Sunday, November 17, 2019

Türkler, Türkmen Aleviliği ve Türk Sünniliği (Cemil Kılıç)


Türkler Türkmen Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı

Anadolu Türkmenlerinin büyük çoğunluğu son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi
.
Önce, Müslüman olmayan veya diğer dinlere dahil olan on milyonlarca nüfusa sahip Türkî topluluğun mevcudiyeti gerçeğini bir kenara koyalım. Ardından Müslüman Türkler realitesi üzerinden ifade edelim ki; Müslümanlaşmanın başlangıcından yüzyıllar sonrasına değin Türklerin İslam algısı doğal olarak diğer Müslüman halklardan belli ölçüde farklılık içeren bir mahiyete sahipti. Bu bağlamda bir Türk Müslümanlığından bahsetmek kesin olarak mümkündür. Türk Müslümanlığının genel Müslümanlık kimliğinin mezhepsel ayrışması içinde çoğunlukla Sünni ekole dahil olduğu da söylenebilir. Bu durum on milyonlarca Şii / Caferi Türk’ün ve yine bir o kadar Alevi Türk’ün varlığını yadsıyan bir yaklaşımı asla ifade etmez. Zira Türklerin Sünniliği de aslında Türk Müslümanlığı ifadesi gibi kendine özgüdür. Bu kendine özgü olma halinin en başat unsurları arasında Şii / Caferi ve Alevi kimliğinin kültürel ve inançsal anlamda çok derin izleri de bulunmaktadır. Yani Türk Sünniliği genel anlamda Türk Müslümanlığı gibi bir ölçüde Türkmen Aleviliği ve Türk Şiiliğinden gelme güçlü öğeler taşımaktadır.
O halde Türklerin İslam algısına nasıl ki Türk Müslümanlığı demek imkan dahilinde ise, Sünniliğin Türkler arasındaki teşekkülüne de yine aynı şekilde Türk Sünniliği demek mümkündür. Türk Sünniliği sadece Anadolu Türklerinin Sünniliğini değil Orta Asya, Kıbrıs, Kafkasya ve Balkanlardaki Türkî topluluklarla birlikte akraba halklar olan Arnavut, Boşnak, Çerkez, Pomak, Gürcü, Abhaz gibi gruplar arasındaki Sünnilik algısını da ifade etmektedir.
Sünni tabiri; sünnete uyan demektir. Sünnetten kasıt da çoğunluk ulemaya göre Hazreti Muhammed’in uygulamaları, sözleri ve öğütleridir. Bazıları Sünni sözü ile asında Emevi sünnetinin kastedildiğini de ileri sürer. Evet, gerçek şu ki bir Emevi sünniliği vardır. Nitekim Arap dünyasına egemen olan anlayış çoğunlukla Emevi Sünniliğidir. Lakin Emevilere muhalif Ebu Hanife Sünniliği diyebileceğimiz bir Sünnilik de vardır. Ebu Hanife aslında bir mezhep falan kurmuş değildir. Hanefilik denilen akım da Ebu Hanife’nin görüşlerini değil onun öğrencilerinin görüşlerini yansıtır.Bize göre Ebu Hanife, Muhammedî İslam’ın tarihteki büyük temsilcilerinden biridir.
Gerçek şu ki Türklerin İslam algısı da Sünnilik algısıda tarihen ve tüm yozlaştırma ve zayıflatma çalışmalarına rağmen güncel anlamda da diğer Müslüman halklardan özellikle de Araplardan son derece farklıdır. Bu farklılığı gereğince teşhis ve tespit edebilmek için İslam’daki itikadî ve fıkhî mezhepleşme serüvenine kabaca göz atmamız gerekiyor.
İslam, Hazreti Muhammed’in vefatından sonra, süreç içerisinde tıpkı evvelki dinler gibi mezheplere bölündü. Tarih ilerledikçe mezheplerin sayısı da arttı. İslam tarihine ve günümüz İslam dünyasına baktığımızda yüzlerce mezhepten söz edebiliriz. Ancak bunların tümünü üst bir kategorizasyonla temelde ikiye ayırmak mümkündür: Sünnilik ve Şiilik… Elbette bu iki kategoriye dahil edilemeyen mezhepsel oluşumlar da söz konusu. Lakin onları hem sayıca hem de etki bakımından son derece kısıtlı yapılar olarak değerlendiriliyoruz. Bu sebeple biz daha ziyade iki ana akım çerçevesinde bir analiz yapma arzusundayız.

KADER VE KAZA İNANCI

Gerek Sünnilik gerekse Şiilik, itikadi bakımdan da fıkhî açıdan da yüzlerce diyebileceğimiz sayıda kola ayrıldı. Başat ayrışım itikadi ve fıkhî ekoller olarak ortaya çıktı.
