüm olduğu düşüncesinden
hareketle, zulme isyanı İslamî bir vecibe kabul etmiştir. Nitekim kendisi de
İmam Zeyd’in isyanına destek vermiştir.
TASAVVUF KARŞITLIĞININ KÖKÜ
Türk Sünniliği dediğimiz anlayış,
sadece itikaden Maturîdî, fıkhen de Ebu Hanife bağlamında Hanefi çizgiden
ibaret değildir. Türk Sünniliğinin en önemli kaynaklarından biri de sufizmdir.
İslam sufizmine / mistisizmine tasavvuf denildiği malumdur. Tasavvufun Türkler
arasındaki yaşanış biçiminde kadim Türk inanç ve geleneklerinin de derin izleri
bulunmaktadır. Dolayısıyla Türk tasavvufu bir nevi İslam öncesi Kök Tengri
inancının İslamize edilmiş hali gibidir. Türk tasavvufu Anadolu Türkmen
Aleviliğinin de özünü oluşturur. Türkistan Piri Ahmet Yesevi ve Yesevilik yolu,
hem Anadolu Türkmen Aleviliğinin hem de Türk Sünniliğinin en önemli zeminini
oluşturmuştur. Lakin tasavvufun folk İslam addedilip, daha ziyade geniş halk
kitleleri içinde etkin olduğunu ve şeriat ulemasınca pek de muteber
sayılmadığını belirtelim. Nitekim Şeyhülislam Ebussuud, büyük Türkmen sufî
önder ve Türkçenin büyük ozanı Yunus Emre’nin şiirlerini küfür / kafirlik sayarak
ibretlik fetvalar vermiştir.
Tasavvuf karşıtlığı aslında kökü
Emevilere değin inen Hanbelî, Selefî, Eş’arî, Vahhabî Arap Sünniliğinin temel
özelliğidir. Öyle ki tasavvufu, sufizm ve mistisizm kavramları üzerinden
İslam’a aykırı hatta İslam’dan ayrı bir din gibi görmeye varacak düzeyde
yadsır. Yeri gelmişken belirtelim; Selefilik ve Vahhabilik Sünniliğin en katı
koludur. Her ne kadar diğer Sünni ulemanın çoğu Selefiliği ve Vahhabiliği Sünni
şemsiye altında görmese de Selefiler / Vahhabiler kendilerini Sünni olarak
tarif eder. Selefiliğin kurucusu İbn Teymiye’nin, dönemin Sünni otoriteleri
tarafından dışlanması hatta görüşlerinden dolayı hapis de dahil olmak üzere
çeşitli cezalara çarptırılmış olması, nihai tahlilde hem onun hem de
Selefiliğin Sünni niteliğini yine de ortadan kaldırmaz.
Emevi, Selefî, Eş’arî Arap
Sünniliğinin diğer özelliklerinden biri de İslam’ı Araplığın ayrılmaz bir
parçası gibi görmesidir. Bu konudaki tavrı desteklemek
için Arapçayı, Araplığı ve Arap kültürünü İslam adına öven bir yığın hadis
üretilmiştir. Bu uydurma hadislerden mülhem Araplığa ilişkin pekçok fazail /
fadail kitapları yazılmıştır. Bunlarda biri de İbn Kuteybe’nin “Fazl’ül Arab
ve’t-Tenbih âlâ ulumiha” adlı kitabıdır. Aslen Arap kökenli olmadığı halde
Müslümanlaşarak Araplaşan İbn Kuteybe, Mervli olmasına karşın katı bir Arap
milliyetçisi olmuştur.
Bu konuda tarihte pek çok örneğe
rastlamak mümkündür ama biz son dönemden ve bir hayli ibretlik bir örnek
vererek konunun bu kısmını bağlayalım.
Aslen Halepli bir Türkmen olduğu
halde Araplaşan ve işi katı bir Arap milliyetçiliği yapma noktasına kadar
götüren Abdurrahman Kevakibî, “Ümm’ül-Kura” adlı kitabında şöyle demektedir:
"Türklerin Müslümanlığı
gerçek değildir. Gerçekten Müslüman olmuş olsalardı Arapçayı ve Arap kültürünü
benimseyip Araplaşmaları gerekirdi. Zira Araplık ve İslam birbirinden
ayrılamaz."