Söz gelimi Sünnilik; itikadî olarak Maturidilik ve Eş’arîlik olmak üzere ayrıştı. Fıkhî açıdan ise dört Sünni mezhep oluştu: Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelilik. Sünnilik denilince bir de buna Harranlı İbn Teymiye (Ölüm 1328) tarafından temelleri atılıp sistematize edilen Selefilik akımını ilave etmek gerekir. Bu akım bugün de çok ciddi sayıda taraftara sahiptir. Selefilik aslında Hanbelilikten doğmuştur. Fıkhî bir ekol olan Hanbeliliğin itikadi boyutu olan Selefilik, günümüz dünya Müslümanlarının yaklaşık % 12’sinin mensup olduğu bir akımdır. Selefilik demişken, 18. Yüzyılda Vahhabilik akımının da aynı gelenekten doğduğunu belirtmeliyiz. Ayrıca İbn Teymiye’den evvel de Selefilikten bahsetmek mümkündür. Selefilik, gerçekte Eş’arîlik ve Maturîdîlik gibi itikadi akımların doğuşundan önceki dönemde cari olan egemen Sünnilik anlayışını da ifade etmektedir. Bu anlayış temelde ayet ve hadisleri zahiri manasıyla kabul edip yorumlamayı tasvip etmeyen bir yaklaşımı işaret ediyor. Selefiliğe, “Ehl-i hadis” yahut “Hadis Taraftarları” da denilmektedir. Ayrıca ilaveten belirtelim ki, İbn Teymiye öncesi Selefiliği ifade etmek üzere “Ehl-i Sünnet-i Hassa” tabiri de kullanılmaktadır. Bu tabir, Sünniliğin özel hali gibi bir anlama karşılık geliyor.
Sünnî ekol kendini ifade ederken; “Ehl’üs-sünne ve’l-cemaa” sözünü kullanır. Bazılarınca, bunu ilk olarak Muaviye’nin teleffuz ettiği ileri sürülüyor. Muaviye, Hazreti Hasan’la Hicretin 40. yılında yaptığı anlaşma sonucu halifeliği ele geçirip o yılı “sünnet ve cemaat yılı” olarak ilan eder. Bazı kaynaklar sadece “Âm’ul- cemaa” yani “birlik yılı” ifadesinin söylendiğini belirtir. Muaviye, aynı zamanda kendi hilafetini de Allah’ın takdiri olarak niteler. “Allah’ın takdiri” söylemi kader ve kaza inancının bir doktrin biçiminde Sünniliğe yerleşmesini sağlayan önemli bir retorik olarak tarihin belleğine nakşedilir.
Kader ve kaza inancı, Emevîlerin resmi devlet ideolojisi olunca yönetimin yaptığı tüm uygulamalar da Allah’ın takdiri yani kader olarak görüldü. Bu uygulamalara itiraz etmek de Allah’ın takdirine / Allah’a itiraz olarak damgalandı. Nitekim Amr el -Maksus, Mabed el-Cuhenî ve Ca’d bin Dirhem gibi bir çok düşünce erbabı kişi, “kaderi inkâr ettiği” gerekçesiyle ağır işkencelere maruz bırakılıp şehit edildi. Bu kişiler yönetim yanlısı sözde âlimler tarafından da “Rafızî” yani sapkın diye nitelenip itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.
Aslında kader ve kaza inancı konusunda iki Sünnî ekol arasında pek çok yorum farkı vardır. Kabaca Eş’arî ekol daha katı ve insan iradesi aleyhine bir tutum sahibi iken Maturîdî ekol daha esnek ve insan iradesi lehine bir görüş ortaya koyar. Hatta Maturidîliğin ana kaynaklarından addedilen, Ebu Muin en -Nesefî’nin “Tabsırat’ül- edille” adlı yapıtında kadere iman maddesi, iman ilkeleri arasında yer almaz bile… Lakin en-Nesefî dışında Maturîdî imamların çoğu kader ve kazayı iman ilkesi olarak kaydeder.
Aslında tüm itikadî meselelerde Maturidî ekol daha akılcı iken Eş’arî ekol daha nakilcidir. Söz gelimi; Maturidî ekol iyiyi ve kötüyü bilmede insan aklını öncelerken Eş’arî ekol nakli önceler. Bu tartışmaya hüsün ve kubuh meselesi denilmektedir. Buna göre Maturidîler; insanın vahiy olmadan da neyin iyi ve neyin kötü olduğunu bilebileceğini savunur. Eş’arîler ise iyi ve kötünün vahiy olmadan bilinemeyeceğini iddia ederler.