Osmanlı’nın son
şeyhülislamlarından Mustafa Sabri’nin de aslen Tokatlı bir Türkmen olduğu halde
nasıl bir Arap milliyetçisi olduğunu, Yunanistan’da çıkardığı “Yarın” adlı
gazetedeki yazılarından ve Türklüğü aşağılayan şiirlerinden biliyoruz. İşte
bunlar ve bunlar gibi daha nice örnek, Arap Sünniliğinin Türkler arasında nasıl
bir etkiye yol açtığının ibretlik göstergelerindendir.
Yalın gerçek şu ki, şeriat
uleması / alimleri (fakihler) çoğunlukla Türk Sünniliğine mesafeli
durmuşlardır. Hele söz konusu olan Türkmen Alevileri olduğunda ise
öldürülmelerinin vacip olduğu şeklinde fetvalar yayınlamışlardır. Öyle ki bu
fetvaların ve özellikle de Yavuz’la birlikte başlayan Alevi Türkmen katliamlarının
bir sonucu da yüzbinlerce ve belki de milyonlarca Alevinin can korkusuyla
asimile olarak Sünnileşmesi olmuştur.
Arabize olmuş Türkiye
Sünniliğinin (Türk Sünniliği değil!) Türkmen Aleviliği ile arasındaki makas
geçmişte, bugün olduğu kadar açık değildi. Makasın açılması Yavuz’la hızlanmış,
2. Mahmut’la doruk noktaya çıkmıştır. 2. Mahmut Bektaşiliği de ezmiştir. Binlerce
Bektaşi inanç önderi idam edilmiş, dergahları yakılmış ve pek çoğuna da el
konularak o dergahlara Nakşibendî şeyhler tayin edilmiştir.
TÜRKLERİN TÜRKMEN ALEVİLİĞİNDEN
VE TÜRK SÜNNİLİĞİNDEN KOPARILMASI
Anadolu’nun pek çok yerinde
Yavuz’a gelinceye kadar bugünkü manada Sünni bir yerleşim yerine rastlamak
olası değildi. Kaldı ki Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu göçerlerden
oluşuyordu. Göçerlerin yaşam tarzı ise Alevice idi. Osmanlı göçer Türkmenleri
yerleşik yaşama geçirerek bu yolla onları Sünnileştirmeye de çalıştı. Önemli
ölçüde de sonuç aldı. Anadolu Türkmenlerinin büyük çoğunluğu son birkaç yüzyıla
gelinceye değin Alevi kimlikli idi. Bu kimlikte de ortodoks İslamî inanç ve
geleneklerden ziyade Sufî ve Kök Tengrici unsurlar egemendi.
Önemine binaen tekraren
belirtelim ki, bugün Anadolu’daki Sünni Türk kitlenin çok önemli bir kesiminin
ataları, birkaç yüzyıl öncesine değin Alevi / Kızılbaş karakterde idi. Nitekim
bundan dolayıdır ki Türk Sünniliğinde diğer Müslüman halkların Sünniliğinde
olan bazı şeyler yoktur. Söz gelimi Türk Sünnileri çocuklarına asla Muaviye,
Yezit ve Mervan gibi adlar vermezler. Ama Arap Sünnileri içinde bu isimlere
rahatlıkla rastlayabilirsiniz.
Ayrıca Türk Sünnileri çocuklarına
çoğunlukla hep ehlibeyt isimleri vermektedirler. Ali, Hasan, Hüseyin, Haydar,
Ali Ekber, Fatma, Zehra gibi adlar Türk Sünnileri arasında yaygındır.
Geleneksel Türk Sünniliğinde Arap
Sünniliğindeki gibi katı harem selamlık kuralı yoktur. Türkistan piri Ahmet
Yesevi’nin meclislerinde kadın erkek birlikte yer alıyor ve birlikte ibadet
ediyorlardı. Türk Sünniliğindeki bu özelliğin kaynağı Yesevi etkidir. Son 30 -
40 yıla kadar Anadolu’daki Sünni Türkmen köylerinde harem selamlık diye bir
şeyden bahsetmek mümkün değildi. Ancak Türk Sünniliği, Arap Sünniliğine evriliş
süreci boyunca gitgide özgünlüğünü yitirdi. Bugün gelinen aşamada dindar Türk
Sünni kitle, tarihsel ve geleneksel Türk Sünniliğine iyice yabancılaşmış ve
Eş’arî hatta Selefi, Vahhabî bir anlayışla kuşatılmış durumdadır. Bu süreç
halen devam etmektedir.
Türkiye’deki dinci cemaat ve
tarikatların çoğu Vahhabileşme hareketine destek vermekte ve bu yolda büyük
çaba harcamaktadır. Vahhabileşme hareketi, Diyanet yoluyla da devlet tarafından
desteklenen bir sapma olarak güncel manada gemi azıya almış bir biçimde hızla
ilerlemektedir. Bu durum Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Kıbrıs’ta da
yaşanmaktadır. Vahhabi propaganda adı geçen coğrafyalardaki Türk Sünniliğini de
yozlaştırmaya devam etmektedir. Özellikle Özbekistan ve Kırgızistan’da Vahhabi
akımın ciddi oranda taban bulduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
Yeri gelmişken ifade edelim ki,
biz tarihsel Türk Sünniliğini İslam tarihindeki Ebu Hanife temelli muhalif
İslamî hareketin ana damarı olarak görmekteyiz. Bu bağlamda Türk Sünniliği
dediğimiz dinsel anlayış aslında mezhepleri yadsıyan Muhammedî İslam inancının
da özgün bir türevidir. Zira tekraren belirtelim ki, Ebu Hanife hiçbir zaman
bir mezhep kurma iddiasında olmamıştır. Tam tersine resmi ideolojinin yani
egemen İslam’ın mezhepçi anlayışına karşı mücadele etmiştir. Nitekim bu
mücadelesi zindanda kırbaçlanarak şehit edilmek suretiyle son bulmuştur.
Öte yandan Anadolu özelinde
Türklerin Türkmen Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden koparılması yahut kopması
sürecinin tarihsel derinliklerinde bir kısım ekonomik nedenleri de görmekteyiz.
Şöyle ki:
Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın
saptamalarına göre Osmanlı, kuruluşundan 200 yıl sonrasına değin Türkmenlerden
tek vergi alırken 16. Yüzyıla gelindiğinde vergiler 3 katına çıkmıştır. Bu
vergileri ödemekte zorlanan Türkmen kitleler, Osmanlı topraklarını terketmeye
ve Safevi ülkesine göç etmeye başladılar. Zira büyük Türkmen önderi Şah İsmail,
tek ve adil vergi alıyordu. İşte bu göç başlayınca Anadolu gitgide ıssızlaştı
ve Osmanlı’nın vergi gelirleri düştü. Safevilere karşı büyük bir düşmanlık
başladı. Mesele vergi idi ama inanca döküldü. Giden Türkmenler Kızılbaş / Alevi
diye kötülendi. Oysa bu hadiseler yaşanmadan önce Osmanlı sultanları Şah
İsmail’in dedelerinin dergahı olan Erdebil Dergahı’na her yıl “çerağ akçesi”
adıyla yardımlar gönderiyorlardı.
Safevi topraklarına giden
Kızılbaş Türkmenler, Şah İsmail’den birkaç nesil sonra Türkmen Aleviliğini
bırakıp süreç içinde Fars Şiiliğine yöneldi. Anadolu’da kalan Sünni Türkmenler
de Osmanlı ulemasının baskısıyla Türk Sünniliğinden Selefi, Emevi, Eş’arî
Sünniliğine doğru savrulmaya başladı. Ve yine Anadolu’da kalan Alevi Türkmenler
ise dağlara, kuş uçmaz kervan geçmez yerlere saklanıp yerleştiler. Bu sayede
Aleviliklerini korumayı başardılar. Safevi topraklarına gidenler ise büyük ölçüde
Şiileşti.
BU ASLINDA GERİCİLİĞE KARŞI
VERİLEN BİR ÖLÜM KALIM MÜCADELESİ
Tüm bu olup bitenlere rağmen
Anadolu Türkmenleri, Sünnisi ve Alevisiyle Osmanlı’nın ağır vergilerine karşı
direnmeye devam ettiler. Anadolu topraklarında, “Celalî İsyanları” denilen
başkaldırılar süreci başladı. Bu başkaldırı hareketi, tarihçilerin çoğuna göre
her ne kadar 16. ve 17. Yüzyıllarda cereyan etse de aslında büyük- küçük
ayaklanmalar ve içten içe muhalefet direnişiyle, ta Cumhuriyet’in kuruluşuna
değin devam etti. Cumhuriyet’in kuruluşu ve Osmanlı saltanatına son verilmesi
aslında bir bakıma Celalî isyanlarının zaferidir.