İki ekol arasındaki akılcı ve nakilci tavır konusunda mevcut olan farkı anlamak açısından birkaç örnek daha vermek yerinde olacaktır:
Önce “tebliğ olmadan teklif olur mu?” hususuna değinelim.
Bunun açılımı şudur:
Kendisine herhangi bir peygamber yahut kutsal kitap ulaşmayan bir topluluk ya da bir birey için dinsel sorumluluk var mıdır, şeklindeki soruya Eş’arîler; yoktur zira hiç kimse kendi aklıyla Allah’ın varlığı ve birliğini bulamaz ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu da keşfedemez, diye yanıt verirken, Maturîdiler; Allah’ın varlık ve birliği, ayrıca iyi ve kötü, akılla bilinebilir, diyerek kendilerine dinsel tebliğ yapılmayan toplumların / bireylerin de bu kapsamda bir dinsel sorumluluk içinde olduklarını ve ahirette bu konulardan hesaba çekileceklerini savunurlar.
TÜRKLERİN İSLAM VE SÜNNİLİK KİMLİĞİ FIKHÎ BOYUTTA HANEFİLİKTEN BESLENİYOR
İyi ve kötü gibi değerlerin kaynağı Allah mı yoksa akıl mıdır, şeklindeki bir soruya da Eş’ariler, kesinlikle Allah’tır, derler ve ilave ederler; iyi, Allah’ın emrettiğidir. Kötü ise onun yasakladığıdır. İyi, Allah emrettiği için iyidir. Kötü, Allah yasakladığı için kötüdür.

Maturîdiler ise şöyle düşünür:
İyi de kötü de akılla bilinebilir. İyi, aklen iyi olduğu için Allah onu emreder. Kötü de aklen kötü olduğu için Allah onu yasaklar.
Maturîdî inanışta aklı önceleme tavrı o denli güçlüdür ki akıl ile nakil ola ki çeliştiğinde ne yapmak icap eder; aklı mı yoksa akla aykırı olsa da nakli mi esas alacağız, biçimindeki bir soruya mealen şöyle yanıt verilir:
Nakil yani vahiy akla yaklaştırılarak diğer bir deyişle aklîleştirilerek yorumlanmalıdır. Buna te’vil de denilmektedir. Nitekim Maturîdî ekolün kurucusu addedilen İmam Muhammed Maturîdî’nin yapıtlarından biri de Te’vilat’ül- Kur’an’dır. Öbür ünlü yapıtı da “Kitab’ut-tevhid” adını taşır.
Görüleceği üzere Maturîdiler aklı önceleyen bir inanca sahip iken, Eş’arîler ise nakli öncelemektedirler.
Eş’arilerin, akılla nakilin asla çelişmeyeceği görüşüne yakın bir görüşe sahip olduğu iddia olunmaktadır. Lakin hüsun ve kubuh meselesindeki fikirleri düşünüldüğünde Eş’arîlerin akla karşı daima nakli önceledikleri anlaşılmaktadır.
Geçmişte ve günümüzde İslam dünyasının büyük çoğunluğu Eş’arî anlayışın egemenliği çevçevesinde bir dinsel görüşe yönelmiş durumdadır. Maturîdilik ise daha sınırlı bir etkiye sahip olmuştur. Eş’arî anlayış, Eş’arîliğin sistematik hale gelmesinden önce de Selefi düşünce ile birlikte İslam dünyasında egemendi. Kökleri Emevilere değin uzanan Eş’arî düşünce zahiren Maturîdî olan kitleleri de belli ölçüde etkilemiştir. Zira Eş’arîliğin dayandığı fideist anlayış, özü itibariyle imana meyyal kimseleri çok çabuk etki altına alabilecek bir özelliğe sahiptir. Nitekim, geniş halk yığınlarından inançla ilgili konularda aklî bir tavır beklemek kitle psiklojisi açısından realiteye pek de uygunluk arzetmemektedir.
Bununla birlikte Müslüman Türkî halklar arasında, çoğunlukla Maturîdî düşünce egemen iken Araplar ve diğer Müslüman halklar arasında ise başat olarak Eş’arî ve Selefî düşüncenin hakimiyeti söz konusudur.
Osmanlı ve Türkiye’ye de Eş’arî ve Selefî düşüncenin sirayet ettiği ve etkisinin özellikle son dönemde bir hayli arttığını belirtmeliyiz. Özellikle Yavuz’un Mısır’ı ve hilafeti ele geçirmesinden sonra Mısır’daki Eş’arî ulemanın İstanbul’a getirilmek suretiyle medreselere hakim kılındığını tarihen biliyoruz.
Anadolu’nun ve Anadolu Türklerinin Eş’arîleştirilmesinde Yavuz’un etkisi büyüktür. Lakin bu noktada Nizamiye Medreseleri gerçeğini de zikretmeliyiz. Bu medreseler Anadolu toprakları dışında ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında ihdas edilse de Türklerin Müslümanlık algısını etkilemiştir.
Nizamiye Medreselerinin baskın bir biçimde fıkıhta Şafiiliği, akaid ve kelam konusunda ise Eş’ar’iliği esas aldığı ve bu çizgide bir İslam algısı inşa etmeye çalıştığı malumdur.
Söz bu noktaya gelmişken Türklerin İslam ve Sünnilik kimliğinin fıkhî boyutta Hanefilikten beslendiğini ve Hanefi imamlardan da daha ziyade Muhammedî İslam’ın tarihteki büyük temsilcilerinden gördüğümüz Ebu Hanife sevgisi etrafında teşekkül ettiğini belirtmeliyiz. Ebu Hanife’nin genel Hanefî fıkhından daha özgürlükçü görüşlere sahip olduğunu biliyoruz. Söz gelimi, Ebu Hanife, fıkhî meselelerin hallinde istihsan adını verdiği bir yöntem geliştirmiştir. İstihsan; müctehidin daha güçlü gördüğü bir husustan dolayı bir meselede benzerlerin hükmünden başka bir hükme başvurmasıdır. Bu aslında bir nevi, çeşitli sebeplerle zahirî kıyası terkedip daha yararlı yahut daha isabetli kabul ederek başka bir hüküm vermektir. Ebu Hanife bu konuda örfü de dikkate almaktadır ki diğer bazı ekollerde istihsan bağlamında örfün hüküm kaynağı sayılması çoğunlukla itibar görmemiştir.
Ebu Hanife’nin ana dilde ibadet meselesi ve nebizler (şarap dışındaki alkollü içecekler) konusundaki görüşleri de onun özgürlükçü kimliğinin önemli öğeleri arasında yer almaktadır.
Oysa İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf ve İmam Serahsî gibi Hanefi fakihler, fıkhî meselelerde gayet katı addedilebilecek görüşlere sahiptir ki mezhebin ana karakteri de söz konusu görüşler çerçevesinde teşekkül etmiştir.

Ebu Hanife’yi özgün bir düşünce önderi ve özgürlükçü bir fakih kılan önemli görüşlerinden biri de zalim sultana isyanı farz görmesidir. Ne var ki, diğer Sünni ulema, çoğunlukla bu görüşü reddetmiş ve zalim de olsa sultana itaati farz görmüştür. Zira onlara göre isyan; fitneye, asayişsizliğe sebep olacağından caiz görülemez. Lakin Ebu Hanife, zalim sultanın zulmüne rıza göstermenin de zulüm olduğu düşüncesinden hareketle, zulme isyanı İslamî bir vecibe kabul etmiştir. Nitekim kendisi de İmam Zeyd’in isyanına destek vermiştir.
TASAVVUF KARŞITLIĞININ KÖKÜ
Türk Sünniliği dediğimiz anlayış, sadece itikaden Maturîdî, fıkhen de Ebu Hanife bağlamında Hanefi çizgiden ibaret değildir. Türk Sünniliğinin en önemli kaynaklarından biri de sufizmdir. İslam sufizmine / mistisizmine tasavvuf denildiği malumdur. Tasavvufun Türkler arasındaki yaşanış biçiminde kadim Türk inanç ve geleneklerinin de derin izleri bulunmaktadır. Dolayısıyla Türk tasavvufu bir nevi İslam öncesi Kök Tengri inancının İslamize edilmiş hali gibidir. Türk tasavvufu Anadolu Türkmen Aleviliğinin de özünü oluşturur. Türkistan Piri Ahmet Yesevi ve Yesevilik yolu, hem Anadolu Türkmen Aleviliğinin hem de Türk Sünniliğinin en önemli zeminini oluşturmuştur. Lakin tasavvufun folk İslam addedilip, daha ziyade geniş halk kitleleri içinde etkin olduğunu ve şeriat ulemasınca pek de muteber sayılmadığını belirtelim. Nitekim Şeyhülislam Ebussuud, büyük Türkmen sufî önder ve Türkçenin büyük ozanı Yunus Emre’nin şiirlerini küfür / kafirlik sayarak ibretlik fetvalar vermiştir.