Anadolu Türkmenleri Alevisi,
Sünnisi ile üzerine ağır vergiler yükleyen Osmanlı padişahlarına karşı türküler
yaktı.
Birinde şöyle dediler:
Şalvarı şaltak Osmanlı,
Eğeri Kaltak Osmanlı,
Ekmede yok, biçmede yok,
Yemede ortak Osmanlı…
Osmanlıcı anlayış Osmanlı’dan
sonra da unutulmadı. Osmanlı yıkılsa da ona duyulan öfke dinmedi. Bu öfkeyi
sonraki yıllarda pek çok ozan değişik biçimlerde dile getirmeye devam etti.
Onlardan birinde şu sözleri görüyoruz:
Hudey hudey hak aşkına,
Hak yardım etsin düşküne,
Adaletsiz padişahın
Canavar girsin köşküne…
Evet, aslında bu ikinci türküdeki
dilek gerçek oldu. Adaletsiz padişahın köşküne bir canavar girdi. Malumunuz,
Anadolu Türkmen ağızlarının çoğunda canavar sözüyle kurt kastedilir.
Kurt deyince de aklımıza
Türkçenin büyük toplumcu, devrimci şairi Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye
Destanı’ndaki şu sözleri gelir:
“… Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı…”
Türk Sünniliği dediğimiz anlayış,
bugün çok zayıflamış olsa da bir cevher olarak hala toplumsal belleğimizin
derinliklerinde varlığını hissettirmeye devam ediyor. Canlandırılmayı ve
Selefî, Emevi, Eş’arî Arap Sünniliğine karşı yeniden ayağa kaldırılmayı
bekliyor.
Cumhuriyet devrimleri ile
hedeflenen yeni toplumsal yapıda dinin denk düştüğü alan, aslında tarihsel Türk
Sünniliğidir. Cumhuriyet devrimleri, Türk Sünniliğini bilimsel ve çağdaş
düzlemde yeniden diriltmeyi ve Arapçı din anlayışına karşı bir nevi “Milli
Müslümanlık” kimliği inşa etmeyi amaçlamıştır. Bu Milli Müslümanlık düşüncesinde Ebu Hanife ve İmam
Maturidî’yi esas alan fıkhi ve itikadî bir çizgi ile birlikte Yesevi, Alevi,
Mevlevi, Bektaşi kültürel mistik İslamî miras da temel öğedir. Böylesi bir zeminde laik karakterli bir devlet kurulup
Türk Sünniliği sosyolojik bir kimlik olarak müesses nizam haline getirilmek
istendi. Kısmen başarılı olunsa da toplumun içinde sinsi sinsi faaliyetlerini
sürdüren gerici, Selefî, Vahhabî Arap dinciliğini esas alan cemaat ve
tarikatlar, yer altı çalışmalarıyla modern Türk Sünniliği projesini büyük
ölçüde tahrip etti. Bunda dış destek de çok etkili oldu. Özellikle ABD’nin
Yeşil Kuşak projesi Türk Sünniliği yerine gerici Emevi, Selefî, Eş’arî Arap
Sünniliğini takviye etti. Zira ABD için gericileşmiş bir Türkiye, sömürmek,
yönetmek ve ezmek için daha elverişliydi. 1950 ve 1960’lı yıllarda dünyadaki
sol akımların estirdiği laik, seküler fırtına, Müslüman halkların da
emperyalizme karşı uyanışını ve ayağa kalkışını müjdeliyordu. Ancak ABD
emperyalizmi bu uyanışı dinci tarikat ve cemaatleri destekleyerek boğdu.
Şeyhine kul olan kitleleri, o şeyhi emperyalizme kul ederek yönetmek elbette ki
daha kolaydı. Oysa birey kimliğinin geliştiği toplumları baskılamak kolay
olmayacaktı.
ABD, 1950’ler ve 1960’lardan
sonra Türkiye’yi dinci yapılar eliyle gericileştirdi. Böylece ABD ile cemaat ve
tarikatlar elbirliği içinde Türk Sünniliğini boğdu.