Tasavvuf karşıtlığı aslında kökü Emevilere değin inen Hanbelî, Selefî, Eş’arî, Vahhabî Arap Sünniliğinin temel özelliğidir. Öyle ki tasavvufu, sufizm ve mistisizm kavramları üzerinden İslam’a aykırı hatta İslam’dan ayrı bir din gibi görmeye varacak düzeyde yadsır. Yeri gelmişken belirtelim; Selefilik ve Vahhabilik Sünniliğin en katı koludur. Her ne kadar diğer Sünni ulemanın çoğu Selefiliği ve Vahhabiliği Sünni şemsiye altında görmese de Selefiler / Vahhabiler kendilerini Sünni olarak tarif eder. Selefiliğin kurucusu İbn Teymiye’nin, dönemin Sünni otoriteleri tarafından dışlanması hatta görüşlerinden dolayı hapis de dahil olmak üzere çeşitli cezalara çarptırılmış olması, nihai tahlilde hem onun hem de Selefiliğin Sünni niteliğini yine de ortadan kaldırmaz.
Emevi, Selefî, Eş’arî Arap Sünniliğinin diğer özelliklerinden biri de İslam’ı Araplığın ayrılmaz bir parçası gibi görmesidir. Bu konudaki tavrı desteklemek için Arapçayı, Araplığı ve Arap kültürünü İslam adına öven bir yığın hadis üretilmiştir. Bu uydurma hadislerden mülhem Araplığa ilişkin pekçok fazail / fadail kitapları yazılmıştır. Bunlarda biri de İbn Kuteybe’nin “Fazl’ül Arab ve’t-Tenbih âlâ ulumiha” adlı kitabıdır. Aslen Arap kökenli olmadığı halde Müslümanlaşarak Araplaşan İbn Kuteybe, Mervli olmasına karşın katı bir Arap milliyetçisi olmuştur.
Bu konuda tarihte pek çok örneğe rastlamak mümkündür ama biz son dönemden ve bir hayli ibretlik bir örnek vererek konunun bu kısmını bağlayalım.
Aslen Halepli bir Türkmen olduğu halde Araplaşan ve işi katı bir Arap milliyetçiliği yapma noktasına kadar götüren Abdurrahman Kevakibî, “Ümm’ül-Kura” adlı kitabında şöyle demektedir:
"Türklerin Müslümanlığı gerçek değildir. Gerçekten Müslüman olmuş olsalardı Arapçayı ve Arap kültürünü benimseyip Araplaşmaları gerekirdi. Zira Araplık ve İslam birbirinden ayrılamaz."
Osmanlı’nın son şeyhülislamlarından Mustafa Sabri’nin de aslen Tokatlı bir Türkmen olduğu halde nasıl bir Arap milliyetçisi olduğunu, Yunanistan’da çıkardığı “Yarın” adlı gazetedeki yazılarından ve Türklüğü aşağılayan şiirlerinden biliyoruz. İşte bunlar ve bunlar gibi daha nice örnek, Arap Sünniliğinin Türkler arasında nasıl bir etkiye yol açtığının ibretlik göstergelerindendir.
Yalın gerçek şu ki, şeriat uleması / alimleri (fakihler) çoğunlukla Türk Sünniliğine mesafeli durmuşlardır. Hele söz konusu olan Türkmen Alevileri olduğunda ise öldürülmelerinin vacip olduğu şeklinde fetvalar yayınlamışlardır. Öyle ki bu fetvaların ve özellikle de Yavuz’la birlikte başlayan Alevi Türkmen katliamlarının bir sonucu da yüzbinlerce ve belki de milyonlarca Alevinin can korkusuyla asimile olarak Sünnileşmesi olmuştur.
Arabize olmuş Türkiye Sünniliğinin (Türk Sünniliği değil!) Türkmen Aleviliği ile arasındaki makas geçmişte, bugün olduğu kadar açık değildi. Makasın açılması Yavuz’la hızlanmış, 2. Mahmut’la doruk noktaya çıkmıştır. 2. Mahmut Bektaşiliği de ezmiştir. Binlerce Bektaşi inanç önderi idam edilmiş, dergahları yakılmış ve pek çoğuna da el konularak o dergahlara Nakşibendî şeyhler tayin edilmiştir.
TÜRKLERİN TÜRKMEN ALEVİLİĞİNDEN VE TÜRK SÜNNİLİĞİNDEN KOPARILMASI
Anadolu’nun pek çok yerinde Yavuz’a gelinceye kadar bugünkü manada Sünni bir yerleşim yerine rastlamak olası değildi. Kaldı ki Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu göçerlerden oluşuyordu. Göçerlerin yaşam tarzı ise Alevice idi. Osmanlı göçer Türkmenleri yerleşik yaşama geçirerek bu yolla onları Sünnileştirmeye de çalıştı. Önemli ölçüde de sonuç aldı. Anadolu Türkmenlerinin büyük çoğunluğu son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi. Bu kimlikte de ortodoks İslamî inanç ve geleneklerden ziyade Sufî ve Kök Tengrici unsurlar egemendi.