Oysa Türk Sünniliğini korumak ve
geliştirmek maksadıyla Cumhuriyet, Diyanet İşleri Başkanlığını ve İmam Hatip
Okullarını kurmuştu, İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitülerini
açmıştı. Bir dönem bu kurumlara gerçekten laik cumhuriyete sadık kadrolar
egemendi. Lakin gitgide gericilik güç kazandı ve Türk Sünniliği, Emevi, Selefî,
Eş’arî Sünniliğine yenildi.
Bahsi geçen kurumlardan azılı
Cumhuriyet düşmanları çıktı. Fethullah Gülen,
Timurtaş Uçar ve Cemalattin Kaplan gibi isimler azılı Cumhuriyet düşmanlığının
simge isimleridir.
Bugün rejimin korunması, toplumsal
barışın sarsılmaz bir biçimde yeniden ihdası ve geleceğe emin adımlarla
yürüyebilmek için Türk Sünniliğinin canlandırılması, güçlendirilmesi ve
geliştirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
Zira Türk Sünniliği dediğimiz dinsel anlayış, cumhuriyet
devrimleri ile barışıktır.
Türk Sünniliğinin kökü; “Sünnet
imiş kafir de olsa incitme insanı,” diyen Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’ye ve
“Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü,” diyen Yunus Emre’ye dayanır.
Türk Sünniliği; hayata, akılla,
bilimle bakan bir anlayıştır. Bunda büyük Anadolu bilgesi Hünkar Hacı Bektaş
Veli’nin; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,” sözünün etkisi
büyüktür.
Türk Sünniliğinde din devleti
talebi yoktur.
Türk Sünniliğinde dinsel yaşam
bağlamında ahlak ve ibadet merkezli bir yapı egemendir.
Türk Sünniliği; köklerinin
dayandığı Ebu Hanife’nin anadilde ibadet hakkı fetvasından etkilenerek
ibadethanelere ve dinsel ritüellere Türk dilinin mevlitler, ilahiler,
kasideler, Türkçe hutbe ve Türkçe vaazlar yoluyla girmesini sağlayan milli bir
anlayıştır. Bu nedenle Türk Sünniliğinde Türk dili duyarlılığı yüksektir.
Türk Sünniliği; ehlibeyt sevgisi,
din kardeşliği ve milletdaşlık temelinde Alevi ve Caferi yurttaşlarımıza karşı
da saygılı bir tutum içerisindedir. Nüfusunun çoğunluğunu Şii / Caferi ve Alevi
kardeşlerimizin oluşturduğu Azerbaycan’a dair geliştirilen “Bir millet iki
devlet” söylemi bu tutumunun en net yansımalarından biridir.
Türk Sünniliği tıpkı Türkmen
Aleviliği ve Türk Şiiliği gibi ulus olarak mevcudiyet ve istikbalimiz açısından
milli güvencemizdir.
Bu sebeple Türkiye nüfusunun
çoğunluğunu oluşturan Sünni – Hanefi kitle düşünülerek tekraren ifade edelim
ki, Selefi, Emevi, Eş’arî, Vahhabi
radikalizmine karşı modern Türk Sünniliğinin yeniden ihyası elzemdir.
Türk Sünniliği, bizim Muhammedî
islam dediğimiz anlayışın Türkler arasındaki nüvesini ifade etmektedir. Türk
Sünniliği egemen Emevi İslam anlayışına karşı kesinlikle muhalif bir İslamî
direniş yoludur. Bunun diğer Müslüman halklar arasındaki versiyonları da
Muhammedî İslam’ın ihyası için önemlidir. Muhammedî İslam, mezheplerin böldüğü
Müslümanları Muhammedî çizgide birleştirme ve akılcı yorumlarla İslam’ı çağdaş
manada tecdid etme iradesini ifade etmektedir.
Öte yandan Türkiye özelinde, orta
ve uzun vadede kendini; dinsel, mezhepsel ve etnik kimliklerle ifade eden
bireylerin yerini yurttaşlık kimliği ile ifade eden bireylere bırakması ve
toplumun modern dönüşümünün sağlanıp laik Cumhuriyet sisteminin takviye
edilmesi için bu toprakların tarihsel ve geleneksel kimliğine yabancı olan Arapçı
anlayışlara karşı amansız bir mücadele şarttır.
Bu aslında gericiliğe karşı
verilen bir ölüm kalım mücadelesidir. Bu mücadeleyi kazanmaktan başka çaremiz
yoktur.
Cemil Kılıç
No comments:
Post a Comment