Önemine binaen tekraren belirtelim ki, bugün Anadolu’daki Sünni Türk kitlenin çok önemli bir kesiminin ataları, birkaç yüzyıl öncesine değin Alevi / Kızılbaş karakterde idi. Nitekim bundan dolayıdır ki Türk Sünniliğinde diğer Müslüman halkların Sünniliğinde olan bazı şeyler yoktur. Söz gelimi Türk Sünnileri çocuklarına asla Muaviye, Yezit ve Mervan gibi adlar vermezler. Ama Arap Sünnileri içinde bu isimlere rahatlıkla rastlayabilirsiniz.
Ayrıca Türk Sünnileri çocuklarına çoğunlukla hep ehlibeyt isimleri vermektedirler. Ali, Hasan, Hüseyin, Haydar, Ali Ekber, Fatma, Zehra gibi adlar Türk Sünnileri arasında yaygındır.
Geleneksel Türk Sünniliğinde Arap Sünniliğindeki gibi katı harem selamlık kuralı yoktur. Türkistan piri Ahmet Yesevi’nin meclislerinde kadın erkek birlikte yer alıyor ve birlikte ibadet ediyorlardı. Türk Sünniliğindeki bu özelliğin kaynağı Yesevi etkidir. Son 30 - 40 yıla kadar Anadolu’daki Sünni Türkmen köylerinde harem selamlık diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildi. Ancak Türk Sünniliği, Arap Sünniliğine evriliş süreci boyunca gitgide özgünlüğünü yitirdi. Bugün gelinen aşamada dindar Türk Sünni kitle, tarihsel ve geleneksel Türk Sünniliğine iyice yabancılaşmış ve Eş’arî hatta Selefi, Vahhabî bir anlayışla kuşatılmış durumdadır. Bu süreç halen devam etmektedir.
Türkiye’deki dinci cemaat ve tarikatların çoğu Vahhabileşme hareketine destek vermekte ve bu yolda büyük çaba harcamaktadır. Vahhabileşme hareketi, Diyanet yoluyla da devlet tarafından desteklenen bir sapma olarak güncel manada gemi azıya almış bir biçimde hızla ilerlemektedir. Bu durum Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Kıbrıs’ta da yaşanmaktadır. Vahhabi propaganda adı geçen coğrafyalardaki Türk Sünniliğini de yozlaştırmaya devam etmektedir. Özellikle Özbekistan ve Kırgızistan’da Vahhabi akımın ciddi oranda taban bulduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
Yeri gelmişken ifade edelim ki, biz tarihsel Türk Sünniliğini İslam tarihindeki Ebu Hanife temelli muhalif İslamî hareketin ana damarı olarak görmekteyiz. Bu bağlamda Türk Sünniliği dediğimiz dinsel anlayış aslında mezhepleri yadsıyan Muhammedî İslam inancının da özgün bir türevidir. Zira tekraren belirtelim ki, Ebu Hanife hiçbir zaman bir mezhep kurma iddiasında olmamıştır. Tam tersine resmi ideolojinin yani egemen İslam’ın mezhepçi anlayışına karşı mücadele etmiştir. Nitekim bu mücadelesi zindanda kırbaçlanarak şehit edilmek suretiyle son bulmuştur.
Öte yandan Anadolu özelinde Türklerin Türkmen Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden koparılması yahut kopması sürecinin tarihsel derinliklerinde bir kısım ekonomik nedenleri de görmekteyiz.
Şöyle ki:
Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın saptamalarına göre Osmanlı, kuruluşundan 200 yıl sonrasına değin Türkmenlerden tek vergi alırken 16. Yüzyıla gelindiğinde vergiler 3 katına çıkmıştır. Bu vergileri ödemekte zorlanan Türkmen kitleler, Osmanlı topraklarını terketmeye ve Safevi ülkesine göç etmeye başladılar. Zira büyük Türkmen önderi Şah İsmail, tek ve adil vergi alıyordu. İşte bu göç başlayınca Anadolu gitgide ıssızlaştı ve Osmanlı’nın vergi gelirleri düştü. Safevilere karşı büyük bir düşmanlık başladı. Mesele vergi idi ama inanca döküldü. Giden Türkmenler Kızılbaş / Alevi diye kötülendi. Oysa bu hadiseler yaşanmadan önce Osmanlı sultanları Şah İsmail’in dedelerinin dergahı olan Erdebil Dergahı’na her yıl “çerağ akçesi” adıyla yardımlar gönderiyorlardı.
Safevi topraklarına giden Kızılbaş Türkmenler, Şah İsmail’den birkaç nesil sonra Türkmen Aleviliğini bırakıp süreç içinde Fars Şiiliğine yöneldi. Anadolu’da kalan Sünni Türkmenler de Osmanlı ulemasının baskısıyla Türk Sünniliğinden Selefi, Emevi, Eş’arî Sünniliğine doğru savrulmaya başladı. Ve yine Anadolu’da kalan Alevi Türkmenler ise dağlara, kuş uçmaz kervan geçmez yerlere saklanıp yerleştiler. Bu sayede Aleviliklerini korumayı başardılar. Safevi topraklarına gidenler ise büyük ölçüde Şiileşti.
BU ASLINDA GERİCİLİĞE KARŞI VERİLEN BİR ÖLÜM KALIM MÜCADELESİ
Tüm bu olup bitenlere rağmen Anadolu Türkmenleri, Sünnisi ve Alevisiyle Osmanlı’nın ağır vergilerine karşı direnmeye devam ettiler. Anadolu topraklarında, “Celalî İsyanları” denilen başkaldırılar süreci başladı. Bu başkaldırı hareketi, tarihçilerin çoğuna göre her ne kadar 16. ve 17. Yüzyıllarda cereyan etse de aslında büyük- küçük ayaklanmalar ve içten içe muhalefet direnişiyle, ta Cumhuriyet’in kuruluşuna değin devam etti. Cumhuriyet’in kuruluşu ve Osmanlı saltanatına son verilmesi aslında bir bakıma Celalî isyanlarının zaferidir.
Anadolu Türkmenleri Alevisi, Sünnisi ile üzerine ağır vergiler yükleyen Osmanlı padişahlarına karşı türküler yaktı.
Birinde şöyle dediler:
Şalvarı şaltak Osmanlı,
Eğeri Kaltak Osmanlı,
Ekmede yok, biçmede yok,
Yemede ortak Osmanlı…
Osmanlıcı anlayış Osmanlı’dan sonra da unutulmadı. Osmanlı yıkılsa da ona duyulan öfke dinmedi. Bu öfkeyi sonraki yıllarda pek çok ozan değişik biçimlerde dile getirmeye devam etti. Onlardan birinde şu sözleri görüyoruz:
Hudey hudey hak aşkına,
Hak yardım etsin düşküne,
Adaletsiz padişahın
Canavar girsin köşküne…
Evet, aslında bu ikinci türküdeki dilek gerçek oldu. Adaletsiz padişahın köşküne bir canavar girdi. Malumunuz, Anadolu Türkmen ağızlarının çoğunda canavar sözüyle kurt kastedilir.
Kurt deyince de aklımıza Türkçenin büyük toplumcu, devrimci şairi Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndaki şu sözleri gelir:
“… Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı…”
Türk Sünniliği dediğimiz anlayış, bugün çok zayıflamış olsa da bir cevher olarak hala toplumsal belleğimizin derinliklerinde varlığını hissettirmeye devam ediyor. Canlandırılmayı ve Selefî, Emevi, Eş’arî Arap Sünniliğine karşı yeniden ayağa kaldırılmayı bekliyor.
Cumhuriyet devrimleri ile hedeflenen yeni toplumsal yapıda dinin denk düştüğü alan, aslında tarihsel Türk Sünniliğidir. Cumhuriyet devrimleri, Türk Sünniliğini bilimsel ve çağdaş düzlemde yeniden diriltmeyi ve Arapçı din anlayışına karşı bir nevi “Milli Müslümanlık” kimliği inşa etmeyi amaçlamıştır. Bu Milli Müslümanlık düşüncesinde Ebu Hanife ve İmam Maturidî’yi esas alan fıkhi ve itikadî bir çizgi ile birlikte Yesevi, Alevi, Mevlevi, Bektaşi kültürel mistik İslamî miras da temel öğedir. Böylesi bir zeminde laik karakterli bir devlet kurulup Türk Sünniliği sosyolojik bir kimlik olarak müesses nizam haline getirilmek istendi. Kısmen başarılı olunsa da toplumun içinde sinsi sinsi faaliyetlerini sürdüren gerici, Selefî, Vahhabî Arap dinciliğini esas alan cemaat ve tarikatlar, yer altı çalışmalarıyla modern Türk Sünniliği projesini büyük ölçüde tahrip etti. Bunda dış destek de çok etkili oldu. Özellikle ABD’nin Yeşil Kuşak projesi Türk Sünniliği yerine gerici Emevi, Selefî, Eş’arî Arap Sünniliğini takviye etti. Zira ABD için gericileşmiş bir Türkiye, sömürmek, yönetmek ve ezmek için daha elverişliydi. 1950 ve 1960’lı yıllarda dünyadaki sol akımların estirdiği laik, seküler fırtına, Müslüman halkların da emperyalizme karşı uyanışını ve ayağa kalkışını müjdeliyordu. Ancak ABD emperyalizmi bu uyanışı dinci tarikat ve cemaatleri destekleyerek boğdu. Şeyhine kul olan kitleleri, o şeyhi emperyalizme kul ederek yönetmek elbette ki daha kolaydı. Oysa birey kimliğinin geliştiği toplumları baskılamak kolay olmayacaktı.
ABD, 1950’ler ve 1960’lardan sonra Türkiye’yi dinci yapılar eliyle gericileştirdi. Böylece ABD ile cemaat ve tarikatlar elbirliği içinde Türk Sünniliğini boğdu.
Oysa Türk Sünniliğini korumak ve geliştirmek maksadıyla Cumhuriyet, Diyanet İşleri Başkanlığını ve İmam Hatip Okullarını kurmuştu, İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitülerini açmıştı. Bir dönem bu kurumlara gerçekten laik cumhuriyete sadık kadrolar egemendi. Lakin gitgide gericilik güç kazandı ve Türk Sünniliği, Emevi, Selefî, Eş’arî Sünniliğine yenildi.
Bahsi geçen kurumlardan azılı Cumhuriyet düşmanları çıktı. Fethullah Gülen, Timurtaş Uçar ve Cemalattin Kaplan gibi isimler azılı Cumhuriyet düşmanlığının simge isimleridir.
Bugün rejimin korunması, toplumsal barışın sarsılmaz bir biçimde yeniden ihdası ve geleceğe emin adımlarla yürüyebilmek için Türk Sünniliğinin canlandırılması, güçlendirilmesi ve geliştirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
Zira Türk Sünniliği dediğimiz dinsel anlayış, cumhuriyet devrimleri ile barışıktır.
Türk Sünniliğinin kökü; “Sünnet imiş kafir de olsa incitme insanı,” diyen Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’ye ve “Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü,” diyen Yunus Emre’ye dayanır.
Türk Sünniliği; hayata, akılla, bilimle bakan bir anlayıştır. Bunda büyük Anadolu bilgesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,” sözünün etkisi büyüktür.
Türk Sünniliğinde din devleti talebi yoktur.
Türk Sünniliğinde dinsel yaşam bağlamında ahlak ve ibadet merkezli bir yapı egemendir.
Türk Sünniliği; köklerinin dayandığı Ebu Hanife’nin anadilde ibadet hakkı fetvasından etkilenerek ibadethanelere ve dinsel ritüellere Türk dilinin mevlitler, ilahiler, kasideler, Türkçe hutbe ve Türkçe vaazlar yoluyla girmesini sağlayan milli bir anlayıştır. Bu nedenle Türk Sünniliğinde Türk dili duyarlılığı yüksektir.
Türk Sünniliği; ehlibeyt sevgisi, din kardeşliği ve milletdaşlık temelinde Alevi ve Caferi yurttaşlarımıza karşı da saygılı bir tutum içerisindedir. Nüfusunun çoğunluğunu Şii / Caferi ve Alevi kardeşlerimizin oluşturduğu Azerbaycan’a dair geliştirilen “Bir millet iki devlet” söylemi bu tutumunun en net yansımalarından biridir.
Türk Sünniliği tıpkı Türkmen Aleviliği ve Türk Şiiliği gibi ulus olarak mevcudiyet ve istikbalimiz açısından milli güvencemizdir.
Bu sebeple Türkiye nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Sünni – Hanefi kitle düşünülerek tekraren ifade edelim ki, Selefi, Emevi, Eş’arî, Vahhabi radikalizmine karşı modern Türk Sünniliğinin yeniden ihyası elzemdir.
Türk Sünniliği, bizim Muhammedî islam dediğimiz anlayışın Türkler arasındaki nüvesini ifade etmektedir. Türk Sünniliği egemen Emevi İslam anlayışına karşı kesinlikle muhalif bir İslamî direniş yoludur. Bunun diğer Müslüman halklar arasındaki versiyonları da Muhammedî İslam’ın ihyası için önemlidir. Muhammedî İslam, mezheplerin böldüğü Müslümanları Muhammedî çizgide birleştirme ve akılcı yorumlarla İslam’ı çağdaş manada tecdid etme iradesini ifade etmektedir.
Öte yandan Türkiye özelinde, orta ve uzun vadede kendini; dinsel, mezhepsel ve etnik kimliklerle ifade eden bireylerin yerini yurttaşlık kimliği ile ifade eden bireylere bırakması ve toplumun modern dönüşümünün sağlanıp laik Cumhuriyet sisteminin takviye edilmesi için bu toprakların tarihsel ve geleneksel kimliğine yabancı olan Arapçı anlayışlara karşı amansız bir mücadele şarttır.
Bu aslında gericiliğe karşı verilen bir ölüm kalım mücadelesidir. Bu mücadeleyi kazanmaktan başka çaremiz yoktur.
Cemil Kılıç


No comments:

Post a Comment